R.T Erdoğan hiç değişmedi
Dün “Osmanlı eyalet sistemine geçilebilir” diyordu, bugün geçilmek üzere.
Dün “Türkiye Türklerindir gibi tezler yanlıştır” diyordu, bugün vatan toprakları satılıyor.
Dün “2000’li yılların dünyasında ve Türkiye’de artık Kemalizm’e yer yoktur” diyordu, bugün Kemalizm’e karşı savaş açılmış bulunuyor.
Dün “Demokrasi, rejimi değiştirmek için araçtır” diyordu, bugün rejimimiz değişiyor.
Recep Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu AKP, “Değiştim/değiştik” sloganıyla iktidara gelmiş bulunuyor. Bu sava kanan ya da kanmış gözüken kimi yazarlar da AKP’ni destekleyip durdular. İçlerinde hâlâ gözü açılmamış olanlar çok sayıda. Kimileri ise, zaten AKP’nin anlayışında oldukları için bu aldatmacayı pazarlayıp duruyorlar. Ancak, AKP’nin yapıp ettikleri, onun ve hele Erdoğan’ın hiç değişmediğini ve hiç de değişmeyeceğini su götürmez bir biçimde kanıtlıyor. Bu uygulamalar yalnızca Türkiye’nin geleceğini ölümcül bir tehlike altına atmakla kalmamakta, bir bölümü şu anda bile ülkemizin temellerini sarsmakta¼ Hele AKP’nin kamu ve yerel yönetimler ile sözümona “reform” girişiminin, Türkiye’nin once “eyalet” sistemine geçmesi, sonra da bölünüp parçalanması ile sonuçlanacağı çok açık. İşte, bu girişimin de Erdoğan’ın yıllar öncesinden gönlünde yatan bir “düşüncesi” olduğu, Refah Partisi MKYK üyesi ve bu partinin İstanbul İl Başkanı olduğu 1993 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda söyledikleri ile açıkça kanıtlanıyor. Öte yandan, kimi AKP’lilerin son seçimler sırasında ve sonrasında “80 yıllık karanlık” gibi sözlerle ortaya atılarak Atatürk dönemini karanlık bir zulüm dönemi olarak karalamaya kalkışmaları da, Erdoğan’ın yıllar öncesinde ortaya attığı görüşlerinin yinelenmesinden başka bir şey olmadığı da, aynı röportajdan açıkça anlaşılıyor.
Röpartajı yapanlar, Metin Sever ve Cem Dizdar. Yayınlandığı yer, “2.Cumhuriyet Tartışmaları” adlı ve Ankara’da 1993’te Başak Yayınevince yayınlanmış olan kitap.
Önce şu “eyalet” konusu ile ilgili olarak Erdoğan’ın söylediklerine bir göz atalım. Bu konudaki sorular ve yanıtları şöyle:
“-Millî bütünlüğün korunmasından söz ettiniz. Bu değişim süreci içerisinde eğer, ülke içinde yaşayan bazı gurup insanlar millî yapı içerisinde kalmak istemezlerse ne olacak?
-Onun kararını yine halk verecek.
-Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler¼
-Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir.
-Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse¼
-Bu toprak üzerinde böyle bir bağımsız yapıyı kurma kudreti varsa kurar. Ama kudreti yoksa
-Buna hakkı var mıdır? Kudreti olmayabilir¼
-Bu hakkı kimden isteyeceği önemlidir.
-Hak istenmez. O hak meşrudur ya da değildir. Burada sorulan o; meşru mudur?
-Coğrafî bütünlük içerisinde evet, ama coğrafî ayrılık içerisinde hayır.
-Coğrafi bütünlükten kastınız Misak-ı Millî sınırları mı?
-Ona orda hudut tayin edemem.
-O zaman bu hak da meşru değildir diyorsunuz¼
-Eyaletler tarzı bir sistem içinde olabilir diyorum.„
(s.422-423)
Bir de, Erdoğan’ın dile getirdiği şu düşüncelerini görürsek, günümüzdeki gelişmelerin nedenlerini daha bir temelden kavrayabiliriz:
“70 yıllık tarihinde [bu görüşünü 1993’te açıkladığını anımsatalım] Türkiye Cumhuriyeti katı bir üniter anlayışa sahip olmuştur.„ (s.420) “Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik gurup yaşamakta. Bu 27 etnik gurubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. Türkiye Türklerindir gibi tezler yanlıştır.„ (s.422)
Yorum sizin.
“80 yıllık karanlık“ vb. [1993’te 70 yıl] sözlere gelince, bu konuda da Erdoğan’ın söyledikleri şunlar:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 yıllık tarihine çok kestirme bir biçimde, kuşbakışı baktığımızda rejimin yüz aklığı ile çıktığını söyleyemeyiz. Birinci Meclis hariç, Türkiye Cumhuriyeti gerek temel hak ve özgürlükler açısından gerekse halkın egemenliği açısından üzerinde taşıdığı demokrasi ve cumhuriyet kavramlarının gereğini yerine getirmemiştir.
Rejimi kuran militarist ve sivil bürokrasi, demokrasi ve cumhuriyet kavramlarını kendi egemenliklerini ve dayatmalarını halka kabul ettirmek için aracı olarak kullanmıştır.„ (s.419)
“Ne yazık ki Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boşa harcanmış bir zamandır.„ (s.421)
“Burada sırf müslümanlara reva görülenleri hatırlatmak yeterlidir: İstiklâl Mahkemeleri vasıtası ile kurulan dar ağaçlarında kimlerin ve hangi suçlamayla idam edildiğini nasıl izah edecekler? Tevhid-i Tedrisat Kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindi? Harf imkılâbı vasıtası ile bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okur yazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır?„ (s.432)
Önce CIA görevlisi Graham Fuller açık bir biçimde “Kemalizm artık bitmiştir„ dedi, son dönemde de Avrupa Birliği yetkilileri, Kemalizm’in Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine bir engel oluşturduğunu söyler oldular. Bunun yanı sıra, ABD’nin ama özellikle AB’nin istek ve dayatmalarının Atatürk ilke ve devrimleriyle ters düştüğü, AKP iktidarının da bunları –çoğu zaman CHP’nin desteğiyle– uygulamaya geçirdiğini görüyoruz. Bu açıdan baktığımızda, Erdoğan’ın dünkü ve bugünkü görüşlerinin bu alanda da değişmediği, dünkü görüşlerini bugün yaşama geçirmeye başladığı anlaşılmaktadır. Çünkü, 1993’te demiş ki:
“Türkiye’nin yarınında artık Kemalizm’e veya başkaca herhangi bir resmî ideolojiye yer yoktur. Kemalizmin yeniden kendini üretmesi söz konusu değildir¼
2000’li yılların dünyasında ve büyük dünya ailesinin bir birimi olan Türkiye’de artık Kemalizm’e ve Kemalizm benzeri rejimlere, sistemlere yer yoktur¼„ (s.425)
Görüldüğü gibi, Recep Tayyip Erdoğan, tutarlı bir kişidir, dün ne ise bugün de odur, hiç değişmemiştir. O nedenle bir de “demokrasi „ konusunda ne demiş onu görelim:
“demokrasi ancak bir araçtır. Hangi sisteme geçmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde bir araçtır. Yani demokrasi ile düzenler gelir, düzenler gider.„(s.419)
Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı ve AKP iktidarı ile hangi sisteme / düzene doğru gittiğimiz besbellidir.
Su Alp TİGİN / mudafaaihukuk.com
[img]http://www.egemenbagis.com/upload/medya/8561953.jpg[/img]
ABD GİZLİ ORDUSUNUN TÜRKİYE’Yİ YOKETME SAVAŞI
AKP-Cemaat-ABD ittifakının Türkiye’yi istila ve işgal savaşının tam ortasındayız. Saf olmayın. Savaş tüm cephelerde vahşice sürüyor. Bugüne kadar bu savaşı, fikirlerle tartıştık, yani küreselleşme.
AKP-Cemaat-ABD ittifakının Türkiye’yi istila ve işgal savaşının tam ortasındayız. Saf olmayın. Savaş tüm cephelerde vahşice sürüyor. Bugüne kadar bu savaşı, fikirlerle tartıştık, yani küreselleşme, AB’ye girme, Ermeni ve Rum Tezleri’ne karşı koyma, Özelleştirmeye karşı durmak, Ergenekon tertiplerini kökünden eleştirmek gibi.
Sonra fikirlerimizi derinleştirip sosyal psikolojik analizler yaptık, kitleleri, cemaati, medyayı, yazarları, felsefi ve psikolojik olarak değerlendiren onlarca uzun uzun makaleleri bu sütunda yayınladık.
Ama şimdi, yaşadığımız bu vahşi savaşı, hak ettiği şekliyle yani ‘savaş terimleriyle’ tahlile çalışalım.
Bahsi geçen yazılarımda bir şeyi çözemedim, bu çözülmeyen şey: ‘peşin kötü’. Yandaş medya ‘kötü damgası vurmuş’, niçin kötü neden kötü açıklamıyor. Mesela Cumhuriyet Mitingleri’ne katılan milyonları peşinen ‘kötüler’ diye damgalıyor. İşte bu ‘peşin kötü’ kavramı beni düşündürdü. Bir değişik analizle daha iyi anlatabilirim, Uzay Yolu’yla başlayan uzay filmleri vardır. Bu filmlerde uzayda korkunç sümüksü yüzlü tuhaf yaratıklar karşımıza çıkar. Bu ‘yaratıklar’ın hepsi peşinen kötüdür. Niçin kötüdür, çünkü ‘dünyayı istila edeceklerdir’. Uzay filmleri bizi bu kötüye şartlandırır. Uzay’da kimi görseler kötü damgasını vurup peşin peşin kötü deyip hemen öldürürler.
Oysa bu filmlerde şöyle bir tema hiç yoktur, mesela Jüpiter’de ‘elmas yatakları’, Ay’da define, Mars’ta altın hazineleri saklı ve bu yaratıklar işte bu hazineleri ele geçirmemizi önlüyor. Ancak klasik tüm macera filmlerinde bir ‘define’ öyküsü vardır, Hindistan’ta Afrika’da geçen ya da masallarımızdan tanıdığımız bu hikayelerde kahramanımız bir define aramaktadır ancak karşısına defineye ulaşmalarını engelleyen kötü adamlar çıkar ve onlarla savaşır. Klasik masallar ve macera filmlerinde kötüleri tanırız, çünkü, onlar bir madeni, zenginliği, defineyi ele geçirmemizi önlüyorlar. Yani ‘kötü’nün bir anlamı sebebi mantığı vardır, mesela mağarada gizli madenleri kahramanımız değil kötüler ele geçirecekmiş…
ABD’nin Orta Amerika’dan başlayıp Filipinler’de süren ve Vietnam’da devam ve Orta-Doğu’da bereketlenen darbe savaş iç ayaklanma istila planlarında işte hep bu kötüler vardır. Filipinler’de önlerini kesenler kötüdür, Afganistan’da Irak’ta direnenler kötüdür, Vietnam’da direnenler kötüdür. Niçin kötüdür, cevabı yok, kötüdür. Oysa kötü diye damgaladıkları bu insanlar kendi ülkelerini, madenlerini, zenginliklerini koruyorlar ve yabancı istilaya geçit vermek istemiyorlar. Ancak ABD Dış Politikası ve bu politikanın dilini güncelleştiren büyük dünya medyası ‘kötü’ imgesini profeseyonelce kullanır.
Hatırlayın, Irak Savaşı’ndan önce ‘kötüler’ artık gün ışığına çıkartılmış Bush tarafından ‘şeytanlar’ (şer cephesi) olarak ilan edilmişti.
Nedensiz ‘kötü’ olabilir mi? ABD kötü ilan ediyor diye ‘kötü mü’ oluyoruz.. Medyada, gazetelerde, dergilerde, ınternette, ekranlarda yirmi yıldır her saat her akşam işte bu KÖTÜLER’e karşı amansız bir savaş görürsünüz. Niçin kötü oldukları söylenmez.
Bu kötünün ne olduğunu artık biliyoruz, bu kötü: düşmandır. Bir savaş kavramı olarak: düşman. Yani, yok edilmesi şart olan düşman. Mutlak biçimde ortadan kaldırılması gereken düşman.
Yandaş medya ve haberlerin dilinde peşin peşin kötü ilan edilmemizin sebebi, Amerika’nın bizi ‘düşman’ ilan etmesidir. Eğer sizler Amerika’nın ‘kötü’ (düşman) damgası ve tarifine katılıyor ve yazılarınızda sorgulamadan peşin peşin aynı kötü’den aynı maksatla söz ediyorsanız, siz Amerika’yla işbirliği içinde yani aynı cephede yan yana savaşıyorsunuz, demektir.
Yani artık felsefi ve psikolojik değil tam anlamıyla SAVAŞ KAVRAMLARIYLA yorumlamaya çalışalım. Karşınıza mizahi değil ürkütücü bir tablo çıkacak. Öncelikle hepimizin yakından şahit olduğu 2003 Irak’ı istila planına benzerlik hem şaşırtıcı olacak, hem de Irak’ı istila planının ‘tıpkısının’ aynen Türkiye’de harekete geçirildiğini göreceksiniz.
(Aşağıda büyük harflerle yazılmış kelimeler SAVAŞ KAVRAMLARIDIR.)
1. ABD, Türkiye’yi bir Saddam Rejimi, bir Nazi Rejimi gibi görüyor ve bu rejimi topyekün tasfiye edip KESİN BİR ZAFER istiyor. Buna sebep Türkiye’nin Irak İşgali’ne katılmayıp Türk Ordusu’nun ‘müslüman öldürmeye’ yanaşmamasıdır ve ABD Irak bataklığına saplanıp kalmasında en büyük suçu Türk Ordusu’na atmıştır. Ve ABD diğer tüm karıştırdığı ülkelere yaptığı gibi Türkiye’ye ‘din’ ve ‘etnik’ merkezli bir tartışma hediye etmiş ve bu tartışmanın tarafına silah cephane verip ‘hamiliğine’ soyunup bugün ‘açılım’ diyerek bitmek tükenmez bir karanlığa doğru Türkiye’yi sokmuştur.
Dünyanın hiçbir yerinde ‘etnik’ ve ‘din’ merkezli tartışma bitmez, dünyanın her yerinde ‘etnik’ ve ‘din’ merkezli siyasetler, ya toprak, ya mübadele ya da ‘soykırım ve katliamlara’ sebep olmuştur. Etnik ve din merkezli ‘siyasi sorunlar’ asla ‘çözülmez’ sorunlardır, Kürt sorunu diye yaygara koparanlar şimdi ‘sorunu’ toprak vermeden mübadeleye yanaşmadan ve katliamlara uzanmadan çözeceklerini ya saflıkla ya kuklalığından sanıyor.
Dünyada hiçbir ‘devlet’ toprağını tartışmaz, tartışmadı, bunu herkes öğrensin, ‘toprak’ı sadece galip düşman kuvvetleri tartışır, onlar da muzafferiyetleriyle masaya getirip şu şu bölgeleri madde madde istiyoruz deyip gelip karşınıza otururlar.. Türkiye hem Güneydoğu’da hem de Suriye sınırındaki mayınlı arazileri ‘toprak’ tartışması olarak gündemine almaya zorlanmış ve kutsal ve bağımsız meclisinde tartışmıştır. Bu durum, işgal günlerinin içinde yaşadığımızın en büyük belgesidir.
2.Türkiye’yi (düşmanı) CEPHEDEN SALDIRIYLA DEĞİL İÇERDEN SIKIŞTIRARAK diz çöktürtmek istiyor... HATTA DÜŞMANIN KAFASI İÇİNE GİRECEK elemanları cemaat yapılanmasıyla ele geçirdiğine inanıyor. Çünkü, Saddam’ın ülkesi ‘kapalı’ bir toplumdu, gazetecilerin yabancı misyonun ülkeye sızması kolay değildi ve gelen duvara çarpıyordu. Türkiye ise ‘açık toplum’, yani medya gazeteler rahatlıkla kullanılabilir ve bir askeri çıkartma ve hava harekatı yapılmadan ÜLKENİN DİRENCİ FELÇ edilebilir.
Üstelik Irak Savaşı Amerika’ya bir trilyon dolara mal olmuştur, hem maliyeti düşürmek hem de yeniden bir savaşa girip zaten sarsılmış prestijini zorlamadan el altından bir harekat en akıllı seçimdir. Ve dahası, Türkiye’yi onlarca yıl süründürecek bir iç savaş ortamı Türkiye’ye kalıcı bir istikrarsızlık vererek ABD’nin işini kolaylaştıracaktır. Ayrıca ABD, PKK ve Cemaat gibi yapıları kontrol edip ülkeyi istediği felaketlere sürükleyecek gücü varsa, bodoslama aptalca savaşıp dünya liderliğinin prestijini düşürmeyecek kadar akıllı bir dış politikaya sahiptir.
Dünya Savaş Tarihi’nde galip muzaffer ordular düşmanı yok etmiş ya da imha etmiş ya da kaçırmış ya da silahlarını teslim almış ya da kendine bağlamış ya da teslim olmaya zorlamış ya da kukla hükümetler kurdurmuş ya da çıkarlarını dayattığı andlaşmalara zorlamıştır, ancak, dünya savaşlar tarihinde hiçbir muzaffer ordu, karşısındaki gücü, yani, emniyet ve istihbarat ve orduyu, içerden ikiye bölecek kadar sert bir darbe indirmeyi başaramamıştır. Ordu, emniyet ve istihbaratın hiyerarşik düzeninin alt üst olmasının tek örneği Türkiye’dir. Bu durum, işgalin ne kadar ilerlediğini ve şiddetle sürdürdüğünün diğer açık belgesidir.
3.Türkiye’yi (düşmanı) tarif etme (DÜŞMANI ŞEKİLLENDİRME) başarıyla tamamlanmıştır. Yandaş medya ve cemaat yazarları marifetiyle, düşman yani Türkiye: 1. Küreselleşmeye karşı, 2. AB’ye karşı, 3. Aşırı devletçi, 4. Dünyaya kapalı, 5. Diktatör heveslisi, 6. Çağın gerisinde, 7. Özgürlük ve demokrasi düşmanı, 8. İslam ve Müslüman düşmanı, 9. Ruscu (Avrasyacı) olma eğilimi fazla, 10. Ermeni, Kürt ve Rum Tezleri’ni kabule yanaşmıyor,11. Soğuk Savaş düzenindeki rolü redediyor, yani, Amerika’ya muhalif olabilir ithamlarıyla tam anlamıyla yaftalanmış ve Türkiye tüm dünyaya bu kötü imaj ve bu marka kavramlarla kabul ettirilmiştir. Velhasıl üstüne çullanıp istila edilecek kıvama getirilmiştir.
Yazarlar gazeteciler haberler ısrarla ve tekrar tekrar Düşmanı Şekillendirirken aynen bu kavramları kullanıp bir ‘ORTAK DÜŞMAN’ ‘ORTAK HEDEF’ tarifinde anlaşmıştır. Uzun yıllardan bugüne bu tarifleri yandaş ve cemaatçi basın kullanarak düşmanı damgalamakta büyük başarı göstermiş, ve ötesi, İngilizce yayınları ve yabancı ülkelerdeki düşünce kurumlarıyla çok sık toplantıları ve yabancı yazarlarla ikili lobi çalışmalarıyla, yabancı basın organları dahi haberlerinde Türkiye için bu ifadeleri sık sık kullanmaya çoktan başlamıştır.
Ve bu ‘düşman’ sıfatlarıyla mahküm edilip dünyaya ‘kötü, şeytan, diktatör’ diye takdim edilen Türkiye’nin saygın kurumlarının liderleri ya da sözcülerinin bu ‘karalamalara’ karşı hukuk ve demokrasi ölçüleri içinde kendilerini, kurumlarını savunurken söylediği tek bir cümle dahi ne ülke içinde ne dünya basınında bugüne kadar ‘dikkate’ alınmamıştır. Ülkeyi savunduklarını sandığımız ve büyük makamlarda oturan en saygın makamların tek cümlesinin dahi ülke ve dünya basınında ‘yayınlanmaması’ ‘görmezden gelinmesi’nin anlamı şudur: sizin dışınızda olanlar sizi hiç ciddiye almıyor, yani size ‘esir’ muamelesi uyguluyor.
Kafanızı kuma gömmeyin TÜRKİYE TARİHİNDE GÖRMEDİĞİ BÜYÜKLÜKTE BİR KUŞATMA ALTINDADIR.
4. Öncelikle, bir dizi panik yaratıp tedirginliği tırmandıran seri cinayetler profesyonelce işlenmiştir, Muammer Aksoy’dan Uğur Mumcular’a kadar. Ve sonra Hrant ve rahip cinayetleriyle tam bir suçlama ‘paketi’ ithamları psikolojik saldırının alt yapısı olarak kotarılıp devreye sokulmuştur. Ve tüm bu cinayetler Saddamvari ya da Nazivari bir sert devlet kliğinin yani ‘gizli devlet’in yaptığı propagandasını kabullendirmeye başlamıştır, en azından, kendi gazeteci ve yandaşlarına bunu kabul ettirmiştir.
Artık bundan sonra yol haritası çizilmiş, bu gizli devlet kliği demokrasi düşmanı olarak yok edilmeli maske hedefiyle, Türkiye’nin tüm yaşamsal kurum ve değerlerine işgal ve istila başlatılmış ve: Cumhuriyet Gazetesi’ni Cumhuriyet Gazetesi’nin bombaladığı, Uğur Mumcu’yu İlhan Selçuk’un öldürdüğü ve Dağlıca’daki PKK baskınını ise Türk Ordusu’nun kendi askerlerini öldürdüğü şeklinde bir medya ve siyasi dile tercümesini yapıp kabul ettirmeye çalışmışlardır. Bu kadar ağır ithamlar ve iftiralar karşısında dahi, kendi askerimi ben niçin öldüreyim gibi bir savunmayı dahi yapamayacak bir yaka paça, kıskıvrak durumu yaratılmıştır.
5. Türkiye’nin (düşmanın) elindeki EN YÜKSEK ARAZİLERİ ele geçirmek. Bir askeri harekatın ilk hedefi en yüksek en itibarlı mıntıkaları ele geçirmektir. (Çankaya’dan başlayarak, hem devletin hem en ballı özel şirketler ve İslami holding ve cemaatler ve İslami işadamlarıyla, belediyelerden tarikatlara, Harran, Kızılırmak, Karadeniz Yaylaları’na kadar akıl almaz makamlar ve ormanlar ve yabancı maden şirketlerine imtiyazlar ve imar affıyla araziler şimdiden ele geçirilmiş, Suriye sınırındaki mayınlı araziler son anda halk tepkisiyle şimdilik durdurulmuştur. Ve ele geçirilmesi imkansıza kurumlar ise baskı ve zorlamayla ‘susturulup’ ya da ‘itibarları’ yani bir nevi simgesel olarak APOLETLERİ SÖKÜLMEYE başlanmış demeyelim, daha fecisi apoletleriyle dalga geçilir hale getirilmiştir.
6. DÜŞMANIN HAYATİ NOKTALARI’na saldırın. Bugün Türkiye’nin hayati noktalarına saldırılar başarıyla tamamlanmış ve hukuk adına direnen son kaleler Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu kalmıştır, bu kurumlara da tertip ve tezgahlar ve kamera kayıtları ve dinlemelerle son saldırılar tozu dumana katarak nihayete doğru ilerlemekte.. Ve geldiğimiz son durum, Apo ifade verecek Türk Ordusu yargılanacak ve Güneydoğu’da ordunun ve hükümetin yazılı emriyle kahramanca savaşanları yaka paça hukuk tanımadan kodese atılması ‘işgalin’ diğer en büyük belgeleridir.
7. HIZLI HAREKET EDİP DÜŞMANI FELÇ EDİN. Hukuka ve kurumlara ÇOK HIZLI VE PEŞPEŞE ANİ SALDIRILAR düzenleyin. (Ani ve hızlı saldırının handikapları çoktur, mesela Vietnam’da ve Irak’ta bataklığa saplanmışlardır, çünkü, bilmediğiniz arazilere tuzak doludur, Türkiye örneğinde, yüksek hakim Ertosun ve Albay Dursun Çiçek’e saldırı, çarşafa dolanmış, ani saldırı şimdilik karambolde kalmıştır.. Benzer asılsız mesnetsiz belgesiz iftira niteliğindeki saldırılarla daha nice makam ve mevki sahipleri ya istifa ettirilecek ya da karalanıp halkın gözünde şeref ve itibar kaybıyla çürütüleceklerdir Saldırıların hızına dikkat çekelim, Dursun Çiçek belgesi sahte çıkınca, hemen kamera kayıtlarıyla gündem başka yöne hızla yine bombardıman yayınlarla sokulmuş ve şu anda bilmediğimiz ‘sürpriz’ suçlama ve ithamlarla nerelere ve kimlere uzanacağını kimsecikler bilmemektedir, bu, tam bir AFALLATMA ŞAŞKINLAŞTIRMA ve saldırı noktalarını en azından HUKUKİ hatalara zorlama sürecidir.. Zaten bu gizli savaşın harekat planı: şaşırtılmış düşmanı hukuki hatalara sürükleyip birer birer tutuklamak...
8.. BASKI VE ZORLAMA. TSK’ye yapılan baskılar sonucu, şu anki durumu ‘KABULLENMESİ’, ‘FAZLA DİRENMEMESİ VE KADERE VE DÜNYA ŞARTLARINA BOYUN EĞMESİ ’ ve ‘DAHA FAZLA KARŞI KOYAMAYACAĞI’ zorla kabul ettirilmeye çalışılıyor. (Bu durumu eski kale savaşlarına benzetebilirsiniz, kaleyi muhasara eden güçler dışarıdan kaleye su ve mühimmat yollarını muhasara altında tutarak kaledekileri teslim olmaya zorlar..) Ve ‘kale içinde panik ve iç savaş çıkartarak’, yani kale içine sızdırılmış adamları ya da kale içinden kendilerine yakın kuvvet komutanlarını kullanarak ortam birbirine güvensiz bir hale getirilebilir, Özkök ve Karadayı paşa örnekleriyle, getirildi.
9. KAFA KOPARTMA HAREKATI. Irak Savaşı başlarken Bush’un elinde bir deste kağıtla medyaya çıkıp 52 adet olan bir deste kağıt içinde Irak Rejimi’nin tüm ileri gelenlerinin ‘Wanted’ resimleriyle savaşın ilk hedefi olarak yakalanmalarını sıraya koyduklarını ve saklananları buldukça ekranlarda kartları tek tek açtıklarını hepimiz izledik.
Türkiye’de de ‘gizli bir deste kağıt’ düzenlendi ve bu deste içindeki yazarlar, gazeteciler, teker teker yakalanıp içeri tıkıldı. Irak istilasıyla Türkiye harekatı arasındaki en büyük benzerlik bu 52’lik destedir.. Irak Savaşı’nda uygulandığı gibi aynen Türkiye’de uygulanmış milli, yerli, direnen ne kadar yazar var tutuklanıp içeri atılmıştır.
Bu 52 kağıt destesinin kimlere uzanacağını dahi gazete yazılarıyla onlarca işbirlikçi yazar tarafından seslendirmiş ve böylelikle halkımız bu destede yeni ve başka kimler var merakla beklemeye başlamıştır. Şu anda, bu destenin daha kimlere uzanacağı korkusuyla tam bir kıskıvrak yaka paça içeri tıkma sindirmesi uygulanmıştır. Ve bu 52 kağıt destesine bugün aynen Irak Savaşı’nda olduğu gibi ‘esir’ muamelesi yapılmaktadır, yani, hukuk dışılıklara dilekçe ve şikayetlerle avukatların karşı çıkmalarını, desteyi açanlar hiç dikkate alınmamakta, hatta ‘esirden’ öte ‘fare’ muamelesi yapmaktadırlar.
10. Irak İstilasıyla Türkiye harekatı arasındaki en büyük diğer benzerlik şudur: Irak’ı yok etme planı ‘kimyasal silahları’ ele geçirme bahanesiydi. Bu bahane Savaşın da gerekçesiydi. Türkiye’de de bir takım ‘mühimmatlar, krokiler, darbe hazırlık planları ve aslı olmayan sahte belgeler’ iddia edilmiş ve ortalığa sürülmüş ve şu ana kadar bu kroki, belge ve mühimmatların kimler tarafından nasıl niçin konulduğuna dair sahici hukuki tek bir kanıt ortaya konulmamıştır. Ve sonra..
Irak’ta bir buçuk milyon insan öldükten sonra ‘kimyasal silahların’ olmadığı gerçeğini ABD sinsice gülüşüyle itiraf etmiş, muhtemeldir ki Türkiye’de harekat tamamlandıktan, yüzlerce yazar içeri tıkılıp Türkiye’nin direnci kırıldıktan sonra, şimdi iddia olunan Ergenekon Belgeleri’nin tümünün sahte olduğunu (bir küçük yanlışlıkmış gibi) kendileri kıs kıs gülerek itiraf edecekler, ama iş işten Irak’ta olduğu gibi geçmiş olacak.
Ve Türkiye’ye başlatılan işgal harekatının IRAK harekatıyla en büyük benzerliği, Bağdat’a atılan seyredilmiş uranyumla bombalar naklen yayın tüm dünyaya gösterilerek ARAPLAR’ın ya da direnenlerin onurları ve azimleri kırılması yıldırmak ve göz korkutmak, haksız tutuklamaları protesto edenleri pasifize edilmek istendi. Türkiye’de de bütün kameralar çağrılarak NAKLEN YAYIN ASKERİ MÜHİMMATLAR’ın çıkartılması halkın direncini kırmak içindi..
11. MEYDAN OKUMA. Düşmanın Komuta Kontrol Sistemleri’ni dağıtmak. Genelkurmay’da ortaya çıkarılan casus dinleme vakaları, aslında, Genelkurmay’ın kontrol sistemini parçalamaktı, gerçekleşti. Bugün telefon dinleme vakalarından dolayı Genelkurmay kendi arasında sıradan gündelik konuşmalarını dahi yapamaz hale gelmiştir. Yani, kontrol sistemi en azından psikolojik olarak darmadağınık bir telaşa sürüklenmiş, kuvvet komutanları kendi aralarında arkadaşça ailece konuşmalarını dahi iptal ederek tam bir suskunluk içinde kilitlenmişlerdir.
İkinci büyük meydan okuma, ABD Türkiye’ye istihbarat vereceğini bölüşeceğini söylemesine rağmen istihbaratı Türkiye’ye değil dünyanın gözleri önünde PKK’ya vermiştir. Üçüncü büyük meydan okuma, Türk subaylarının PKK’ya havadan ABD ordusunun silah attığını ve sonra İsrail Ordusu’nun Kuzey Irak’ta PKK’ya eğitim verdiğini ve yine Türk subaylarının Avrupa devletlerinin PKK’ya aleni silah ve para yollarını kolaylaştırdığını defalarca dile getirmesine rağmen ULUSLAR ARASI KAMUOYUNDA çıt çıkmamış hiç ciddiye alınmamışlardır ve meydan okumanın başlangıç noktası, Kuzey Irak’ta Türk askerlerini çuvala geçirmeyle harekat başlamıştır.
12. Türkiye’ye karşı yapılan harekatı, OPERASYONLARI (MÜŞTEREK) İŞBİRLİĞİYLE SÜRDÜRMEK. El altından sızdırılan casusvari sahte belgeler yandaş gazetelere gizlice verilmekte ve yandaş medya organize şekilde saldırmaktadır. Onlarca TV, onlarca gazete ve hatta Internet yayınları operasyonu ortaklaşa gerçekleştirmektedir. Bu ‘müşterek’ cepheye Avrupa Birliği’nin nerdeyse bütün devletlerini almışlardır. Ve Avrupa Birliği sözcüleriyle Türkiye’nin susturulması suçlanması ve aşağılanmasıyla harekat hergün gazete manşetlerinin marifetiyle tam bir KUŞATMAYA dönüştürülmüştür.
13. EZİCİ PSİKOLOJİK ÜSTÜNLÜK, ezici medya üstünlüğüyle sağlanmakta. Organize bir faaliyet grubu muharebe alanını (gazeteler, siyaset, tv.) belirleyip yalan casus bilgi ve ithamlarla şok şok başlıklarıyla topyekün bir saldırıya girdiler. İki yıldır aralıksız süren bu şok saldırıların konusu belgelerin hiçbirinin gerçekliği ıspatlanamamıştır. Peki, bu kadar ıspatsız hukuksuz sahte belge ortalıktayken niçin halkımıza özür gibi bir açıklama yapılmıyor, çünkü, savaş halinde hiçbir düşman geri adım atmaz, aksine saldırıyı daha kararlı kılmak için yalan ve yanlışlarını ‘hakikat’ gibi savunarak ve en önemlisi ‘gizleyerek’’örterek’ ilerler.
Psikolojik üstünlüğü, sahtelikleri ortaya çıktığında, topluca yaygara yaparak yani ortalıkta kıyametler kopartarak ‘maskeleyip’ halk tarafından duyulmalarını önlemeye çalışıyorlar. Hiçbir ordu savaş sürerken ‘yanlışını’ kabullenmez ve göstermez, aksine, harekat merkezi yanlışları ya gizler ya savunur. Türkiye’ye işgal harekatı başlatanlar birbirlerinin yalanlarına sıkıca sarılıp gizleyerek daha büyük bir MORAL’le saldırılarını COŞKUYLA VE DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK MARŞLARIYLA sürdürmekteler. Hukuk’u ve yasaları ve demokrasiyi hiçe sayarken KAZANDIKLARI BU MORAL MOTİFASYON bir ‘savaş alanı’ ahlakının en büyük delilidir.
Zurnanın son deliği osuruktan kenardan göya vicdan adına yazan Yıldırım Türker gibi yazarlar, suçlandığı haksız ithamlar ağrına gidip intihar eden gazilere götüyle gülerek dalgasını geçmekte, Perihan Mağden gibi yazarlar insanlar hukuksuzca içeri alındıkça şeytani sevinç çığlıkları atmakta.. Bu kadar ‘duygusuz’luk ancak savaşın beyinleri paramparça edip ayakta kalan askerlerin de ‘aklını yitirmesiyle’ olur ve bu yazarların haksızlığa uğrayanlarla şeytani dalga geçmeleri Ebu Garip Hapishanesi’nde işkence yapan ABD’li kadın askerlerin fotoğraflarına benzemekte.
14.Türkiye’ye karşı harekatı düzenleyen KONTROL MERKEZİ. ABD, Cemaat ve AKP’nin kontrolünde bir üst KOMUTA MERKEZİ tüm bu asılsız iddia ve mahkemeleri ve operasyonları yukardan düzenlemekte ve yönetmekte. Kamuoyunun psikolojisini amaçları doğrultusunda yönetebilmek için operasyonlar bir üst merkezden taktik ve manevralarla düzenlenmekte.
Savaşı manevra ve taktiklerle sürdüren KONTROL MERKEZİ zaman zaman büyük hatalar yapmakta, Türkan Saylan örneğinde olduğu gibi, ancak manevralarla yani yeni operasyon dalgaları ve bambaşka itham belgeleriyle konunun bir parçasını kapatıp konunun tümündeki iddialarını sürdürmeyi profesyonel bir kurnazlık ve dikkatle başarmaktadır.
15. Kontrol merkezinin harekat planı: Önce İLK SALDIRILACAK YERLERİ’ tespit ettiler. (Bir savaşta önce nereleri bombalanacak, fabrikalar, garnizonlar, ulaşım yolları..) Kontrol merkezi, ilk saldırılacak yer olarak toplumda infial uyandırması ve toplumun yönlendirilmesini kutuplaşmasını sağlamak için önce yazar cinayetlerini sonra Hrant, Rahip cinayetleri benzeri olayları hedefledi ve sonra, GENELKURMAY KARARGAHINI seçti, telefon dinleme kayıtlarını ortaya çıkartarak, Genelkurmay’ın ‘iletişim’ gücünü kırdı.
İkinci ve en önemlisi halkı bilgilendiren yaşayan milli yazarları seçtiler. Üçüncü olarak, halka güç veren TV’leri bastılar. Dördüncü olarak yoğun psikolojik bombardımanla bu TV’leri maddi olarak destekleyebilecek işadamı, sendika gibi kaynaklarını ‘sindirdiler’ ve son olarak Cumhuriyet Mitingleri’yle Türkiye’ye güç veren kitlelerin gözünü korkuttular. Ve manşetlerinde ve ekran tartışmalarında Cumhuriyet’in değerleri, Atatürk ve gazilerimizle ve bu ülkeyi bir arada tutan kardeşlik değerleriyle sabahlara kadar kahkahalar atarak aşağılayıp ZAFER SARHOŞLUĞUYLA eğlendiler.
16. GÜCÜ YERİNDE KULLANMAK. AKP-CEMAAT-ABD adamlarının en kabiliyetlerini ‘ordu ve emniyete ve hakimliğe’ sızdırdılar. Savaş Sanatı’nın en büyük becerisi güçlerini nerde nasıl kullanacağındır. En güzel örnek Türkiye, artık savaş stratejilerinde kayda girmelidir, hakimler, emniyet ve ordu içine sızılarak KAFANIN İÇİNE girilmiştir. Amerika ne Filipinler’de ne Vietnam’da ne Irak’ta düşmanın beyni içine sızabilmeyi başaramamıştır, bunun tek örneği Türkiye’dir. ABD tarihinde ilk defa düşmanın beyni içine cemaat ve İsrail ve işbirlikçileri marifetiyle elini kolunu sallaya sallaya girebilmiştir. Ve ABD’nin son elli yılda tüm savaşları içindeki en büyük BAŞARISI, ZAFERİ budur.
Bir ülke istihbarat, gizlilik ve güvenlik konularında aşırı paranoya sahibi olmalı ve aşırı kuşkusuyla sık eleyip sık dokumalıydı, ancak, sağ iktidarlarla iç içe girmiş cemaatler ve İslamcı örgütler ve 12 Eylül’ün lideri Kenan Evren’in polis okullarını bir tarikata devretmesi ve Özallar’ın marifetiyle ve İsrail güvenlik andlaşmalarıyla Türkiye’nin en mahrem beyni istihbarat odaklarına güve, bit, casus, ajan, işbirlikçi yuvaları haline getirilmiştir. Ve dünyada eşine benzerine rastlanmayan istihbarat içi savaşlar manşet manşet Türkiye’de ortalığa dökülmüş, halkın kendi vergileriyle ayakta tuttuğu kurumlara olan güveni infilak ettirilmiştir.
17. Bir harekatta savaşan tarafların en büyük gücünü SİLAHLARIN GİZLİLİĞİ oluşturur. Düşmanın silahları askerleri nerdedir ve ne kadar güçlüdür. Türkiye’ye saldırı düzenleyenler Türkiye’nin güçlerini nerde olduğunu biliyorlar, bu yüzden, hem yazarlarına saldırıldı hem de ‘krokilerle mühimmatlar’ aranıp icad edilerek Türkiye’ye SİZİN SİLAHLARINIZIN YERLERİNİ VE GÜCÜNÜ BİLİYORUZ, mesajı bir meydan okumayla verildi. Ancak, Türkiye, kendine saldıranların gücünü üstünkörü biliyor, yani, kendine saldıranlar hangi kurumlarda hangi resmi görevlerde ne kadar sayıda ve kimler olduğunu bilmiyor. Sadece hayali bir ‘cemaat’in militanlarından söz ediliyor, o kadar. Ve bu cemaatin gizlediği silahlar var mı, ikmal yapabilir mi, bir gerçek saldırıda ABD Ordusu’ndan mesela PKK’nın aldığı gibi silahları hızla alabilir mi, ya da aldı mı, gibi bir yığın karanlık soru ortada..
18. SÜRPRİZ SALDIRILAR DÜZENLEMEK. Bir savaş başlamadan savaşın sürpriz planlarını kimse bilemez. Türkiye’ye karşı hazırlanan harekatın sürpriz şaşırtıcı harekatı eski Genelkurmay Başkanları’nın ifadeleridir. Bu ifadelere baktığınızda belki de ordu içinde bir takım dinlemelerin içerden en yüksek komuta tarafından düzenlendiği gibi akılalmaz bir düşünce ortaya çıkıyor ki.. Halkın gözünde güvenilirliği çok sağlam olan komuta kademesinin Büyükanıt’ın Dolmabahçe gizli görüşmesi ve muhtırası da eklenince, Türkiye halkı hala karanlık bu noktalarda inanılmaz bir ‘hayal kırıklığı’ yaşamış ve harekat ilk büyük sürpriziyle Türkiye’yi karmakarışık hale getirmeyi başarmıştır. Karargah içinden dinlemelere kimler yardımcı oldu sorusu hala ortada olduğu için, bu durumu, dünya savaş tarihinin en büyük sürpriz savaşı, TRUVA’nın Tahta Atı’na benzetebilirsiniz.
19. Yani halkın en güvendiği askerlik kurumunun içinde bir takım kuvvet komutanlarının tuhaf açıklamaları Türkiye’yi istila harekatının en büyük başarısıdır. Ki, düşman kuvvetlerini birbirine düşürmeyi dünyada hiçbir komutan becerememiştir, yani, ordu ve emniyet’in ayrıştırılması, tarihte hiçbir düşmanın bulamayacağı yağ bal pekmez kaymak’tır. Önce, bir dizi Kemalist yazarları öldürüp laik-şeriat gerginliği tırmandırıldı, sonra, ordu-emniyet saflaştırıldı, sonra, ordu içinde farklı sesler yükseltildi ve sonra, Türkiye’nin Komuta Kalbi, Milli Güvenlik Kurulu’nun en itibarlı komutanları yaka paça içeri tıkıldı.. Taliban askerlerinin her açıklamasını dahi manşet yapan dünya basını bu yüksek rütbeli subayların yaka paça içeri tıkılmalarıyla ilgili açıklamalarına adettendir bir haberdir diye dahi yer vermemektedir.
20. Ve bugün savaş sürerken bir ara netice olarak, MİT, Emniyet, Hakimlik ve Askeri kurumlar içerden bölünmüş birbirine girmiş çatışmalarla TAM ANLAMIYLA MUTLAK BİR DAĞILMAYA DOĞRU sürüklenmiştir, artık Kıbrıs’ta toprak, Güneydoğu’da toprak gibi dilleri altında sakladıkları baklaları çıkartmalarının sebebi, zaferlerinden emin olmalarıdır.
21. Türkiye’ye karşı yok etme harekatını başlatanlar MUTLAK ZAFERLERİNİ ne zaman ilan edecekler. Hiçbir zaman, mutlak zaferlerini, Güneydoğu, Irak, Kıbrıs sorunlarının hangi ölçekte tavizlerle çözüldüğünde anlayacağız. İkincisi, Türk Ordusu’nun Afganistan ve Irak’ta Amerika adına muharebeye katılıp Müslüman öldürmeye ikna edilmesiyle anlayacağız. Ancak, AKP’nin Ermeni, Rum, Güneydoğu gibi tezlerine karşı koyacak tek bir yerel TV’nin ya da yazarın ortalıkta kalmayışı ya da bütünüyle siyasi alandan defedilmeleri, harekatın sonuna yaklaştığımızı gösteriyor.
22. Ancak yaşadığımız çağda ZAFER’i ordular, istihbarat güçleri, medya değil, HALK belirler. Şu anda Türkiye’de yıkılmayan tek kale: HALK’tır. Büyük tahminimiz, yazarların ve televizyonların halkla irtibatının kesilmesinin sebebi de budur. Önümüzdeki 5-10 yıllık süre içinde, yayın bombardımanlarıyla halkın tutum ve kanaatlerini yavaş yavaş değiştirmeye çalışacaklar. Halk’ın en temel inançlarını yıkabilmek ve halkı ele geçirebilmek bu savaşın asıl ve ikinci büyük cephesi olacaktır.
23. Amerika silahlarıyla ya da ajanlarıyla girdiği her toprak parçasının silahlı güçlerini yok etmeyi başarmıştır, ancak Amerika bugüne kadar girdiği herhangi bir ülkede HALK’I MAĞLUP EDEMEMİŞTİR.
24. Ülkemizin birliği ve dirliği ve tarihten bugüne kadar getirdiğimiz tüm bağımsızlık değerlerimizi bugün taşıyan tek gücümüz HALK’tır.
TÜRKİYE’nin tersanelerini emniyetini hukukunu mahkemelerini fabrikalarını meclisini her yerini ele geçirebilirler, ama, TÜRKİYE HALKI’nı bilebildiğimiz tarihlerden bugüne yenmeyi, pes ettirmeyi, teslim almayı KİMSE başaramamıştır.
Bizler, BU HALKIN EVLATLARIYIZ. HALKIMIZA İNANCIMIZ TAMDIR. NİHAİ KARARI VERECEK OLAN HALKIMIZDIR..
Türkiye Cumhuriyeti İstiklal Savaşı ardından Türk Ordusu’nun kahraman subaylarıyla kuruldu. Ordu’nun siyaseti belirlemesi Türkiye’de bugüne kadar süren yoğun tartışmaları da peşinden getirdi.
Ancak, bugünkü amansız işgal ve kuşatmayı kıracak tek gücümüz, halkımızdır. HALKIMIZ BU İŞGALDEN MUZAFERRİYETLE ÇIKACAKTIR.
Muzaffer Türk Halkı, tarihimizde ilk defa, ağadan babadan işadamından ordudan yabancıdan destek yardım almadan bu işgali KENDİ BİLEKLERİYLE kıracak ve tarihimizde ilk defa HALKIMIZ demokrasisini kendi başına inşa edecektir.
Halkımızın siyasi kişiliği ve kimliğini bu topraklarda ele geçirmesi için şu an içinde bulunduğumuz kuşatma Türkiye için tarihi bir şanstır.
Halkımız nihayet sahneye çıkacak. Nihayet halkımız kendi başına kendi gücüyle kendini bu topraklarda varedecek..
Bugüne kadar, ağaların paşaların işadamlarının medyanın mafyanın tezgahında seçimlerle uyduruk demokrasiyle perişan edilip elinden SİYASİ GÜCÜ ALINAN halkımız, tarihimizde ilk defa SİYASET SAHNESİ’ne çıkacak..
Bu halkın tarihlerden bugüne en büyük en kutsal değeri: bağımsızlıktır. Ve bu halk tarihin hiçbir döneminde ‘toprak’ını başkalarıyla asla tartışmamıştır. Ve bu halkın tarihlerden bugüne tek siyasi sorunu ‘haklarının gasp edilmesiyle’ eşitçe bölüşümünü siyasi olarak gerçekleştirememiş olmasıdır.. En doğru siyaset budur, bir ülkeyi HALK İNŞA EDER..
BU TOPRAKLARIN ÇOCUKLARI. BU ÜLKENİN EVLATLARI..
Artık bir toprak ve bir memleket sahibi olmak istiyorsanız bu hepimiz için büyük ve son şanstır.. Kimse halkın gücüne ‘burun kıvırmasın’..
Bin yıldır hiçbir düşman ya da ajan güce teslim olmayan bu halk, tarihin en kritik en trajik anlarında sahneye çıkmayı bilmiştir.
Bu yüzden, harekatın bu saatten sonraki safhası, Türkiye Halkının Direncini kırmaya dönük psikolojik harekat şeklinde sürecektir.
(Bir son not olarak, Irak Savaşı’nda Amerikan Ordusu’na destek veren ve Türk Ordusu’na Irak’ta Savaşa Girmelisin teşvik yazıları yazanlar bugün sevinç naraları atmakta. Ve o günlerde bizlerin direncini kırmak için, ‘Bunlar Saddamcı, Saddam’ı destekliyorlar’ diye durmaksızın yayınlar yaptılar. Ve aklı yetmez birçok genç, Saddamcı görünmemek korkusuyla devre dışı kaldı. Bugün de kah sevdiğimiz kah sevmediğimiz bir yığın yazarı insanı içeri attılar. Bu insanlara ‘haksızlıklar’ yapılıyor diye bu sütunlarda çığlıklar attığımızda, özellikle Milli Görüşçü gençler, ‘bu haksızlıkları biz de görüyoruz, ancak, hiçbirimiz bu insanları sevmiyoruz..
Onları savunursak onlardanmışız diye itham ediliyoruz’ diyorlar. Biz Irak Savaşı günlerinde ‘Saddamcılık’ suçlamalarına yüz verseydik Türkiye’de Amerikan karşıtlığını dünyada en yüksek rakamlara çıkartamazdık. Bu gençlere şöyle dedim, mesela, ahlaksızlığıyla ya da pisliği ve hırsızlığıyla çok namlı bir fahişe kadın bir arabanın altında kalsa, ona yardım etmez misiniz? Şöyle mi düşünürsünüz, şimdi bu yaralı kadını yerden kaldırırsam bana herkes ‘sen fahişeden mi yanasınız, fahişeyle mi birliktesin’ diyecek..
İnsan olabilmeniz için önce içinizde kendinizin de kuşkusu olmayan bir ‘insan kimliği’niz olabilmeli. İnsanlar şayet o bu şu ne der diye korkup ürkmüş vazgeçmiş olsalardı bugün ‘erdem’ ‘onur’ denilen hiçbir değerimiz zırnık kalmazdı.
İkinci notum şudur, Cumhuriyet Mitingleri’ni çok iyi gözlemledim, bu iktidar ve sağcı iktidarlar ilkokul ve ortaokul gibi düşük eğitimli herkesi bütünüyle kandırabilmekte, bunun tek istisnası Aleviler’dir. Bu şunu gösterir, halkımız bilinçlendikçe siyasi tavrı bağımsızlığa doğru yükseliyor. Eğitim düzeyi düştükçe sağcı Amerikancı iktidarların oyuncağı olmaktan kurtulamıyor. Yorulmadan korkmadan ve bıkmadan ısrarla halkımıza bağımsızlık değerlerini anlatmaktan başka çaremiz yok..
Halkın direncin, işte bu cehalet ya da kendine güveni olmayan, aşağılık kültürüyle siyaset yapmaya çalışan yarım aydınların güvensizliği üzerinden bertaraf etmeye çoktan başladılar) Ve doğunun batının akademisyenleri, savaş teorisyenleri soruyor: savaşların galibi Teknoloji mi? Bütün coğrafya parçalarından karşı bir ses yükseliyor, hayır, savaşlar teknolojik üstünlükle değil, HALKLA kazanılır.
Oturun geçmişteki ve yüzyılımızdaki ve şimdi olmakta olan savaş tarihlerini okuyun, ZAFERİ eninde sonunda belirleyecek olan HALKIMIZDIR..
Halkın gücü toprağına tarihine kardeşliğine ve bölüşümüne aşkla bağlanmış olmasıdır. Onların aşkı ise şeyhlerine ya da ABD’ye..
Bizim aşkımız, Yunuslar’a Fatihler’e Nasreddin Hocalar’a Mustafa Kemaller’e bağımsızlığımıza ve uçsuz bucaksız lezzetleri üreten yaylalar ve dağlarımızadır..
Nihat GENÇ