Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Pzt Mar 29, 2010 3:39

Resim

Ülke geleceğine büyük gözaltı


NE dar gelirli kesimlerin geçim sıkıntıları, ne işsizlik, ne ağızlarından eksik etmedikleri demokratik toplum, ne de iç ve dış sorunlar...

AKP iktidarı, bütün bunları elinin tersiyle bir kenara itiyor.
Hiçbir şey umurlarında değil.
Varsa yoksa anayasa değişiklikleri.
Büyük bir telaş içindeler.
Bu nedenle de onunla yatıp, onunla kalkıyorlar.
Başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar.
Hazırladıkları 3’ü geçici 26 maddeden oluşan anayasa değişiklikleri içinde onlar için hayati olan sadece ve sadece 3 madde.
Gerisi teferruat.
Bu üç madde şunlar:
1- Parti kapatmalarının meclis iznine bağlanarak AKP’nin kapatılmasının olanaksız hale getirilmesi.
2- Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısını değiştirip denetimleri altına alınması.
3- Anayasa Mahkemesi’nin işinin bitirilmesi.
* * *
Şimdi biraz bu maddelerin üzerinde duralım.
Parti kapatma davasının açılması meclis iradesine bağlanıyor.
Yargıtay başsavcısının bir partiye kapatma davası açması için AKP grubunun oluru gerecek.
Yani AKP için kapatma davası açmak olanaksız hale gelecek.
Ama AKP’nin kapatılmasına olur vereceği parti kapatılabilecek.
İşte AKP’nin demokratlığına en güzel örnek...
Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) 21’e çıkarılan üye sayısının 4’ünü cumhurbaşkanı seçecek.
Adalet Bakanı ile Adalet Bakanlığı Müsteşarı da kurulun daimi üyesi olacak.
Yani kafadan 6 üye hükümete yakın kişilerden seçilmiş olacak.
Gerisini hakimler ve savcılar seçecek.
HSYK’da yürütmenin ağırlığı artacak.
Anayasa Mahkemesi’nin yapısı da şöyle değiştiriliyor:
Üye sayısı 11’den 19’a çıkartılıyor.
Üyelerin 3’ünü Meclis, 7’sini cumhurbaşkanı seçiyor.
Yani 10 üye iktidar partisine yakın isimlerden oluyor.
Böylece Anayasa Mahkemesi iktidarın yörüngesine giriyor.
Geriye kalan maddeler AKP için hiç önemli değil.
Sadece ve sadece sandıkta halkın gözünü boyamak için ağızlara biraz tat verecek şeker niteliğinde tuzaklar.
* * *
Halkımız olan bitenin pek farkında değil.
Çünkü yandaş medya 24 saat insanların beynini yıkıyor.
Başbakan’ın konuşmaları televizyonlardan naklen veriliyor.
Gazetelerde ise tam metin yayınlanıyor.
Anayasa değişikliklerinin gerçek amacının yargıyı teslim almak olduğunu söyleyenler ise demokrasi karşıtı olmakla, Ergenekoncu ve darbecilikle suçlanıyorlar.
Oysa yargı bağımsızlığı yok ediliyor.
Hukuk devletini ortadan kaldırmaya yönelik ciddi adımlar atılıyor.
Yandaş yazarlar ise iktidarın bu çalışmalarını sürekli alkışlıyor.
Göz göre göre demokratik rejim ayağımızın altından kayıyor, ama bu arkadaşlar zafer naraları atıyorlar.
Bir gün bu hukukun onlara da lazım olacağını hiç düşünmüyorlar.
Gariptir, insanlar çıkarları için bırakın ülkeyi, bırakın toplumu, kendi çocuklarının geleceğinin yok edilmesine bile göz yumuyorlar.

TUFAN TÜRENÇ

İktidar anayasa paketini geri çekmelidir

Sevgili okurlar; iktidar partisi 2002’deki seçimlerden bu yana en zor sınavlarından birine hazırlanıyor. Geçen 7 yılı aşan süre içinde Meclis’teki sayısal çoğunluğuna güvenerek istediği yasayı çıkaran, tutum ve davranışları ile kendinden olmayan herkesi yıldıran, korkutan iktidar “dayattığı” anayasa değişikliği paketi ile ülkeyi çok büyük bir gerginliğe iterken kendisini de riske atıyor.

Bu Meclis’le olmaz

Altını çizerek bir kere daha tekrarlamak istiyorum. Bu Meclis’in çaplı bir anayasa değişikliği yapması demokrasi ve hukuk kurallarına uygun değildir. AKP kendisini “laikliğe aykırı eylemlerin odağı” olduğu için mahkûm eden Anayasa Mahkemesi’nin yapısının değiştiremez. Bunu yaparsa uzun yıllar içinden çıkılamayacak bir gerginlik ve tartışma ortamı doğar.

Türkiye kaybedecek

İktidar tamamen sayısal gücüne ve toplumda yarattığı korku imparatorluğuna güvenerek Anayasa’nın çok önemli maddelerini, kendi çıkarına yönelik bir biçimde değiştirerek Türkiye’nin dönüştürülmesini sağlamaya çalışıyor. Önündeki engelleri kaldırmak ve yargıyı ele geçirerek adaleti sadece kendisine yarayacak bir biçimde kullanmak isteyen iktidar, bunun bedelini elbette bir gün öder ama Türkiye’nin kaybının telafisi çok zor olur.

367 mümkün bile değil

Başbakan Erdoğan adeta “buyruk verir” gibi “Öneri getiren getirir, getirmezlerse biz bu tasarıyla yola devam ederiz” dayatması yapıyor ama attığı adımın sonuçlarını da hesaplamak zorunda. Öncelikle şunu söyleyeyim: CHP, MHP, BDP, DSP ve bağımsızların karşı çıkması nedeniyle bu değişikliğin 367 oy alması mümkün görünmüyor. Ancak AKP için daha tehlikeli bir durum daha var.

Ya 330 oy sağlanacak mı?

Eğer 367 evet oyu bulunamaz ama evet oyları 330’un üzerinde çıkarsa tasarı referanduma götürülmek zorunda. Ancak tehlike şu: Halen 336 üyesi olan AKP’nin anayasa oylamasında 330 oyu bulması bile şüpheli. Eğer tasarıya evet oyları 330’un altında kalırsa değişiklik Meclis tarafından kabul edilmemiş sayılacak. İktidar partisi kendi içinde ciddi bir hüsrana uğrayacak.

Tasarı geri çekilmeli

Bir tarafta Türkiye’nin içine çekileceği müthiş gerginlik, diğer tarafta 330’u bile bulamama tehlikesi iktidar partisinin aklını başına getirmeli ve tasarı geri çekilmelidir. İktidar bunu “gurur konusu” yaparsa yanılır. Ama “Bütün siyasi görüşler arasında bir konsensüs sağlayamadık, değişikliği gelecek Meclis’e taşıyalım, hem bu süre içinde kamuoyuna da daha ayrıntılı bilgi veririz” gerekçesi herhalde herkes tarafından kabul görecektir.

Gerginlikten pay çıkarma

Tabii tasarı Meclis’te 330 oyu bulabilir. Bu durumda muhalefetin Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açması ihtimali çok yüksek. Mahkemenin de yapılan değişiklikler Anayasa’ya aykırı olacağı için bu başvuruya uyması da aynı derecede çok muhtemel. Eğer AKP kurmayları Anayasa Mahkemesi’den çıkacak bu yöndeki kararı sömürmeyi planlıyorlarsa bunun da ülke yararına olmayacağını söylemeliyim.

Anketler kafa karıştırıyor

Sevgili okurlar; anayasa değişikliği tartışmalarıyla birlikte ortalığı pıtrak gibi saran “seçim anketleri” de kafaları hayli karıştırıyor. AKP’ye yakın şirketlerin yaptığı anketlerde yüzde 40’ları geçen AKP tarafsız anketlerde ise yüzde 30’un bile altında. Öyle anlaşılıyor ki, özellikle iktidar partisi seçimlere bir yıl kala kamuoyunun beynini şartlandırmak için “yüksek sonuçlu” anketlere bel bağlamış durumda.

Yüzde 40’ı geçer mi?

AKP ve yandaşları her fırsatta AKP’nin oy oranını yüzde 40’ın üzerinde göstermeye çalışıyor. Oysa bu oran siyasetin doğasına aykırı. Üst üste 5 çeyrekte “küçülen” Türkiye’de iktidar partisinin iki yıl önce aldığı oy oranını yakalaması mümkün değil. Bu yüksek oranları, iktidar partilerinin daha avantajlı olduğu yerel seçimlerden önce de dile getirmişlerdi. Oysa gerçek tam tersi olmuştu.

CAN ATAKLI


Millete son çalım denemesi

AKP hükümetinin yangından mal kaçırırcasına açıkladığı 26 maddelik Anayasa değişiklik paketine nedense hiç şaşırmadım.
Hele hele bir devletin en önemli belgesi hükmündeki, “toplum sözleşmesi” olan Anayasa değişikliği konusunda Başbakan Erdoğan’ın “Hafta sonuna kadar bekleyeceğiz. Verdiler, verdiler. Geldiler, geldiler. Desteklerini, katkılarını sundular, sundular. Sunmadıkları takdirde Parlamento’ya sunacağız…” şeklindeki beyanına hiç şaşırmadım.
Çünkü bunlara şaşırmak, AKP iktidarı ve Başbakan Erdoğan’ın bugüne kadar yaptıklarını bilmemek, anlamamak ve hakkını vermemek anlamına gelir!
Söyler misiniz Allah aşkına, AKP hükümeti bugüne kadar hangi ciddi meseleye, hak ettiği ciddiyetle yaklaştı?
Hangi devlet meselesini devlet adamlığına ve devlet yönetme liyakat ve ciddiyetiyle halletti?
Başbakan Erdoğan’ın sözlerinin bir kısmını verdik. Eğer kalan kısmını da vermezsek Başbakan Erdoğan’ın “gazabına uğrama” ihtimalimiz çok yüksek.
“Yine cımbızla çekmişler konuşmalarımı” diyerek 8 yıldır bıkmadan usanmadan uyguladığı ‘şikayet ve yakınma” dürtüsü depreşir.
Devamla şöyle diyor başbakan Erdoğan:
“… ondan sonra da söz ve kararın sahibi olan milletimize gideceğiz’’
İşte bu ikinci cümle Başbakan Erdoğan ve ekibinin gerçek niyetini açık etmeye yetiyor.
Başbakan Erdoğan aslında bizlere, Siirt’te okuduğu şiiri, sonrasında yaşananları, 367 tartışmalarını, 27 Nisan e-muhtırasını ve şimdi de Anayasa değişiklik kartını hatırlatıyor…
Yani diyor ki sayın Başbakan: Böyle gelmiş, böyle de gider!
Belli ki Başbakan Erdoğan ve danışman ekibi hummalı bir çalışma sonucunda yargı ile yaratılan yapay krizin meyvelerini yakın zamanda gerçekleştirilecek olan seçimlere tebdil etmek niyetindeler. Bu konudaki pratiklerini oldukça geliştiren bu ekibin niyeti Başbakan Erdoğan’ın son cümlesinin arkasına sığmayacak kadar aşikâr.
Peki amaçları ne?
Siyasi, ekonomik ve sosyal olarak bunalan, kendi açlığına çözüm ararken hükümetin açılımlarıyla şoka giren, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı şekliyle açlıkla imtihan edilen, işsizlik bunalımıyla intihar etmeye çalışan ama açlıktan takati kalmadığı için intihar edemeyen millete son bir çalım daha atmak…
Evet son bir çalım!
Çünkü bir dönem daha işbaşında kalırlarsa misyon tamamlanmış olacak.
Erzincan krizi, HSYK depremi, Anayasa Mahkemesi gündemi, Ergenekon, Kafes, Balyoz darbe iddiaları…
Yapılan kurgu, zamanlama ve oyuncular neredeyse kusursuz. Plan saat kıvamında tıkır tıkır işliyor.
Ya Batı ile temas ede ede Batı’nın mücadele taktiklerini çok iyi öğrenmişler ya da bu işler zaten Batı tarafından kurgulandı bizimkiler sadece oyuncu. Batının, savaşları savaş meydanında değil de masabaşında kazanma taktiğini, seçimler seçim meydanında değil, masabaşında kazanılıra çoktan tebdil etmişler bile.
Ama unuttukları çok önemli bir gerçek var:
Bu millet masabaşında yapılan planları savaş meydanında darmadağın eden tarihteki tek örnektir.
Bu anlamlı gerçeğe rağmen millete son çalımı atmak için ellerinden geleni yapacaklardır, çünkü başka şansları kalmadı.

Alperen Polat

Resim

Örgütlü yandaşlık

Demokrat Parti iktidarı zamanında “Vatan Cephesi” vardı.
Çok eleştirilen sivil yandaş örgütlenmesi...
Hatta 27 Mayıs 1960 darbesinin gerekçelerinden biri de bu olmuştu.
Bugün AKP’nin yandaş örgütlenmesinin yanında Vatan Cephesi çok masum ve devede kulak gibi kalıyor.
Bütün sivil toplum örgütlerini ele geçirmeyi kafasına koyan AKP, ele geçiremediği sivil toplum örgütüne karşılık yandaş örgüt kuruyor veya kurduruyor.
Mesela AKP’ye muhalif TÜSİAD’a karşılık, yüzde yüz müttefik MÜSİAD var da; AKP’ye muhalif YARSAV’a karşılık, “Demokrat Yargı Derneği” neden olmasın?
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafsız mı?
Hadi ele geçirip, “yandaş” yapalım!
Ele geçiremedik mi?
Öyleyse yandaş “Medya Derneği” kuralım.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ni ele geçiremeyince, “Medya Derneği” kuranlar, önce bize danışsalardı keşke...
Onları, başkanının “Başbakan bana abi der” diye böbürlendiği, başkanı dahil, hiçbir yöneticisi gazeteci olmayan, ama paraya pula, hatta Beykoz’da Boğaz’ı gören 670 dönümlük arsaya sahip Türk Basın Birliği’ne yöneltirdik.
Yönetim kurulu üyeleri arasında emekli zabıta memurlarının bile bulunduğu o derneği kolayca ele geçirebilirlerdi.
Yandaşlık derecesi, nemalanmanın boyutuyla doğru orantılı değil midir?
*
Gündem yoğun olduğu için, her şeyi zamanında yazamıyoruz.
“Medya Derneği” kurulalı epey oldu. Ama yazmasak olmazdı.
Çünkü kurucu isimleriyle, yandaşlığı çok fazla sırıtan bir dernek...
Salih Memecan, Mustafa Karaalioğlu, Ekrem Dumanlı, Erhan Başyurt, İbrahim Şahin, Serhat Albayrak, Mustafa Çelik, Yusuf Ziya Cömert ve Nuh Albayrak...
Breh... Breh... Breh...
Derneğin Başkanı Salih Memecan kim?
Sabah çizeri, AKP milletvekili Nursuna Memecan’ın eşi...
Başkan Yardımcısı Mustafa Karaalioğlu kim?
Star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın manevi oğlu...
Sabah, Star, Zaman, Bugün, Yeni Şafak gazeteleri ve TRT ile Kanal 7...
Takım tamam.
Derneğin kurucuları medya yöneticilerinden oluştuğu için Fehmi Koru, Emre Aköz, Tayyar Şamil, Ahmet Kekeç, Engin Ardıç, Nuh Gönültaş, Ali Bayramoğlu, Mahmut Övür, Cengiz Çandar, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak, Mehmet Barlas, Mehmet Metiner, Mahir Kaynak gibi yandaşlar kusura bakmasın.
Onlara da derneğe üye olmak kalıyor.
*
Çok gördük böyle yandaş ve çakma dernekler.
Hiçbiri uzun ömürlü olamadı.
Çünkü yandaşı oldukları iktidarla birlikte onlar da gidiyor.
Geriye kalan ise, medya etiğinin aldığı yara...
Yandaşlık kötü bir şey... Allah hiçbir gazetecinin başına vermesin.
Yandaşlar neden gazeteciliği bırakıp AKP’de siyaset yapmazlar, onu da bir türlü anlayabilmiş değiliz.
Mesela AKP Grup Başkanvekili Suat Kılıç gibi...

SIRRI YÜKSEL CEBECİ


Müthiş bir “Medya Derneği”

Kanal 7, Yeni Şafak, Zaman, Sabah, Bugün, Star, TRT yazar ve yöneticileri bir araya gelmiş ve Medya Derneği kurmuşlar. Ne güzel değil mi? İktidara en yakın, en gönülden bağlı, en büyük destekçi gazete ve TV temsilcilerinin, “hiçbir iktidara ve mevcut olana da yakınlaşma gereği duymadan, eğilip bükülmeden, meslek ilkelerine bağlı olarak çalışan” gazetecilere haber vermeyerek sadece kendi aralarında dernekleşip sonra da sanki tüm medyayı temsil eden bir dernek ortaya çıkmış gibi adını da Medya Derneği koymaları ne hoş!!

Bir de açıklama yapıyorlar; medya çok sesli olmalıymış, “demokratikleşen Türkiye çok sesli toplumu getirmiş”, bu da “çok sesli medyayı getirmiş”... Amaç “Türkiye’deki medyanın kalitesini dünya kalitesine çıkarmak, basın özgürlüğünün sınırlarını genişletmek”miş. Ve üstelik gazetecilere ceza da vermeyeceklermiş.

Çok teşekkürler yani, teveccühünüz... Toplum öyle çok sesli oldu ki insanlar evlerinde bile ses çıkarmaya, aralarında bile konuşmaya korkuyor. Telefonla konuşurken, mail yazarken bile endişe içindeler. Medyanın çok sesliliği bir başka alem. Yarısından çoğu iktidara ait medya haline getirildiği gibi geriye kalan medyada köşe yazarları bizzat Başbakan tarafından patronlara şikayet ediliyor, atılmaları isteniyor. Demokratikleşme öyle boyutlarda ki demokrat Medya Derneği’nin üyeleri ve aynı kesim içindeki diğer gazetecileri (bunlar olup biterken “üç maymun”u oynamaları yetmezmiş gibi) meslektaşlarına benzer baskılar yapmaktan çekinmiyor.

İktidarı eleştiren gruplar anında Maliye’yi kapısında bulup belini doğrultamayacak vergi cezalarıyla karşılaşıyor ve bunun yapılacağı da yıllar önce “bir öfke anında” açıkça Başbakan tarafından söyleniyor.

Şimdi acaba bu dernek “basın özgürlüğünün sınırlarını genişletmek”le ne kastediyor, bunları mı önleyecek demez misiniz?

Demezsiniz, çünkü öyle olmayacağını biliyorsunuz.

Bir tek işi pek iyi yapacaklarına şüphe yok; diğer ülkelerdeki medya kuruluşlarıyla “sanki Türk medyasını temsil ediyorlarmış gibi” temas kurarak olayları onlara iktidarın istediği şekilde çok daha kolay empoze edebileceklerdir.

Yakında ABD ve AB medyasında “Anayasa paketindeki değişikliklerin tamamının ne kadar yararlı olduğunu ama Kemalist laikler ve statükocu yargı tarafından önlenmeye çalışıldığını, atanmışların seçilmişlere müdahale ettiğini, yürütmenin yargıyı kuşattığına dair haykırışlara kulak asmamak gerektiğini, aslında tam aksinin olduğunu ve Türkiye’nin muhteşem bir değişim içinde olduğunu ”ve ayrıca “her an darbe ve suikast beklendiğini” okursak şaşırmayalım.


Bilmesek bizi bile inandırırlardı!

YARSAV’dan ayrılanların kurduğu “Demokrat Yargı”, demokratikleşen (!) Türkiye’nin “Medya Derneği”, bakalım sırada hangi dernek var? “Demokrat Üniversiteler”, “Demokrat, sivil toplum kuruluşları”, “Liselilerin Değişimi Derneği” filân olur mu meselâ?

Not: Türkiye’deki olayları tersyüz ederek yabancı medyaya ve siyasetçilere aktarma, sonra da anlatılanları aynen AB ve ABD’den duyma işlemi artık çok fazla dikkat çeker hale geldi. Bunu önlemek de bağımsız (kalabilmiş) kurumlara, kuruluşlara, gazetecilere düşüyor. Siyasette içerde ve dışarda kamuoyu oluşturmak son derece önemlidir. Ve bunun farkına varan sadece iktidarlar olmamalıdır.

RUHAT MENGİ

Yüce Divan korkusu bacayı sarmış!


AKP’nin Anayasa değişikliği paketi üzerine tartışmalarda üzerinde durulması gereken bir husus da Anayasa Mahkemesi’nin “Yüce Divan” görevini, “bugünkü iktidardan bağımsız olarak ” nasıl yerine getirebileceğidir.

Anayasa değişikliği önerisinde, Cumhurbaşkanı tarafından seçilecek üyeler, Anayasa Mahkemesi’nin büyük çoğunluğunu oluşturuyor.
Anayasa Mahkemesi, Yüce Divan olarak, görevi ile ilgili suçlar nedeniyle Cumhurbaşkanı’nı, Başbakan’ı ve bakanları yargılayacak.
Üyelerinin neredeyse tamamı Cumhurbaşkanı tarafından atanacak bir mahkemenin bu görevini hakkıyla ve “bağımsız” olarak yerine getirebilmesi mümkün mü?
Rektör atamaları gösterdi ki Cumhurbaşkanı, AKP iktidarına hâkim olan genel eğilimi sürdürüyor.
Yani göreve atanacaklarda aranan birinci öncelik “yandaş” olmak! Oturacakları sandalyeleri kendilerini atayacak olana borçlu olan “yandaş”ların böyle bir durumda nasıl oy kullanacaklarını tahmin etmek zor değil.
Öte yandan mahkemeye üye olarak atanacakların ancak 6 tanesi yargıçlık tecrübesinden geçerek gelecekler.
Geri kalanlar, bir ceza yargılamasının nasıl olması gerektiğini bilmeyen, hukukun temel kavramlarından uzak kişiler olacaklar.
Böyle bir mahkemenin âdil bir Yüce Divan yargılaması yapabilmesi, sunulan delilleri hakkıyla incelemesi ve hukuken tartışılmayacak kararlar verebilmesi nasıl mümkün olacak?
Öyle görünüyor ki hükümet, sadece bugününü değil, yarınını da kurtarma telaşında! Belli ki Yüce Divan korkusu, şimdiden bacayı sarmış durumda.

Resim

Deniz Feneri’ne bakanlık engeli

DENİZ Feneri e.V. soruşturması giderek “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan” sorusuna dönüşüyor.
Almanya’da açılan ikinci davada, aralarında RTÜK eski başkanı ve hali hazırdaki üyesi Zahid Akman ve Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman da olmak üzere birçok Türk yargılanacak.
Almanya’daki ikinci dava, işlenen dolandırıcılık suçunun Türkiye ayaklarını ortaya çıkarmaya yarayacak.
Bunun için Almanya’daki savcılar Türkiye’deki sanıkları sorgulamak için izin istemişler ancak Adalet Bakanlığı buna olumlu yanıt vermedi.
Bu nedenle Türkiye’deki soruşturmayı yürüten savcılar da Almanya’daki hükümlüleri sorgulayamıyor.
Böylece her iki soruşturmanın da hızlanması önleniyor, suçluların adalet önünde hesap vermeleri geciktiriliyor.
Bu arada çalınan minarelere ne kılıfların uydurulduğunu ise bilemiyoruz.
Öyle görülüyor ki Türk işçilerinin yardım duygularını sömürerek, dolandırıcılık yapan Türkleri yine sadece Almanya mahkemeleri cezalandırabilecek.
Ankara’daki soruşturma, AKP hükümeti ayakta durduğu sürece öylece beklemeye devam edecek.

MEHMET Y. YILMAZ

ANAYASACILARA ÇOK KRİTİK İKİ SORU

Cumhurbaşkanı Gül, bugün Türkiye’nin etkin hukukçularıyla bir araya gelecek..
Hukukçular gündeme getirir mi bilmem..
Benim yanıtını alamadığım iki sorum var.. Kritik iki soru..
1- Anayasa’ya göre sorumsuz cumhurbaşkanının yetkilerinin arttırılması doğru mu? HSYK’nın dört üyesi ile Anayasa Mahkemesi’nin yedi üyesini resen ataması..
2- HSYK’ya üye seçecek hâkim ve savcılar neden sadece bir kişiye oy verebiliyor?
Misal adli hâkim ve savcılar yedi asil dört yedek üye yolluyor ama herkes sadece bir kişiye oy verebiliyor..
Bu seçim sisteminin mantığı nedir? Dünyada örneği var mı? Bize özgü mü?

MEHMET TEZKAN

Kürşat Tüzmen Ergenekoncu olmasın!

AKP’nin önemli isimlerinden Kürşat Tüzmen, partinin Genel Başkan Yardımcığı görevinden alındı. AKP Dışilişkiler Başkan Yardımcılığı görevine Tüzmen’in yerine Ömer Çelik getirildi.
Peki, ama neden?
Bir zamanlar Bağdat–Ankara arasında mekik dokuyan, Irak’la ticaretin artması için büyük çaba harcayan ve dahi mayoyla yüzme konusunda çok ciddi açılım yapan Kürşat Tüzmen neden görevden alındı?
Neden partiden ihracı bile konuşuluyor?
Sebep Kürşat Tüzmen’in Kürt açılımına biraz eleştirel bir tavır göstermesi imiş. Basına sızan bilgilere Tüzmen, Başbakan Erdoğan’a şunları söylemiş:
“ Biz nasıl Kürt açılımını kendi bölgelerimizde anlatıyorsak Kürt kökenli milletvekilleri de anlatmalı. Hakir ve görmezden gelinen Romanlar bile bayrağa sarılırken Diyarbakırspor formasından Türk bayrağı ambleminin kaldırılması zoruma gidiyor.”
Tüzmen’in suçu bu!
Adam kalkmış açılım sürecinde Türk bayrağına sahip çıkmış. Türk bayrağının formalardan çıkartılmasına tepki göstermiş.
Sen misin bayrak diyen. Al sana ceza! Bir daha rüyanda görürsün genel başkan yardımcılığını, hatta milletvekilliğini.
Habur’da PKK’lıların davul zurnayla karşılanmasına zemin hazırlayan bir siyasi iradenin Türk bayrağına sahip çıktı, açılım masalını ucundan kenarından eleştirdi diye aforoz edilmesinden doğal ne olabilir ki.
Yani ne bekliyordunuz, Tüzmen’in bu sözleri üzerine Erdoğan aşkla ve vecdle ayağa kalkıp “Bravo sana Tüzmen! Biz bayrak için varız. Açılım yapıyoruz diye hiç kimsenin milli değerlerimize karşı tavır almasına müsaade etmeyiz” mi diyecekti.
Demedi zaten!
Demokratik açılım sürecinde bir an Türkiye’de gerçekten demokrasi var zannederek, gerçekten demokratik açılım var diye düşünerek üç beş cümle sarfeden, açılım konusunda kendi düşüncesini ifade eden bir vekilin başına gelenler ibret vesikası.
Zaten bu Kürşat ismi de hiç AKP’ye ve açılıma uygun bir isim değil! Kürşat, Göktürk hanedanından 10. büyük Türk hakanı olan Çuluk Kağan’ın küçük oğlunun adıdır. Çin’in esareti altındaki Türkleri kurtarmak için 40 Türk asilzadesi tarafından başkan seçilmiştir.
Kürşat’ın hikayesi hayli ilginçtir ama konumuz değildir.
Dolayısıyla Kürşat ismi bile bazılarına göre açılım ve Ergenekon sürecinde başlı başına büyük bir tehlike arzedebilir.
Hatta yakında bir ihbar telefonu ya da mektubuyla “Kürşat Tüzmen’in ergenekonla irtibatı olduğu” iddia edilebilir.
Bir telefonla ne hayatların karardığına onlarca kez şahit olduğumuza göre, her an yeni hayatlar kararabilir.
Bu devirde Türk kelimesine bile sahip çıkmayacaksın. Baksanıza BDP Diyarbakır milletvekili Akın Birdal, meslek ve oda kurmalarından Türk kelimesinin kalkmasını, bunun ayrımcılık olduğunu söylüyor
Yani adam mesela Türk Mimarlar Odası ifadesindeki “Türk” kelimesinden rahatsız. Türk kelimesi Türkiye’de ayrımcılık yaratıyor.
Eee böylesine bir açılım sürecinde Kürşat’ların ne işi var.
Gitsinler denizde yüzmeye devam etsinler. Yüzerken kimse karışıyor muydu onlara?
Yüz ama konuşma be müberek adam!
Yoksa senden boşalan koltuğa Akın Birdal getirilecek.

Muharrem Bayraktar

Resim

AKP ve Anayasa...


BAŞBAKAN Erdoğan ve AKP, Anayasa değişikliği paketini gündeme taşımasının ardından tartışmalar yeniden alevlendi.

Önce ''AKP anayasası'' neler getiriyor ona bir bakalım; son sözü daha sonra söyleriz.

AKP'de bir süredir çalışmaları devam eden Anayasa değişikliğine ilişkin taslak metin yürütme ve yürürlük düzenlemeleri dahil olmak üzere toplam 23 maddeden oluşuyor.

Taslakta Anayasa'nın 10, 20, 23, 41, 53, 69, 74, 84, 94, 125, 128, 129, 144, 145, 146, 147, 148, 149, 156 ve 159. maddelerinde değişiklik; geçici 15. maddenin yürürlükten kaldırılması ile geçici üç madde eklenmesi öngörülüyor.

-YAŞ kararları yargı denetimine alınıyor, askere sivil yargı yolu açılıyor.

- HSYK'nın yapısı değişiyor. 21 asıl, 10 yedek üyeden oluşacak. Kurul başkanı yine Adalet Bakanı olacak. Adalat Bakanlığı müsteşarı tabii üye olacak.

- Kamu denetçiliği kavramı oluşturuluyor.

- Anayasa Mahkemesi'nin yapısı değişiyor. Mahkeme 19 üyeden oluşacak, 3 üye Meclis, 16 üye Cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Üyeler 12 yıl için seçilecek. Bir üye iki defa seçilemeyecek.

- Geçici 15. madde yürürlükten kaldırılıyor, 12 Eylül'e yargı yolu açılıyor.

- Siyasi yasaklar 5 yıldan 3 yıla indiriliyor.

- Memura toplu sözleşme ve sendika hakkı tanınıyor.

Kısaca durum bu...

21 HSYK üyesinden önemli bir bölümünün iktidarın eski mensubu cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi, bu kurulu ne derece tarafsız kılar varın siz karar verin. Ama Anayasa değişikliği için 330 oy bulunamaz ya da referandumdan yüzde 51 ''Ret'' oyu çıkarsa, erkenin de erkeni bir seçimden başka çare de kalmaz

UMUTLARI BDP..

337 sandalyesi olan iktidar partisinin Anayasa'yı değiştirebilmek için en az 330 oya ihtiyacı var. TBMM Başkanı oy kullanamadığı için sayı 336'ya düşüyor. Değişikliğe karşı çıkan CHP ve MHP de, bu görüşmelerde, kendi başkanvekillerinin kürsüye çıkmasını engelleyeceği için, birleşimi de mecburen AKP'li başkanvekili yönetecek. O da oy kullanamayacak ve sayı 335'e düşecek.

Yani Anayasa değişikliğinin kaderi 6 kişinin elinde. Gizli oyla yapılacak değişiklikte, AKP'den gelecek 6 ret, oyların 299'da kalmasına ve değişikliğin de reddedilmesine yol açar

İktidar bu kritik eşiği aşmak için bağımsızlar ve BDP'den destek arayacak. Ama bu destek gelse de, 330-367 arasındaki oyla yapılacak değişiklik, otomatik referanduma gidecek. Referandumda ne olacağını kestirmek ise zor değil

Liderler, yine Turgut Özal dönemindeki ''No No'' kampanyası gibi yollara düşecek

CEVAP BEKLEYEN SORULAR

KISACA durum bu. Ancak herkesin sorduğu soru da şu: Türkiye'nin adalet, yargı ve anayasa reformlarına ihtiyacı olduğu kesin. Ancak laik demokratik cumhuriyet aleyhine eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmiş bir iktidar; böyle bir değişiklik yapabilir mi?

Tarafsız hukukçular buna 'Hayır'' diyor ve ekliyor: Reform yapacak siyasal iktidar ciddi, samimi, iyi niyetli olmalı. Bunu yapacak iktidarda bunlar yoksa, toplumu huzursuzluğa itersiniz, Felakete götürürsünüz.

AKP'nin sekiz yılına bakacak olursak manzara-i umumiyeyi şöyle özetleyebiliriz: Kadrolaşmasına cemaat adamlarını yerleştirmek ... Demokratikleşme söylem ve yalanları arkasında kendi gizli planlarını uygulamaya koymak... Karşı çıkan kim olursa olsun baskı ve dayatmalarla sindirmeye çalışmak... Eleştiriye asla tahammül edememek... Toprak dahil herşeyi ''özelleştireme'' adı altında yabancılara yok pahasına pazarlamak... Ülke borcunu 8 yılda 4 katına çıkarmak.

Demokrasi için ''Hedefimize varmak için bir araçtır" diyen... AIHM kararına karşı "Bir de ulemaya soralım"diyen Türk yargısına "Bu senin işin değil efendi'' diyen Halktan toplanan vergilerle gazete satın alıp bunu kendi partisinin borazanı yapan... Muhalefet basına da astronomik ceza kesip batırmaya çalışan... Kendisinden olmayan köşe yazarlarını kapı önüne koyması için patronlara fetva veren... 'Fener' olayında olduğu gibi, yolsuzlukları kendi taraftarları yapınca bunu görmemezlikten gelen..Yargıyı bağımsızlaştırmak yerine onu da hükümetin kuklası yapmaya çalışan

Hukuk, demokrasi, cumhuriyet, laiklik adına yakın geçmişte söylediklerini ve de uygulamalarını ben unutmadım.. Ya siz?

Tarık Tavadoğlu
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Pzt Mar 29, 2010 14:56

Resim


Yargıdan Kaçma Yasası…

AKP’nin Anayasada bazı maddeleri değiştirme ihtiyacı nereden doğdu? Öncelikle bu ihtiyacın nedenini belirlemek lazım.


Melih Gökçek Belediye Başkanlığının ilk döneminde Ankara’ya hizmet etti. Sonra belediyenin imkanlarını keşfetti. Belediye çalışanlarından biri; “Son seçimde Gökçek için kazanmak çok önemliydi, çünkü verdiği açıkları(!) temizlemek için seçilmek zorundaydı” demişti. Hatta Gökçek’in seçime yakın hakim ve savcı çocuklarını işe aldığı anlatıldı. Gene Gökçek’in seçim sonrası bazı çalışanlardan istifa dilekçesi aldığını, bu dilekçeyi vermezlerse haklarında başka türlü işlem yapılacağı için çalışanların istifa dilekçelerini verdiği söylendi.

AKP’nin Anayasa değişikliği telaşından anlaşılan o ki, iktidardan düşeceklerini fark ettikleri için yargıdan kaçmanın yolları aranıyor.

Bu hükümet resmen bölücülük suçu işlemiştir. Terörü ve teröristi öven vekilleri vardır. Erdoğan; ayrı bir devlet isteyen ve söylediği şarkılarda teröriste methiyeler düzen Şivan’ı övmüştür.

TC Anayasası Madde 3: Türkiye Cumhuriyeti Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” AKP Anayasanın bu maddesini ihlal eden eylem ve söylemlerde bulunmuştur.

AKP kişiye özel “Unakıtan’ı aklama gibi“ af çıkartan yasa değişikliği yapan ilk hükümettir. Bu duruma itiraz eden Çömez sözde Ergenekon üyesi olarak suçlandığı için yurt dışındadır. Ali Dibo olarak suçlanan zat Adalet Bakanı yapılmıştır, suçlayan vekil de AKP’den şutlanmıştır. Erdoğan tilkiye tavukları, kurtlara koyunları teslim etmek gibi müthiş bir yaratıcılık örneği vermiştir(!)..

Bütün Türkiye’yi dinleten Erdoğan’ı Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım “korkacak bir şeyiniz yoksa dinlenmekten korkmayın” diyerek savunmuştur(!).. Özel hayatın gizliliği diye bir şey kalmamıştır. AKP’nin hukuksuzluklarını, yolsuzluklarını, gizli anlaşmalarını yazan, açık eden insanlar Ergenekon Terör Örgütü üyesi olmakla suçlanmıştır.. Kendi vatandaşına bu kadar geniş çaplı kumpas kuran ilk hükümet olma şerefi(!) AKP’ye aittir.

Şaibesiz ihale, şaibesiz satışları yok gibidir. Ülkenin varlıkları yok pahasına, çeşitli gizli pazarlıklar neticesinde yabancılara satılmıştır. Öyle ki; TÜPRAŞ satıldığında satın alan şirketi millete Kazak diye yutturdular. Altından Türkiye’yi dünyaya soykırımcı olarak kabul ettirmeye çalışan diyasporanın önde gelen bir ismine ait çıktı. Anayasa Mahkemesi satışı iptal etti. Yandaş basın ve yandaş yazarcıklar iptal kararı veren Anayasa Mahkemesi ve davacıları “vatan hainliği” ile suçladı. TÜPRAŞ daha sonra ilk satışının üç katı bir fiyatla satıldı. Yani; o hain davacı ve yargıçlar bu ülkeye 2.8 milyar dolar daha para kazandırmış oldular. Ben de 16- Eylül 2005 günü “Ne Güzel Hainlermiş, Sağolun” diye bir yazı yazmıştım.

Hariri ile özel görüşme yapıp Telekom’u sadece 2 yıllık karına satan RTE; Telekom’un satışından hemen sonra gelirler vergisini düşüren hükümet; Hariri’ye haksız kazanç sağlamıştır. Karanlık bir kişi olan Ofer ile gizli görüşmeler yapıp inkar eden RTE’nin AKP’si; yoksulluk, yolsuzluk ve yalan iktidarına dönüşmüştür.

Çalık’a verilen usulsüz devlet kredisi ve basının AKP basını haline getirilmesi… Medyanın baskı ve tehditle kontrol altına alınıp, halkın haber alma özgürlüğünün yok etdilmesi...

CİA ile işbirliği yapan Fetullah ile birlik olan hükümet, kendi ordusuna tuzak kurulmasına zemin oluşturmuştur.

Kürt-Türk çatışmasına zemin oluşturan AKP, devletin bölünmez bütünlüğüne zarar veren süreçleri başlatmıştır. PKK’nın katliamlarını bile kendi ordusuna mal ederek, savunma zafiyeti oluşturacak söylemlerde bulunmuştur.

Türkiye 80 yıllık borcunun iki katı borçlandırılmış olmasına rağmen, borç alınan paraların nereye gittiği belli değildir.

Bir ülkenin sınırı namusudur. AKP Suriye sınırını İsrail firmalarına vermeye kalkmış ama yargı duvarına toslamıştır. Yaşama hakkımıza suikast olan GDO yasası da yargıya toslamıştır.

Birçok hukuksuz atamaları yargıdan dönen hükümet, yargı kararlarını uygulamayarak zorbalıkla ülke yönetmeyi demokrasi diye pazarlamıştır.

Resim


Ülkemizi ABD çıkarları doğrultusunda dönüştürmek isteyen Soros’a rahat çalışma ortamı sunulmuş, öyle ki Başbakan Soros’un Açık Toplumcusu TESEV Başkanı Can Paker ile özel görüşmeler yapmıştır. Yıllarca Siyonizm ve masonlara düşmanlık üzerine siyaset yapan AKP döneminde “vaad edilen topraklar” a bir adım daha yaklaşılmıştır. Barzani Yahudi kökenli bir kişi olarak Yahudi Kürdistanı’nı kurmada AKP’den büyük destek almıştır, almaya da devam ediyor. Gene Masonlar adına PTT hatıra pulu bastırmak da AKP’ye kısmet olmuştur(!)..

Bakkalına, eczanesine, çiftçisine, sebzecisi-narenciyecisi-fındıkçısına, işçisine küresel şirketler adına savaş açan ilk Türkiyeli Hükümet olma şerefi(!) de AKP’ye kısmet oldu.

Kıbrıs’ı ver kurtul; akarsularımızı, topraklarımızı, stratejik varlıklarımız “sat-kurtul” mucidi AKP’dir!

Resim

Ekonomimizi yabancılara, dış ilişkilerimizi AB-D’ye teslim eden hükümet, ülkemizi savunma hakkını da “ABD’den izin almaya” bağlamıştır. Böylece bizzat kendileri güvenlik problemi haline gelmiştir.

Valiler ile yaptığı toplantıda “yasayı masayı boş verin” diyebilecek kadar gözü dönen Başbakan, devletin valilerini suç işlemeye teşvik etmiştir! AKP’nin bakanlığından biri il müdürlüklerine gönderilen yazısında, çalışılma yapılacak konu ile ilgili“AKP İl Başkanları ile beraber çalışılması” bildiriliyordu. Bu yazı AKP eli ile Türkiye’nin nasıl bir hukuksuzluk içine sürüklendiğinin göstergelerinden sadece biridir.

Deniz fenerine getirilen yasak, Başbakanın Zahit Akman’ın yargılanmasına izin vermemesi, asrın dolandırıcılığı olan bu davanın AKP’nin önemli isimlerine kadar uzandığını akla getiriyor. AKP iktidardan gittiği gün bunların hepsi ortaya dökülecektir.

İsveç “Pontus Soykırımı yapıldı” diye karar alırken, Yunanistan Rum Pontus soykırım anıtı dikerken, AKP Trabzon’da Sümela manastırını ibadete açıyor. Van’da Ermenilerce Türk Kadınlarının kaçırılıp tecavüz edildiği Akdamar Adasındaki kilisenin onarılıp ibadete açıldığı gibi… İhanet mi, cehalet mi, gaflet mi, yoksa hepsi mi? Bu çalışmalar kime hizmet ediyor?

Dışarıda AB-D-İsrail; içeride AKP… Elbirliği ile Türkiye’nin temellerini dinamitliyor. Karşı çıkan, hakikatleri halka açıklamaya çalışan kim varsa terör örgütü üyesi olarak suçlanıyor, yapılan suçlamayla açıklanan bilgiler itibarsızlaştırılıyor.

Sizlere 2003 yılında “Türkiye Tanıtım Konseyi”nin çalışmalarından bazı hatırlatmalarda bulunayım, AKP zihniyeti neymiş görün:

Projenin İstanbul’la ilgili bölümünde “İstanbul, Müslümanlık ve Türklük gibi negatif çağrışımları olan kavramlardan soyutlanarak ele alınabilecek bir değerdir” yazıyordu. Türkiye’nin tanıtılacak tarihi mekanları, “ Efes, Nemrut, Ksantos, Antik kiliseler, tapınaklar”; tarihi kişilikler de, “Yedi Uyurlar, Homeros, Sezar, Diyojen, Ezop ve Nakşidil Sultan” olarak belirlenmişti.

Bu projede yer alan komitelerdeki isimler daha da ilginç. Kültür-Edebiyat-Mizah komitesi: Mario Levi, Orhan Pamuk. Tarih-Arkeoloji-Mimarlık: Prof. Dr. Stefanos Yerasimos. Kamu: Ali Müfit Gürtüna, Cengiz Özdemir, Melih Gökçek. Basın Medya: Etyen Mahçupyan, Mehmet Ali Birand. Akademikler: Geyvan Mc. Millen, Prof. Dr. Jak Deleon. Sivil Toplum-Meslek Örgütleri: Aldo Kaslowski, Tanıtım Strajejileri Kurulu: Vincent Bouvard.

Gördüğünüz gibi, Türkiye’yi Türksüz ve İslamsız tanıtmaya kalkan AKP; 7 yılda tarihimizi tartışmaya açarak, kültürümüzü yozlaştırarak, hutbelerden “İslam tek geçerli dindir” sözünü kaldırarak iyice yol aldı. Hesap verme zamanının yaklaştığını hissetmiş olmalı ki, yargıdan kaçmanın yollarını arıyor.

[img]http://img518.imageshack.us/img518/2073/bopsg2kh9.jpg[/img]

Anayasa ve HSYK’na kendi adamlarını, hem de 12 yıllığına atayarak yargıdan kaçmaya çalışıyor. Bu değişiklikleri yapmayı başarırsa BOP tıkır tıkır işleyecek, Türk Vatandaşları kendi ülkesinde kiralık işçi yapılacaktır. Ne güzel, tek kurşun atmadan işgal edilen bir ülke... Demekki RTE'yi Saddam kadar bile ciddiye almamışlar. Okyanus ötesinden iste, buradan baş üstüne deyip ver.

AKP sayesinde şeytan bile tatil yapıyor olmalı, keza bunların akıl ettiğini şeytan bile akıl edemezdi. Şimdi cehenneme giden yolun tabelasını Anayasa Değişikliği yaparak değiştirmek istiyorlar.

ZAHİDE UÇAR
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Sal Mar 30, 2010 5:08

30 MART 2010


Resim

Hapı yutmak!

Anayasa değişiklik paketini eleştirirken, “Bu değişiklik gerçekleşirse yargı yürütmenin eline geçer, hapı yutarız” diyorduk...

İktidar dün bu eleştirilerin, “hap” bölümünü doğruladı.

Başbakan dün maddelerin tek tek oylanmasını isteyenleri eleştirerek şunları söyledi:

“Maddelerin tek tek oylanması bir defa referandum mantığına ters, böyle bir şey olmaz. Milletin vekilleri zaten bunu tek tek oyluyor. Parlamento’da bütün değerlendirmesini yapıyor, milletin huzuruna bunu hazır olarak getiriyor, ön çalışma bu Parlamento’da bitiyor...”

Şimdi bombaya hazır olun:

“Bu çalışmalar bittikten sonra da bunu adeta bir hap gibi, tablet gibi sunuyor. Yani, ‘Biz bunu görüştük, bitirdik, size sunuyoruz ey milletim’ diyor.”

***


“Hap”a geleceğiz...

Ama öncelikle sormak gerekiyor:

Maddelerin tek tek oylanması, neden referandum mantığına ters olsun ki?

Referandumun amacı ne?

Yapılacak değişikliklerin her birini doğrudan halkın onayına sunmak...

Siz onlarca değişikliği bir pakete tıkıştırıp, halka “Sadece ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ de” derseniz...

Halkın hangi değişikliği istediğini, hangisine karşı çıktığını nasıl öğreneceksiniz?

***


Örneğin ben... Açıkça söylüyorum; eğer bu değişiklikleri maddeler halinde oylayacak olsam, en az yedisine gözümü bile kırpmadan ‘Evet’ oyu verebilirim.

Ama...

Paket halinde gelirse, vereceğim oy belli: Hayır!

Böyle olunca da gerçek irademi sandığa yansıtamamış olacağım...

***


Ne diyor Başbakan?

“Milletin vekilleri bunları zaten tek oyluyor, bir de milletin kendisinin oylamasına gerek yok...”

Neden?

Madem “asıl”a gidiliyor; o zaman vekile tanınan hak, “asıl”dan neden esirgeniyor?

Yoksa “millet”in kafasının, maddeleri tek tek değerlendirmeye yetmeyeceği mi düşünülüyor?

Eğer öyleyse; bu, “millet”e yapılan en büyük hakaret sayılmaz mı?

***


Vekiller maddeleri tek tek görüşüp “hap” haline getirecekmiş...

Siz ne yapacaksınız?

Hapı yutacaksınız?

Eeee; biz de zaten bunu söylemiyor muyuz?

*****


GÜNÜN SORUSU

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Adalet Bakanlığı Müsteşarı hakkında yaptığı suç duyurusundan sonra dün de Adalet Bakanı’nın anayasal suç işlediğini belirterek cezalandırılmasını istemiş...

Acaba birileri hâlâ, “Yargıyla yürütme arasında çatışma yok” diyebilecek mi?

*****


27 gün sonra nasıl haklı çıktım?

3 Mart’ta yayınlanan, “Referanduma gitmek o kadar kolay değil” başlıklı yazımda demiştim ki:

“AKP, Anayasa’nın bazı maddelerini değiştirmek için düğmeye bastı...

Değişikliklerin referanduma götürülmesi için 337 milletvekiline sahip olan AKP’nin 7’den fazla fire vermemesi gerekiyor...

Eğer fire sayısı 7’yi aşarsa; devreye BDP’nin girmesi gerekiyor...

İşte o zaman da işlerin iyice karışması kaçınılmaz gibi görünüyor!

Çünkü; o aşamada...

Eski DTP’liler, kendi anayasa değişiklik taleplerinin de pakete eklenmesini isteyecekler...

Peki; nedir onlar?

Şu günlerde konuşulduğu gibi sadece seçim barajının indirilmesi değil elbette...

Anayasa’nın değiştirilemez ilk 4 maddesinin değiştirilmesi...

‘Türkiye Devleti bir Cumhuriyet’tir şeklindeki ilk madde...

‘Türkiye Cumhuriyeti (...) Atatürk milliyetçiliğine bağlı (...) demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir’ şeklindeki ikinci madde...

‘... Dili Türkçe’dir. Bayrağı, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Marşı İstiklal Marşı’dır’ şeklindeki üçüncü madde...

Ve...

İlk üç maddenin değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini öngören dördüncü madde...’

Kısacası; bu zihniyet, AKP’ye sanıldığı kadar kolay teslim olmaz...

AKP’nin referanduma gitmek hayali suya düşebilir...”

***


Aradan tam 27 gün geçti...

Anayasa değişiklik paketi konusunda her kafadan bir ses çıktı ama herkes yukarıdaki satırları görmezden gelmeyi tercih etti...

Televizyonda ahkâm kesen “stratejler ve uzmanlar” bu konuya girmedi bile...

Sonuçta BDP, pakete destek vermek için istediği şartları dün açıkladı:

“Anayasanın başlangıç maddeleri değişsin, seçim barajı yüzde 3 olsun!”

***


Eğer 330 AKP’liyi bulamazsınız, buyurun gidin referanduma!


MUSTAFA MUTLU


Millet bunu mu istedi?


BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın dün Yerel Yönetim Sempozyumu’nda yaptığı konuşmadan önceki ayları ve yılları eğer Türkiye’de geçirmemiş biri olsaydık, bayağı sevinirdik.

Öyle ya... Milletimizin “Bu Anayasa değişmelidir” dediğini öğrenen siyasi iktidar “Öncekiler gibi durumu idare etmektense risk alıp hemen harekete geçmiş”miş.


Başbakan öyle diyor ama maalesef gerçekler öyle demiyor.

Nitekim cümle âlem, Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olduğu 15 Mart 2003 tarihinden önce bu Anayasa’nın tam 15 kere değiştirildiğini, bunlardan örneğin 2001 tarihli yani Bülent Ecevit’in başında olduğu Koalisyon hükümeti döneminde kabul edilen 4709 sayılı değişiklikle 34 maddenin Avrupa Birliği standartlarıyla uyumlu hale getirildiğini biliyor.

Dahası... Yürürlükteki Anayasa’nın yine de değiştirilmesi gereken hükümlerinin bulunduğu, örneğin Cumhurbaşkanı yetkilerinin “demokratik parlamenter sistem”in gereklerine göre azaltılması gerektiği, milletvekili dokunulmazlıkları başta olmak üzere sistem içindeki tüm “dokunulmazlık” zırhlarının gözden geçirilmesi gerektiği de Erdoğan’ın Başbakanlık sorumluluğu üstlendiği tarihten beri belki bin defa (belki on bin defa) dile getirilmiştir.

İşin tuhafı, milletvekili dokunulmazlığını demokratik sisteme uygun hale getirmeye kamuoyu önünde söz veren kişi bugünkü Başbakan Tayyip Erdoğan’dır. Öteki kurum ve kişilere sağlanmış dokunulmazlıkları da ele almak gerektiğini her fırsatta tekrarlayan da, bugünkü Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’tir.

Nedense bu konudaki vaat ve sözlerini unutan, o nedenle gündemdeki Anayasa değişikliği paketi içinde dokunulmazlıklarla ilgili hüküm koymayan da onlardır.

Gerçek bu kadar açık iken Başbakan Erdoğan’ın herkesin gözünün içine baka baka, “Statükoya boyun eğer, ağır sorumlulukların, ağır yüklerin altına girmeyebilirdik. ‘Böyle gelmiş, böyle gitsin’ anlayışıyla yolumuza devam edebilirdik” demesini açıklayabilir misiniz?

Başbakan’ın ilginç bir mantığı var:

Hem bu Anayasa’yı muhalefetle uzlaşarak değiştirmeye çalıştıklarını söylüyor hem de kendi arkadaşlarının birkaç ayda hazırladığı taslağın bir hafta on gün içinde yapılan eleştiriler ışında değiştirilmesine ihtiyaç duymasının ne anlama geldiği üzerinde durmuyor.

Öyle ya... Siz iki ayda hazırlayacaksınız. Sonra o iki ayda inşa ettiğiniz metnin ne kadar çürük ve zayıf taraflarının olduğu bir fiske vurunca ortaya çıkacak. Ama muhalefet “Böyle dayatma mantığı ile karşımıza getirilen metni biz kabul etmeyiz” deyince kızacaksınız.

Sizin iki ayda olgunlaştıramadığınız metni muhalefetin iki haftada olgunlaştıracağı anlamına gelen koşulunuz, çelişkinizi göstermiyor mu?

Kaldı ki bu taslak içindeki birkaç adet ayrıntıyı gösterip yapılanı “demokratikleşme” adımı diye yutturmaya kalkanı, bu iktidara bir yerinden bağlanmamış hiç kimse kabul etmiyor. Öyle ya... Hem hukuk devletinin temel güvencesi olan yargıyı iktidara daha da bağımlı hale getirmeye çalışıp hem de “yargı reformu”ndan söz edene niye inanalım ki?

OKTAY EKŞİ



Enişte Saçmaladı

Milli Enişte Joost Lagendijk, pazar günü Radikal’de AKP’nin anayasa taslağını eleştirenlere hitaben “İki yüzlülüğü bırakın” diye bir yazı yazdı.
İki yüzlü dediği AKP’nin anayasa taslağını eleştiren çoğunluk...
Kendisi bu eleştirilerden çok yorulmuş! Diyor ki:
“Türkiye Anayasası için önerilen değişikliklerle ilgili tartışmada hüküm süren onca samimiyetsizlik ve iki yüzlülükten bıkmış yorulmuş durumdayım.”
Vah yazık...
Yazısında taslaktaki iki maddeyi örnek alıyor. Pek demokratikmiş parti kapatma maddesi. HSYK ile ilgili yapılanmanın “bariz bir yetki gaspı ve yargıçları etki altına alma planından ibaret” olduğu iddiası da yanlış... Enişte yana yakıla şöyle diyor:
“Bütün karşıtlar reformlardan yana olduğunu iddia ediyor, fakat AKP’ninkileri istemiyor. Bununla birlikte, neyi değiştirmek isteyeceklerini veya mevcut anayasanın neresini sorunlu bulduklarını hiçbiri açıkça söylemiyor.”
Enişte belli ki medyayı pek izlemiyor. İzleseydi hukukçuların, aydınların, sendikaların, işverenlerin neyin nasıl değişmesi konusundaki karşı önerilerini bol bol duymuş olurdu. Belki de duydu ama yandaşlık psikolojisi ağır basıyor.
CHP Milletvekili Onur Öymen, Lagendijk’ı Ortak Parlamento Eşbaşkanlığı sırasında Avrupa Parlamentosu’ndaki odasında ziyaret ettiklerini anlatırken şöyle demişti:
“Odasının bir duvarında Tayyip Erdoğan’ı futbolcu kıyafetiyle gösteren bir afiş vardı. Kendisine sohbet arasında lisanı münasiple Eşbaşkanlık gibi görevlerin tarafsızlık gerektirdiğini anlattık...”
O gün tarafsız olmayan Joost’un bugün olması için hiç sebep yok.



Vatandaşa anayasa değişikliğinin referanduma götürülmesi hakkında ne düşündüğünü sormuşlar, “Yüce Divan’dan kaçmak için milli iradeden yardım isteniyor” demiş...
Haldun Ertem


Zahid’e yakıştı(mı?)
Eski RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın belge tahrif etmek gibi kötü bir alışkanlığı var. Son örneği mi?
Efendim, bilindiği üzere bu arkadaş geçenlerde eski RTÜK daire başkanlarından Dr. Cengiz Özdiker’le ilgili Danıştay ve idare mahkeme kararlarını uygulamadığı için 2.5 yıl hapse mahkûm oldu. Bu davanın görülmesi sırasında ilginç bir olay yaşandı. Duruşmaların gidişatından mahkûm olacağını anlayan Zahid Akman, mahkemeye, Cengiz Özdiker’in görevden alınmasına muhalefet şerhi koyduğunu gösteren resmi bir belge gönderdi. Mahkeme, yapılan itiraz üzerine, belgenin orijinalinde böyle bir muhalefet şerhi bulunmadığını... Kendisine tahrif edilmiş belge gönderildiğini tespit etti... Mahkeme 2.5 yıla mahkum ettiği Akman için bir de bu nedenle suç duyurusunda bulundu.
Zahid Akman bu tür suçları göze alabildiğine göre arkasındaki desteğin çok kuvvetli olduğunu hissediyor kuşkusuz...
Peki neden kuvvetli arkasındaki destek?
Acaba Almanya’daki Fener’den AKP’ye para geldiği saptanırsa bu durum başlı başına kapatma nedeni olacağı için mi? Neden?

MELİH AŞIK

Resim


Sorgulamaya Başsavcılık izin vermemiş


ALMANYA’da açılan ikinci Deniz Feneri e. V. Davası ile ilgili olarak, Alman savcılara gerekli iznin verilmediğini yazmıştım.

Yazımda iznin Adalet Bakanlığı tarafından verilmediğini, gazete haberlerine dayanarak belirtmiştim.

Dün Adalet Bakanlığı’ndan bu konuyla ilgili bir açıklama aldım.

Bakanlık, Frankfurt am Main Bölgesel Mahkemesi Savcılığı’nın adli yardımlaşma talebiyle ilgili işlemleri yürütme yetkisinin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na ait olduğunu, bakanlığın görevinin evrakın iletilmesinden ibaret olduğunu belirtiyor.

Bakanlık, bu görevini zamanında yerine getirdiğini vurguluyor.

Alman savcılara sorgulama izni verme yetkisine sahip olan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı böyle bir izin vermeye gerek görmemiş.

Başsavcılığın 20 Ekim 2009 tarihli yazısında “Savcı Kertsin Latz, Başkomiser Alexander Böhn ve Adliye Müfettişi Tanya Jacop’un, Türkiye’de yapılacak hukuki işlemlere dahil edilmesi, hazırlanan soru kataloğundan zanlılara ve şahitlere soru sormalarına izin verilmesi talebinde bulunulmuş ise de bu talep tarafımızca uygun bulunmamaktadır” deniliyor.

Adalet Bakanlığı açıklamasında Deniz Feneri e. V. ile ilgili Alman ve Türk adli makamlarından gelen her türlü talebin zamanında ilgili yerlere iletildiği de belirtiliyor.

Bu durumda Adalet Bakanlığı’nı “haksız” olarak suçladığımı kabul etmem gerekiyor.

Elbette Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bu izni neden vermediğini merak etmeye devam edeceğim.

Türk işçilerinin yardım duygularını sömürerek, büyük bir dolandırıcılığa karışanların, Türkiye’de ve Almanya’da ortaya çıkarılmasını sağlamak onların görevidir.

Ankara’da yürütülen soruşturmanın neden bu kadar uzadığını da merak etmeye devam ediyorum.

Resim


Adamına göre muamele devleti

ADANA Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak görevinden alındı.

Gerekçe, hakkındaki iddialar ile ilgili olarak açılan “soruşturmanın selameti”!

Biliyorsunuz Aytaç Durak, hakkında 45 ayrı rüşvet ve yolsuzluk iddiası var. Soruşturma açılması da, soruşturma tamamlanana kadar görevden alınması da doğru bir uygulama.

Ama şunu da iyi biliyoruz ki Aytaç Durak AKP’de iken de bu tür suçlamalara maruz kalmıştı, hakkında soruşturma bile açılmamıştı.

Yine AKP’de olsaydı, aynı durum geçerli olacaktı.

Şu anda AKP’li birçok belediyede ve AKP’nin atadığı bürokratlarla ilgili olarak benzeri iddialar sıkça ortaya atılıyor ama bir soruşturma açıldığına hiç tanık olmuyoruz.

Soruşturma açılmadığı için de kimse “soruşturmanın selameti” gerekçesiyle görevden alınmıyor.

Hiç kuşku yok ki Aytaç Durak, bu seçimlerde AKP adaylığını kaybetmiş olmanın bedelini ödüyor.

Hükümet yolsuzluklarla mücadelede gerçekten samimi olsa benzer durumlarda benzer uygulamalar içinde olurdu.

“Hukuk devleti” dediğimiz şey de budur zaten. Kanun uygulamalarının kişilere, mensup oldukları gruplara, partilere göre değişmemesinden söz ediyorum!

MEHMET Y. YILMAZ


Resim


Anayasa değişiklikleri ile halkın sıkıntısı azalacak mı?

İktidar ve yandaşları anayasa değişikliği paketini cansiparane savunup bir yandan “hukuk, demokrasi, sivilleşme, darbeye karşı” sloganları atarken diğer yandan da “Önümüze hep engeller çıkardıkları için ekonomik sıkıntılarınız devam ediyor” propagandası yapıyor.

DSP İstanbul milletvekili Süleyman Yağız, buradan yola çıkarak yeni paketin halkın sıkıntılarına ne çapta çözüm bulacağını sormuş Başbakan’a.

Bakın Yağız 30 maddelik soru önergesinde hangi konulara değinmiş:

“Partiniz milletvekilleri tarafından hazırlandığı söylenen Anayasa değişikliği taslağında yer alan öneriler, halkımızın yaşamsal derecedeki sorunlarına çözüm getirip getirmeyeceği sorusunu beraberinde gündeme getirmiştir. Bu bağlamda sormak istiyorum:

1- Anayasa değişlikleri gerçekleştiği zaman işsizliğin durumu ne olacaktır? Kaç işsize iş olanağı sağlanacaktır? İşsizlik oranı hangi seviyelere inecektir?

2- Evine taze ekmek bile götüremeyen kaç yoksulun derdine çare bulunacaktır?

3- Ev kirasını veremeyen kaç kiracının sorunu çözülecektir?

4- Emeklileri sefalete mahkûm eden maaşları artırılacak mıdır?

5- İşçilerin ve memurların gelirleri arasındaki adaletsizlikler giderilecek ve ücretleri insan gibi yaşanılacak seviyeye çıkarılacak mıdır?

6- Tarladaki ırgatların yevmiyelerinde artış sağlanacak mıdır?

7- Bakkalların, çoğalan ve yayılan marketler yüzünden giderek büyüyen sorunları çözülecek midir?

8- Diğer küçük esnaf ve sanatkârın, küçük ve orta ölçekli işletmelerin sorunlarına ne tür çözümler getirilmiş olacaktır?

9- Banka ve bakkal borcunu ödeyemeyen ya da ödeme zorluğu çeken kaç yurttaşımızın sorunu çözülecektir?

10- Köylünün, çiftçinin sorunları çözülecek midir?

11- Geçinebilmek için ‘hangi iş olsa yapan’ öğretmenlerin sıkıntıları giderilecek midir?

12- İşsiz öğretmenlere öğretmenlik yapma olanağı sağlanacak mıdır?

13- Kaç yeni işyeri açılacaktır?

14- Kaç yeni yatırım yapılacaktır?

15- Ne kadar üretim artışı sağlanacaktır?

16- Ekonomik büyüme hızı ne kadar artacaktır?

17- Ülkemizin 500 milyar dolara yaklaşan borcu ne kadar azalacaktır?

18- Kayıt dışı ekonomi kayda alınmış olacak mıdır?

19- Eğitimde, sağlıkta ve diğer alanlarda sorunlar en aza indirilecek midir?

20- Adaletsizliklere, haksızlıklara, torpile ve tüm kayırmacılıklara son verilecek midir?

21- Kriz yüzünden işini kaybedenlere yeni iş olanağı sağlanacak mıdır?

22- Krizin artırdığı iflas ve intiharlar önlenmiş olacak mıdır?

23- Bölücü terör sona erecek midir?

24- Sokak çocukları sokaklardan kurtarılacak mıdır?

25- Töre cinayetleri, kayıplar ve kaçaklar sorununa çözüm getirilmiş olacak mıdır?

26- ‘Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal, hukuk devletidir’ ilkesinin kararlılıkla devam etmesi sağlanacak mıdır?

27- Darbe ve cunta iddiaları sona erecek midir?

28- Herkes kendini daha özgür hissedecek midir?

29- Kimse geleceğinden endişe etmeyecek midir?

30- Ülkemizin bütünlüğü ve ulusumuzun birliği daha güvenli olacak mıdır?”

***


Tamam iyi güzel de...

Adana Belediye Başkanı açığa alındı. Hiç itirazım yok. 80’li yıllardan beri Adana Belediyesi’nin başında olan ve her seferinde parti değiştirerek koltuğunu koruyan Aytaç Durak hakkında pek çok iddia vardı.

Mustafa Mutlu’nun ateşi yakması Vatan’ın da ısrarlı biçimde olayın üzerine gitmesi üzerine Durak hakkındaki iddialar da ortalığa saçıldı. Durak iddiaları reddetti ve gidip hakkında suç duyurusunda bulundu.

Buna bakarak Durak’ın gerçekten çok dürüst olduğunu da, bir tür kabadayılık yaptığını da düşünebilirsiniz.

Tüm bunlara rağmen ortada somut bir gerçek var: Durak hakkında iddialar var ama henüz hiçbir konuda suçlanmadı, hakkında dava açılmadı ve hüküm giymedi. Buna karşın İçişleri Bakanlığı Durak’ı görevden aldı.

Bakanlığın elbette böyle bir yetkisi var. Ama bu yetki sadece Durak için kullanılınca insanın kafası karışıyor. hakkında hüküm olmayan bir belediye başkanı iddialar nedeniyle görevden alınabiliyorsa, benzer durumda olan diğer belediyelere de dokunulması gerekmiyor mu?

Ankara, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanları hakkında bir yığın iddia, hatta açılmış dava var. Yine ilçe belediyelerindeki yolsuzluk söylentileri de her gün gazete sayfalarında. Edirne’de hüküm giymiş bir başkan var, makamında oturuyor.

Eğer İçişleri Bakanlığı bu kadar cevvalse, benzer iddialarla karşılaşan birçok belediye başkanına el çektirmek durumundadır.

Uygulama sadece Adana ile sınırlanırsa bunun adı sadece siyasi şov ve bir tür intikam alma operasyonu olur. Hatırlayın, Durak bir dönem önce AKP’den seçilmişti.


Başbakan, Anayasa paketi için, “Değişiklik hap gibi” demiş. Anlaşılan önce Meclis’te, olmadı referandumda millete hapı yutturmaya çalışacaklar!

(Gani Yıldız)

CAN ATAKLI

Resim


ANAYASA 'hap' olacak

Ne yapacağımı bilmiyorum.. Başbakan referandum ‘hap’ gibi olacak dedi, son noktayı koydu.. Tablet gibi hepsi bir arada..
Ne yapacağız?
*
12 Eylül darbecilerini koruyan geçici 15 maddenin kaldırılmasını istiyorum..
Asker kişilere sivil yargı yolunun açılmasını destekliyorum..
Sivillere askeri mahkeme yolu kapatılsın diyorum..
Yüksek Askeri Şûra kararlarına yargı yolu açılsın diyorum..
Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına yargı denetimi getirilmesine taraftarım..
Parti kapatmaya karşıyım..
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruyu destekliyorum..
Kadın, çocuk ve engellilere pozitif ayrımcılık anlayışını alkışlıyorum..
Ombudsmanlık kurumunu istiyorum..
Memura toplu sözleşme hakkı iyi, keşke grev hakkı da verilseydi diyorum..
Evet mi demeliyim?
*
Ama, Anayasa Mahkemesi ile HSYK’nın yapısının yeni şeklini sakıncalı buluyorum..
Hâkim ve Savcılar için getirilen seçim sistemini tutmadım..
O işte acayip hinlik olduğunu düşünüyorum..
Anayasa’ya göre sorumsuz olan Cumhurbaşkanı’na bu kadar fazla resen atama yetkisi verilmesinden de rahatsızım..
Seçimle gelen sorumsuz ama geniş yetkili Cumhurbaşkanı modeli olmaz!..
Olsa olsa Saddam modeli, Esad modeli, Mübarek modeli olur..
Hayır mı demeliyim?
*
Anayasa dediğin şey çok konulu bir temel metindir, tümüne ya evet dersin ya hayır yaklaşımını demokratik bulmuyorum..
Hele hele Başbakan’ın; ‘her maddenin tek tek oylamaya sunulması referandum anlayışına terstir’ sözüne hiç katılmıyorum..
Referandum denen hadise belli bir konuda seçmene fikrini sormaktır..
Alakasız meseleleri kâseye atıp, seçmenin önüne aşure gibi koymak değildir..
*
Boşuna debeleniyorum.. Başbakan, vekiller zaten tek tek oylayacak, asillere ne gerek var demeye getirdi..
Anayasa milletin önüne hap gibi konulacakmış!
*
25-30 maddeden oluşan ‘hap’ gövdeli olur.. Boğazdan tak diye geçip lüppedek mideye zor iner..
Ben ‘hap’ yutmasını sevmem..
Üçüncü boğumda takılır, nefessiz kalırım diye korkarım..
Ne yapsam acep!



Demokratız dediysek o kadar uzun boylu değil!..
Kendilerini liberal demokrat diye tanımlayanlar şu yüzde 10 meselesine girmiyorlar..
Nedeni belli oldu..
‘Sözde ulusalcı laikler’ yüzde 10 barajını aşağıya indirterek Ak Parti’nin tek başına iktidarını engellemeye çalışıyorlarmış..
Bu nedenle karşılarmış..
Demokrasi mi, AKP iktidarı mı denilince tabii ki AKP’nin iktidar olması diyorlar..
Temsilde adalet falan gazoz..
Önemli olan AKP!..
*
Şöyle bir hikâye de uydurmuşlar.. 1982’de yüzde 10 barajı o günün Milli Görüşçülerinin, bugünün muhafazakârlarının önünü kesmek için konulmuş..
Pes!..
Tam tersi, 12 Eylül rejimi Milli Görüşçülerin önünü açtı, yol verdi..
Gerçek şu.. Yüzde 10 barajı, sandıktan, generallere yakın tek parti iktidarı çıksın diye konuldu.. Bu yüzden üç parti seçime sokuldu..
Daha sonra Kürtlerin parti olarak Meclis’e girmesini engelliyor diye kimse el sürmedi..
*
Diyorlar ki; Kürtler bağımsız vekil formülüyle yüzde 10 engelini aşmanın formülünü bulduğuna göre baraj kalsın..
Aslında demek istedikleri şu.. Demokratız dediysek, o kadar uzun boylu değil! AKP’nin çıkarı daha mühim..

MEHMET TEZKAN


Samimiyet çok önemli

HAYAT kişiler içinde, kurumlar içinde samimi olmayı gerektirir. Aksi takdirde başarısızlık ve mutsuzluk kaçınılmazdır. Samimiyet, kalbi ve doğal olmaktır. Ancak, kişiler ve kurumlar genellikle çıkarları için ve geçmişin etkisi ile gayrı samimi davranırlar. Amacım samimiyet konusunda felsefi bir yazı yazmak değil, buradan yola çıkarak siyasette de bu önemli kriterin gerekliliğini anlatmak. Özellikle Anayasa taslağı konusunda samimiyetin çok önemli olduğunu göstermek... Zaten samimiyet mutlaka hukukta da olması gereken bir genel ilke. AKP ve hazırlanan Anayasa taslağı konusunda AKP'yi destekleyenler samimi değiller. Hem çıkar gözeterek hazırlanmış, hem de geçmişin esiri olmuş bir anlayışın ürünü. Benzer şeyleri taslağa muhalefet edenlerin çoğu için de söylemek mümkün. İnanın AKP muhalefette olsa böyle bir taslak için ortalığı yıkardı. Muhalefet de iktidarda olsaydı benzer bir taslak hazırlayabilirdi.
20. Yüzyılın en bilinen mistiklerinden Osho 'Farkındalık' * adlı eserde şöyle demiş;
'Bilgili insan dünyadaki en kör kişidir. Çünkü bilgisiyle hareket eder, durumun ne olduğunu görmez. Mekanik olarak işlemeye devam eder. Bir şey öğrenmiştir; onun içindeki kullanıma hazır bir mekanizma haline gelmiştir o ve ona göre hareket eder.'
Az mı tartıştık?
YANİ samimiyetimizi, doğal olmamızı ve doğruyu bulmamızı engelleyen olay aynı zamanda yaşam içersinde edindiğimiz doğru-yanlış bilgilerdir. Hele buna bir de çıkar karıştırırsak ki mutlaka karıştırırız, çizgimiz iyice bozulur.
Yıllardır Anayasa tartışıyoruz. Şimdiye kadar öncelikle tartıştığımız ve sivil ve çağdaş bir anayasada olmasını arzu ettiğimiz konular nelerdi? Dokunulmazlıklar, Cumhurbaşkanının yetkilerinin fazlalığı, Başkanlık veya yarı başkanlık sistemi, temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, seçim barajının yüksekliği, siyasi partilere işbirliği yapma konusunda hak tanınması, Yargının bağımsızlığı, Türkiye milletvekilliğinin getirilmesi gibi konular değil miydi? Hele dokunulmazlık ve cumhurbaşkanı yetkilerini veya başkanlık sistemini az mı tartıştık?
AKP'nin samimiyetsizliği
PEKİ nerede bu konular? Nereden çıktı bu parti kapatmayı imkansızlaştırma ve yüksek yargıyı yeniden düzenleme maddeleri? Tabi ki AKP çıkarları bunu gerektirdiği için öncelikler değişti. Çok anormal değil, bana göre makul, ama bu tasarıyı bir sivil anayasa taslağı, tartışılmaz bir metin yapmaz değil mi? İşte AKP'nin samimi olmadığı yerlerden biri bu. Doğrudan kendini savunmaya çalıştığını veya yargıyı kontrol etmek istediğini söylemiyor ama bunlarla ilgili maddeleri bir hukuk harikası imiş gibi yutturmaya çalışıyor... İşte buna tek kelime ile samimiyetsizlik denir.
AKP'nin samimiyetsizliğinin bir diğer nedeni geçmişten gelen ve yanlış olabilen bilgileridir. AKP zihniyeti son 8 yıldır iktidarda, diğer yandan da mahalli idareler yoluyla 15-20 yıldır iktidarda. Buralarda edindiği yanlış bilgiler, geçmişlerine esir olma samimiyetsizliklerinin bir diğer nedeni. Kompleks oluşturan geçmişin yansımaları...
Şimdi oturup AKP'nin kapatılmasını engelleyen ama kuvvetler ayrılığı prensibini ihlal etmeyen bir taslak üzerinde uzlaşalım diyeceğim, ama aylar önce birkaç kez yazdığım gibi AKP bu tasarıyı getirerek kavga ve kutuplaşma yaratmak ve buradan da taraftarını sürü psikolojisi ile tutmak istiyor. Önerim boşuna olacak.
Ancak unutulmamalıdır ki samimi olmayan her kişi ve kurum yıpranmaya mahkumdur.

BÜLENT KUŞOĞLU


Resim

Bile Bile Lades


Görünen köyün kılavuz istemediğini siyasal alanda da doğrulayan bir hafta başlıyor.

Sözüm ona AKP’li milletvekillerinin hazırlayıp imzaladığı anayasa değişikliği, iktidar partisinin çoğunlukta olduğu TBMM Anayasa Komisyonu’nda tartışmaya başlanacak.

Bu arada kimi sivil toplum örgütlerinin olası mitingleri… muhalefet partilerinin toplumu uyandırmaya, iktidara gerçekleri göstermeye çabalayan açıklamaları, demeçleri… TV’lerde tartışmalı açık oturumlar…

Meclis genel kurulunda sık sık izlenen manzaralar yine izlenecek ve sonra… dağın ardında bir umut:

Hidayete eren kimi AKP’li milletvekillerinin karşıoylarıyla HSYK ve Anayasa Mahkemesi’yle ilgili maddelerin oylaması 330’un altında sonuçlanır ve ülkeyi çıkmaz sokağa iten bu maddeler düşer!

***

RTE’nin Türkiye’yi, laik rejimi nereye götürmek istediğini medya da, sivil toplum örgütleri de, muhalefet de pekâlâ bilmesine biliyor da… bilmezlikten geliyor; ellerinden geldiğince eleştiriyorlar, direniyorlar.

Demokrasi kılıfına, demokrasi siperine giren Başbakan, eleştirenlerin, direnenlerin gözlerinin içine bakarak hedefine adım adım ilerliyor.

CHP ve MHP, taslağı AKP Anayasası diye değerlendiriyor, yorumluyorlar.

RTE’nin artık saklanacak yanı kalmayan asıl hedefini açık seçik ifadelerle neden söylemiyorlar? Her şey ortada.

Lider kadroları dışında siyasal sorumluluk üstlenenler, kimi milletvekilleri, örneğin CHP Yalova Milletvekili Muharrem İnce, bir il kongresinde gerçeği olduğu gibi... hukuksal siyasal kimi söylemlerle saptırmadan açıklıyor:

“…Türkiye’de sivil toplum örgütleri, bilim kuralları, özel kuruluşlar, TRT, (medyayı da katması gerek), parlamento, Çankaya, Genelkurmay gitti.

Bir tek yargı kaldı. Yargı da gitti mi?... Çember tamam” diyor.

Liderler de bu durumu elbette görüyor, biliyorlar ama, açıklamıyorlar: Bile bile lades!

***

Muharrem İnce, RTE’nin çok sevdiği sık sık ya tek başına ya da yalaka ses sanatkârları ile birlikte söylediği “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısını alaylı eleştirisel biçime dönüştürmüş, söylüyor:

“Yüce Divan sarmış dört bir yanımı / Bıraktığım her yerde yargıçlar duruyor / Ben seni düşünmek istemesem de / bana her şey bunu hatırlatıyor / Beraber ıslandık Arınç’ın gözyaşlarında / Şimdi dinlediğim tüm telefonlar / bana yolun sonunu hatırlatıyor”.

***

Oysa Orhon Arıburnu’nun ünlü “İp” şiirindeki “İki cambaz bir ipte oynamaz/ Bir ipte bir sürü cambaz” dizeleri yıllar sonra değişti. Şimdi bir ipte tek bir cambaz!

Ya da Aziz Nesin’in bir şiirindeki şu dizeler hâlâ canlı. Günümüzün yandaş, yalaka basınına, kimi hukukçularına, kimi bilim adamlarına yakışmıyor mu:

“Her makamdan çalmalı, köçekçe ağır aksak / Uymalı curcunaya, hariçten gazel yasak / Yapma sakın parazit / Başka yaşanmaz ağzımızla kuş tutsak / Oğlumun adı Raşit / Ne söyle, ne işit.”

***

AKP, değişiklik paketini buradaki yabancı basın temsilcilerine de anlatmış.

Yabancı gazetecilerin soruları Türkiye’de laik-antilaik çatışması olup olmadığı konusunda yoğunlaşmış.

AKP heyeti soruya verdiği yanıtta: demokratik bir ülkede laiklikle demokrasinin birbirini tamamladığı… “Türkiye’deki esas zihniyet farklılığının bürokratik cumhuriyetten yana olanlarla demokratik cumhuriyeti (AKP) arzu edenler ve bunu gerçekleştirmek isteyenler arasında olduğunu” anlatmış.

Bu iktidar döneminde laikliğin altının nasıl oyulduğunu izleyen yabancı gazeteciler, AKP açıklamalarını dinlemişlerdir elbette...

….Ne var ki onlar bizimkiler gibi belleklerinde saklamazlar gördüklerini, düşüncelerini, yorumlarını... Sakınmadan yazarlar!


CÜNEYT ARCAYÜREK
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Sal Mar 30, 2010 15:44

Resim


SANATÇI...

Levent Kırca açılım toplantısına neden katılmadığını canlı yayında açıkladı.


NTV ekranlarında yayınlanan Canlı Gazete programına konuk olan tiyatrocu Levent Kırca AKP'nin açılım toplantısına katılmama nedenini açıkladı.

TÜRK ORDUSU SUÇSUZ YERE İÇERİDE

Bakanın kendisini bizzat aradığını söyleyen Kırca, toplantıya katılmama nedenine: ''Türk ordusu suçsuz yere içeride, aydını, profesörü içeride, savcısı, hakimi içeride, işçi sokakta, grevde, memur açlıktan sürünüyor. Ben bu yaklaşımları tasvip etmiyorum'' sözleriyle açıklık getirdi.

Yapılan toplantının bir şov haline dönüştüğünü ifade eden Kırca, yakın çevresinden bazı insanların bu kahvaltıya giden arkadaşlarını kınadığını söyledi.

haberiniz.com
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Çrş Mar 31, 2010 6:30

31 MART 2010

Resim

PKK .......... serbest

CHP bayrağı yasak!




CHP’nin Bolu İl Başkanlığı, il örgütünün kongresine katılmak için Bolu’ya giden Deniz Baykal’ın geçeceği yollara CHP bayrakları asmış...

AKP’li Belediye de Kabahatler Kanunu’na dayanarak, CHP’ye 143 TL para cezası kesmiş...

Bir ülke düşünün ki; terör örgütünün bayrakları tüm meydanlarda çarşaf gibi açılıyor...

Bölücübaşının posterleri binalardan sarkıtılıyor...

Ama...

Ana muhalefet partisinin bayrağı asılınca bu, “kabahat” oluyor!

Yıllardır teröristleri ve din tacirlerini savunan liboş arkadaşlar:

CHP’ye yapılan bu haksızlığa da karşı çıkacak mısınız?

MUSTAFA MUTLU




Taşın altında kalmak da var!


Buna, 'Kör kör parmağım gözüne' derler.
Anayasa değişikliğinin amacını artık sağır sultan bile biliyor.
Değişiklik taslağını hazırlayanlar, kapı kapı dolaşıp, muhalefet partilerinin ve sivil toplum örgütlerinin görüş ve önerilerini aldılar.
Bu görüş ve öneriler doğrultusunda, taslakta güya değişiklik yapacaklardı.
Güya her görüş ve öneriyi özenle not ediyorlardı.
Hatta NTV'de Çiğdem Anad'ın bir programında, AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, izleyicilerin gözlerinin içine baka baka, eleştiriler doğrultusunda değişiklikler yapacaklarına söz vermişti.
Biz de, 'AKP, gerçek bir samimiyet testinden geçiyor' demiştik.
Ne samimiyeti? Hangi samimiyet?
İki cihan bir araya gelse, 'Dediğim dedik, yaptığım yaptık' inadından vazgeçiremez bunları.
Anayasa değişikliğinin paket halinde referanduma sunulacak olması, yoğun eleştiri almıyor muydu?
Başbakan ne diyor:
'Tek tek oylama referandum mantığına aykırıdır. Biz bunu bir tablet, bir hap gibi sunuyoruz.'
Başbakanımız ne çok şey biliyor yahu. Cumhurbaşkanı, hukukçu ve siyaset bilimcileri Çankaya Köşkü'nde niye topluyor ki? Hiçbir hukukçu ve siyaset bilimcinin, hatta 93 yaşındaki ünlü Fransız hukuk uzmanı ve siyaset bilimci Maurice Duverger'in, Başbakan'ın eline su dökemeyeceğini bilmiyor mu?
Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, maddelerin tek tek referanduma sunulması için pratik bir yöntem önermişti. O yöntem de mi referandum mantığına aykırı?
Demek ki bizim okuduğumuz kitaplar ile Sayın Başbakan'ın okuduğu kitaplar çok farklı. Bizim okuduğumuz kitapların hiçbirinde, Başbakan'ın iddia ettiği şekilde referandum mantığına aykırılıktan söz edilmiyor.
*
Başbakan'In, 'Referanduma hap gibi sunacağız' dediği değişikik taslağında, 'Kör kör parmağım gözüne' mantığını bile kat be kat aşan gariplikler vardı.
Mesela, Cumhurbaşkanı'nın, Anayasa Mahkemesi raportörlerini Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeliğine ataması öngörülüyordu.
Yani, Osman Can'ı...
Mesela, Cumhurbaşkanı'nın, yüksek okul mezunu halktan iki kişiyi Anayasa Mahkemesi üyeliğine ataması öngörülüyordu.
Yani,Taha Akyol, bunlardan biri olamaz mıydı?
Halk arasında bile isimler telaffuz edilmeye ve anayasa değişikliğinin bazı kişiler için yapılmak istendiği iddia edilmeye başlanınca, bunlar taslaktan çıkarıldı.
Başbakan'a sorarsanız, 'Millet böyle istedi.'
Milletin ruhunu biliyor Sayın Başbakan!
*
'Biz bu taşın altına sadece elimizi değil, bedenimizi koyduk.'
Bu iddialı söz de Başbakan'a ait...
Kendine ya da referanduma çok güveniyor demek ki.
Ancak, güvendiği dağlara kar yağabilir.
Referanduma odaklanan Başbakan ve AKP'liler, anayasa değişikliği tasarısının Meclis'ten yüzde yüz geçeceğini umuyorlarsa yanılırlar.
Çünkü DTP, öyle köşeye sıkıştırdı AKP'yi ki, yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal...
Barış ve Demokrasi Partisi, anayasa değişikliğine destek vermek için, Anayasa'nın ilk üç maddesinin de değiştirilmesini, terörün suç olmaktan çıkarılmasını ve seçim barajının yüzde 3'e düşürülmesini şart koşuyor.
Bu şartı kabul etmenin, intihardan farkı yok.
Öyleyse BDP'den destek de yok.
Meclis'te 337 sandalyesi olan AKP, başka kime güveniyor?
En az 20-25 AKP milletvekilinin anayasa değişikliğine karşı olduğunu biliyoruz.
AKP, 330 sayısına ulaşabilecek mi?
Yoksa denize ulaşmak isterken, derede mi boğulacak?

SIRRI YÜKSEL CEBECİ





Darbeci-demokrat kriterleri..

Resim

Türkiye çok hızlı değişiyor.. Değiştiği için de her gün yeni kriterler geliyor..
Eski kavramlar gazoz oluyor..
Demokrat olmakla.. Ulusalcı darbeci diye yaftalanmanın şartları değişti..
Mesela şu yüzde 10 seçim barajı..
AKP’nin işine yarar diye düşünüp barajı destekliyorsan..
Bil ki demokratsın, özgürlükçüsün..
Baraj insin, temsilde adalet olsun.. Kürtler Meclis’e kendi partileriyle girsin diyorsan..
Dümen peşinde koşan sözde ulusalcısın..
*
Referandumda anayasa değişiklikleri önümüze ‘hap’ gibi gelsin, yutalım gitsin diyorsan..
Demokratsın..
Boğaz dokuz düğüm, bu kadar kalın hap takılır kalır.. Şunu tek tek yutalım diye itiraz ediyorsan..
12 Eylülcüsün!
*
Kararı millet versin ama topluca versin.. Paketteki maddeleri tek tek oylamak zaten referandum mantığına ters görüşüne gönlünü kaptırmışsan..
Özgürlükçüsün, demokratsın..
Madem halka gidiliyor, bırakın göstermelik olmasın halk dibine kadar karar versin.. İstediğini onaylasın, istediğini veto etsin dersen..
Darbe sevdalısı, ulusalcısın..
(Dikkat! Eskiden kriterler tam tersiydi.. Değişim dedikleri bu işte)



Bu da atama kriteri
Anayasa Mahkemesi’ne yedek üye atanması kelimenin tam anlamıyla hülle!..
Bundan sonra yapılacak atamaların göstergesi..
Meseleyi biliyorsunuz, raportör Alpaslan Altan bir ay önce Denizcilik Müsteşar Yardımcılığı’na getiriliyor.. Önceki günde ‘üst kademe yönetici’ kontenjanından yedek üyeliğe.. Anayasa değişirse, yedek üyeler asil üye olacak.. İş bitecek..
42 yaşındaki Altan 23 yıl görev yapacak..
Yeni Haşim Kılıç olacak!..
*
Meziyeti ne diyeceksiniz, ne yapmış?
AKP kapatılmasın diye rapor yazan Osman Can’a yardımcı olmak için kurulan komisyonda görev almış..
Daha ne olsun!..
En uzun süre görev yapacak asil üye olmak için yeterli kriter..
*
Demek ki yeni Anayasa Mahkemesi böyle oluşacak!..



Başbakan’a şapka çıkarmak lazım..

Kabul edelim, çok ustaca oynadı.. Akıllı bir hamleyle gündemi istediği şekle getirdi..
Almanya ile asıl sorunu unutturdu..
Bravo..
Mesele şu..
Almanya Başbakan’ı Merkel Türkiye gezisi öncesi bombayı patlattı.. Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık yeter dedi..
Eski görüşü ama Ankara gezisi öncesi söylemesi manidardı.. Demek ki gündem imtiyazlı ortaklık ile Rum gemilerine limanların açılması olacaktı..
O halde ikili görüşme bir hayli sert geçecekti..
*
Başbakan’ın hamlesi tam burada geldi.. Birdenbire Almanya’da Türk okulları açılmasını talep etti..
Alman Başbakan karşı çıktı; ‘Entegrasyona zarar verir. Almanya’da yaşayanlar Almanca bilmeli’ dedi..
Merkel, Erdoğan görüşmesi bu havada başladı.. Erdoğan’ın ‘Bu okullarda sadece Türkçe değil Almanca da olsun, çocuklar dillerini unutmasın’ deyince Merkel, ‘Neden olmasın?’ dedi..
İş tatlıya bağlandı..
İki başbakan görüşmeden mutlu çıktı..
TV haberlerine bakmışsınızdır, gazeteleri görmüşsünüzdür..
Manşetler ne?
Almanya’da Türk okulu..
İmtiyazlı ortaklık nerede?
Satır arasına düşmüş.. Başbakan o hamleyi yapmasa manşetler imtiyazlı ortaklık olacaktı, ilişkiler de acayip gergin..
Bu yüzden şapka çıkarmak gerek dedim..

MEHMET TEZKAN



Resim


Suçluların telaşı ve paniği içindeler


YIL 1953...

1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti, Meclis’te büyük çoğunluk elde etmişti.

Buna güvenerek “Her istediğimi yaparım, ülkeyi dilediğim gibi yönetirim” havasına girmişti.

Haksız İktisap Yasa Tasarısı’nı hazırlayıp Meclis’e getirmişti.

DP’nin amacı muhalefet partisi CHP’nin tüm mallarına el koymaktı.

Yasa görüşülmeye başlayınca CHP Genel Başkanı İsmet İnönü kürsüye çıktı ve yasayı eleştirmeye başladı.

DP milletvekilleri Paşa’nın konuşmasını protesto etmek amacıyla bağırıp çağırıyorlar, sıra kapaklarına vuruyorlardı.

Paşa’yı konuşturmamak için sürekli sataşıyorlardı.

İsmet Paşa birden konuşmasını kesti ve DP’lileri izlemeye başladı.

DP milletvekilleri de şaşırıp sustu.

O zaman Paşa mikrofona yaklaşıp şöyle dedi:

“Tarih kürsüsünden halinizi seyrediyorum. Suçluların telaşı içindesiniz. Işıktan korkuyorsunuz.”

Sonra da kürsüden inip salondan çıktı gitti.

CHP grubu da Paşa’yı izledi.


Bugün Türkiye’de milyonlarca insan her gün olup biteni tarih kürsüsünden değil ama televizyon ekranlarından izliyor.

Ve sağduyulu herkes şunu görüyor:

AKP’liler suçluların telaşı içinde büyük bir panik yaşıyorlar.

Anayasa’yı değiştirip yargı bağımsızlığını yok etmek için çırpınıp duruyorlar.

Çünkü yargılanmaktan korkuyorlar.

Başbakan önceki gün partisinin Yerel Yönetim Sempozyumu’nda yaptığı konuşmada şöyle dedi:

“Anayasa değişikliklerini hazırlayıp bunu bir hap gibi milletin huzuruna getiriyoruz.”

Böylece Başbakan Anayasa değişikliklerini referanduma toptan sunarak halka hapı yutturacaklarını itiraf etmiş oldu.



AKP iktidarı ülke yönetirken hukuk devletini, kuvvetler ayrılığını ve bağımsız yargıyı ayak bağı gibi görüyor.

Demokrasinin bu olmazlarının kendi iktidarını sınırladığına inanıyor.

Onun için hukuk devletini askıya almak, yasama ve yargıya egemen olmak ve kapanmaktan korunmak amacıyla kendi başına Anayasa’yı değiştirmeye çalışıyor.

Oysa anayasa milletin yazgısını belirleyen bir toplumsal sözleşmedir.

Bu sözleşme ancak ve ancak toplumun her kesiminin onaylayacağı bir uzlaşmayla gerçekleştirilebilir.

Geniş bir uzlaşmayla yapılmayan anayasaların uzun ömürlü olması olanaksızdır.

Çünkü onlar milletin anayasası olmaz, hazırlayan partinin anayasası olur.

AKP anayasası da bir iktidar değişimi kadar bir ömre sahip olacaktır.

Bu değişiklik sürecinde AKP bir uzlaşma değil bir dayatma anlayışıyla hareket etti.

Daha da düşündürücü olan AKP kendisi için yaşamsal gördüğü üç maddeyi geçirebilmek için bir sürü tuzak maddeleri soktu değişim paketine.

Onlarla paketi bir hap gibi halka yutturmak istiyor.

Bunu da demokrasi adına yapıyor.

İşin esas acı yanı, yandaş gazete ve yazarların bunun dev bir demokratik adım olduğu yolunda yemin billah ederek halkı kandırmaları.

Bunu yaparak hem kendilerini, hem de mesleklerini karalıyorlar.


TUFAN TÜRENÇ




Bu nasıl bir ‘uzlaşma’, anlayamadım


AKP’nin hazırladığı Anayasa değişikliği önerisi TBMM’ye getirildi.

Resim

TBMM’ye sunulan teklifte, daha önce açıklanan teklife oranla tek önemli değişiklik, Cumhurbaşkanı’nın Anayasa Mahkemesi’ne “iki sade vatandaş ataması” kuralının kaldırılması olmuş.

Haberlere göre bu değişiklikten vazgeçilmesinin nedeni Cumhurbaşkanı’nın bunu uygun görmemesi imiş.

Taslak daha ortaya çıkmadan önce de, taslak ortaya çıktıktan sonra da AKP sözcülerinden işittiğimiz şey “uzlaşma arayışı” idi.

Taslak açıklandığındın beri değişik çevrelerden bilim adamlarının, sivil toplum kuruluşlarının ve muhalefetin taslağa yönelik bazı eleştirileri oldu.

Ama taslakta değişen tek şey Cumhurbaşkanı’nın iki sade vatandaşı Anayasa Mahkemesi üyesi olarak seçmesinin kaldırılması oldu.

Yani “uzlaşma” arayan arkadaşlar sadece Cumhurbaşkanı ile uzlaşmış bulunuyorlar. Buna da hiç şaşırmadım.

Belli ki taslağa yönelik eleştiriler hiç dikkate alınmamış, muhtemelen okunmamış bile.

AB yetkililerinin de paylaştığı en önemli eleştiri, değişikliğin referanduma sunulması halinde oylamanın paketin tümü üzerine yapılacak olmasıydı.

Bu konudaki Venedik Komisyonu kararı da dikkate alınmamış.

TBMM’ye sunulan haline bakarak artık şunu söyleyebiliriz: Bu Anayasa değişikliği her yönüyle AKP’ye ait bir değişiklik olacak.

Yani toplumun önemli kesiminin benimsemediği, zorla dayatılmış bir değişiklik.

Üzerinde geniş bir uzlaşma olmayan bir değişikliğin Türkiye’yi nasıl sıkıntılara sokacağını da ileride birlikte yaşayacağız.



Bakla ağızda daha fazla duramadı



AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, geçen gün Yeni Şafak’ta yayımlanan söyleşisinde şöyle dedi:

“Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşumu ve işleyişi, yargıda kapalı devre bir kast sisteminin oluşmasına, yargıda imtiyazlı, ayrıcalıklı bir zümrenin oluşmasına imkân veriyor. Yapılmak istenen düzenleme, kapalı devre kast sisteminin işleyişine son vermektir.”

Başından beri bu değişiklik isteğinin yargıya müdahale etmek amacını taşıdığını söylüyoruz.

AKP sözcüleri ise değişikliğin geniş bir demokratik açılım için yapıldığını ileri sürüyorlar.

Değişiklik paketinin içine birbiriyle ilgisiz birçok konunun doldurulmasını eleştiriyoruz, bunun “asıl amacı” gizlemek için yapıldığını söylüyoruz.

AKP sözcüleri “Hayır” diyorlar.

Ama sonunda bakla ağızda durmuyor.

Bozdağ’ın sözleri, değişikliğin esasen yargıyı hedef aldığını çok güzel özetliyor.

Üzerine söylenecek söz bırakmıyor.


MEHMET Y. YILMAZ





ABD ve Ergenekon

Resim

Akşam gazetesi yazarı Nagehan Alçı, ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman ile konuşmuş.
Edelman konuşma sırasında AKP’nin AB’ye yönelik adımlarını yavaşlattığını söylüyor. Okuyoruz:
- Sizce bu adımlar devam etmiyor mu?
- Hayır, mesela eski Büyükelçi Morton Abramowitz’in Foreign Affairs’te geçen sonbahar yayımlanan makalesine bakın. Bazı sorular ortaya atıyordu, bende de benzer sorular var. “Hükümet hâlâ aynı yönde ilerliyor mu? Reform sürecine gereken önemi veriyor mu?” Mesela Ergenekon süreci var. ABD’de pek kimse anlamıyor bu davada neler olduğunu.
- Anlaşılmayan ne?
- Bazı gerçekler ortaya çıkıyor ama dava esas yürümesi gereken yoldan çıkıyor gibi. Ergenekon ile bağlantısı olacağı asla düşünülmeyen isimler gözaltına alınıyor örneğin.
- Örnek verebilir misiniz?
- Türkan Saylan... Başında bulunduğu kurum bizden destek alan bir kurum. Dünya Bankası fonlarından yararlanıyor. Onların bu davayla ne ilgisi olabilir?
- Ergenekon’un bir “arka ajandası var” iddiasına katılıyor musunuz?
- Bunu cevaplamak için ne olduğunu bilmek lazım. Bence artık daha fazla insanı alacaklarına durup, aldıklarının neden alındığı ile ilgili kanıtları açıklamaları gerek. Öyle olursa biz de başka bir amaç mı var yoksa salt suçları mı temizliyorlar, görürüz.
Türkiye’den binlerce mil ötede yaşayan Eric Edelman, ülkemizde sahnelenen Ergenekon sürecini bizim birçok vatandaştan daha sağduyulu yorumluyor. Tutuklamaların dayandığı kanıtlar konusunda kuşkulu. Bunu da ifade etmekten çekinmiyor. Ergenekon dış dünyaya artık farklı yansıyor.



Almanya’da okul
Türkiye ile Almanya arasındaki en büyük sorun meğer Türk liselerine izin verilmemesiymiş. Daha önce böyle bir sorunun varlığından haberdar olmamıştık. Yeni ortaya çıktı! Angela Merkel’in Türkiye gezisine bu okul sorunu damga vurdu. Gündeme ilk madde olarak girdi. Merkel, yaparız, ederiz diye meseleyi idare etti...
Almanya’da en büyük sorun Türk çocuklarının Almanca öğreniminde kendini gösterirken siz Türk okulları açmaya kalkışıyorsunuz. Almanlar bu mantığa nasıl akıl erdirsin? Acaba ısrar edilen Gülen okulu açılması mıdır? Şunu açıkça ortaya koysalar da millet öğrense...
Eski Almanya Büyükelçimiz Onur Öymen anlatıyor:
- Almanya’da ana babaları yeterince Almanca bilmediği için Almanca konuşamayan 30 bin çocuğumuz “Sonderschule” denilen öğrenme özürlüler okuluna gidiyor. Geri kalan çocuklarımız da Almanlara göre çok başarısız. Türk öğrencilerin üniversiteye giriş başarısı Almanların beşte biri düzeyinde. İlk çare çocukları iyi bir ana okulu eğitiminden geçirmek. Alman ana okulları ya pahalı ya kiliseye bağlı. Türk ana baba çocuğunu bu okullara göndermek istemiyor. Benim büyükelçiliğim sırasında vakıf kurduk, Türk - Alman karma ana okulları açmaya başladık. Öğrencilerin yarısı Türk yarısı Alman idi. Parasal desteği Almanlar sağlıyor öğretmenleri biz buluyorduk. Türk çocukları Almancayı ana dili gibi öğreniyordu. Bu okulların akıbetini bilmiyorum. Ama ele alınması gereken sorunlar bunlardır. Almanya’da Türk okulu açılması eğitim sorunları arasında son sırada bile yer almaz...”



Toslak
AKP heyeti anayasa taslağını koltuğuna alıp önce partileri sonra sivil toplum kuruluşlarını dolaştı. Her çaldıkları kapıda kendilerine “Dokunulmazlıkları kaldırın, seçim barajını indirin, cumhurbaşkanının yetkilerini azaltın, Anayasa Mahkemesi’ne hukukçu olmayan üye sokmayın, HSYK için yargıçlar arasında seçim düzenlemeyin” gibi nasihatlar verildi. Ne oldu? Hiç. İmam bildiğini okudu. Taslağa iki abuk ekleme yapıldı, TBMM’ye sevk edildi.
* * *
Bu arada bir gerçek kanıtlandı; AKP’nin anayasayı değiştirme ehliyeti olmadığı gibi böyle bir kültürü ve bilgisi de yoktur. Daha önce yaptığı protokoller ve açılımlar gibi bu serüven de fiyaskoyla bitiyor. Hapı kimin yuttuğu pek yakında anlaşılacak.



Soru: İktidar yanlısı gazetecilerin en büyük yeteneği ne?
Yanıt: İktidarın en süfli taleplerini bile demokrasi, değişim, özgürlük gibi kavramlara sarmalayıp millete yutturabilmeleri...
Haldun Ertem

MELİH AŞIK




Hap gibi anayasa referandumdan önce aç karnına


Baktı ki, herkes ona “hasta...”

“Ben bu ülkenin doktoruyum” diyen Başbakanımız, şimdi de “eczacı” oldu iyi mi... “Hap gibi anayasa hazırladık, tablet gibi” diyor.

¡

Merkez efendi mübarek!

¡

Etken maddeleri tek tek ayırmayın.

Doldurun avucunuza...

Hepsini bi defada yutun istiyor.

¡

Şöyle bi reçete mesela...

Mide asiti dengeleyici

Kalp ritmi düzenleyici

Kan sulandırıcı, idrar sökücü

Ağrı kesici ile kortizon

Tiroid hormonu, tansiyon düşürücü

Kemik güçlendirici

Anti gribal, anti alerjik

¡

Kokteyl... Yut bak n’oluyor!

¡

Astımı olana, kalp yetmezliği hapı ver, nefes problemi hakikaten çözülür, ölür... Kalp hastasına, grip ilacı ver, kalpten yırtsa bile, beyin kanamasından gider... Sarılığı olana, ağrı kesici öner, güle güle... Böbrek hastasına, mültivitamin içir, sizlere ömür... Beli ağrıyor diye ülseri olana Voltaren tavsiye et, mide kanaması banko... Bırak hapı mapı, zehirli guatrı olana iyotlu tuz yedir, balık yedir, tiroid krizine girer... By-pass’tan sonra Aspirin bile Azrail’dir... Ödem oluşmuş deyip idrar sökücü ver hamileye, bebeğini düşürsün... Yüksek tansiyon hastasına, dişi çürüdü diye Jetokain sapla, kalbi dursun... Kemik erimesi olana, galiba romatizma deyip yükle kortizonu, kemikler olsun jöle...
Kalp yetmezliği çekene, kemik erimen var deyip ver kalsiyumu, sonra fatiha oku.

¡

Hal böyleyken...

“Bu hapı yutan olur mu?” derseniz.

Olur.

Kuyruk bile olur.

¡

Bizim ahali, fatihayı okur.

Prospektüsü okumaz çünkü.


YILMAZ ÖZDİL


Resim

AKP iktidarına derin bakış!..



AKP iktidarına karşı mücadele veren ‘karşı taraf’ dediğimiz güçleri potansiyel suçlu ilân eden bir zihniyetin fiil-i icraatları sona erdi mi dersiniz?! Demokrasi ve Barış adıyla başlatılan değişim/dönüşüm hareketinin operasyona dönük mücadelesi sürerken siyasi ayağı da harekete geçti! Anayasa değişikliği gerekçesiyle hazırlanan Anayasa Paketi içinde Yargı’nın hedef alınması başlı-başına bir sorun oldu! Aslında, AKP iktidarı, böyle bir ‘paket’ hazırlayarak kendi güç/kudretini korumaya çalışıyor! Yani, bilinmeyen gizemli bir gücün kendi iktidarını sessiz ve derinden izlemesinin vermiş olduğu korkunun önüne geçmeye kalkışmasının sinyallerini veriyordu hazırlanan paket! Daha açıkçası kendisini sağlama alma!..

İddia ediyorum ki AKP hakkında çok büyük dosyalar/paketler hazırlandı! Yüce Divan yolunu açacak yüzbinlerce istihbarat bilgisi toplandı! AKP’nin oluşturmuş olduğu ‘kendi derin devleti’ ile ilgili o kadar çok bilgi/doküman var ki! İnanın iktidar koltuğundan oldukları ve dokunulmazlıkları kalktığı gün kıyamet kopacak! AKP iktidarı da dinlenmiş olamaz mı?! Teknik ve fiil-i takip yapılmış olamaz mı?! AKP’nin de Ergenekon’u, Balyoz’u ya ortaya çıkarsa! Bilhassa iktidarın askere yönelik gizli kini/hıncı çarşaf çarşaf belgelenirse! Güç/iktidar şımarıklığının vermiş olduğu doyumsuzluk ve hazımsızlık o kadar büyük hatalar yapmaya yol açtı ki! Böylece AKP iktidarı da yavaş yavaş kendi sonunu hazırlamış olmasın!..

Şu andaki iktidarın tek güvencesi/garantisi ABD ve AB’dir. İktidarın bu kadar şaha kalkması da bu yüzden! Fakat ne garip bir tecelli ki Türkiye’nin başına ne geldiyse maalesef ABD ve AB yüzünden gelmiştir. NATO girmekle askeri kanadımızı, IMF’yle anlaşmakla ekonomimizi tehlikeye soktuk! Şu anda AB’ye girmekle de Türkiye’nin üniter, sosyal ve ahlâki yapısını tamamen bozacağız! Zaten batının tüm defolu kirli çamaşırlarını kendimize uydurup uydurup giyiyoruz. Türkiye’nin yakın tarihine monta edilen batı hayranlığı yeterince filizlendi ve meyvesini verdi. AB’ye girmekle tarihi ve kültürel yapımızı tarumar edeceğiz.

Türkiye tam bağımsız bir ülke olduğu zaman ancak eşit şartlarda ABD, AB ve diğer tüm ülkelerle her türlü siyasi, ekonomik ve sosyal anlaşmalar yapmasında hiçbir sakınca kalmaz. Yoksa, (yıllarca olduğu gibi) dış güçlerin sultasından (egemenliğinde yaşamaktan) kurtulamaz. Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik konumu bile ne kadar önemli bir ülke olduğunu kanıtlamaktadır. Türkiye için medeniyetlerin beşiği denmesi boşuna değildir. Daha düne kadar koskoca bir imparatorluktu ve parçaladılar! Geri kalan (şehit kanları ile sulanmış) bir avuç toprak parçası üzerinde kurulan T.C. Devleti’ne bile tahammül edemediler ve bugün parçalamak için her türlü yoldan saldırıyorlar!

Asil bir milletin torunları olarak her geçen gün değişip-dönüşüyoruz! Ahlâki yapımız, kültürel mirasımız, tarihimiz, inançlarımız, kutsal değerlerimiz, milli duygularımız aleni bir şekilde (hem de göz göre göre) tarumar ediliyor ‘dur’ diyen yok. Cennet vatanımız, milli bütünlüğümüz, devlet yapımız parçalanıyor ‘çıt’ yok! Kendi bindikleri dalı kesiyorlar yine de ‘gık’ yok! Kendi elleriyle kendi varlıklarına son veriyorlar; basiret ve feraset yok! Kendi bindikleri gemiyi batırmak için iç ve dış korsanlardan bile destek alıyorlar ‘ses!’ yok!..

AB Türkiye için korkunç bir tuzaktır! Türkiye’yi AB’ye (tam teslim olmadıktan sonra) asla almayacaklar! Fakat biz tam yarım asırdır AB’ye girmek için kapılarını aşındırarak ülke onurunu, gururunu, şerefini ayaklar altına aldırmaktan da halâ utanıp-sıkılmadık! AB’ye gireceğiz diye verilmedik taviz bırakmadık! Emperyalistlerin 70 yıldır yapamadıkları 7 yılda yaptık! İktidar koltuğuna oturur-oturmaz devletin bütün imkânlarını seferber ederek tarihi ve ideolojik bir savaş başlattık! Peki, kim adına?! Sözde Barış ve Demokrasi adına! Kime güvenerek?! ABD ve AB’ye!.. Yetti be…! ABD’yi de AB’yi de alın başınıza çalın!..


Muhsin AKIL
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Çrş Mar 31, 2010 23:09

Hapı yutuyoruz!

Anayasalar değişir ama büyük olaylardan, ihtilallerden sonra ve de “karşı devrimle” değiştirilir! Ama böyle olsa bile, ekseriya bir “makul sürede” kamuoyunda tartışılması sonunda, toplumsal “uzlaşma” sonucu değişir!
Şimdi, açıkça “Devlet benim. Milli iradeyi ben temsil ederim” diyen Başbakan Erdoğan tarafından “Ben yaptım oldu” metoduyla değiştirilecek ve böylelikle de Türkiye tarihinde yeni bir dönem, “demokrasi tramvayına” bindirilmiş oyların temsil edildiği, bugünkü TBMM’de oylanarak açılacak! Yani, AKP’nin, mutlak egemen olduğu bugünkü TBMM “Kurucu Meclis”!
Hiş şüphe etmeyin bu “bindirilmiş demokrasi tramvayı” nın, Atatürk Cumhuriyetini terk ettikten sonra son durağı 2. Cumhuriyettir! Nasıl bir “Cumhuriyet” olacağı da “haramiler” sonra biri birlerine düşünce anlaşılacak!
Eğer bundan şüphe eden varsa, Erdoğan’ın “Paketi” Meclise sunarken yaptığı konuşmayı okusunlar; Hazret, “Ya kabul edersiniz ya kabul edersiniz” diye başka seçenek bırakmıyor!
Hap gibi
Erdoğan açıkça “Referandumda değişikliği millete hap gibi sunacağız” diyor.
Siz, şu edaya, laubali üsluba bakın; Muhalefete, “Kardeşim sen benimle beraber çalışmazsan ne yapacağım, senin keyfini mi bekleyeceğim” diyor... Hep “ben, ben” ! Sanki demokratik bir ülkenin Başbakanı değil, bir mutlakıyet devletinin “Padişahı”! Emrindeki AKP Parlamentosu “güya” bütün değerlendirmesini yapıyor, milletin huzuruna “Paketi” adeta bir hap gibi, tablet gibi, sunuyor. Yani bırakılırsa “hapı” millete ve TC’ye yutturacak! Merak ediyorum Türk milleti, bu “tatlandırılmış acı hapı” yutacak kadar aptal mıdır? Erdoğan, “Bu taşın altına elimizi koymadık, bedenimizi koyduk” buyurmuş, ama o taşın altında kalmak da var!
Son gol!..
Ve Erdoğan’ın “tek kaleye” son golü! Daha doğrusu, hesabına göre TSK’ya “golü”! YAŞ kararlarının sivil yargıya tabi tutulması maddesinden sonra son dakikada, yangından kaçırılacak “mallara” katılan son “mal”!
Yeni “sürpriz”, ama hiç de “sürpriz” olmayan maddeye göre, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları da görevleriyle ilgili suçlardan Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi’nde yargılanacaklar!
Bu maddeyi de kolaylıkla geçirmeleri mümkün. Aylardır, “Darbe” - “Ergenekon” iddialarıyla zemin hazırlandı. Medyadaki yanaşmalar “değişiyoruz” diye, yoluna taşlar döşediler. TSK kendisini, kimliğini, kişiliğini korumak gücünden arındırılmakta... “Demokratik ülkelerde böyledir, AB Kriterleri” diye Türk Ordusunun geleneksel konumu değiştirilmek isteniyor... Ve işte son “darbe”! Şimdi de TSK, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanabilir artık!
Evet, başka demokratik ülkelerin orduları “öyledir” de o Ordularda parayla, pulla, teknolojiyle, elde edemeyecekleri “ruh” var mı? İşte şimdi, bu “ruh” körletilmek isteniyor! Anayasa Mahkemesi hükmüyle “Laikliğe karşı eylemlerin odağı olmuş” bir Parti, irticaya karşı son engel olan Türk Ordusundan kurtulmak istemez mi? Sormak abes!
Millete “hapı” yuttura yuttura sonunda, Anayasanın değiştirilemez maddeleri değiştirilir... Zaten bu maddelerin “ruhu” gitmiş ama “lafzı” -kelimeleri- kalmış, neye yarar!
Kötümserim ama bunu, Emre Kongar’ın geçen Pazar günkü yazısı, biraz biraz dağıttı; Hoca, ülkenin geçirdiği kötü dönemleri hatırlattıktan sonra “Aydınlık Pazarlar mutlaka gelecektir... Daima gelir” diyor...
O bir “bilgedir”!


ALTEMUR KILIÇ





Tanrı’yı AKP’yi kapatmaya zorlamak!

AKP, Türkiye’nin sinir uçları olan dini tartışmaları esas alarak varolmuş ve gerginlik stratejisi ile hayat bulmuş bir partidir. Son gerginlik alanları, sözde din temelli gayelerle, ordu ve yargı ile hesaplaşmaktır. Ancak, objektif gözler, AKP’nin İslam dininden çok, uygulamada Hıristiyanlığa hizmet ettiğini tespit etmektedir. Akdamar kilisesi, Sümela Manastırı ve Tarsus’taki Aziz Paul kilisesini ibadete açmak bu cümledendir.
Sadece bunlar değil elbette. Hıristiyan din adamları da Hıristiyanlığa bu kadar hizmeti geçen başka bir başbakanın olmadığını alenen söyleyebiliyor.
Merkezi İngiltere’de bulunan Küresel Yenilenme ve Rehberlik Merkezi ve İngiltere Büyükelçiliği’nin “Barış Diyarı Mardin” adlı konferansı, Artuklu Üniversitesi’nde düzenleyebilmesi ve bir İslam bilgininin cihatla ilgili fetvalarını tartışma konusu yapabilmesi de AKP iktidarı sayesindedir. Cihad, İslam’da farzdır. İslamın farzlarını, İngiliz gizli servisinin elemanları mı belirleyecek ki Mardin’de onlara böyle bir tartışma imkanı veriliyor? Tartıştıkları konu da “İşgale karşı direniş olsun mu olmasın mı?” Bağımsızlığını korumak için işgalcilere karşı, canını dişine takmış ve mazlum milletlere örnek bir zafer kazanmış bir ülkede oluyor bütün bunlar?
***
Bereket versin ki muhalefet meselenin farkındadır. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Uygulama ve politikalarıyla batılı değerlerin İslam coğrafyasında taşeronluğunu yapan AKP hükümetinin bu toplantının tertibindeki rolü ve yeri nedir? Giderek yaklaşan İran’a saldırılma ihtimali üzerine, bu ülkenin Müslüman halkının manevi direnme dayanakları hakkında kuşkular mı uyandırılmak istemektedir? Ülkemizde yapılan bu toplantı ile on binlerce şehidin üzerinde yükseldiği Filistin direnişi, dini gerekçelerle kırılmak mı istenmektedir? İslam dünyasında başlayan anti emperyalist tepkiler, sürdürülen eş başkanlık görevinin gereği olarak, söndürülmek mi istenmektedir?” diye sorduktan sonra, AKP’nin İslam dünyasına sokulmuş bir “Truva atı” olduğu tespitini tekrarladı.
Bizim de “İslam’ın Truvası” adlı eserimizde anlatmaya çalıştığımız tablo, işte bu tablodur!
***
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise yargıyı ele geçirme girişimlerini anlatırken “İslam tarihinde yargıya yönelik ilk müdahale Emeviler döneminde yapılmıştır. Ehl-i Beyt’e yönelik hareketlerin arkasında bunlar vardır. İslam’ın en kutsal değerlerini ve Hz. Peygamber’in ailesini hedef alan uygulamalar yapmışlardır. Buna karşı çıkanlar olmuştur. Bunların başında İmam-ı Azam Ebu Hanife vardır. Bu davranışına karşılık büyük işkence görmüş ve hapishanede ölmüştür. İslam’da dini siyasete alet etmenin öncüsü Muaviye’dir” dedi. Bilindiği gibi Baykal, daha önce de AKP’yi “Muaviye politikası” takip etmekle suçlamıştı.
***
Baykal bir de “Anayasaya aykırı bir düzenleme bilerek yapılıyorsa, göze alınarak yapılıyor, ’risk alıyoruz’diyorlar. Risk almak ne demek? Gövdemizi bu işin altına koyuyoruz diyorlar. Ne demek bunlar. Anayasayı ihlalden mahkum olma riskini göze alıyorlar demektir” tespitini yaptı.
Özetle; AKP, Siyonistlerin “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” taktiğine benzer bir şekilde, Cumhuriyet Başsavcısını, kapatma davası açmaya zorluyor. Dava açılacak ki seçime yine mağdur olarak girecekler! Böylece, yeniden oyları toplayıp iktidarlarını sürdürecekler! Türkiye bu oyuna artık düşmeyecektir.


ARSLAN BULUT




1 NİSAN 2010


Kapalı gişe oynuyor


Abdullah Gül’ün RP Milletvekili olduğu dönemdeki ‘unutulmayan’ tiradlarından oluşan serinin son devam filmi vizyonda. Kahramanlarımız bu sefer HSYK siyasallaşmalı / siyallaşmamalı çelişkisinin peşine düşüyor
Sözcü yazarı Emin Çölaşan ile Habertürk yazarı Bekir Coşkun, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 1993 yılında, ’Refah Partisi Kayseri Milletvekili’yken, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşmayı hatırlattılar. Gül, bugünlerde onaya hazırlandığı Anayasa değişiklik paketinde öngörülen ’yargıyı siyasallaştırma’ modelinin tam tersini, hem de bakın nasıl ’net’ bir tavırla savunuyor o gün:
“Türkiye’de yargı bağımsızlığı zaman zaman zedeleniyor. Bunun da en önemli sebebini Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısında görmekteyiz. Bildiğiniz gibi HSYK’da Yargıtay’dan üç, Danıştay’dan iki üye bulunmaktadır. Ve Sayın Bakan’la Sayın Müsteşar burada üyedirler. Dolayısıyla siyasidirler. Bunu sadece sizin iktidarınız için söylemiyorum. Yarın iktidara biz geliriz, başkası gelir. HSYK’yı etkileme imkanı söz konusudur böyle bir yapılanmada. Bunun için siyasi iktidarın direkt temsilcilerinin Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ndan çıkarılması gerektiği görüşündeyim.”
’Hap’lanmamış bir toplumsal hafızaya sahip olsaydık hiç şaşırmazdık. Sadece Yeniçağ’da en az on defa manşet olmuş Gül’ün “dün öyle, bugün böyle” olan tavırları.
“Söyle sana nasıl inanalım?” serisinin artık “klasikler” arasına giren o unutulmaz repliklerinden, ilk aklımıza gelenleri sıralayalım dilerseniz. Belki ’sarımsaklı yoğurt’ etkisi yaratır da, ’hap’lanmış hafızaları, yan etkilerden arındırır:

Yıl 1991: İncirlik, Türkiye için milli bir utanç tablosu. Türkiye’nin ulusallığını, bağımsızlığını zedeliyor...
Yıl 2008: ABD herhangi değil en önemli müttefikimizdir...
***
Yıl 1995: Avrupa’nın menfaatleri söz konusu olduğunda tavizler verilmektedir. AB bir Hristiyan Birliği’dir. Sizi o zenginler Köşkü’nün bahçesindeki bir kulübeye böyle koyarlar işte...
Yıl 2008: Türk milleti reform sürecinde, koşar adım gitmelidir. Bunu, Türkiye’yi bugün içinde bulunduğu tartışmalı ortamdan daha güçlü şekilde çıkaracağına inandığım için tavsiye ediyorum.
***
Yıl 1992: Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden, en ziyade tahribatı vermiş sistemin ilkelerinin birisi de laiklik ilkesidir.
Yıl 2008: 85 yıllık Cumhuriyet döneminde sağlanan kazanımlar, cumhuriyetimizin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olma özelliklerini güçlendirmiştir.
***
Yıl 1993: Siz bana bir ülke gösterin ki, kardeşleriniz savaş halinde olacak, katledilecek, Kars’ın, Ermenistan toprağı olduğunu iddia edecek, sonra o adam Türkiye’ye gelecek ve siz elini sıkacaksınız...
Yıl 2007: Ermenistan 1915 olaylarının yorumlanmasını başka ülkelerin parlamentoları nezdinde takip etmeyi sürdürdükçe, ilişkilerin normalleşmesiyle ilgili bir gelişme beklenmemelidir.
Yıl 2008: Bu maç vesilesiyle yapılacak ziyaretin bölgede yeni bir dostluk ikliminin oluşmasına katkıda bulunabileceği düşünülmektedir.
***
Yıl 1992: İkinci cumhuriyet, Osmanlıcılık kavramlarının ortaya gelmesini ben çok sağlıklı olarak görüyorum
Yıl 2008: Büyük Atatürk, en büyük eserinizi gösterdiğiniz istikamette ilelebet yaşatmaya kararlıyız...


17 yıl önce esip gürleyen kimdi?

Bu tasarı Meclis’te AKP’nin kelle sayısı
tarafından kabul edilirse, en sonunda kendisinin önüne gelecek ve bütün yasalarda yaptığı gibi aynen onay verip imzalayacak.
Biz de o zaman kendisine soracağız:
Geçmişte TBMM çatısı altında söylediğin o sözler nerede kaldı? Bu yeni anayasa tasarısı hangi maddesi, hangi hükmüyle, geçmişte yakındığın yargı bağımsızlığını getiriyor? Sözünü ettiğin hukuk ve adalet reformu bu tasarının neresinde?
Arşiv
unutmuyor.
Bu şahıs bundan 17 yıl önce Meclis kürsüsünden konuşuyor, esip gürlüyordu: “Adalet Bakanı ile Müsteşar siyasidir. Bunların HSYK’da yeri olmamalıdır.” Bak, şimdi eline ne güzel fırsat geçmiş. Adamın Tayyip’i uyarsana! Ona “Yaa Tayyip, biz geçmişte bunları söylerdik, şimdi bu anayasa tasarısında şu işi bitirelim” desene! Hem de son imza yetkisi kendisinde olduğu halde bunu diyemez... Çünkü adaletin ve yargının içinde siyaset olması bugün için işlerine geliyor. Her istediklerini bu yolla yapıyorlar. Bu işler Türkiye’de işte böyle yürüyor!
Dün kara dediklerine bugün ak
diyorlar... Karakolda doğruyu söylüyorlar, mahkemede şaşıyorlar!
Emin Çölaşan / Sözcü

SELCAN TAŞÇI


Resim


Cumhurbaşkanı,kanuna karşı hile yapar mı?

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, bir skandalı açıkladı. Öyle ki Güngör Mengi, “İnşallah Gül dolandırılmıştır” diye yazdı:
“Anayasa Mahkemesi raportörlerinden birinin Anayasa Mahkemesi’ne yedek üye yapılmasına karar veriliyor. Fakat bu göreve getirilecek olan kişinin müsteşar, müsteşar yardımcısı, general, amiral, büyükelçi, vali gibi ‘üst kademe yöneticisi’ olması gerekiyor.
Bu şartı yerine getirmek için genç raportör hemen Denizcilik Müsteşar Yardımcılığı görevine atanıyor, 31 günde ‘istenen kaliteye’ yükseliyor ve Cumhurbaşkanı tarafından Anayasa Mahkemesi’ndeki görevine başlatılıyor.
Bu hülle yöntemine, hileye bile bile mi alet olmuştur Cumhurbaşkanı yoksa birileri onu böyle bir oyuna bilgisi dışında mı dahil etmiştir? Eğer dolandırıldıysa, bu işi yapanlar cüretlerini nereden almışlardır?”
***
İslam hukukunda “hile-i şer’iyye” denilen durumun bugünkü hukukta karşılığı, “kanuna karşı hile suçu” dur! Denilebilir ki, kamu otoritesi kanuna karşı hile suçu işleyebilir mi? İşte bu olayda görüldüğü gibi kanun, hile ile aşılıyor!
YARSAV Başkanı Emine Ülker Tahran, “Bu bir dolanma kültürünün sonucudur. Yargıyı ele geçirme kararlılığının çok açık göstergesidir” diyor.
CHP İstanbul Milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu ise “Rüşvet sadece parayla tanımlanacak bir alan değil. Ben merak ediyorum, atanan kişi, Anayasa Mahkemesi üyesi olduğunda, kendisine bu koltuğu hediye eden Binali Yıldırım’ın davası geldiğinde nasıl tarafsız davranacaktır?” diye meselenin başka boyutlarını anlatıyor.
***
AKP’nin, kapatma davasına karşı toptan bir Anayasa değişikliğine kalkışması sırasında, Prof. Dr. Cahit Can, 30 Mart 2008 tarihli Cumhuriyet’te çıkan “Kanuna karşı hile ve kapatma davası” başlıklı yazısında konuyu şöyle incelemişti.
“1950 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nde asistan Hamide Topçuoğlu, ’Kanuna Karşı Hile’ adını taşıyan doktora tezini tamamladı. Türkiye’de Hukuk Sosyolojisi bilim dalının kurucusu olmakla kalmayıp daha sonraki bir aşamada Türk Ticaret Kanununu da hazırlayan Ord. Prof. Dr. Ernst Hirsch, genç asistanının kitabına bir önsöz yazdı, önsözde şunlar söyleniyordu:
Meşhur bir Alman hukuk özdeyişine göre ’Yeni kanun demek, yeni hile demektir. İster kanun koyan tarafından konulmuş olsun, ister eski içtihatlardan ayrılarak Yüksek Mahkeme tarafından beyan edilmiş olsun, her yeni hukuk kuralı, onun nahoş gelen neticelerinden kaçınmak isteyenlerde daima bu yolda bir eğilim, bir kaçıp kurtulma arzusu doğurur. Yani bir kuraldan kaçınma temayülünün sebebi bizzat kuralın içinde vardır.’
Prof Hirsch’in yukarıdaki belirlemeleri bu kaçış yolunun yalnızca yönetilenler tarafından değil, yöneticiler tarafından da benimsenebileceğine değinmekte ve sanki 58 yıl sonra Türkiye’de yaşanacaklara ilişkin bir öngörüyü dile getirmektedir.”
***
Demek ki, Anayasa Mahkemesi ve HSYK’yı ele geçirmek için Anayasa değişikliği yapmak, hileli, hülleli atamalarda bulunmak, kanuna karşı hile suçunu oluşturur. Tabii, devletin temel niteliklerinden biri olan hukuk devleti ilkesini ortadan kaldırmak suçu yanında bu suç hafif kalır.
Şimdiden Yüce Divan’da kendilerini yargılayacak hakimleri atamak istiyorlar; yaşanan olay budur.


ARSLAN BULUT


Resim


Hülleli anayasa

“Hülle” İslam Hukukunda veya teamülünde, zamanın şartlarına göre evliliklerde kadının haklarını korumak, keyfi boşanmaları engellenmek için, bir yöntem! Özetle, koca karısına kızıp, üç defa “boş ol” deyince, kadın boşanmış oluyor. Ama kadının kocasını böyle boşamaya hakkı yok! Koca, pişman olup eski eşiyle tekrar evlenmek isteyince, bir “Hülleci” bulunur, kadınla imam nikâhıyla evlenir... Bir gece, bir gün, eski kocanın sıkı “nezareti” altında “beraber” olurlar. Sonra “Hülleci”, kadını boşar ve eski koca da karısını alır! Tabii, “Hüllecinin” kadını boş düşürmemesi ihtimali de var! “Hüllenin” maksadı, o zamanların koşullarına göre “halisane”, ama zamanla yozlaşmış ve anlamı
“dalavere” - “dalavereci” de “Hülleci” olmuş... Günümüzün devlet yönetiminde, siyasetinde “Hülle” ve “Hülleciler” çok... En masumane “Hülle”, yasalardaki şekil hükümlerini atlamak, bir memuru,
işten bir makama getirebilmek için önce başka bir mevkide bulundurmak ve sonra, yasal müddet dolunca, istenen
makama tayin etmek!
İşte CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, böylesine bir “hülleyi” - “dalavereyi” açıkladı...
AKP paketine göre Anayasa Mahkemesi yedek üyeleri de asıl üye olacak. Anayasa Mahkemesi’nin bir raportörü (Dr. Alparslan Altan) 26 Şubat’ta Denizcilik Müsteşar Yardımcısı oldu, denizcilikle ilgili ihtisası olduğu için değil, çünkü müsteşar yardımcılığı lazım. 31 gün sonra Cumhurbaşkanı tarafından yedek üyeliğe atandı. Raportörlükten yedek üyeliğe geçişi mümkün değildi. 19 üyeyi seçecek olan tarafsız Sayın Cumhurbaşkanımız 31 günlük müsteşarı Anayasa Mahkemesi yedek üyeliğine atamış oldu; değişiklik gerçekleşirse bu kişi otomatik olarak Anayasa Mahkemesi üyesi olacak.
Bu “hülle”; iki önemli hususu, açıkça ortaya koyuyor; Erdoğan’ın Yargıyı kuşatmak maksadını ve yöntemini, bir de belki daha önemlisi “tarafsız” olması gereken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, ne kadar “taraf” olduğunu ve İktidara, “Hülleye” yani “dalavereye”, maalesef -haydi “alet” demeyelim- “müdahil” olduğunu gösteriyor...
Naçizane uyarayım: Abdullah Gül, bu davranışıyla, gerçekten bir “Devlet Adamı” olmak fırsatını kaçırıyor! Acaba Gül’le Erdoğan arasında zımni bir politika rekabeti mi var?
Bunlar böyle iken Anayasa -sözde- “reform” Paketinin Erdoğan’ın kendi deyimiyle, millete alelacele yutturulmak istenen bir “hap” olduğundan şüphe edilebilir mi? Yılmaz Özdil ne güzel yazmış; “Hap gibi Anayasa, referandumdan önce, aç karnına!”
Ökse
Başka bir “hülle”; pakete, Genelkurmay Başkanlarının, Kuvvet Komutanlarının Yüce Divanda yargılamalarını mümkün kılacak maddenin eklenmesi... Bu da 1982 sorumlularının yargılanması maddesi gibi, muhalefetin de pek karşı çıkamayacağı bir “ökse”! Bütün bunlar ayrıntılardaki şeytanlıklar. Yanaşmalardan Cengiz Çandar, “Paketin”, millete yutturulmak istenen “hapın” asıl maksadını açıklıyor... “Paket” yeni bir Anayasa demek olmuyor... Bu siyasi bir aşama; asıl “yeni Anayasa”, arkadan gelecek! Önce bu “hap” -geçici bir teskin edici- “ameliyattan” önce verilen “narkoz”! Türkiye Cumhuriyeti, ameliyatla ortadan kaldırılacak, yerine organ nakli yapılacak. Asıl “Yeni Anayasayla” yerine, “Yeni Cumhuriyet” kurulacak! Ameliyat muvaffak olsa da, “hasta” yaşayacak mı?
Foya
Çandar der ki: “Türkiye bir ‘demokratik varoluş’ noktasına gelip dayandı. Sözün özü: Türkiye bugün ya, ‘Neo-İttihatçılar’ ile hesaplaşacak, onların önünü kesecek ve demokratikleşme yönünde önünü aralayacaktır. Ya da, ‘Neo-İttihatçılık’ Türkiye ile hesaplaşacak ve ataları Osmanlı İmparatorluğu’nu batırdığı gibi, bunlar da Türkiye’yi batıracaklar”.
Evet, meselenin yani “Anayasa değişikliklerine” ilişkin ‘kavga’nın arka planı ve özeti budur... Ama büyük bir farkla; Türkler, “Neo-İttihatçılar” dediği Atatürkçüler, bu “Neo Osmanlıcıları” ve yanaşmaları liboşları, “batırmak” zorunda... Ya onlar ya biz. Bu kadar basit!


ALTEMUR KILIÇ
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Prş Nis 01, 2010 5:44

Büyük Millet’in ve Meclisi’nin işi...

Anayasa Değişikliği taslağı “Türkiye BÜYÜK MİLLET Meclisi”ne sunuldu. Tartışmalar sürüyor.
Yeni “son dakika eklemeleri” gibi, toplumdan bilgi kaçırma, rakiplere gol atma numaraları da devam
ediyor.
Anayasa değişikliği konusunda en net tavrı koyan bir parti var. Hani şu, AB ve ABD’nin desteklediği PKK denen terör örgütünün partisi. Neydi adı? BDP idi galiba.
Başkent Diyarbakır,
Kürtçe resmi dil!..
İşte o parti, kanun manun tanımadan istediğini söylüyor.
Diyor ki, “Anayasa’nın değiştirilemez denen başlangıç kısmındaki maddeler değişsin!..”
Bu maddelerde devletin şekli, cumhuriyetin nitelikleri, devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti yazıyor.
Bunları değiştirmek mümkün değil. Teşebbüsü dahi ağır ceza gerektiriyor.
Ancak, bunu sözde “siyaset” (!) yolu ile yaparsanız, kilidi
kırıyorsunuz.
Peki bunları isteyen o parti, istedikleri yerine getirilmese de AKP’ye Meclis’te destek verecek mi?
(Herhalde karşılıklı olarak gerekenleri bir şekilde yapacaklardır.)
O partinin dışında, bu görüşlere (daha doğrusu safsatalara) sıcak bakan başka partililer yok mu acaba?
Bence var.
Olmasaydı “Bunları nasıl söylersiniz?” diye ortalığı birbirine katarlardı. Ama kimseden ses çıkmıyor!
Zaten, bu gidişle Türkiye’nin birçok başkenti olacak,
birden çok resmi dili olacak,
herkesin kendi cumhuriyeti olacak, herkesin kendi devleti olacak ve niteliklerini kendisi belirleyecek,
herkes kendi bayrağını dalgalandıracak ve kimileri terör marşlarını milli marş olacak çalacak!
Ve bunun sponsorluğunu da Türkiye’ye yaptıracaklar!..


HULKİ CEVİZOĞLU


Resim


AKP yargıdan neden rahatsız?


Anayasa Mahkemesi 1961, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ise 1981 yılında kuruldu.
Yani Anayasa Mahkemesi'nin 49, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun 29 yıllık geçmişi var.
49 yılda çok sayıda siyasi parti, ya tek başına ya da koalisyon yaparak iktidar oldu.
Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi, Refah Partisi, Demokratik Sol Parti...
Çok sayıda parti lideri başbakanlık yaptı.
İsmet İnönü, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Turgut Özal, Yıldırım Akbulut, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Necmettin Erbakan...
Hiçbiri yüksek yargı ile kavga etmedi, yüksek yargıdan şikayetçi olmadı.
Hatta, hiç kimseden çekmediğini Anayasa Mahkemesi'nden çeken Necmettin Erbakan bile...
Kurduğu bütün partiler Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Erbakan, ortak hükümet kurduğu partilere veya Meclis'teki diğer siyasi partilere, 'Gelin şu Anayasa Mahkemesi'nin yapısını değiştirelim' diyemez miydi?
Kurduğu bütün partileri kapattığı için çok eleştirdiği Anayasa Mahkemesi'nin varlığını, şeklini ve yapısını hiçbir zaman tartışma konusu yapmadı.
*
Yaklaşık 40 yıl, iktidardaki hiçbir siyasi parti yüksek yargı ile kavga etmediği halde, yedi buçuk yıldır iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi her gününü neden kavga ile geçirdi?
Yargıdan neden rahatsız?
Soruyu faklı bir şekilde de sorabiliriz:
Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi, Demokratik Sol Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi kapatılma endişesi duymazken; Adalet ve Kalkınma Partisi ile Barış ve Demokrasi partisi neden kapatılma korkusundan kurtulamıyor?
Yüksek yargıdan şikayet etmeden ve yüksek yargıyı zihniyetleri doğrultusunda yeniden dizayn etmeden önce, kendi durumlarına baksın, kendilerini sorgulasınlar.
Hukuku kendilerine uydurmaya çalışmak yerine, kendilerini hukuka uydursunlar.
*
Tutturmuşlar bir 'halk iradesi'dir gidiyor.
Evet, demokrasilerde en üstün güç halkın iradesidir ama, halk iradesinin temsilcileri, kendilerine verilen yetkiyi kötüye kullanmaya başlarlarsa, bunu kim engelleyecek ya da denetleyecek?
Demokrasilerde, 'Biz halkın temsilcisiyiz, istediğimizi yaparız, yargının elimizi kolumuzu bağlamaya hakkı yoktur' demeye imkan var mı?
'Halkın iradesi denetlemez' diye bir kural da yok.
Denetlenmezse, dünyada Hitler'lerden geçemeyiz.
Parlamento, yargı, asker, sivil dahil, demokrasilerde denetlenmeyen güç olamaz.
Olursa, o sistemin adı demokrasi değildir.
'Denetlenmeyen güç' tehlikelidir ve asla özgürlük olarak algılanmamalı


SIRRI YÜKSEL CEBECİ



Önerideki tuzaklar


DEŞTİKÇE yeni marifetler, daha doğrusu tuzaklar ortaya çıkıyor. Biz de, “yargıda reform” yapmak gibi, “gelişmiş demokrasi” gibi, bugünkü iktidarın ağzına hiç yakışmayan kavramlardan söz edenlerin gerçek niyetlerini daha iyi görme olanağına kavuşuyoruz. Örneğin “yargı”yı konuşurken “parti kapatma” ile ilgili tuzak görülmedi.

Önce ona değinelim:
Getirilen “Anayasa değişikliği teklifi”nin “parti kapatmayı zorlaştırmayı” amaçladığı biliniyor. Bunun “demokrasiye duyulan aşk”la ilgisi olmadığı; siyasi iktidarın, anayasal sisteme uydurup kapatılmaktan kurtulma yerine Anayasa’yı kendisine uydurup kurtulmayı istediği de belli ama, anlaşılan farkına varılmayan başka bir husus varmış.
Nitekim getirilen öneri, siyasi partilere “Bundan böyle programınız, eylemleriniz devletin bağımsızlığına aykırı olabilir. İsterseniz ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü bozabilirsiniz. İnsan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davranabilirsiniz. Sınıf veya zümre diktatörlüğünü isteyebilir, herhangi bir tür diktatörlüğü savunabilir ve yerleştirmeyi amaçlayabilirsiniz. Hatta suç işlenmesini teşvik edebilirsiniz” diyor.
Çünkü bunları parti programına veya tüzüğüne koyan, bu politikaları izleyen bir siyasi partinin “temelli kapatılacağını” emreden hükmün yürürlükten kaldırılmasını istiyor.
Dahası, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, demokrasimiz, devletimiz ve geleceğimiz yönünden temel güvence olan “bölünmez bütünlüğümüz, milletimizin egemenlik hakkı, laik Cumhuriyet ilkeleri” aleyhine verilmiş bir kararı varmış gibi, önerinin gerekçesinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu doğrultuda kararları olduğu bildiriliyor.
Oysa böyle bir kararı biz bulamadık.
Açık söyleyelim:
Bu öneriyle bizi bugünlere getiren demokratik ve laik Cumhuriyetin temeline şimdiye kadar görülmemiş büyüklükte bir tahrip kalıbı konmuş oluyor.
Bitmedi:
Sedat Ergin dün, Anayasa Mahkemesi’ne üye seçme usullerini değiştiren önerinin altında yatan oyunları yazmıştı. Konuyla ilgili olarak kendisiyle görüştüğümüz Prof. Dr. Metin Feyzioğlu aynı bağlamda bir başka tuzağa dikkatimizi çekti. Anlatalım:
Halen biliyorsunuz Yargıtay ve Danıştay üyeleri Anayasa Mahkemesi’ne asıl ve yedek üye olacak 7 kişiyi Cumhurbaşkanın tayin etmesi amacıyla, her sandalye için 3 ismi tek tek oylayarak belirliyor. Böylece Cumhurbaşkanına her sandalye için Yargıtay ve Danıştay’ın en uygun gördüğü isimler arasından seçme yapma olanağı veriliyor. Dahası hem Anayasa Mahkemesi’ne ancak en seçkin hukukçuların üye olabileceği mesajı veriliyor hem de Yargıtay ve Danıştay kendi kimliğine yakışan isimleri sunmuş oluyor.
Oysa getirilen öneri kabul edilirse tek oylamada en çok oy alan üç isim Cumhurbaşkanına sunulacak.
O da, YÖK eliyle kendisine sunulan rektör adayları konusunda şimdiye kadar nasıl tercih yaptıysa Anayasa Mahkemesi üyeliği için de aynını yapacak.
Sonra da hepimize, “hukuk devletine veda etmek” düşecek.


OKTAY EKŞİ



Bir Venedik masalı!


Bu “AB kriterlerini istismar” konusu ciddi; “yüksek yargıya Meclis ve cumhurbaşkanının üye seçmesi AB ülkelerinde de var” dediler, AB’de “yargı kurumlarına yargı üye seçmelidir” görüşünün hakim olduğu ‘konuyu bilen’ hukukçular tarafından açıklandı. Şimdi Adalet Bakanı “Parti kapatmayı Venedik kriterlerine göre düzenledik” derken, Cumhurbaşkanı Gül “Parti kapatmaya Meclis karışmasın ama (düşünün Meclis’in karışmasına o bile karşı) Venedik Kriterleri’ne göre ‘şiddet’ kapatma için tek kıstas olsun” diyor.

Kulağa hepsi de pek hoş geliyor; “Venedik, Venedik, ne güzel bir gondolumuz eksik.” Ama işte maalesef Venedik Kriterleri’nin aslı burada bize anlatılanlar gibi değil. “HSYK ve Anayasa Mahkemesi’ne üye seçiminde” de değil (geçen hafta açıkça yazdım, Her Açıdan’da da anlatıldı), kapatmada da...

Venedik Kriterleri “parti kapatmaya partiler karar versin” demiyor. Hele hele partiler “TÜSİAD’ın dergisinde Meclis’i üç liderden oluşmuş milletvekilleriyle gösteren temsili fotoğraf” gibi sadece “lider” anlamına geliyorsa zaten “diyemez” de... Nitekim Avrupa’da yalnızca “davayı federal hükümet ile Meclis’in açtığı Almanya” dışında böyle bir örnek yok. Ki orada da her kapatma davasında “siyasi karar verdiniz, bizi elimine etmek istiyorsunuz” tepkileri çıkıyor, MPD’nin kapatılması için hükümetin “partiye ajan sokması” olayını da bilmeyen yok.

“FİZİKİ ŞİDDET” DIŞINDA...

“Şiddet” konusuna gelince. Venedik Kriterleri “şiddete bulaşan partilerin kapatılması gerektiğini” söylüyor ama Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi: “Burada şiddet ‘soyut bir kavram’ olarak bırakılmış, oysa bir parti eylem ve söylemleriyle anti demokratik bir rejimi hedefliyorsa ya da totaliter rejime gidişin ‘gizli bir hedef’ olduğunu, baskıların ortaya çıktığını veya çıkacağını gösteren kanıtlar varsa barışçıl araçlar kullansa, açıkça şiddete başvurmasa da bu ‘şiddet’ tanımına girer” diyor. Uzmanlar ‘Refah Partisi’nin kapatılmasını AİHM’nin onaylamasının buna en iyi örnek olduğunu belirtiyorlar.

“Parti kapatma” konusunda söz edilen “suç”un tehlike suçu olduğunu, “gerçekleşme ihtimali”nin bulunmasının yeterli sayıldığını, kapatmanın ise “önleyici karakteri”nin söz konusu olduğunu söylüyorlar.

AB’de de bunlar ortada iken AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu falancasının çıkıp “Anayasa değişikliği paketini değerlendirdik, reformlar doğru yönde” demesi de çok ENTERESAN değil mi? Mesela; parti kapatma, HSYK ile AYM’ye üye seçimi gibi konulardaki “AB’ye göre de kabul edilemeyecek” maddeleri gözleri görmüyor mu? Yoksa hükümetle kollektif (!) bir çalışma mı yürütmekteler?

Ayrıca bu AB’cilere; keşke Avusturya’da Heider’in partisi koalisyon hükümeti kurmak istediğinde AB temsilcilerinin neden “Bu koalisyon kurulursa Avusturya ile ilişkiyi keser ve AB üyeliğini sorgularız” dediklerini de hatırlatabilsek... Bu parti hakkında da, yöneticileri hakkında da bir mahkeme kararı yoktu ama kendileri “faşist olmakla” suçlayarak bunu yapabilmişlerdi.

O zaman, Türkiye gibi bu konuda ve birçok konuda ciddi tehlikelerle karşı karşıya bir ülkede, üstelik her türlü hileye/oyuna açık şartlar altında bir ortamda bu yanlış müdahaleleri (yanlış olduğunu da bile bile) neden yapıyorlar?

Cumhurbaşkanı’nın, Adalet Bakanı’nın açıklamalarını ve benzer görüşleri dinlerken, “Venedik Kriterleri’ne bağlı kalıyoruz” benzeri sözlerin iyi araştırılması gerektiğini bilerek dinlemek gerekiyor. AB’nin iteklemelerini de...

“Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” sözünü unutmadan...

(Not: Acaba “Meclis’te grubu olan her partiden 5 milletvekili ile kurulacak komisyonun kapatma davasına karar verebilmesi” konusunda meselâ AKP’nin -istese- tam 16 partiye bölünebileceği ihtimaline ne demeli? Okurumuz Adil Sağol soruyor da...)

***


Doğrusu ne?

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek “Hâlâ aynı samimiyet içindeyiz. Komisyon aşamasında da uzlaşmaya varız. Getirsinler tekliflerini doğrusu neyse yaparız” demiş. Şakayı seviyor olmalı Sayın Çiçek... Zira tasarı açıklandığından beri bütün partiler tekliflerini bangır bangır bağırarak açıklıyorlar ama hükümet aynı konularda ısrarını sürdürüyor.

Ayrıca bütün partiler, yargı kurumları ve hukukçular, STK’lar “Böyle önce tek başına Anayasa değişikliği hazırlayıp sonra dayatma olmaz. Baştan uzlaşmayla hazırlanmalı” dediler. Bu bir yana...

Ama mutlaka “teklif” bekliyorlarsa önce yüzde 10 barajının düşürülmesi, dokunulmazlık konusu, milletvekilini lider yerine milletin seçmesi ile başlayıp demokratikleşmeyi sağlayabilirler. Sonra da HSYK ile yüksek mahkemeleri siyasete bulaştıracak ve bağımsız yargıyı ortadan kaldıracak “üyeleri biz seçelim” adımlarından vazgeçebilir, onun yerine yargı bağımsızlığı için HSYK’dan “Adalet Bakanı ile müsteşarı”nı çıkarabilirler.

Hele bir de medyayı ve sivil toplum kuruluşlarını ağır siyasi baskıdan kurtaracak maddeleri eklerlerse...

İşte o zaman millet “demokrasiye, kuvvetler ayrılığına inanan, gerçekten samimi” hükümet görür ve alkışlar. Yoksa... Ne demiştik; lafla peynir gemisi yürümüyor ki!

RUHAT MENGİ




Anayasa’nın en ‘asker’ maddesine dokunulmuyor


İktidar ve özellikle “maskeli yandaşları” günlerdir adeta çırpınarak anayasa değişiklikleri ile daha demokrat bir ülke olacağımızı ileri sürüyorlar. Öyle ki sanki bu değişiklikler olmazsa demokrasi ve hukuk bir hayal olacak.

Çırpınışın ardındaki gerçek şu: Bu değişiklikler olmazsa AKP’nin paranoyak halde korktuğu “partinin kapatılması” ve “Yüce Divan’da yargılanma ihtimali” başlarının üzerinde durmaya devam edecek.

Yok eğer anayasa değişiklikleri kabul edilirse, bu kez AKP’nin önünde laik demokratik Cumhuriyet’i değiştirmek için neredeyse hiçbir engel kalmayacak.

Maskeli yandaşlar çırpınıyor ama Anayasa’nın “en asker” maddelerinden birine hiç dokunulmuyor. Seçim barajını yüzde 10’dan aşağı çekme taleplerine iktidar hiç yüz vermediği gibi bunu asla değiştirmeyeceğini açıkça beyan ediyor. Örneğin, Cemil Çiçek barajın düşürülmesi halinde istikrarın bozulacağını söyledi.

Yüzde 10 barajının nasıl konduğunu unutanlar için anlatayım: Bu madde askerlerin demokrasiye bakış açılarını çok iyi tanımlayan maddelerin en başında geliyor. Her ne kadar “mecliste istikrar” sağlamaya çalışan bir madde olarak da görünse de askerlerin bu maddeyi 1982 Anayasası’na koymalarının tek nedeni vardı: Radikal dinci bir parti ile Kürtçü bir partinin Meclis’e girmesini engellemek.

Askerler darbeden sonra yaptıkları araştırmalarda radikal dinci bir siyasi hareketin yüzde 7-8 oranında oy potansiyeli olduğunu saptadılar. Aynı şekilde Kürtçü bir partinin de yüzde 6’ları geçemeyeceğini düşündüler.

İşte yüzde 10 barajı bunun üzerine kondu. Böylelikle radikal dinci ve Kürtçü partiler çıkaracakları milletvekilleri sayesinde “anahtar parti” olamayacaklardı. Askerlerin bu planı 1990’ların ortasına kadar tuttu.

Ancak Özal’ın vefatı, ANAP’ın dağılmasından sonra, radikal dinci hareket güç kazanmaya başladı. 1994 yerel seçimlerinde büyük başarı kazandı, hemen bir yıl sonraki seçimlerde ise birinci sıraya yükseldi.

AKP şimdi aynen askerin izinde giderek, hem kendisini tek başına iktidardan edecek hem de “anahtar parti” konumuna gelecek dinci olmayan partilerin Meclis’e girmesini önlemek için yüzde 10 barajını aynen koruyor

Resim

Paranoyaya bak!

Askerden izne gelen ve dağıtım yerlerine gitmeyi bekleyen 4 er Kısıklı’da bir otomobilde gidiyorlar. Bu sırada Emniyet’e bir ihbar geliyor: “Şu marka araç içinde 4 asker var. Başbakan’a suikast yapacaklar.”

Emniyet hemen harekete geçiyor. Barikatlar kuruluyor ve ihbar edilen araç durduruluyor. İçinden gerçekten 4 asker çıkıyor. Ellerindeki dağıtım belgelerini gösteriyorlar. Buna rağmen uzun süre bırakılmıyorlar. Merkez Komutanlığı’na haber veriliyor. Oradan görevliler geliyor ve 4 eri teslim alıyorlar.

Hem gülüyorum hem üzülüyorum. Bu ne paranoyadır böyle? Haydi diyelim ki güvenlik çok önemli. Çocukları yakalamışsınız, iş ortaya çıkmış. İyi de bu çocuklar neden serbest bırakılmazlar da Merkez Komutanlığı’na teslim edilirler? Kaçak değiller, suç işlememişler, askerlikle ilgili uygunsuz davranışları da yok.

Yazık değil mi gencecik çocukları gece yarısı korkutuyorsunuz?





Erdoğan’ın en sevdiği askerci tutum: Tek seçicilik

TÜSİAD’ın Görüş dergisinin son sayısının kapağı geçenlerde Vatan’ın birinci sayfasında yayınlandı biliyorsunuz. Kapakta Meclis Genel Kurulu görülüyordu. Photoshop’la gerçekleştirilen bir mizansenle AKP sıralarındaki herkes Erdoğan, CHP sıralarındaki herkes Baykal ve MHP sıralarındaki herkes Bahçeli olarak görülüyordu.

Mesaj şuydu: Evet milletvekillerini halk seçiyor ama, aslında tek seçici liderler. Onlar kimleri isterse onlar seçilebilir.

Yaşı tutanlar 12 Eylül öncesindeki siyaset için böyle bir eleştiri yapıldığını hiç duymamışlardır. Çünkü bu tek seçicilik konusu da 12 Eylül darbecilerinin bıraktığı bir mirastır.

12 Eylülcüler siyasette “aykırı” ses ve kişilerin yer almasını önlemek için önce Kurucu Meclis üyelerini tek tek seçtiler. Ardından siyasi partilere izin verildi bu kez onların kurucu kadroları bizzat generallerin elinden geçti, istemediklerinin üzerini çizdiler.

Herhangi bir kanuna yazılmamakla birlikte askerler partilerin milletvekili adaylarını “ön seçimle” belirlemelerine de izin vermedi. Parti liderlerinin kulağına “Özellikle Güneydoğu bölgesinde sakın ön seçim yapmaya kalkmayın” uyarısı üflendi. Parti liderleri de buna uydular.

Askerlerin başlattığı gelenek sürünce, kamuoyu da parti liderinin tek seçiciliğine alıştı ve tepki göstermedi.

Aslında bilinenleri yazdım, ama şunun için. Özellikle AKP lideri demokrasi ve hukuk kavramlarını dilinden hiç düşürmüyor. İcraatlarını eleştirenleri demokrasiye karşı çıkmakla suçluyor. Ama demokrasinin en büyük düşmanı olan ve diktatörlüğü andıran “tek seçicilik” rolünden de asla vazgeçmiyor.

Benim maskeli faşistlerim de hâlâ bu iktidarın ne kadar demokrat olduğunu anlatmak için bin dereden su getiriyor.


CAN ATAKLI

Resim

Arınç'a suikast ne oldu?

Balık hafızalı bir milletiz ama bu kadarı da olmaz...
Geçen sene Aralık sonlarında AKP'nin iki numaralı adamı denilen Bülent Arınç'a askerin suikast düzenlemek istediği iddia edilmişti.
Biri albay, biri binbaşı iki subay gözaltına alınmıştı.
Hatırlayın hatırlayın: Suikastçi subayların Arınç'ın evinin önünde yakalandıkları... Üzerlerinden Arınç'ın evinin krokisinin çıktığı. Subaylardan birisinin suikast planını tam yutmak üzereyken bastırılıp bu planın ağzından alındığı...
Günlerce bunlar konuşulup yazılmadı mı?
İş bununla kalsa iyi... Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, 'Olay önemlidir, yargı el koymuştur.' diye açıklama yapmadı mı?
İş bununla da kalmamıştı. Suikastçi gösterilen subayların Seferberlik Tetkik Kurulu'nda çalıştıkları; burasının da aslında darbe planlarının bulunduğu yer olduğu yazılmadı mı? Sonrasında kozmik oda denilen bu yer, hakim Kadir Kayan tarafından, büyük bir ciddiyet ve inatla bir aydan fazla aranmadı mı?
Bu hakime de suikast yapılacağı ileri sürülmedi mi?
Bu süreçte, Bülent Arınç'ın ağlamaklı sesle her yerde konuşup mağdur adam rolüne büründüğünü görmediniz mi? Hatta, Bay Arınç, 'Genelkurmay Başkanı bana neden geçmiş olsun demedi?' diye bu mağduriyetini derinleştirecek bir tiyatro sergilemedi mi?
Bunların tümü oldu.
Bu süreçte TSK kötülendi AKP mağdur gösterildi.
Gündem de günlerce işgal edildi.
Vatandaşa işsizliği, yoksulluğu, yediği zamlar, çektiği sıkıntılar böylece unutturuldu.
Bu tutum; AKP'nin siyaset etme yöntemidir.
İşte şimdi gündeme getirilen anayasa değişikliği paketi de Arınç'a suikast iddiası gibi tamamen politikaya yön vermek amacıyla gündeme getirilmiştir.
Milletin damarlarına sahte demokrasi afyonu şırınga edilerek iktidarın başarısızlıklarının üstü örtülüyor.
Yarın öbür gün anayasa da demokrasi de unutulacaktır.
Tıpkı Kürt açılımı gibi... Tıpkı Alevi açılımı gibi... Tıpkı ev yerlerine el konulmak istenilen gariban Çingenelere yönelik açılım gibi...
Tıpkı Ankara'da 2004'te gündüz gözü havai fişek patlatılarak kutlanılan 'AB'ye girdik!' şenlikleri gibi... Tıpkı Erivan'da futbol oynamak gibi...
***
Buradan, millet adına Bülent Arınç'a sesleniyorum.
Sayın Arınç, 'Beni öldürmek istediler!' diye ağlıyordunuz.
Ne oldu o dava?
Neden takip etmiyorsunuz?
Yoksa; siz milleti kandırdınız mı?
Eğer, ben haklı isem; milletten özür dileyin.
Eğer siz haklı iseniz belgelerinizi getirin ki biz özür dileyelim...

Müsteşar memur değil mi?
Adalet Bakanlığı Müsteşarlığı bir devlet makamıdır. Burada çalışan kişi de devlet memurudur. Bu yüzden müsteşarın birinci işi; görevini yapmak, zamanında işininde bulunmaktır. Eğer müsteşar, içinde bulunduğu bir kurul toplanırken o toplantıya katılmaz da bir yerdeki cenaze törenine gider ise, görevini ihmal etmiş olur. İşte Adalet Bakanlığı Müsteşarı Ahmet Kahraman böyle birisidir. O; Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) toplantısına katılmak yerine, bir yakınının cenazesine gitmiştir. HSYK Başkanvekili Kadir Özbek, toplantıya katılmayan bu müsteşar hakkında suç duyurusu yapmak zorunda olduklarını söylemiştir.
Çünkü; Bay Müsteşar; toplantılara katılmayarak hakim ve savcılarla ilgili atama ve özlük işlerinin yürütülmesini engeller konuma gelmiştir. Bu gücü de Adalet Bakanı'ndan almaktadır.
Demokrasiden söz eden Adalet Bakanı'na soralım:
- Bir bürokrat asli işini yapmayıp da şunun bunun cenaze törenine giderek kaytarır ise; bu işin demokrasiyle bir ilgisi olabilir mi? Buradaki amaç HSYK toplantısına katılmamak ve bu kurulu çalıştırmamak değil midir?
- Siz veya müsteşarınız HSYK toplantısına katılmadığınız zaman o kurul hiçbir karar alamıyor ise; buna demokrasi denilir mi?
- Siz de müsteşarınız da siyasi kişiliklersiniz. HSYK'nın siyasi kişiler tarafından böyle kontrol edilmesini demokratikleşmenin neresine sığdırıyorsunuz?


RIZA ZELYUT





İktidarın yegane amacı!..


İktidar olmanın vermiş olduğu gücü ABD ve AB’nin güdümünde kullanarak demokrasi, barış ve yargı reformu maskesi altında ‘sivil devrim’ yapmayı amaçlayan AKP’nin son hamlesi Anayasa değişikliği paketi oldu! AKP’nin hazırlamış olduğu pakette demokrasi değil teokrasi, barış değil kargaşa, yargı değil baskı var! Yargı reformu adına hiçbir şey yok! Yegane amaç güç ve kudreti elinde tutmak! Derinliğinde ise korku/endişe, kaygı ve telaş var!..

Bırakın CHP ve MHP’yi, AKP’den koparak siyasi mücadelesini yeni kurmuş olduğu partiyle veren Türkiye Partisi Genel Başkanı Abdüllatif Şener bile Anayasa Paketi’ne sert tepki gösteriyor. AKP’nin hazırlamış olduğu 26 maddelik Anayasa Paketi’nin tamamen kendi çıkarları doğrultusunda olduğunu belirten Abdüllatif Şener çok önemli tespitlerde bulundu. Yargı Reformu’na ait hiçbir şey olmadığını, parti kapatma ve milletvekilliğinin düşmesinin önüne geçildiğini, hedefin asıl Yargı Reformu değil HSYK olduğunu ima etti.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise çok daha sert açıklamalar yaptı: “…AKP neden telaş içinde. Çünkü AKP’nin iktidar dönemi bitiyor. Abbas yolcudur. Yapılanların hesabı sorulmayacak mı? Nerede sorulacak. 16 üyesi Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen Anayasa Mahkemesi’nde. Yarının Yüce Divan’ı hazırlanıyor desek, yanmış mı demiş oluruz? ...Mahkemeyi ben oluşturayım telaşıdır bu. Ama millet bunu görüyor. Ama millet bunu görüyor. …Kürt Açılımı ve Ermeni Açılımı fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Üçüncü fiyasko geliyor o da Anayasa değişikliği çabasıdır.”

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, AKP’nin muhalefetin “Sivas’tan öteye gidemezler.” sözünü çürütmek için “Bin yıllık kardeşliği yaşa ve yaşat” adlı ikinci toplantısını Şanlıurfa’da gerçekleştirerek gerekli mesajı vermiştir. Ayrıca AKP’nin şu anki stratejisinin seçime hazırlık olduğunu ve yapmak istediği Anayasa değişikliğinin ise bunun kılıfı olduğunu söyleyen Bahçeli “ İktidar partisi kiminle geçmişte sorun yaşamışsa, değişiklik taslağında bunlara öncelik vermiş, anayasa değişiklikleri gibi ciddi bir konuyu, hesap verme kabusları ile hükümet etme güdüleri arasına sıkışıp kalmıştır.” diyerek sert tepki gösterdi.

AKP iktidarının giderek ayak birbiri arkasına çılgınlıklar yapmasındaki asıl amaç, partisini kapatmaya zorlayarak topluma ikinci bir mağduriyeti teneffüs ettirerek erken seçime gitmektir! Zaten AKP’nin ara-sıra risk alıyor diye feryat etmesinin altında yatan gerçek de budur! Risk, apaçık partisinin kapatılması için yargıyı kışkırtmak! Risk, toplumda mağdur rolü oynamak! Risk, erken seçime gitmek! Bu üç ‘tespit’ üzerinde çok dikkatlice durulursa AKP iktidarının ne yapmak istediği ortaya çıkar. AKP iktidarı geri dönüşü olmayan bir yolda at koşturuyor. Görünen köy kılavuz istemiyor! Yolun sonu uçurum! AKP bunu görüyor! Fakat görmesine rağmen tek umudu millet! Ama millet artık uyandı!..

MUHSİN AKIL

Resim


Boşuna çabalıyorlar


İktidar koltuğuna oturan bir daha kalkmak istemiyor.

Parti başkanlarının da ancak ölünce yerleri boşalıyor.

Bazılarının öldükten sonra da boşalmıyor.

Ecevit öldü.

Ruhu DSP genel Başkanı.

Masum Türker gibi değerli bir siyasetçi ruh çağırma seanslarına katılmadığı için harcanmak isteniyor.

Saltanatın şekil olarak kaldırılması yeterli olmamış.

Monarşi özlemiyle yanıp tutuşanların demokrasi nutukları atması gülünç olmaktan çıktı.

Artık yaralayıcı olmaya, insanların canını acıtmaya başladı.

Cumhuriyet halk yönetimidir.

Sürekli değişimdir.

Sürekli yenilenmedir.

Sürekli gelişmedir.

İçinde demokrasi bulunmayan cumhuriyetin içi boştur.

Kötü yazılmış bir senaryonun film yapılması gibidir.

Rol alanların dışında izleyen olmaz.

Demokrasi ise ancak onurlu kişilerin taşıyabileceği bir sistemdir.

Demokrasiye inanmış siyasetçiler bireyselliği aşarlar.

Seçildiklerinde kendilerine verilen güç ve yetkileri halkın yararına kullanırlar.

Toplumun ve ülkenin çıkarları için çalışırlar.

Siyaseti “köşe dönem” aracı gibi görmezler.

Yasalara uyarlar, ahlak kurallarına saygılıdırlar.

Kendilerine verilen destekte azalma gördüklerinde iktidarı bırakmayı bilirler.

Seçim kaybettiklerinde partilerinin başkanlığından da ayrılırlar.

Bu görüntüler bize pek uymuyor.

Üzerimize imparatorluk kokusu sinmiş.

Beynimizde “gelip de gitmemek” tutkusu yer etmiş.

İktidara gelen partiler işlevlerinin farkında değiller.

Derslerini iyi çalışmadıkları, ya da siyasetin gerçek anlamını bilmedikleri için “yönetmekle” ele geçirmeyi karıştırıyorlar.

Bu uğurda her yola baş vuruyorlar.

Kurallar tanınmıyor, yasalar çiğneniyor, suçlular korunuyor, suçsuzlar cezaevlerini dolduruyor.

Bütün bunlar yetmiyor.

Anayasa’nın boyu iktidara uygun hale getirilmeye çalışılıyor.

Her şey yapılıyor, her yol deneniyor, her konu konuşuluyor.

Demokrasiden söz açan yok.

Hukukun adı bile anılmıyor.

Yargı “bağımsız” olsun diyenler var da, “tarafsızlık” pek istenmiyor.

Tüm çabalar boşunadır.

İmparatorluklar yıkılmak içindir.

İktidarların tümü bir gün bırakılmak içindir.

İnsan ömrü “sonsuz iktidar” için yetmez.

Fakat insan aklı bazen bu gerçeği göremiyor.

Devlet ve ülke siyasetçinin mülkü değildir..

Yurttaşlığın tadını almış toplumu yeniden “kul” haline getirmeye çalışan siyasetçi intihar yolunu seçmiştir.

Ve bizler kimsenin buyruğuna ve keyfine göre yazmayız.


Nalan Keziban ATAY




Millet ne istiyor?


Anayasa değişikliği tartışmaları uzadıkça, iktidarın tutarsızlığı, gerçek niyeti ve milleti hafife alma alışkanlığı daha net ortaya çıkıyor. Haftalardır üzerinde çalışıyorlar, 10 gün önce muhalefet partilerine taslak sundular, yarın tasarıyı meclise sevk edecekler, ama hala ne yapacaklarını, kaç madde değiştireceklerini, usul ve yöntemi bilmiyorlar. Sadece bu kadarı samimiyetsizliği, ciddiyetsizliği ve gerçek niyeti ortaya koymaya fazlasıyla yeter de artar bile.

Söylediklerine kendileri de inanmıyorlar

Başbakanın konuşmaları biraz dikkatli dinlenir ve satır araları doğru okunursa, aslında ne yapmak istedikleri kolayca anlaşılıyor. Bir taraftan muhalefete meydan okuyor, diğer taraftan "üzerinde çalışıyoruz" diyor. Bir taraftan uzlaşma arıyor, diğer taraftan uzlaşma önerilerini yok sayıyor. Sayın başbakan önce ne yapacağınıza, ne kadar yapacağınıza, nerede duracağınıza bir karar verin. Kaldı ki, bugün ülkenin acil ihtiyacı kesinlikle bir anayasa değişikliği değildir. Hele sizin anladığınız ve dayattığınız anayasa değişikliği hiç değildir. Muhalefete seslenirken, "bu değişikliği millet istedi, siz istemeseniz de millet istiyor" diyorsunuz. Bu söylediğinize kendiniz bile inanmıyorsunuz. Yani millet, açlığı, yoksulluğu, işsizliği, çaresizliği bir kenara bıraktı ve anayasa değişikliği istiyor, öyle mi? Güldürmeyin insanı

Yargı reformunun gereği

Bugün yediden yetmişe kime sorsanız, anayasanın değişmesi gerektiğini de, bir yargı reformunun şart olduğunu da söyler. Bende söylüyorum. Bu anayasa değişmelidir. Bir yargı reformu acil olarak gereklidir. Ancak, bunun yolu yöntemi var. Bunun sınırı ve ölçüsü var. Anayasa değişikliğinin, daha doğrusu yeni bir anayasanın olmazsa olmaz şartı, siyasi ortamın buna müsait olmasıdır. Geniş bir uzlaşma, hatta mümkünse tam bir ittifak sağlanmasıdır. Eğer bu konuda samimi olsaydınız MHP'nin son derece yapıcı ve akılcı teklifini kabul eder ve bu işi bitirirdiniz. Yargı reformunun acil olmasının sebebi Yüksek mahkemelerin yapısından kaynaklanmıyor. Hatta yüksek mahkemeler kimsenin aklına bile gelmiyor. Yargı reformu hukukun tecellisi, adaletin zamanında yerine gelmesi ve devlete olan güvenin tesisi için şarttır. Millet işte bunu istiyor. Suçlu olduğuna inandığı insanların karakolun kapısından girip mahkemenin kapısından çıkmaması için yargı reformu istiyor. En basit bir davanın yıllarca sürmesinden yıldığı için yargı reformu istiyor. Hainin, bölücünün, hırsızın, katilin, insan ticareti yapanların hukukun arkasına dolanmaması için yargı reformu istiyor. Bölücübaşının yattığı yerden parti yönetememesi için yargı reformu istiyor.

Önce milletvekillerinizi ikna edin

Siz milletin bu haklı ve doğru talebini alıp, kendi emelleriniz için kullanmaya çalışıyorsunuz. Asıl yapılması gerekenin yanından bile geçmiyor, kendi istikbalinizi düşünerek yüksek yargıyı kontrole almaya uğraşıyorsunuz. Devleti ele geçirmekte son engel gördüğünüz yargıyı yerle bir edip, tıpkı medya da olduğu gibi, tıpkı RTÜK'de, YÖK'de ve bütün yüksek kurullarda olduğu gibi yandaş bir yapı oluşturmaya gayret ediyorsunuz. Nerede başlayıp nerede bitireceğinizi, neyi ne kadar değiştireceğinizi hala bilmiyorsunuz. Hergün yeni bir karar verip, yeni dayatma ekliyorsunuz. Bunun adı da reform oluyor, Anayasa değişikliği oluyor. Bu halinize bakmadan, muhalefetten destek istiyor ve size inanmasını, güvenmesini bekliyorsunuz. Siz muhalefeti bırakın da önce kendi milletvekillerinizi ikna edin. Tutarsızlığınız, dayatmalarınız, kendinize yontma ve kendi düzeninizi kurma arayışınız, birazcık akıl ve vicdan sahibi herkes gibi AKP milletvekillerini de isyan noktasına getirdi.

Küçük hesaplar

AKP'nin her işinde olduğu gibi anayasa değişikliği de neresinden tutarsanız elinizde kalıyor. Makul ve mantıklı hiçbir izah yapılamıyor. Ortada olan şey bir takım küçük hesaplar, özel hedefler ve istikbal korkusudur. Bir defa daha görülmüştür ki, kendi hesapları ve menfaatleri için yapamayacakları, göze alamayacakları hiç birşey yoktur. 7,5 yıldır sayısız örneklerine şahit olduğumuz gibi yine gerginlik çıkararak, yine arkadan dolanarak, yine çatıştırarak, yine kapıştırarak istediklerini yapmaya çalışacaklar. Bu şekilde bir anayasa değişikliğinin bu ülkeyi kaplaştırmaktan, bu milleti huzursuz etmekten ve bu devleti takatsiz bırakmaktan başka bir sonuç doğurmayacağı gün gibi ortadadır. Ancak ne ülkenin ne olduğu, ne milletin ne düşündüğü, ne devletin nerelere sürüklendiği AKP'nin ilgi alanında değildir. Hatta kafa karıştırmak, oldu bittiye getirmek ve mağduru oynayabilmek için bu durumu bilerek ve isteyerek oluşturmuşlardır. Referandum yolunu bunun için zorluyorlar. Bugünkü şartlarda bir referandumun bu ülkeye neye mal olacağı şimdiden bellidir. İnsanların bir dilim ekmeğe muhtaç olduğu bu dönemde ekonomik maliyeti bile düşünmek zorundayız. Kaldı ki sosyal ve siyasi boyut çok daha keskin ve tehlikeli sinyaller veriyor.

Seçim geliyor

Bu işin sonu nereye varır, nasıl bir sonuç çıkar ayrı bir tartışma konusudur. Ancak bu dayatmanın bir seçim getireceği anlaşılıyor. AKP'nin bu dayatmayı bir mağduriyete dönüştürmek ve milleti bir defa daha aldatmak için planlar yaptığını anlamak için dahi olmak gerekmiyor. Ne kadar isteseler de referanduma gidilmesi çok kolay olmayacaktır. AKP'nin kendi içinden bu yol kesilebileceği gibi, Anayasa Mahkemesi ve hatta çok az bir ihtimal de olsa Cumhurbaşkanı vasıtası ile de bu yol kesilebilir. Her durumda AKP bunu bir istismar malzemesi yapacak ve oya tahvil etmeye çalışacaktır. Bütün yollar en geç sonbaharda bir seçime çıkıyor.

ORHAN KARATAŞ




Baraj ve dokunulmazlık


OLAYLAR karşısında şaşırmamak elde değil. Herkesin ağzında bir “uzlaşı” lafıdır gidiyor ama Meclis’e sunulan “Anayasa Değişiklik Paketi”nde uzlaşmanın esamisi yok!

Resim


Evet, “Ben yaptım, oldu” dayatmasıyla da anayasa yapılabilir ama bu tartışmalı bir anayasa olur. Milletin anayasası olmaz! Uygar ülkelerde anayasa değişikliklerini, parlamentoların seçtiği tarafsız kuruluşlar hazırlar, çok sayıda katılımcı sağlanır, her kesimin görüşleri alınır.
Bizde hazırlama işine partiler girince, birinin ak dediğine, öbürü kara diyor, işler karışıyor.
* * *
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek arayarak, anayasa değişikliği konusunda pazartesi günü yazdığım eleştirileri ağır bulduğunu söyledi. Konuşurken zarafetini bozmadı. Ne de olsa deneyimli ve kibar bir siyaset adamı...
“Evet” dedi, “Ben hak ve özgürlükler konusunda referandum olmaz, dedim. Bugün de sözlerimin arkasındayım. Şimdi, yapmak istediğimiz değişikliklerle hak ve özgürlükleri geri götürmüyoruz ki... Daha genişletmek istiyoruz. Anayasa’yı ileri standartlara taşımak amacındayız. Bazı itirazları da dikkate almış bulunuyoruz.”
Sorumlu gazetecilik anlayışımın gereği, Cemil Çiçek’in bu sözlerini not ettikten sonra ona bazı sorular sordum. Çok tartışılan yüzde 10 seçim barajı ve milletvekili dokunulmazlığı gibi...


Kimse umutlanmasın! Yüzde 10 seçim barajı kaldırılmayacak! İktidarın böyle bir niyeti yok. Yalnız iktidar mı bunu istiyor? Hayır!
CHP’nin de, MHP’nin de işine geliyor bu durum!
Üç parti de çıkarları gereği, seçim barajının yüzde 10’da kalmasını destekliyor.
Seçim barajı anayasa konusu değil. Partiler isterse bunu bir yasa ile beş dakikada kaldırabilir. “Demokrasi” deyince herkes kükrüyor ama ucu kendilerine dokununca hiçbir değişikliğe yanaşmıyorlar!
Yüzde 10 seçim barajının kalkmasını sadece baraj altında kalan küçük partiler istiyor!


Cemil Çiçek’e, Venedik Komisyonu’nun “Türkiye’deki yüzde 10 seçim barajı çok yüksek ve demokrasinin önünde ciddi bir engel” şeklindeki kararını hatırlattım.
Çiçek, “Venedik Komisyonu’nun kararları bağlayıcı değil, tavsiye niteliğindedir” dedi ve sözü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne getirdi: “Yüzde 10 seçim barajı konusu AİHM’de görüşüldü ve mahkeme bunu Türkiye ile imzalanan sözleşmeye aykırı bulmadı. ‘Baraj, her ülkenin kendi bileceği iştir’ kararına vardı.. Eğer ülkede istikrar istiyorsak bu baraj devam etmelidir.”


“Ya dokunulmazlıklar? Suçluları korumayı sürdürecek misiniz?” diye sordum.
Meclis’te 550 milletvekili var, suç dosyası sayısı 600’den fazla. Temiz milletvekillerini tenzih ederiz ama haklarında 8-10 suç dosyası olan milletvekilleri siyaseti karalıyor. Meclis bunları barındırmaya devam edecek mi?
Cemil Çiçek “Devam edecek!” dedi ve anlattı:
“Bugün ‘Dokunulmazlık kalksın’ diye feryat edenlere inanmayın siz... 1995’te, dokunulmazlığın kaldırılması için yaptığımız çalışmada bütün partilerin milletvekilleri yan çizdi. Bugün de böyle bir çalışma yapsak hiç biri ortada görünmez. Ayrıca ben, milletvekillerinin ikide bir hâkim karşısına çıkarılmasını doğru bulmam. Doğru olan, parlamenterlikleri bittikten sonra yargılanmalarıdır.”


RAHMİ TURAN




Hayret ve nefret

Maçlarda İstiklal Marşı söylenmesini, muhtelif harplerde ve bilhassa Çanakkale ile İstiklal harbimizde şehit olanlara şehit denmesini, şehit ve gazilerimizin çeşitli vesileler ile yad edilmesini istemeyenler, bunları 'çağ dışı, antidemokratik hareketler' olarak gören, bunlardan bahsedilmesini 'hamaset edebiyatı' diye vasıflandıran insanlara hayret ediyorum.
Bir grubun da 'Çanakkalede 250,000 kişi ölmedi, ancak 65,000 kişi öldü' diyerek tarihe ışık (!) tutma gayretleri de beni ayrıca şaşırtıyor. Sanki 65,000 can insan değil, sanki sayı 65,000 olunca onlar şehit ve vatanı için ölmüş sayılmayacaklar? Ulan 6 kişi bile fazla!
Aynı zirzoplar, Mustafa Kemal'in Çanakkale'deki varlığından da rahatsız ' O sadece bir albaydı, aslında bütün orduyu Almanlar idare etti' diyorlar.
Hale bak! Çanakkale Harbini, orada çarpışanları, şehit düşenleri ve Atatürk'ü küçümsemek, bu şaşkınların nezdinde 'ilericilik, hoşgörü' sembolü haline geldi.
Ey gafiller, sizin küçümsediğiniz Çanakkale harbi, bize saldıran memleketler için şehit kavramı ile bağdaştı.
İngiltere, Avustralya, Fransa ve Belçika'da şehit ve şehitleri yad etmenin sembolü Çanakkale'de gördükleri gelincik tarlalarıdır. O tarlalardaki gelincikleri kanı akan bir asker farzederek anma günlerinde sokaklarda gelincik rozetleri dağıtırlar. Halk yakalarına gelincik takar. Üstelik bunlar kendilerine ait olmayan topraklara saldırıp layık oldukları karşılığı gören milletler. Bizim şehitlerimiz ise vatanlarını ve milletin namusunu korumak için canlarını vermiş insanlar.
Ve unutmayın ki siz hokkabazlar da bugünkü varlığınızı o şehitlere ve onları sevk ve idare eden Miralay Mustafa Kemal'e borçlusunuz.

Atatürk sormuş....
İstiklal Harbi kazanılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş ve genç Türkiye Cumhuriyeti emeklemeye başlamış. Cumhuriyet Bayramı'nda bir resepsiyon veriliyor. Bütün sefirler, ataşeler ve ileri gelen yabancılar da davetli. Davet gayet güzel devam ediyor ama bir husus da Mustafa Kemal'in gözünden kaçmıyor. İngiliz Askeri Ataşesi arada bir Atatürk'e doğru dönüp ters ters bakıyor. Atatürk, yaverini çağırıp 'Git şu adama sor, benden bir şey mi istiyor? Neden ikide bir bana bakıyor da gelip konuşmuyor?' diyor.
Yaver, İngiliz'in yanına gidip konuşuyor ve sonra dönüp Atattürk'e anlatıyor 'Paşam, sordum. O da bana sizin Çanakkale'de onun babasını öldürdüğünüzü söyledi'
Atatürk tebessüm ediyor 'Yaver, sana zahmet olacak ama git o adama sor bakalım, babasının Çanakkale'de, İngiltere'den binlerce kilometre ötede, ne işi varmış?'


Ahmet Çavuşoğlu



Resim


Hem Kel Hem Fodul


Hala burunlarından kıl aldırmıyorlar.

Şu Avrupa Birliğine dikkatli bakın dostlar,

En önemli üç üyesinden biri, İngiltere sallanıyor.

İspanya patladı patlayacak.

İtalya"nın bile adı geçiyor.

Yunanistan yerlerde,

AB desteğini çekse, açlıktan ölecekler.

Macaristan, Romanya, Bulgaristan,

Portekiz

Hepsi ekonomik krizin kıyısında.

IMF bile "mali durumunuzu düzeltin" diyerek kendilerini uyardı.

Küçük bir sarsıntı bunalımı açığa çıkaracak.

Birliğin Amiral Gemisi, Almanya;

O da ihracat liderliğini Çin"e kaptırıp üçüncü sıraya düştü.

Almanya"nın Birlik içindeki konumu farklı,

Onlar üretici, ihracatçı, öteki üyeler pazar durumda.

Ancak görünen o ki birlik Almanya"ya yetmiyor.

Türkiye üzerinden bir yerlere ulaşmak istiyor,

Yani bizim işbirliğimize ihtiyacı var.

Ama bunu belli etmeyip burnundan kıl aldırmıyor.

Enerji yönünden ihtiyacı var.

Yeni pazarlar yönünden ihtiyacı var.

Ortadoğu'ya duyarsız kalmama yönünden ihtiyacı var.

Kafkaslar yönünden ihtiyacı var.

Asya"ya ihracat yönünden ihtiyacı var.

Ama biz hala onlar için "PARYA" görüntüsündeyiz.

İmtiyazlı Ortaklık lafını ağzından düşürmüyor.

Çünkü kadın Hıristiyan Demokrat.

Birliğin bir Hıristiyan Kulübü olduğuna inanıyor,

Bu sebeple birlikte bir Müslüman ülkenin olması onun açısından "KABUL EDİLEMEZ" bir durum.

Yani HAÇLI zihniyeti.

Türkiye ile Almanya arasında o kadar tezatlar var ki!

Düşünün Almanya"nın lideri Türkiye"ye geliyor,

Yüzlerce işadamı ile.

Amacı ne?

Yeni anlaşmalar imzalamak.

Ekonomik olarak Almanya"ya artı değerler yaratmak.

Türkiye ile Almanya"nın ticaret hacmi ne?

Yaklaşık 45 milyar dolar.

Yani yüksek bir sermaye akışkanlığı var.

Alıyoruz veriyoruz.

Bizim en çok ticaret yaptığımız ülke.

Birlik içinde de iyi bir ticari partneriyiz..

Almanya"nın bizi yağla balla beslemesi gerekirken,

Merkel Hanımefendi çıkıp hala imtiyazlı ortaklıktan bahsedebiliyor.

Ticaret yapalım diyor

İyi güzel de, bizim işadamlarımız sizinle anlaşmalar imzalıyor,

Paralarını transfer ediyor,

Sermayelerini gönderiyor,

Ama kendileri gidemiyor.

Çünkü Almanlar "VİZE" verirken bir tek "ANAMIZIN NİKÂHINI" istemiyorlar.

İş yapalım ama işadamlarınız gelmesin.

Kör mantığa bakın?

Böyle saçmalık olur mu?

Kırk yıldır bu kapıdayız, Avrupa"nın bize bakışını hala kıramadık.

Çünkü kendi uygarlıklarında bize yer vermek istemiyorlar.

Onlar bizi sadece "PAZAR" olarak görüyorlar,

Birlik dışındaki tüm ülkelere bakış açıları bu.

Ama en büyük ihracatı bizim gibi ülkelere yapıyorlar,

Ne yazık ki!

Vize için sürülen bahanelere bakın,

Yasadışı göçte Türkiye transit geçiş yeri.

İyi de bu Yunanistan için de aynı,

İtalya için de aynı, İspanya için de aynı.

Adam denizden derme çatma gemilerle sınırına dayanıyor.

Atsan atılmaz satsan satılmaz.

Bizim ne suçumuz var.

Bence Sayın Merkel"de saçmalıyor,

Her konuda

Ayrı Kıbrıs Davasında olduğu gibi;

"Kıbrıs"a limanları açın",

İyi de Kıbrıs Annan Planına evet dedi,

Siz niye sözlerinizi tutmadınız,

Niçin hala Kıbrıs insanını açlığa mahkûm ediyorsunuz?

İzalosyonları niçin kimse hatırlamıyor?

Bu insanlığa sığar mı?

Merkel"in elindeki ikinci dayatma İran,

"Yaptırımlara destek çıkın" diyor.

İran nükleer bomba ile fazla oynamasın.

Peki, İsrail ne iş yapıyor?

Adaların elinde Ortadoğu'yu haritadan silecek kadar nükleer başlık var.

Niçin? Bu dosya açılmıyor?

Niçin İsrail"in elindeki atom bombaları görmezden geliniyor,

ATOM Bombası sadece siz batılıların elinde mi? Olmalı?

İstediğinizde, istediğiniz ülkeyi sindirin,

Ama size karşı birisi diklendiğinde "NÜKLEERİ" kullanarak korkutun.

Sonra da bize inandırıcı olun, destek isteyin.

Hadi canım sende.

Bence İran bir kenara iç ve dış tehditlere,

Büyük Ortadoğu Projesi gibi ihanet planlarına karşı Türkiye"nin askeri olarak daha da güçlenmesi gerekir.

Bunun yolu da bir an önce nükleer silah elde etmek.

Adı bile karşınızdakini durdurur.

Kıbrıs adası büyüklüğündeki İsrail"e yan bakılmamasının iki ana nedeni var?

Birincisi arkasında ki bu Hıristiyan Kulüpleri, İkincisi de elindeki ölümcül nükleer başlıklardır.


ALİ ÖNCÜ





Unutturulmaya Çalışılan Gündem



[img]http://www.stargundem.com/thumbnail.php?file=taraf_824006728.jpg&size=article_medium[/img]

BOP çerçevesinde, ABD ve İsrail kışkırtmalı "Yeni Osmanlıcılık" görüntüsü altında "Ortadoğu Birleşik Devletleri"nin (Büyük İsrail) kurulmakta olduğu


4C Yasası ile emekçinin köleleştirilmek istenmesi

PKK Açılımı

Ermeni Açılımı

Teğet değil, delip de geçmek bilmeyen ekonomik kriz

ABD'nin İran ve Afganistan için TSK'dan muharip asker istemesi

Her geçen gün işsizler ordusuna yeni katılan emekçi ve esnaf

Oluşturulmaya çalışılan çoğunluk diktası

Devlet kadroları içinde cemaat yapılanmasının müthiş boyutu


[img]http://i.ensonhaber.com/news/95193.jpg[/img]

Cemaat - CFR/CIA bağlantıları

Muhalif aydınların içeride olması

Yolsuzlukların örtülemeyecek boyutlarda olması

Üretim araçlarının, finans kuruluşlarının yabancılaştırılması


Resim

Okul bina ve arazilerinin bile "babalar gibi" satılmak istenmesi

Gemicikler, villacıklar, şirketcikler

İşte farklı gündemler ile halkın gözünden kaçırılan durum bu.



BAĞIMSIZGÜNDEM


Sabrın sonu selamet değil ölümdür
Türk milleti ...

BAŞKOMUTAN
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Prş Nis 01, 2010 16:44

Örtüsüz faşizmin büyük medya ayağı

Resim


İşte TRT'deki 'muhafazakar' köşe yazarları

[img]http://www.gazeteciler.com//data/news/240x180/1270102734-00.jpg[/img]


TRT ve TMSF'nin elindeki Cine-5'te yüksek paralara program yapan muhafazakar kesimin ünlü isimleri bakın kimler;
TRT ve devletin el koyduğu CINE -5'de program yapan iktidar yanlısı gazetelerin köşe yazarları hedefteydi...
En son Ergun Babahan ile Zaman'ın genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı yüksek maaş iddiaları ile gündeme geldiler.

Peki TRT ve Cıne-5 gerçekten 'yandaş' yazarların arpalığı mı oldu?
Akşam yazarı Oray Eğin bir liste çıkartmış...
Buyrun bakın ve kararı siz verin;

-Fehmi Koru (TRT-Politik Açılım), Derya Sazak (TRT-Politik Açılım),Fuat Keyman (TRT-Politik Açılım),Mustafa Erdoğan (TRT-Politik Açılım),

-Mehmet Altan (Başka Yerde Yok-CINE 5-yayından kalktı),

-Taha Akyol (TRT-Herkes İçin Adalet),
-Mustafa Akyol (Taha Akyol'un oğlu-TRT-Yüzyüze ve Küresel Nabız),

-Ergun Babahan (TRT-Çıkış Yolu),
-Ekrem Dumanlı (TRT-Çıkış Yolu-para almayacağını açıkladı),

-Oral Çalışlar (TRT-Kuşak Farkı),
-Çalışlar'ın oğlu (TRT-Kuşak Farkı),

-Ferhat Kentel (TRT-Yüzyüze),
-Beril Dedeoğlu (TRT-Yüzyüze),
-Berat Özipek (TRT-Yüzyüze),

-Mehmet Barlas (TRT-Sinerji),
-Mecbure Canan Barlas (Mehmet Barlas'ın eşi-CINE 5-Kırmızı Hat),

-Ahmet Kekeç (CINE 5-Memleket Meselesi-yayından kalktı),
-Salih Tuna (CINE 5-Memleket Meselesi-yayından kalktı),
-Taraf'taki çocuk (CINE 5-Memleket Meselesi-yayından kalktı),

-Mümtaz'er Türköne (TRT-Gündeme Dair),
-Emre Aköz (TRT-Gündeme Dair),

-İbrahim Kalın (TRT-Enine Boyuna),
-Önder Aytaç (TRT-Sen-Siz Olmaz/ Olur mu?),
-Tamer Korkmaz (TRT-Ezberbozan),
-Amberin Zaman (TRT-Gazeteci Gözüyle)...


gazeteciler.com
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Prş Nis 01, 2010 23:57

Resim


Anayasa taslağında imza skandalı

Korku dağları bekler denir ya, işte bu süreç içinde AKP’nin yaşadığı ve AKP ile yaşanan böyle bir durum. Neler neler yapmıyorlar. İşte en son CHP’nin ortaya çıkardığı bir skandal.
Çok karışık ve çok ayrıntılı ama aynı zamanda o kadar acemice ve “amatörce” ! Pazartesi sabahı Meclise verilen taslak meğer üç kağıttan oluşuyormuş. Tabii vekillerin ellerine geçen, bir tanesi.
Geçen yıl, Köksal Toptan zamanında “depolanan” imzalar kullanılmış. Bu yüzden de iki listede tahrifat yapılıp üçüncü listede isimler düzeltilebilmiş. Gece saat on birde hazırlanıp sabah dokuzda Meclise getirilen bu taslakta, o kadar imzanın ne zaman toplandığı soruluyor şimdi. Bir kağıtta üst kısmının aynı olduğu ve yedi kişi olduğu ve yedisinin de (bakanlar ve başbakan) imzalarının bulunmadığı gibi garip bir durumu anlatmaya çalışıyorlar ve bu imza eksikliğinin gelecekte kendilerine bir sorumluluk yüklememesi açısından, bir tedbir olarak düşünüldüğü yorumunu yapıyor CHP’liler. Buna karşılık Meclis Başkanının imzasının bulunduğunu, bunun da yanlış bir uygulama olduğunu, bu imzanın da depo imza zamanından kaldığını söylüyorlar. Haberciler durumu Burhan Kuzu’ya sordular. O da her zamanki “boş verici” haliyle, “olsa ne olur” gibi anlaşılamaz bir cevapla karşıladı soruyu.



Başka bir ülkede olsa büyük bir heyecan yaratacak olan ama bizimkinde “ne olacak yani” lerle karşılanan bir girişim de YARSAV’dan geldi. Onlar da Adalet Bakanı hakkında suç duyurusunda bulundular. Korku dağları aşmış işinin anayasa taslağıyla ilgili kısmı bunlar.
Korkmayanlar
Korkmayan bir çok kişi var da, bugünlerde iki kesim dikkatimi çekiyor. Biri son üç şehidimizin anaları, babaları... “On çocuğum olsa da yollarım, ben şehid babasıyım, bununla iftihar ediyorum” diyen babalar ve elinde bayrağımızı sallıyarak haykıran korkusuz nineler...
Bir de aslanım Tekel işçileri...
“Biz evimize geliyoruz, TÜRK-İŞ bizim evimiz. Eve gelmek neden yasak olsun” diyorlar. Ben bu yazıyı Çarşamba gecesi yazıyorum. Yola çıkmışlar bile. Ta Siirtlerden, Tokatlardan, İzmirlerden geliyorlar. Perşembe günü Ankara’ dalar. Arkadan şeker işçileri gelecek, TARİŞ gelecek... Tekelciler bin kişi geliyorlar ama “belli olmaz, daha kalabalıklaşırız belki” diyorlar. Gel de hatırlama Yahya Kemal’i:
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı, ilerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle
Ankara’ya tekrar hoşgeldiniz yiğitler!
Suikast korkuları
Gün geçmiyor ki Tayyip Bey’e suikast ihbarı gelmesin. Derhal aramalar başlıyor, korumalar arttırılıyor, köpekler salınıyor. Bülent Arınç’a suikast, Tayyip Bey’e suikast... Nedense başkalarına yok. Onlar bu suikast işlerini o büyük hitabetleriyle (!) iyi işliyorlar. Anayasa taslağına son dakikada ilave edilen komutan ve genelkurmay başkanlarına da Yüce Divan yolunu açan madde de böyle bir şey. Her yerde söyler misiniz, “bunlar Yüce Divana gidecekler, Anayasayı Yüce Divan korkusuyla değiştirmek istiyorlar, yargıdan kaçabilmek için” diye, işte onlar da böyle yaparlar! “Madem biz gideceğiz, komutanlar da gelsin” derler, Elle gelen düğün bayram... Rövanş almış olurlar yani.
Hepsi iyi de, komutanlar bu memlekete ne gibi bir zarar verdiler? Özelleştirmelerle yurdu fakirleştirdiler mi, güvenliğimizi tehlikeye atacak kanunlar mı yaptılar, toprak mı sattılar, şimdi termik santralleri mi satıyorlar, ihale yolsuzluğu mu yaptılar işçileri beş yüz lira aylıkla yaşamaya mı mecbur ettiler, yandaş medya mı oluşturdular, TRT’nin parasını milyon dolarlarla heba mı ettiler, tarımı mı bitirdiler, sanayii mi çökerttiler, liyakatsız adamları, layık olmadıkları işlerin başına mı getirdiler...
Ben kaç kere yazdım, darbeden korkacağınıza Allah’tan korkun diye ama kim okur kim dinler varak-ı mihr-i vefayı.
Nihat Genç diyor ya, “bu ülkeyi kırklamak lazım diye. ” Fareler bastı her tarafı “ diyor.


AFET ILGAZ YENİÇAĞ 02.03.10


Resim
Arslan Bulut'un yazısı...


‘Yeni Anayasa’ olmadı,sivil dikta hapı verelim
Resim


Anayasa bir ‘toplumsal sözleşme’ belgesidir.
Böyle bir belgenin, toplumdaki ‘bütün kesimlerin’ genel kanaatleri dikkate alınarak, ortak bir irade tarafından hazırlanması gerekir.
Demokrasinin gerçekten ‘halk iradesine’ dayandığı ülkelerde temel kural budur.
İstisnası, ‘demokrasi’ ile idare ediliyormuş gibi görünen ancak, ‘tek adam’
diktatoryasının egemen olduğu Türkiye gibi ülkelerdir.
27 Mayıs ihtilalinden sonra, ‘tek adam’ haline gelen Orgeneral Cemal Gürsel, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’ı huzuruna çağırarak yeni bir anayasa hazırlatmak istediklerini söyler.
Onar, hiç düşünmeden şu soruyu sorar:
- “Nasıl bir anayasa isterdiniz, efendim?”
İşte bu söz, Cemal Gürsel’in Onar’ı yeni anayasayı hazırlayacak olan komisyonun başına tayin etmesi için yeter.
22 Temmuz ihtilalinin ardından yine ‘tek adam’ konumundaki Tayyip Erdoğan, Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ergun Özbudun’u huzuruna kabul ederek, yeni bir anayasa hazırlatmak istediklerini anlattı.
Belki Özbudun da, iki büklüm halinde aynı şu soruyu sormuştur:
- “Nasıl bir anayasa isterdiniz, efendim?”
***
3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra, transferler ile bir ara Meclis’te ‘367’yi aşan çoğunluğa’ ulaşan AKP’nin uzun süre ‘Anayasayı değiştirmek’ aklına gelmedi.
Ama 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra nereden talimat geldiyse geldi, Tayyip Erdoğan’ı birdenbire ‘yeni anayasa’ heyecanı sardı.
Şakşakçılar, yeni anayasanın ‘özgürlükçü’ ve ‘sivil’ olacağını iddia ediyorlardı.
Ama, “Ben yaptım, oldu” zihniyeti ile hareket eden Erdoğan’ın, toplumun hiçbir kesimine danışmadan, ‘kendi fanuslarında’ yaşayan bir heyete hazırlattığı anayasanın neresinin ‘sivil’ olacağı sorusunu kimse aklına getirmiyordu.
Taslağı hazırlayan heyet, değişikliğe ilk önce başlangıç hükümlerindeki ‘Türk’, ‘Atatürk’ ve ‘milliyetçiliği’ çıkararak başladı. Sonra, değiştirilmesinin ‘teklif edilmesi’ dahi suç olan ilk dört maddeyi tartışmaya açtı. Nihayet, ‘birlik ve bütünlüğün çimentosu’ kabul edilen diğer maddelere el attı.
İbrahim Kaboğlu, Baskın Oran, Zafer Üskül, Atilla Yayla, Ergün Özbudun imzasını taşıyan taslak, yıldırım hızı ile Avrupa Birliği’nin onayına sunuldu.
***
Ne oldu ne bitti, artık bilemiyoruz, uzun bir süre gündemi işgal eden ‘yeni Anayasa’ tartışmaları bir anda bıçak gibi kesildi, ‘taslak’ sessiz sedasız rafa kaldırıldı.
Tayyip Erdoğan, baktı ki ‘toplumun midesi’ niteliği belirsiz kimyasallar içeren yeni bir Anayasa’yı ‘hazmetmeye’ müsait değil.
Bu kez, mevcut Anayasa’yı ‘tedavi edebilmek’ (!) maksadıyla ‘cins cins haplardan’ müteşekkil yeni bir ‘torba paket’hazırlayıp piyasaya sürdü.
Muhalefet, önüne konulan hapların hiç de ‘tedaviye’ yönelik olmadığını anlayıp elinin tersi ile itince, bu kez haplar üzerinde gelişigüzel ‘rötuşlar’ yaparak, torbanın içine ‘yeni haplar’ ilave ederek kamuoyunun gözünü boyamaya çalışıyor.
‘Denetçi’ yargıyı, ‘yürütmenin’ bir parçası haline getirerek, ‘sivil diktatörlüğe’ giden yolda bir ‘viagra’ işlevi görecek olan haplar, şimdi Meclis’te onay bekliyor.
Peki Tayyip Erdoğan, taslağın Meclis’ten geçse bile, ‘referandumdan’ önce Anayasa Mahkemesi’ne toslayacağını bilmiyor mu?
Tabii ki biliyor. Ama, yine birilerinin eline verdi ‘çelik çomağı’, oyalayıp duruyor.
Bir altı ay daha vaziyeti böyle idare eder.
Sonrası Allah kerim.


İSRAFİL K. KUMBASAR 02.03.2010 YENİÇAĞ



Boş kâğıda imza, demokrasimizin kalite belgesidir!

CHP’li Hakkı Süha Okay, Anayasa Komisyonu’na gönderilen Anayasa değişiklik paketi teklifinde, Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’in imzası olduğunu savundu ve gazetecilere bir de metin gösterdi.

Bu bir skandaldı...

Çünkü Meclis Başkanı, “tarafsız” olmak zorundaydı ve bırakın yasa teklifine imza koymayı, oy bile kullanamazdı.

Hakkı Süha Okay’ın gösterdiği belgeler, Anayasa Komisyonu’nun AKP’li Başkanı tarafından hemen yalanlandı. Basına, Mehmet Ali Şahin’in imzası olmayan başka bir belge dağıtıldı.

Okay bu kez de Şahin’in imzasının olduğu imza listelerinin değiştirildiğini, yeni bir belge düzenlediğini iddia etti.

***


Dün iki belgeyi de uzun uzun inceledim.

AKP’li milletvekillerinin adlarının ve imzalarının yazılı olduğu iki kâğıtta da; bu imzaların neden verildiğini belirten bir ibare bulunmuyor.

Yani...

Bu kâğıtlar, tesadüfen kötü niyetli bir kişinin eline geçse...

O kötü niyetli kişi; bu kâğıtların üst kısmına, “Aşağıda imzası bulunan bizler, Ergenekon Terör Örgütü’nün üyeleri olduğumuzu kabul ediyoruz” diye yazsa...

İmza sahiplerini, dokunulmazlık zırhı bile kurtaramaz!

***


Anlaşılan o ki; bu “kâğıtlar”, AKP’li grup yöneticileri tarafından milletvekillerine önceden “boş” ve “tarihsiz” olarak imzalatılıyor...

Amaç belli:

Meclis Başkanlığı’na bir yasa teklifi vermek gerektiğinde, grup başkanvekillerinin milletvekillerinin peşinden tek tek koşmalarını engellemek...

Benzer bir uygulamayı Başbakan da yapıyor...

O da; kabinesine aldığı bakanlara daha ilk toplantıda tarihsiz bir “istifa” mektubu imzalatıyor.

Anlaşılan o ki; AKP’li grup yöneticilerinin, Anayasa değişiklik paketi için kullandıkları ilk “imza listesi” de böyle bir liste...

Ve Mehmet Ali Şahin’in Meclis Başkanı seçilmesinden önce hazırlanmış!

Hakkı Süha Okay da bu “hata”yı ortaya çıkarmış...

***


Gerek vekillerin, gerekse bakanların, “tarihsiz ve boş” kâğıtlara imza atması, demokrasimizin kalitesini gösterir.

Bu “depo imzalar”ı asla gelişmiş demokrasilerde göremezsiniz...

Ama bizim demokrasimizde “milletvekilleri”, parti yöneticilerinin her dediğini yapmak zorundadır.

Bu yüzden de boş kâğıtlara basarlar imzaları!

İşin en komik yanı da...

Bizim, “böyle bir demokrasi” için her dört yılda bir sandık başına gitmemiz ve verdiğimiz oylarla ülkenin kaderini belirlediğimizi sanmamız!

***


Yazık değil mi siyasi partilere yapılan Hazine yardımlarına?

Yazık değil mi seçimler için harcadığımız onca paraya?

Yazık değil mi 550 vekile ödediğimiz maaşa?

Madem vekiller, iradelerini bu kadar kolay devredebiliyor; o zaman sadece 5 kişi seçelim, baksınlar keyiflerine!




GÜNÜN SORUSU



Bir ay aradan sonra dün yeniden Ankara’ya gelen ve yine polis müdahalesiyle karşılaşan TEKEL işçilerinin ellerinde PKK bayrağı olsaydı, aynı sert müdahale yine yapılır mıydı?





Neden geri adım attık?



İktidar; sözde Ermeni Soykırımı Tasarısı’nın ABD Temsilciler Meclisi’nde bir “oylama skandalı”yla kabul edilmesinden sonra, Washington Büyükelçimiz Namık Tan’ı Ankara’ya çağırmıştı...

Yine aynı günlerde, benzer bir tasarının İsveç Parlamentosu tarafından kabul edilmesi üzerine de aynı tepkiyi vermiştik...

Aradan çok değil; sadece bir ay geçti.

Olay soğudu.

Önce İsveç Büyükelçisi Zergin Korutürk, sonra da Washington Büyükelçisi Namık Tan, görevlerinin başına döndü.

O günlerde; bu kararlar düzeltilinceye kadar bu ülkelere gitmeyeceklerini açıklayan iktidarın en tepesindeki isim de önümüzdeki hafta ABD’ye gitmeye hazırlanıyor.

***


Bir ülkenin, diğer ülkelerdeki büyükelçisini çekme kararı, son derece önemli diplomatik bir tavırdır.

Bu tavrı alan ülke, sonuç alıncaya kadar geri adım atmaz...

Biz ise bu kararlılığı sadece bir ay sürdürebildik.

Peki; bundan sonra aynı tavrı koyduğumuz ülkeler arkamızdan, “Boş verin, nasıl olsa bir ay sonra unuturlar ve elçilerini geri gönderirler” demeyecek mi?

Bu; “dış politikadaki saygınlığımızı ve ulusal onurumuzu” yaralamayacak mı?




Amaaaaannn...

Ben de ne garip sorular soruyorum değil mi?

MUSTAFA MUTLU




Cumhurbaşkanı yeminini tekrar okumalı


BİR ay içinde önce Denizcilik Müsteşarlığı’na sonra da Anayasa Mahkemesi yedek üyeliğine atanan Alpaslan Altan’ın durumu, Türkiye’nin “tarafsız Cumhurbaşkanı” sorununa işaret ediyor.

Alpaslan Altan, mesleki geçmişi nedeniyle elbette böyle bir göreve atanabilir.
Siyasi görüşüne de itirazım yok. Hepimiz gibi onun da siyasi görüşü olabilir. Yargıçlık görevini yerine getirirken kanunlara ve vicdanına göre karar vereceğini varsaymamız gerekir.
Sorun, Altan’ın atanışında izlenen yol ve Cumhurbaşkanı’nın bundaki rolü ile ilgili.
Altan, bir hülle ile atandı. Bir aylığına müsteşar yardımcısı yapıldı, ardından Anayasa Mahkemesi’ne üye olarak atandı.
Bekleselerdi zaten değişecek Anayasa’daki yeni hükme göre normal yollardan atanması da yapılabilirdi.
Ama bekleyemediler. Beklemek yerine yüksek mahkemeye yedek üye atarken, kanunların arkasından dolanmayı tercih ettiler.
Cumhurbaşkanı, göreve seçildikten sonra “Anayasa ve hukukun üstünlüğüne bağlı kalacağına, görevini tarafsızlıkla sürdüreceğine” yemin etti.
Bu atamadaki rolüyle yeminini de çiğnemiş bulunuyor.
İstek kendisinden geldiyse de bu böyle, hükümetin isteğiyle gerçekleştiyse de bu böyle.
Cumhurbaşkanı, bir fırsat bulup yeminini bir kez daha okumalı. Neyin üzerine yemin ettiğini hatırlayabilmek için!

Resim

Deniz Feneri hırsızları nerede yatıyor?

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, sonunda Deniz Feneri e.V. davası ile ilgili konuştu.
Bu konu gündeme ilk geldiğinde, Başbakan’ın nasıl sinirlendiğini, Almanya’daki davanın haberini yayımlayan gazetelerin boykot edilmesini istediğini, bununla kalmayıp, sinirini çıkarmak için yayın kuruluşlarının üzerine vergi cezaları saldırdığını hatırlayalım.
Almanya’daki ikinci davanın sanıklarını nasıl koruduğunu da!
Ortada tartışılmayacak bir mahkeme kararı olduğu halde!
O zat, Başbakan’ın desteği olmadan RTÜK’ün başında oturmaya devam edebilir miydi?
Halen de AKP kontenjanından RTÜK üyesi, maaşını almaya devam ediyor!
O televizyon kanalının hangi paralarla kurulduğunu bizler kadar o da biliyor olmalıydı.
Dün Başbakan’ın Deniz Feneri e.V. yolsuzluğunu gerçekleştirenler için söylediği “yatacak yerleri yok” sözlerini okuyunca tebessüm ettim.
Nerede yattıklarını en iyi bilecek durumda olanlardan biri de Başbakan çünkü!

Resim


Polis copuyla demokratik açılım!

TEKEL işçilerinin dün Ankara’da Türk-İş Genel Merkezi’ni ziyaretlerine izin verilmedi.
3 bin işçinin yürüyüşü, beş bine yakın polisin kurduğu barikatlar ile engellendi.
Biber gazları sıkıldı, coplar konuştu, ortalık savaş alanına döndürüldü.
Bütün bunlar ağzından “demokratik açılım” sözü düşmeyen bir hükümetin iktidarında gerçekleşti.
12 Eylül’ün “topluma dar gelen anayasasını” değiştirme azmindeki hükümetin iktidarında!
Nasıl bir demokratikleşme ise işçilerin hak arayışları 12 Eylül kalıntısı yasalarla önlenirken akla gelmiyor.
Demokratik hakların kullanımı konusunda hassas bir hükümet, bu işi bir inatlaşmaya çevirmezdi.
İşçilerin yürüyüşlerini güven içinde yapmalarına olanak verecek güvenlik önlemlerini alır, işçilerin yürüyüşünden korkmazdı.
Bir kez daha ortaya çıkıyor ki gerçek bir demokrasiye ulaşmak hükümetin umurunda bile değil.
Bir tek dertleri var: Yargıyı ele geçirmek.
Bunun için her türlü yolu deniyorlar. Yasaların ardından dolaşıp yargıç atamaktan tutun da Anayasa’nın güçler ayrılığı ilkesini altüst etmeye kadar her yolu!
Bunu neden yapmak istedikleri de demokratik hakların kullanımı konusundaki tutumlarıyla açığa çıkıyor.
İstedikleri demokratikleşme değil, tek parti iktidarını sağlamlaştırmak!
Onu başardıkları günün sabahı nasıl bir Türkiye’de uyanacağımızı tahmin edebilirsiniz.


MEHMET Y. YILMAZ












Resim


Balyoz ne oldu???


F atih camiini bombalayacaklardı”... “200 bin kişiyi stadyumlara dolduracaklardı”
“Ege üzerinde kendi uçağımızı düşüreceklerdi”
Taraf Gazetesi bu korkunç eylemlerin yer aldığı planları ele geçirmişti! Ahmet Altan şişirip servise vermişti. Dehşet senaryosu günlerce manşetlerde dolaştı, ekranlarda döndürüldü. Kamuoyu hazırlandı, tutuklama furyası başlatıldı. Aradan 6 hafta geçti. Herkes tahliye... Neden? Muhtemel nedenlerden biri Çetin Doğan’ın görüşlerinin yer aldığı:
http://cdogangercekler.wordpress.com/
adlı sitede günlerdir ısrarla yazılıyordu:
- Bu plan baştan aşağı düzmecedir.
Aynı sitede günlerdir Balyoz planındaki tutarsızlıklar açıklanmaktaydı...
Örneğin Taraf gazetesi yayınlarında ısrarla “altında Çetin Doğan’ın imzası bulunan Balyoz belgesi” ibaresini kullandığı halde bu planların hiçbirinin üzerinde Çetin Doğan’ın imzası yoktu. 11 sayfalık ana metnin altında “Balyoz Sıkıyönetim Komutanı Çetin Doğan” gibi, ne anlama geldiği belli olmayan bir ibare vardı. 2002’de hazırlandığı öne sürülen plandaki kimi bölümler, 2005 yılında yapılan Milli Ekonomi Kongresinin sonuç bildirgesinden aynen alınmıştı! Askerliğe uymayan bir terminoloji kullanılmıştı...vs...vs...
Önceki gün 9’uncu Ağır Ceza, dün 12. Ağır Ceza verdikleri tahliye kararlarıyla darbe iddialarını çökerttiler...
Bir oyunun bozulmasına sevinmeli mi? Yoksa görev başındaki albayların, generallerin, amirallerin veya yaşı 70’leri bulmuş emekli subayların bu ülkede alelade sabıkalılar gibi kolayca hapse atılmasına, onca ailenin boşuna acılar içine düşmesine üzülmeli mi?


Elçi
İsveç Büyükelçimiz Zergün Korutürk, İsveç Meclisi’nin soykırım kararını protesto için Ankara’ya çağrılmıştı. İki hafta kaldıktan sonra görev yerine döndü. ABD Büyükelçimiz Namık Tan da Washington’a dönüyor. Aradan geçen sürede ne ABD’ye, ne İsveç’e karşı en ufak yaptırım uygulayabildik. Parlamentosunda Ermeni soykırım tasarısı bulunan diğer ülkelere de şu mesajı vermiş olduk; tasarıyı geçirirseniz çok çok elçimizi çağırır iki hafta dinlendiririz, bizden çekinmeniz için sebep yoktur.
Özet: Kararsız, ilkesiz, diplomasi kültüründen yoksun yöneticilerin liderliğindeki ülkeler dünya milletler ailesi içinde şamar oğlanı olmaya mahkûmdurlar.

Resim



TEKEL
Başbakan Erdoğan TEKEL işçilerinin basın açıklamasını engellemek üzere polisin Ankara’yı abluka altına alması emrini savunurken:
- Yasal olmayan eylemlere izin vermeyiz, dedi...
Oysa işçiler izin almak zorunda değil. Anayasa:
“Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” diyor.
Önceden haber vermek yeterli.
Ancak “Açıkça kamu güvenliğini tehlikeye düşürme” halinde sınırlama olabilir ki...
TEKEL işçilerinin eyleminden de öyle bir sonuç doğmuyor.
Başbakan’ın özgürlük anlayışı hayli sınırlı...
Ve bu sınırlı özgürlük anlayışıyla daha özgürlükçü bir anayasa yapacağız inşallah...


MELİH AŞIK




Resim

İkiye bölünme


KENDİLERİNİN pek keskin görüşlü olduğuna inanan kimseler Türkiye’nin bütün kurumlarının tıpkı bir elma gibi ikiye bölünmüş olduğunu söylüyorlar.

Halkın çoğul olmasının bir zararı yoktur ama devlet kurumları bu bölünmüşlükleri yansıtırsa kısa bir süre sonra ortada devlet-mevlet kalmaz. Bu konuda da Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sına (Pozitif Yayınları) başvuracağım:


“1923 Ağustos’unda yan locaya çıkıp salonda (Büyük Millet Meclisi salonu. Ö.İ) toplananlara bakanlar, yarı Asyalı bir teokratik devletten tam Avrupalı bir lâyık (lâik) devlet çıkarmak için bir sürü nizamlar koymaya hazırlanan devrimciler karşısında bulunduklarına şüphesiz inanmazlardı. Bunlar, eski müesseseleri yıkmak ve yeni müesseseler kurmak için açık programlı bir partiye söz vererek seçilmiş kimseler değildi. Vatanseverce işler görmeğe gelen, fakat 10 kişisi ikinci onuna uymayan, yetişmece farklı, kafaca farklı, anlayışça, görüşçe, isteyişçe, çok defa, taban tabana aykırı denecek kadar farklı bir ‘kalabalık’tı.” (s. 417)
“Kalabalığı kısa ve kuşbakışı bir tahlilden geçirelim: Saraçoğlu, Mahmut Esat, Vasıf gibi, Ankara’da tanıdıklarımızla beraber biz Türkçüler, fakat Türkçülüğün tam bir Batılı kolu vardık. Tanzimat’tan beri devam eden kültür ve medeniyet ikizliğini tasfiye etmek, eski nizamı köklerine kadar yıkmak ve Türk milletine, Batı topluluğu içinde bir yeniçağ cemiyeti olarak yer alma imkânlarını vermek için Mustafa Kemal’in zafer otoritesini fırsat biliyorduk. Meşrutiyet devrinde Şer’iyye Mahkemelerini, niteliklerinde hiçbir değişiklik olmamak üzere, meşihat (şeyhülislâmlık) dairesinden alıp adliye binasına yerleştirmek bizler için bir başarı idi. Radikal reformlar fikri o kadar azınlıkta idi. O gidişle daha bir asır olduğumuz yerde bocaladık. Çünkü medreseler, sivil mekteplerden daha çok insan yetiştiriyordu.” (s. 418)


“Padişah aynı zamanda halifedir. Hükümette Padişah’ın sadrazamı varsa, Halife’nin de şeyhülislâmı vardır. Maarif ikizdir: Sivil mektep medrese vardır. Sivil mektep dahi, kültür bakımından medresenin kontrolü altındadır. Adalet ikizdir: Batı dünyasından aldığımız kanunlarla hükmeden mahkemeler ve hâkimler, şeriat esaslarına göre hükmeden Şer’iyye Mahkemeleri ve kadılar vardır. Fetvasız harbe girilmez. Aile tamamıyla şeriatçılığın emri altındadır. İstanbul’dan en uzak merkeze doğru her yerde iki kadroyu iç içe görürsünüz. Sarıklı kadro, hiç şüphesiz, daha nüfuzludur. En itibarlı vali bile sarığa karşı riyakârlık eder. Kadın hukuksuzdur. Birinci Dünya Harbi’nde kocası ile bir Ada oteline inen Türk kadını, polis müdürü tarafından kolundan tutulup kovulmuştur.” (s. 418-419)
Cumhuriyet devrimleri bu “ikilik” rezilliğine son vermek için yapılmıştı. 80-90 yıl sonra, imam hatipler ve Fethullah okulları sayesinde başladığımız yere dönüyoruz. Mahkeme binaları aynı, savcı ve yargıç cüppeleri aynı, yasalar aynı ama kararlar muhtelif. Neden?
“İki kutup”tan söz ediyorlar: Biri Cumhuriyet’in meşru kutbu, peki meşru olmayan öteki kutup neyin kutbu?

ÖZDEMİR İNCE




Anayasa'nın hedefi ve köyün delisi...

Hatırlarsınız, bir süre önce "Şimdi tasa/Anayasa" deyip konudan uzak durmayı tercih etmiştik. Çünkü bu kaçıncı anayasadır, bu kaçıncı anayasa kavgasıdır ya da oylamasıdır?
Hep sanıldı ki "Doğru dürüst bir anayasa yapılsa..."
Her şey düzelecek...


Önemli olan anayasa yapmak değil, onu uygulamak, 1981 Anayasası bol geldi, deyip rafa kaldırdılar.
Düşünün, bu memlekette başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yapanlar bile "Anayasa'yı bir kere de biz delsek ne çıkar?" demişler, alkışlanmış, siyaset dehası ilan edilmişlerdir.
Bunu söyleyenin arkasında olduğu ya da uyguladığı anayasadan ne çıkar?
Üç buçuk milyon insan işsiz çıkar.


Peki, bu anayasa değişikliğine neden gerek duyuldu?
Kim bu arzuya kapıldı?
İktidar partisi...
Peki, amacı ne?
Salı sabahı Erkan Tan'ın "TV 8"deki programına katılan CHP Manisa milletvekili Şahin Mengü o kadar kısa ve özlü anlattı ki!
Bu iktidarın başı, yargıyla hoş değil!
Hedef, yüksek yargı...
Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu...
Bir de parti kapatmayı Meclis'e bıraktın mı, tamam!
Düşünün "Parti kapatılsın mı, kapatılmasın mı?"
Karar Meclis'te, milletvekillerinde...
Kapatılması istenen partinin milletvekilleri Meclis'te değil mi?
Cevap hazır:
"O milletvekilleri milli iradenin temsilcisi değil mi?"
Bu mantıkla, bütün mahkemelere milletvekilleri gelir, milli irade adına karar verirler!
Olacak iş mi?


Siyaset dünyasında çeşitli akımlar ve lakaplar vardır.
Mesela "11'ler, 47'ler, Mülkiye Cuntası, Göbekçiler, faşistler, komünistler" gibi...
Cahilliğimize verin, "İslam faşizmi"ni ilk defa duyduk, Şahin Mengü anayasa değişikliğinin "İslam faşizm"ini getireceğini söyledi.


Geçenlerde işsiz oldukları belli iki genç adam konuşuyordu:
"En çok neye kızıyorum, biliyor musun? Sanki halimizi bilmezlermiş gibi gelip soruyorlar: Nasılsınız?"
Aklımıza İsmet Paşa geldi. İsmet Paşa Cumhurbaşkanı; Adapazarı depremine gitmiş, bir köye uğramış, köyün kümesi bile yıkılmış, halk perişan. Paşa o haldeki köylülere sorar:
"Nasılsınız?"
Birkaç cılız ses çıkar, sağ olun, derler.
İsmet Paşa, üçüncü defa sorar:
"Nasılsınız?"
Üstü başı perişan bir köylü öne çıkar:
"Yer yarıldı, içinde kaldık, başımızı sokacak bir çadır yok, ekmek yok, su yok, halimiz ortada, perişanlık, rezillik!"
İsmet Paşa adama sorar:
"Sen muhtar mısın?"
"Ne muhtarı Paşam, muhtar aha şurada, eli göbeğinde, sana sağ ol demeye çalışan herif! Ben köyün delisiyim, garibiyim! Muhtar olsam sana bunları, diyebilir miyim!"
* * *
Hiç endişe etmeyin, bu memleketin, garibi, delisi tükenmez.
Öyle bir günde ortaya çıkarlar ki!..


HASAN PULUR




Mal meydanda

İYİ anımsarız... “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır” sloganını önce 1957 seçim kampanyasında Demokrat Parti kullanmıştı. Sonra İsmet İnönü, 1973 Mart ayında, Cevdet Sunay’ın yerine yeni bir Cumhurbaşkanı seçilmesi için kulis faaliyetinin yoğun olduğu günlerde ona benzer bir söz sarf etti. Ama farklı bir amaçla...

Cevdet Sunay, görev süresinin iki yıl uzatılması için bir yasa çıkarılmasını istiyordu. Buna ilişkin öneri Millet Meclisi’nden sonra Cumhuriyet Senatosu’nda -o dönemde parlamentomuz iki kanatlı idi- görüşülürken kürsüye gelen İsmet İnönü, Sunay’ın 7 yıl boyunca hiç de parlak bir performans ortaya koymadığına işaret ettikten sonra, (kendi kelimelerimizle aktarıyoruz) “Süreyi elbet uzatabilirsiniz ama biliniz ki 7 yıl boyunca ne yaptıysa, iki yıl boyunca da onu yapar” demişti.
Anayasa’da değişiklik yapılması, böylece yargının tam olarak siyasi iktidarın etki alanına sokulması amacıyla getirilen önerinin en çok tartışılan hükümleri bildiğiniz gibi, bugünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini tayin yetkisini nasıl kullanacağı ile ilgili.
Cumhurbaşkanı Gül’ün dün, Anayasa değişikliği ile ilgili olarak, “Türkiye’de beğeniriz, beğenmeyiz hukuki bir çerçeve var, itiraz mekanizmaları, nihai karar mekanizmaları var. Bunlar neticeye ulaşacaktır” dediği bildiriyor.
İyi de... Pek çok insanın endişe ettiği, bizim de değinmek istediğimiz konu açık:
O görevlere Cumhuriyetin temel değerlerine düşman isimleri getirdiği zaman onun ne itiraz mercii var, ne de varılan neticeyi düzeltmek mümkün.
Nitekim son örneği, bugünlerde gazetelerde okuyoruz:
Cumhurbaşkanı Gül, kendisinin “devlet başkanı” sıfatına hiç yakışmayan bir tayin yaptı:
Anayasa değişikliği önerisi bile “Anayasa Mahkemesi üyeliğine getirilecek kişilerin en az 45 yaşında olmasını” şart koştuğu halde, Cumhurbaşkanı -nezaketen olsun- bu koşulu dikkate almaya gerek görmedi. Tuttu 42 yaşındaki -eskiden Anayasa Mahkemesi raportörlüğü yapmış- bir bürokratı, “üst kademe yöneticisi” kontenjanından “Anayasa Mahkemesi Yedek Üyesi” olarak tayin etti.
Ama bunu düpedüz “kanuna karşı hile” yoluyla yaptı. Çünkü bu genci “üst kademe yöneticisi” statüsüne sokabilmek için önce Denizcilik Müsteşar Yardımcılığına getirdiler. Tam 31 gün sonra da, Anayasa Mahkemesi Yedek Üyesi yaptılar.
Dahası... Gazeteler Cumhurbaşkanı’nın -nedense- kendisine yakın bulduğu bu kişi, Yargıtay kontenjanından aynı pozisyona gelecek üyeden “kıdemli” olsun diye, o üyenin tayini bir gün geriye bırakılmış.
Kendisinin “tarafsız” olduğunu her fırsatta dile getiren Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün tüm resmini bu olayda görüyorsunuz.
Eğer “hayır” diyorsanız, Çankaya’ya çıktığı günden beri bu yetkiyi nasıl kullandığını bir başka yazıda ayrıntılarıyla anlatırız.



OKTAY EKŞİ




Bu ülkeyi bir türlü batıramıyoruz


Rize’nin Güneysu İlçesi’ne bir hükümet konağı yapılması planlanmış.

Mimari proje İstanbul’da bir özel mimarlık firmasına verilmiş.

2 milyon 200 bin lira para ayrılmış.

2008’de temeli atılmış.

Binanın % 75’i bu yıl bitmiş.

Günlerden bir gün Güneysu Kaymakamı ile Belediye Başkanı binayı görmeye gitmişler.

Bakmışlar ki binada bir tuhaflık var.

Taşıyıcı kolonlar biraz alçak görünmüş gözlerine.

Ölçümler yapılmış.

Taşıyıcı kolonların yüksekliği yer yer 195 ile 205 santim yükseklikten geçiyormuş.

Sıva ve boyadan sonra bu yükseklik 185 santime düşermiş.

Uzun boylu biri içinde başını eğmeden dolaşamazmış.

İnşaat hemen durdurulmuş.

2 yıldır harcanan para havaya savrulmuş.

Şimdi ne olacak?

Bakanlıktan proje değişikliği gelecek ve tavan yüksekliği 3 metre 65 santime çıkacak..

Bu iş nasıl yapılacak?

Binanın duvarları lastik olmadığından yukarı doğru çekince uzamaz.

Bu duruma göre bina temele kadar yıkılacak ve yeniden yapılacak.

Şimdiye kadar duyduğum en güzel Karadeniz fıkrası…

İşin fıkralık kısmına gülünsün ama bu rezilliğin hesabı da sorulsun.

İki yıldır süren inşaatta kimsenin hatayı fark edememesi ne anlama geliyor?

Mühendisleri, teknisyenleri, kalıpçı ustalarını bir yana koyalım kum çeken amelenin bile yanlışlığı görmesi gerekir.

195 santim nerede, 365 santim nerede?

Proje ile yapılan arasında 10 santim fark olur da “gözden kaçmış” denilir.

Fark tam 170 santim…

Eğer İstanbul’daki özel mimarlık firmasının projesi hatalıysa bir ihmal zinciri oluşmuş demektir.

Projeyi yapanlar, onaylayanlar, uygulayanlar, denetleyenler işlerini doğru yapmamışlardır.

Harcanan para faiziyle bunlardan alınmalıdır.

Mimari projede hata yoksa, zincirin ondan sonraki halkaları hatalarının bedelini ödemeliler.

Başbakan “ben devletin parasının bekçisiyim” demişti.

Erdoğan 2008 yılında başbakandı.

Bu gün de başbakan

Güneysu’daki rezillik için kimseyi suçlayamaz.

İşlerini savsaklayanları buldurmalı ve harcanan parayı devletin kasasına koydurmalıdır.

Ankara’da Eskişehir yolunda “Tekel Baş Müdürlüğü” olarak başlatılan ve bir türlü bitirilemeyen binalar için “israf kuleleri” demişti.

Devlete 360 milyon dolara patlayan ikiz kuleler daha sonra 110 milyon dolara Odalar ve Borsalar Birliğine satıldı.

Devlet 250 milyon dolar zarar etti. O para da bizim cebimizden çıktı.

Devlet bizim dışımızda kendi kendine oluşan bir yapı değil ki..

Kasasından çıkan her kuruşu bizler ödüyoruz.

Halkın yoksul kalmasının nedeni devletin parasının yağma edilmesidir.

Hava alanı olarak yapılıp ta kullanılamayan ve içlerinde inek otlayan yerleri de sıralarsak , bu ülkeyi nasıl oluyor da batıramıyoruz, bir türlü anlamıyorum.


ORHAN SELEN





Resim


‘Teğet’ sanırsın ‘eğri’dir aslında


3 yaşında başarı...

Donuna işememektir.

10 yaşında başarı...
Arkadaş bulabilmektir.
15 yaşında başarı...
Otomobil kullanabilmektir.
20 yaşında başarı...
Seks yapabilmektir.
30 yaşında başarı...
Para kazanabilmektir.
40 yaşında başarı...
Para harcayabilmektir.
50 yaşında başarı...
Para kazanabilmektir.
60 yaşında başarı...
Seks yapabilmektir.
70 yaşında başarı...
Otomobil kullanabilmektir.
75 yaşında başarı...
Arkadaş bulabilmektir.
80 yaşında başarı...
Donuna işememektir.
*
“Çan eğrisi”dir bu.
*
Hani iki gündür “Vay efendim, aslında ekonomimiz küçülmemiş de, küçülmüş ama 2001 krizindeki kadar küçülmemiş de, bu sene gâvurların yüzünden böyle olmuş ama seneye kendi kendimize süper büyüyecekmişiz” filan diyorlar ya...
Hikâyedir.
*
Doğan, büyüyen, hep güçlü, hep diri kalacağını düşünen, hiç ölmeyeceğini zanneden “insan”ı anlatmaz sadece çan eğrisi... Hayatın kaçınılmaz gerçeğini unutan hükümetleri de anlatır.
*
Başlar.
Biter.
*
Netice itibariyle...
Durum yaştır.


YILMAZ ÖZDİL










[img]http://lh6.ggpht.com/_rx6LLl6oeKg/SAxRji53KYI/AAAAAAAAAxA/8gPw8rlgxcU/recokongo.jpg[/img]


İktidarın gerçek yüzü!..


Ülkemizin içinde bulunduğu durum hakkında herhangi bir şey söylemeye gerek var mıdır bilmiyorum! Siyasi arena belli! Ekonominin gidişatı ortada! Toplum içten-içe kaynıyor! Fakat her şeye rağmen ortalık toz-pembe ve süt-liman! Son yıllarda Türkiye’nin üzerinde esen rüzgarın fırtınaya dönüşmeyeceğine kim garanti verebilir?! Gelmiş-geçmiş iktidarların hangi birisi bu ülkenin gerçek sorunlarıyla ‘gerçekten’ ilgilendi?! Parti liderlerindeki ego/eko (bencillik ve kibir/kompleks), partilerdeki hükmetme hastalığı, partililerdeki yağcılık, dalkavukluk ve çıkarcılık maalesef bu ülkeyi bugün bu hale getirmiştir.

Öte yandan ülkenin dışa bağımlılığından tutunda içteki sen-ben kavgasına kadar ideolojik, etnik, dinsel, kültürel yoğunluğun parti tüzüğü ve programıyla hiçbir alâkasının bulunmaması da başlı-başına bir sorun! Eğitimdeki laçkalığın aynı şablondan çıkmış gibi bir nesil türetmesi ise toplumsal yozlaşmanın zirveye çıkmasını kolaylaştırmıştır. Farklı kimliklerin, farklı kişiliklerin ve farklı düşüncelerin bir arada yaşamasının önündeki tüm engelleri kaldıracak bir bütünlüğü (birlik-beraberliği) kolaylaştıracak değişim ve dönüşümün yapılamaması da temel unsurlar arasında yer alıyor. İşsizliğe, yolsuzluğa ve adaletsizliğe yol açan nedenleri köklü bir şekilde çözecek siyasi felsefesinin oluşmaması da bugün içinde bulunduğumuz durumun oluşmasındaki en büyük faktörler arasında geliyor.

Bugünkü iktidarın gelişim/değişim/dönüşüm süreci umudu değil, tamamen umutsuzluğun kapısını açtı! Gelen gideni aratır sözünü adeta doğruladı. Adalet ve kalkınma diyerek yola çıkan ve ‘yola devam…’ sloganıyla kitleleri arkasından sürükleyerek toz-pembe hayallerle ‘adalet, barış, insan hakları’ vaat eden, değiştik/dönüştük diyerek ABD ve AB güdümünde gönüllü sömürgeciliği halkına dayatan ve hatta korku imparatorluğu oluşturarak toplumda şüphe, endişe ve umutsuzluk tohumları eken bir misyonla ‘yoluna devam eden!’ bir zihniyetle bu ülkenin akıbeti ne olur dersiniz?!

İdeolojik temelleri ‘İslâm’ oyan, bir zamanlar sömürmeye ve sömürülmeye karşı duruşlarıyla ilgi odağı haline gelen, inançlarını milli değerlerle pekiştirdiklerine inanılan bir zihniyetten kopup gelen bir avuç insanın kurmuş oldukları partinin, Milli Görüş’ten AB ve ABD’nin Zilli Görüşü’ne teslim olan ve inadına-inat halâ din eksenli söylemlerle kitleleri yanıltan, ara-sıra ‘nereden nereye…’, ‘beraber yürüdük biz bu yollarda…’ şarkılarıyla avunan, ‘ılımlı islâm’, ‘dinlerarası diyalog’, ‘medeniyetler ittifakı’ ‘eşbaşkanlık’ nutuklarıyla küreselliğe soyunan hegemonyacı bir zihniyetin icraatlarına bakarak bugün nereden-nereye geldiğimize bir bakın hele… Geçmişin ideolojik korunu üfleyerek hırs/intikâm aleviyle yanıp-tutuşan bir zihniyetin iktidar koltuğuna oturur-oturmaz yaptığı icraatlara bir bakın hele… Onlar için yaş-kuru, elma-armut, doğru-yanlış hiçbir şey fark etmiyordu!.. Güç/iktidar ele bir kere geçti yeter ki elden gitmesin!..


MUHSİN AKIL







Unutturulmaya Çalışılan Gündem


BOP çerçevesinde, ABD ve İsrail kışkırtmalı "Yeni Osmanlıcılık" görüntüsü altında "Ortadoğu Birleşik Devletleri"nin (Büyük İsrail) kurulmakta olduğu


4C Yasası ile emekçinin köleleştirilmek istenmesi

PKK Açılımı

Ermeni Açılımı

Teğet değil, delip de geçmek bilmeyen ekonomik kriz

ABD'nin İran ve Afganistan için TSK'dan muharip asker istemesi

Her geçen gün işsizler ordusuna yeni katılan emekçi ve esnaf

Oluşturulmaya çalışılan çoğunluk diktası

Devlet kadroları içinde cemaat yapılanmasının müthiş boyutu

Cemaat - CFR/CIA bağlantıları

Muhalif aydınların içeride olması

Yolsuzlukların örtülemeyecek boyutlarda olması

Üretim araçlarının, finans kuruluşlarının yabancılaştırılması

Okul bina ve arazilerinin bile "babalar gibi" satılmak istenmesi

Gemicikler, villacıklar, şirketcikler

İşte farklı gündemler ile halkın gözünden kaçırılan durum bu.
En son Başkomutan tarafından Cum Nis 02, 2010 3:39 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kez düzenlendi.
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Cum Nis 02, 2010 3:35

Resim

Ulus devletin son çırpınışları


Aslına bakarsanız olaylar hepimizin önünde yaşanıyor.

Hani yaşanan sürece demokratikleşme falan gibi isimler takılıyor ya, bu tür tanımlamalar kimseyi yanıltmasın. Bugün ülkemizde bir çeşit savaş yaşanmaktadır.

Bu savaşta bir tarafta ulus devlete…

Üniter yapıya…

Onun değerleri ulusal ekonomiye…

Ulusal eğitime…

Ulusal dış politikaya…

Ulusal orduya…

İstiklal marsına…

Öğrenci andına…

Atatürk’e…

“Ne mutlu Türk’üm diyene.” sözüne ve

Toprak bütünlüğüne sahip çıkanlar bulunurken…

Diğer tarafta da bir anlamda küreselleşmeciler olarak da adlandırılabilen, ülkemizin AB ve ABD isteğine göre etnik ve dinsel kimliklere göre parçalanmasını isteyenler…

Topraklarımızın yabancılara satılmasına can atanlar…

Ekonomiyi yabancılara babalar gibi satanlar…

Topluma küreselleşmeci bir eğitimi dayatanlar…

Etnik ve dinsel kimliklere parçalanma yandaşları…

Ermeni özürcüleri…

AB mandacıları…

ABD işbirlikçileri…

Ulus devlete…

Üniter yapıya…

Onun koruyan ulusal orduya…

İstiklal Marsına…

Öğrenci Andı’na

Ulusal bayramlara

“Ne mutlu Türk’üm diyene.” Sözüne…

Hatta

Atatürk’e karsı olanlar bulunmaktadır.

Yani aslında bu gün yaşanan süreç bir anlamda ulusal devletin varlık yokluk sürecidir.

Çünkü ulus devlet!

Ekonomisiyle…

Ordusuyla…

Eğitimiyle…

Sanayisiyle…

Kültürüyle…

Kimliğiyle bir bütündür.

Bu güne kadar eğitimi gitmiş…

Sanayisi yok edilmiş…

Toprakları parayla yabancıların eline geçmiştir.

Geriye sadece milli kimlik ve Ulusal ordu kalmıştır.

İşte son bir kaç yıldır yaşanan süreç ve acılım adı altında yaşananlar

Milli kimliğin ve ordunun yok edilmesi sürecidir.

Bu yaşananlar ulus devletin son çırpınışlarıdır.

Onlar da bir süre sonra ortadan kalktığında

İnanın Yapacağımız tek bir şey kalıyor…

O da, ulus devletin ruhuna El Fatiha…

Ne diyelim, Amin mi?

Resim


ORHAN SELEN
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Sal Nis 27, 2010 4:03

Dış politika...
ve Anayasa ...27 NİSAN 2010 ve öncesi

Resim



Sol gösterip sağ vurmak...


Aslına bakarsanız okumayı ve araştırmayı sevmeyen bir toplum olduğumuzu söylesek sanırım yanlış olmaz.

Böyle olunca da sadece söze bakan…

Ya da sözden etkilenen bir toplum oluyoruz ki, bu da ister istemez siyasilerimizin farklı şeyler söylediğinde bizi ister istemez hayal kırıklığına uğramamıza neden olmaktadır.

Yani kısacası siyasi konularda da bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oluyoruz denilse yeridir.

Son günlerde tartışılan “anayasa değişikliği” konusu da tam da bunun bir ölçüsüdür.

Sizce kim istiyor bu anayasa değişikliğini?

İktidar partisi mi?

Sadece bir partinin istekleri mi bugün toplumca tartıştığımız…

Aslına bakarsanız kesinlikle değil.

İnanın bu gün, şu andaki iktidar partisi değil de, muhalefeti yürüten partiler iş basında olmuş olsaydı da sonuç değişmezdi.

Belki bu sözüm üzerine bir kısmınız bana kızacaktır.

“Bizim parti olsaydı bunu yapmazdı.”

“kesinlikle olmazdı” falan gibi sözler söyleyenler de olacaktır ama burada özellikle ana sorun şudur.

Ya da bu gibi konularda mihenk taşı.

Taraftarı olduğunuz parti…

Avrupa Birliğine girmeye taraftar mı?

ABD ile stratejik işbirliğinden yana mı?

İşte bu sorulara vereceğiniz yanıt sizin partinizin önümüzdeki dönemde ilerleyeceği yolun haritasını da bir anlamda verecektir.

Siz bakmayın sözde demokrasi adına akşamları haberlerde…

“O onu dedi…”

“Bu bunu dedi…”

“Sert sözler söyledi.” falan gibi açıklamalara…

Bunların hepsi fasaryadır.

AB’den yana mısınız? işte bu soruya verilecek yanıt, tüm çizginizi söyleyecektir.

Yok, “AB bir medeniyet projesiymiş…”

“Yok, kalkınma modeliymiş…”

“İnsan haklarıymış…”

“Özgürlükmüş…”

Siz bakmayın böyle mavallara.

Ülkemizde yapılan özelleştirmeleri kim istiyor?

Ya şu andaki “anayasa değişikliği paketini” …

Yıllardır…

Sözde Ülkemizi AB’ye uydurmak gerekçesiyle reform adı altında ülkemize dayatılan “ulusal program.”

“İlerleme raporu” adı verilen ulus devleti çökertme projeleri ve konuyla ilgili tüm yasa değişikliği önerileri kimin eseri?

AB’nin değil mi?

Böyle olunca da baştakinin Ali Veli’ mi, yoksa Veli Ali mi olması neyi değiştirir.

Ne diyor AB dönem başkanı İspanya yaptığı açıklamada: ”Anayasa değişikliği teklifini memnuniyetle karşıladık. Anayasa değişikliği tekliği Türkiye ile ilgili düzenli olarak hazırlanan ilerleme raporlarının sonuçlarıyla uyum içindedir.”

Bu anayasa değişikliğinin AB dayatması olduğuna dair başka kanıta gerek var mı?

Böyle olunca hem AB’den yana olmak hem de Anayasa değişikliğine karsı çıkmak bir anlamda “sol gösterip, sağ vurmak” değil de nedir?


NUSRET KEBABÇI



Neden sessiz diplomasi?


Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ermenistan ile ilişkilerde ‘’bir süre sessiz diplomasiye ihtiyaç olduğunu’’ belirtti.
Malumunuz olduğu üzere Ermenistan protokollerin onaylanma sürecini dondurduğunu açıklamıştı.
Şimdi Sayın Cumhurbaşkanı Gül’ün takip edilen diplomaside ‘sessizlik’ istemesi beni tedirgin etti.
Sesli diplomasi yaparken bile milletten gizlenen onca şey varken bir de bu diplomasiyi ‘sessiz’ yaparlarsa her şey gizlenecek demektir.
Cumhurbaşkanı Gül’ün açıklamasıyla tedirgin olmamın sebebi bu.
Demokrasi anlayışıyla hiçbir zaman bağdaşmayan milletten gizli gizli bir şeyler yapmak ve anlaşmalar imzalamak maalesef Türkiye’de sık rastlanan bir şey. Hele hele AKP’li yıllarda bu en çok başvurulan yöntem oldu.
Ermenistan açılımı konusunda hükümetin protokolleri imzalayarak yükümlülük altına girdiği konular malumunuz hem Türkiye’de hem de dost ve kardeş ülke Azerbaycan’da çok rahatsızlıklar oluşturdu.
Türkiye ile Azerbaycan arası hiç olmadığı kadar açıldı.
Protokoller konusunda Azerbaycan’a her türlü garanti veren AKP hükümeti öte yandan da Ermenistan’ı idare ediyor olması Azerileri daha da rahatsız etti bu süreçte.
Anlaşılan bundan sonra Türkiye, hem Azerbaycan’dan hem de milletimizden sürecin ayrıntılarını gizleyecek.
Ama ne kadar gizlenirse gizlensin atılan her türlü adımın asla gizli kalamayacağını yine en iyi AKP hükümeti ve Sayın Cumhurbaşkanı biliyor olmalı…
Obama’nın 24 nisan konuşması
Siz bu satırları okurken ABD Başkanı Obama, Ermenilerin hararetle beklediği 24 nisan konuşmasını yapmış olacak sanırım.
Önceki yıllarda eski Başkanlar gibi Obama da ‘soykırım’ kelimesini kullanmayacak ama bu kelimenin dışında her türlü kelimeyi kullanacak bence.
Bu konuda yanılmayacağımı zannediyorum çünkü ABD bir defa soykırımı kabul etti mi her yıl Türkiye’yi köşeye sıkıştırıp bir şeyler kopardığı bulunmaz bir kozu elinden çıkarmış olacaktır.
Soykırım kelimesini kullanırsa Obama 2011 yılı 24 nisanında Ermeniler hangi kozla Türkiye’den bir taviz daha alacaktır?
Bundan dolayı Ermenistan tarafı bile bence Obama’nın bu kelimeyi kullanmasını istemiyor. Bence ABD, Ermeni tarafının istediği şey Türkiye’nin talepleri yerine getirmesidir.
Sessiz diplomasiyle ABD’ye beklediği garanti verilirse Obama da Ermenileri de kızdırmadan rahat bir şekilde 24 nisan konuşmasını yapacaktır.


Orhan Dede



Resim




Astığın astık kestiğin kestik

Çok kızgınım hem de çok. Hele şu Ermeni soykırımı tasarısı öncesi İstanbul, Ankara ve öteki kentlerde olanları okuyup seyrederken, bu insanların kanında ne dolaşıyor diye merak ettim durdum. Aynı topraklarda büyüdük, aynı gıdayı aldık, aynı atalardan geldiğimiz söylendi ve hâlâ bizlerle onlar arasında ne fark var anlayabilmiş değilim.
Onları hiçbir zaman bir şehit cenazesinde göremezsiniz. Ama Hırant’ın cenazesinde, PKK’lıların mezarında, dergâhında onlarca yolu tepip hazır olurlar. Onlar ne eğitim sorunlarında taraf ne de ülkenin aydınlık kafasında bir ampul olurlar. Onları ASALA veya PKK tarafından katledilen vatandaş ve görevlilerin cenaze töreninde de görmeniz mümkün değildir. İşçi hakları ağızlarında sakızdır ama TEKEL işçilerinde olduğu gibi hiçbir işçi grevi ve gösterisinde yokturlar. Onları, bir fukaranın, köylünün sofrasında, düğününde de bulamazsınız. Onlar yatlarda, Bodrum’da en lüks kulüplerdedir. 30 Ağustos, 29 Ekim, 23 Nisan veya 19 Mayıs kutlamalarında da onlar yoktur. Onlar Atatürk’ü sevmezler. İşlerine gelince Osmanlı, gelmeyince Amerikalı veya Avrupalıdırlar. Ülkemin kurucusu Atama, doğrudan çamur atamadıkları için dolaylı çamur atarlar. Onu övmek için hakkında film yaptıklarını söyler, aşk hayatını, içkisini, sigarasını göze sokar gibi kullanırlar. Onun kurduğunu hâlâ anlayamayıp içlerine sindiremedikleri için kendilerine ikinci Cumhuriyetçi der ve bir sultanı, padişahı, diktatörü desteklerler.
Onlar her zaman Türkiye aleyhine konferanslarda, gösterilerde ön saftadırlar. Böylece ülke dışında kendilerine yer yaparlar, para kazanırlar ödüller alırlar. Her devirde Devlet görevlileri ile iş adamları arasında köprü olur komisyon alırlar. Ülkede birçok insan işsizlikten kıvranırken, onlara birkaç yerden bağlanan maaşları kesekâğıdı ile verilir. Yetkililerin uçakları ile seyahat edip caka satarlar. Yabancılar, kendi adlarına hareket eden bu grubu ödüllendirir. Türkiye’ye kazık atmak isteyen yabancılar, uygulamak istedikleri politikaları önce onlara söyleterek halkın tepkisini yoklarlar. Onlar artık Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, ABD’nin AB’nin vatandaşlarıdır.
Onları Washington’da Büyükelçilik, New York’ta, Chicago’da, Los Angeles’te konsolosluk önünde, Ermeni saldırılarına karşı koyan Türkler arasında göremezsiniz. Olsalar da Türklerin tarafında değil Ermenilerin tarafında olurlar. Onlar Ermeni, onlar Hırant’tır. Türkiye’de; İstanbul’da Haydarpaşa’da, Taksim’de toplanırlar. Çanakkale’de, Yemen’de Balkanlar’da yedi düvele karşı savaşan onların dedeleri değildir. Onların dedeleri ataları değildir, İstiklal Savaşında kan döken.
Evet, Sayın Erdoğan, ABD Başkanı Barack Obama geçen yıl olduğu gibi yayınladığı bildiride Ermeni soykırımı dedi ama İngilizce değil, Ermenice. Yani adam sülalemize İngilizce sövse, Türkçe değildir diye alınmayacağız. Neredeyse sevinçten göbek atacaksınız İngilizce soykırımı demedi diye. Geçen yıl da aynı lafları etti, ben geçen yıl da anlayamamıştım, bu yıl da. Önemli olan hangi dilde katil ilan edildiğimiz mi?
Tükürük kadar Ermenistan, Avrupa’nın en büyük ülkesi Türkiye ile misket oynuyor. Çok başarılı dış politikamız ve dahî bir Dışişleri Bakanımız olduğu için mi? Hayır, akılcı bir politika izlemekten aciz, başımızda Osmanlının son dönemlerini yaşayan bir iktidar olduğu için.
O iktidarın başındaki kişi 23 Nisan da adet yerini bulsun diye yerine oturttuğu çocuğa, şimdi “astığın astık, kestiğin kestik” diyebiliyor. Tam padişah veya sultan edası ile. İçindekiler farkında olmadan dökülebiliyor. Yandaş basınımızda çıt yok. Hani demokratik açılım, hani daha fazla özgürlükler nasıl böyle laf edebiliyorsun diyemiyor. Zira onlar aynı pervane böcekleri gibi ışık etrafında dönüp dolanıyorlar.
Evet, onlar bizden farklılar ve farklı olacaklar. Onlar bizden hep farklıydılar ve vardılar. Her zaman olduğu gibi uygun ortamı beklediler. Onlar ülke işgal edildiği zaman da işgalcilerin yanında, padişah ülkeyi sattığı zaman da padişahın yanındaydılar. Evet, onlar aynı vücutta bağışıklık sistemi zayıfladığı zaman ortaya çıkan hastalıklar gibiler.


SAVAŞ SÜZAL



Resim


Dış politika tek tek çöktü

Gerçekçi olalım ve ve dış politikamızın bir listesini çıkartalım:
Kıbrıs: Başbakan Erdoğan; Ada'da Kıbrıs Türkleri'ni dönemin Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'a karşı kışkırttı. 'Kazan-Kazan politikası' diyerek Rum'lara tavize dayalı bir politika geliştirdi. Ve Annan Planı Türk kesim tarafından kabul edilip Rumlarca reddedilince de 'Kıbrıs'ta son elli yılın en büyük dış politika zaferini kazandık!' diye çok sevindi. Sanıyordu ki AB'nin ve ABD'nin isteklerine uyunca Kıbrıs'ta lehte bir şeyler olacak. Bu amaçla da Rauf Denktaş'ın yerine Mehmet Ali Talat'ı cumhurbaşkanı yaptırdı.
Geldiğimiz noktaya bakar mısınız: Kıbrıs'ın tümü AKP dış politikasındaki bu taviz yüzünden artık resmen Rumların tapulu malı kabul ediliyor. Avrupa Birliği, eskiden Türkiye'den çekinip Rumları AB'ye alamazken; şimdi Rumlar, AB'nin üyesi ve Türkiye'nin geleceği ile ilgili olarak karar verici konumdalar.
Yani; hükümetin Kıbrıs politikası; son elli yılın en büyük dış politika mağlubiyeti olarak önümüzde duruyor.
Avrupa Birliği: Bu hükümet, Türkiye'yi AB'ye soktuğunu iddia ederek gündüz gözü Ankara'da havai fişek patlattırmıştı. Bugün; Türkiye; eskisinden çok daha açık ve katı biçimde AB'nin dışında tutuluyor. Avrupalıların eskiden söyleyemediklerini AKP döneminde rahatça dile getirip, 'Sizi içimize almayalım ama imtiyazlı ortaklık verelim.' dediklerini herkes biliyor. Bunun anlamı şudur: Türkiye; AB için ikinci sınıf bir ülkedir ve burasını biz ancak işimize geldiği ölçüde kullanırız.
Yani; Türkiye'nin AB'ye entegrasyonu da çökmüştür.
Ege-Yunanistan: AKP hükümetleri döneminde, Türkiye, Ege Denizi'ndeki çıkarlarını koruyamayacak duruma düşürülmüş; Türk ordusunun Ege'ye müdahale etmesi engellenmiştir. Hatta ordunun Ege'de eski tutumunu sürdürmesi, darbe gerekçesi gösterecek bir şeytani plan da kamuoyuna yansıtılmış ve Ergenekon işine çevrilmiştir. Balyoz'a Ege'nin sokulması boşuna mıdır sanıyorsunuz?
ABD: Amerika ile ilişkilerimiz tam bir teslimiyete dayanıyor. Türkiye başbakanı'nın bu ülkede nasıl karşılandığını yeniden hatırlayın, saygınlığımızın durumunu anlarsınız. ABD Temsilciler Meclisi'nin Türkiye'yi soykırımcı gösteren tutumunu da buna ekleyin. Başbakan Erdoğan, ABD Başkanı Obama 'Soykırım demedi!' diye seviniyor ama yanılıyor. Çünkü; soykırımın Ermeni dilinde söylenişi 'Büyük Felaket'tir ve Obama da bunu resmen dile getirmiştir. Bırakın Irak'ta askerin başına çuval geçirilmesini şimdi milletin başına çuval geçirildi.
Ermenistan: Bu hükümet yüzünden koskoca Türkiye, 3 milyonluk Ermenistan karşısında çaresiz ve perişan duruma düşürüldü. 'Dik dururuz ama diklenmeyiz!' diyen Başbakan Erdoğan'ın içeriye sert, dışarıda 'Olur efendim!'ci politikası; bir kez daha iflas etti. Elbette Cumhurbaşkanı Gül de bu iflasın ortaklarındandır.
İsrail: Başbakan Erdoğan, iç kamuoyundaki dindar kesimleri etkileyip oylarını almak için 'Van minit!' diye çıkış yapmış ama İsrail ile ticari ilişkiler aynen sürdürülmüş ve buraya büyük miktarda paralar aktarılmıştır.
Başarı yok mudur? Vardır! AKP dış politikası Araplarla ve İran'la iyi ilişkiler geliştirmiştir; o kadar...
Dış politikayı terazide tarttığımızda; Türkiye 2002 Kasımından öncesine göre çok büyük kayba uğramıştır.

EROĞLU'NU KUTLUYORUZ
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde 18 Nisan'da yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde Başbakan Derviş Eroğlu yüzde 50.38; Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat yüzde 42.85 oranında oy aldı. Sonucun böyle olacağını akıl ve izan sahipleri gibi biz de görmüş ve yazmıştık. Eski KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ve Rum lider Dimitris Hristofyas’ın yaklaşık iki yıldır sürdürmekte oldukları müzakerelerde herhangi bir sonuç elde edilememişti. Eylül 2008’de resmen başlayan müzakere sürecinin 2008 sonunda anlaşma ile sonuçlanması beklenirken 2010 nisanında bile temel anlaşmazlık konuları görüşülememişti. AB'nin taviz veren Türk tarafını cezalandırması ve Rumları AB'ye alarak büyük ödülle ödüllendirmesi ise bu işin rengini çoktan belli etmişti.
Talat'ın Rumlara ve dünyaya şirin gözükme politikası döndü kendisini vurdu. Bay Talat, AKP hükümetince ve yandaş medyaca açıkça desteklenmesine karşın seçimi yitirdi.
Ben, sadece Derviş Eroğlu'nu değil Kıbrıs Türk'ünü de kutluyorum. Onların AB'den, ABD'den ve AKP'den gelen baskılara dayanıp oylarını onurlu biçimde kullanacaklarını yazmıştım. Beni yanıltmadılar. Şimdi şu AB yalakaları düşünsünler.
Ve bizim millet de biraz Kıbrıs Türklerine bakıp ders çıkartsınlar...
Tabii, 'Ben ne dersem olur; millet bana tıpış tıpış oy verir!' diyen o zihniyet de iyi düşünsün...



RIZA ZELYUT


Resim

Ercan Akyol gibiyim tutarsızlık görmüyorum... :islik:
ama...


Tutarsızlık


ABD Başkanı Obama, bu yıl Türkiye’yi “soykırım yapmakla” suçlayacak mı, suçlamayacak mı şeklindeki falın sonucu bu defa da içinde “soykırım” (genocide) kelimesi geçmeyen bir metinle açıklandı. Ama metni ciddiyetle okuyan herkes kabul eder ki, açıklama “soykırım” kelimesi kullanılsa bu kadar ağır olamazdı.

Aslında Obama geçen yıl da “ağır” konuşmuştu. Belli ki metinde “genocide” kelimesini kullanmayarak Türkleri memnun edeceğini hesaplamış, öte yandan bu vesileyle “kavgada söylenmeyecek” kadar ağır kelimeler kullanarak ve “genocide” yerine Ermenicede kullanılan “Meds yeghern” (Büyük felaket) deyimini koyarak Ermenilerin gönlünü almayı ummuştu.
İyi anımsarız... Bu taktik geçen yıl ne Ermenileri ne de Türkleri memnun etmişti. Örneğin Ermeniler, başkan seçilmeden önce “Beyaz Saray’da şimdi huzurunuzda söylediklerini aynen tekrarlayacak bir Başkan istiyorsanız bana oy verin” dediğini anımsatarak, “Hani Ermenilere karşı soykırım yapıldığını ilan edecektin?” diyerek kızdılar.
Türkiye’nin tepkisini dile getiren Başbakan Tayyip Erdoğan da, Obama’nın Türkiye hakkında bazı olumlu sözler de kullanmasına atıfta bulunarak:
“Türkiye bir yandan övülüp öte yandan aldatılacak bir ülke değildir” demiş “Biz bu açıklamanın tarihi gerçekleri doğru şekilde yorumlamadığını görüyoruz. O nedenle söylenenlerin kabul edilmesi olanağı yoktur” demişti.
Hatta orada kalmamış “Obama’nın o olaylar sırasında Ermeniler tarafından öldürülen 520 bin Türk’ten söz etmemesini” eleştirmişti.
İlginçtir...
Obama aşağı yukarı aynı metni bu sene biraz daha ağırlaştırdı. Örneğin geçen yıl kullanmadığı “cinayet” kelimesini bu yıl kullandı. Bazı anlatımlarını “dehşet” kavramıyla vurguladı. Ermenilerin maruz kaldığı “tehcir” sürecini “Yirminci asrın en kötü mezalimlerinden biri” olarak niteledi.
Peki buna yani geçen yılkinden daha ağır olan açıklamaya Türkiye’nin tepkisi ne oldu?
Dün TBMM Genel Kurulu’nda bu konu görüşürken CHP Meclis Grubu adına konuşan Genel Başkan Yardımcısı ve Bursa Milletvekili Onur Öymen, Başbakan Erdoğan’ın bu defa, “Başkan Obama hassasiyetlerimizi bilerek açıklama yaptı” dediğini anımsatarak, şimdi de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Başkan’ın sözlerini tek taraflı ve kabul edilemez” bulmasına değindi ve “hükümetin tutarsızlıklar içinde olduğunu” söyledi.
Öyle veya böyle... Şu bir gerçek ki Türkiye bu konuda yani “soykırım suçlamaları” karşısında hâlâ tutarlı bir politika belirleyebilmiş değildir.
Bir yandan Ermenistan üzerinden ABD’yi memnun etmeye çalışarak, öte yandan tam aksi nedenlerle Azerbaycan’ı darıltmamaya uğraşarak... Ama asıl Türkiye’nin uzun vadeli çıkarları nedir sorusuna yanıt aramayı unutarak bir sonuç almamız olanağı yoktur. Bu gerçeği gören de mevcut değildir.



OKTAY EKŞİ


Resim


Ahlâksız teklif

Anayasa Mahkemesi engelini aşma umudunu iktidar iyice kaybetti galiba...

Adalet Bakanı’nın “CHP paketi Anayasa Mahkemesi’ne götürmezse hâlâ uzlaşma ihtimali var” demesi böyle bir umutsuzluğa işaret ediyor.

Bakan’ın sözünü ettiği senaryo çalıştığı takdirde AKP ile CHP anlaşarak paketi 367 üstünde bir oyla meclisten geçireceklerdir.

Bu sayıdaki oy desteği referandumu zorunlu kılmıyor.

Anlaşma, parti kapatma şartlarını neredeyse imkânsız hale getiren ve üst yargı kurumlarını iktidar buyruğu altına sokan maddelerin Cumhurbaşkanı tarafından referanduma götürüleceği garantisinin sağlanması şartına dayanıyor.

İki hafta önce Baykal’ın formüle ettiği uzlaşmanın hemen hemen aynı.

Ama o kadarla kalmıyor, sonrası çok önemli bir şartı dayatıyor:

“CHP paketi Anayasa Mahkemesi’ne götürmeyecek!”

Kumar oynamayın

Deniz Baykal’ın tepkisi haklı, koyduğu teşhis yerindedir:

“Bu öneri hükümetin hukuka saygısızlığı ile hukuk devleti anlayışını pazarlık konusu yapan, hukuki denetimden kaçan bir anlayışı yansıtmaktadır. Bu bir ahlâksız tekliftir!”

Gerçekten de yaptığı işin hukuka ve ahlâka dayandığından emin olan bir iktidar ana muhalefete böyle bir şart koşmaz.

Çünkü demokratik hukuk devletine yönelik bir tehlike karşısında anayasal güvenceleri harekete geçirmek muhalefetin sadece hakkı değil yükümlülüğüdür.

Demokratik hukuk devletinin sigortalarını gerektiği anda işletmemek, gerekçesi ne olursa olsun kumardır. Kumara merakı olan kendi cebinden oynasın, ülkenin rejimin kaderini sermaye yapmasın!

Tabii ki doğru olan yargı ile ilgili üç konunun ayrılarak millete götürülmesidir.

O zaman kafalar berraklaşacağı için değişikliğin sandıktan geri dönmesi daha kolay olacaktır.

Son günlerde dolaşıma çıkarılan şu söyleme karşı da uyanık olmak lâzım:

“Paket, içindeki tatlandırıcılarla halka götürülse bile EVET çıkmayacak. O nedenle referandumun önünü tıkayarak AKP’ye yeni bir mağduriyet bahanesi, seçim avantajı vermeyelim.”

Dikkat... Dikkat...

Aynı değirmene su taşıyan başka bir oyundur bu. Tahrik edici bir tuzak.

Bazı sorumluluklar, siyasi manevralara feda edilemez.

Çünkü halka cazip gelecek hak ve imkânlar bu oltanın yemini oluşturuyor. Ama o yemin örttüğü “zoka” hukuk devletinin katline yol açacaktır.

Kumar bile oynasanız, karşınızdaki dürüst değil.

AKP’ye mağdur rolüne girmenin avantajını kullandırmamak için Anayasa Mahkemesi’ne gitmekten vazgeçmenin sonuçları ne olabilir?

1. Referandum’dan “Hayır” çıkar AKP boyunun ölçüsünü alır;

2. Yeme atlayan halk zokayı yutar, Türkiye Orta Doğu modeli bir diktatörlüğe bir adım daha yaklaşır.

Böyle bir kumarı göze almaktansa AKP mağduriyet sömürüsü yapmanın varsın avantajını elde etsin.

Zaptedilmiş, boyun eğdirilmiş bir yargının sebep olacağı yıkım, AKP’nin bir seçim daha kazanmasından daha ağır olur çünkü!



GÜNGÖR MENGİ




Uzlaşma için tek adres BDP...

AKP bir yandan uzlaşma için CHP’den “Anayasa Mahkemesi’ne gitmeme teminatı” istiyor ama onun olmayacağını biliyor aslında. O çağrı sırf uzlaşıcı görüntü verme kaygısından. Yoksa paketin bölünmesi AKP’nin hiç işine gelmiyor. Zaten AKP’nin asıl yapmak istediği de CHP’nin paketten ayrılmasını istediği düzenlemeler.

O nedenle ikinci turda AKP içindeki firelerin artacağı ihtimaline karşı BDP’nin desteği hayati önem taşıyor.


BİLAL ÇETİN


Resim


Meclis’te eşkıya ağzı


BDP’lilerin ağzından bal damlıyor! Meclis’te yaptığı konuşmada BDP’li Sabahat Tuncel, “Türkiye’de terör yok, savaş var” diye haykırıyor. TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin “Böyle konuşmazsınız, bu ülkede teröre karşı verilen mücadeleyi iki ülke arasındaki savaş olarak gösteremezsiniz” diye karşılık verince bu defa BDP’li Hasip Kaplan devreye giriyor; “Bakın sizi uyarıyoruz, tepkimiz sert olur, sert olur” diye bağırıyor.
Şahin, “Ne yaparsınız, sert olursa ne yaparsınız? Meclis Başkanı’nı öldürtecek misiniz, vurdurtacak mısınız, neyi kastediyorsunuz?” diye karşılık veriyor.
Karşılıklı “çatışma” devam edip gidiyor. AKP’liler Hasip Kaplan’a “Bizi tehdit mi ediyorsun?” diye tepki gösteriyor. Kaplan “Evet tehdit ediyoruz” diye karşılık veriyor.
Dikkat! BDP’li bir vekil diğer vekillere açıkça “Evet sizi tehdit ediyoruz” diyecek kadar “demokratik hak ve özgürlüğe!” kavuşmuşsa bu ülkede terör ve tehdit meclise kadar girdi demektir. Meclis bu ayıbı kaldıramaz. Bu ayıp meclise yakışmaz.
Samsun’da Ahmet Türk’ün yumruklanmasına Sırrı Sakık’ın tepkisi “Bunun hesabını vereceksiniz” şeklinde olmuştu. Bu sözün üzerinden henüz üç gün geçmişti ki PKK, Samsun’da iki polisimizi şehit etti.
BDP’lilerin “Sayın APO, Sayın önder” dediği APO’nın teröristleri, Samsun’da hesap sordu.
Onların siyasi temsilcileri ise TBMM’de “savaşa devam ediyorlar.”
“APO liderimiz diyorlar.”
“Molotof kokteyli atan gençleri serbest bırakın” diyorlar.
“Polise, kamu kurumlarına, bankalara, işyerlerine saldırıp ortalığı ateşe veren taraftarları için “onlar demokratik haklarını kullanıyorlar” diyorlar.
Terörü kucaklayan bu söylemleri ve bu söylemelerin sahiplerini bugüne kadar sessizce izledi AKP. Hatta Kürt açılımı ve anayasa değişikliği sürecinde kucaklamaya başladı. Çünkü bu söylemlerin sahiplerinin oylarına ihtiyaç vardı. Çünkü bu söylemlerin sahiplerinin lideri ile İmralı’da yaptıkları görüşmede, “açılımdan ne gibi talepleri olduğunu” sormulardı.
Dolayısıyla, gerek Mehmet Ali Şahin’in gerek diğer AKP’lilerin meclisteki bu “eşkıya ağzına” kızmaması lazım.
Bu ağzı bugüne kadar siz şımartınız.
Siz palazlandırdınız.
Samsun’daki basit bir yumruk olayında sırf onların gönlü olsun diye emniyet müdürünü siz harcadınız.
Habur’daki utanç manzaralarını siz kamufle ettiniz.
Ahmet Türk’e “önemli Türk büyüğü muamelesini” siz yaptınız.
Şimdi “beni mi vuracaksınız” diye bağırmaya hakkınız yok.


Muharrem Bayraktar



Resim


Anayasa değişikliği arkasındaki gerçekler


Sekiz yıllık iktidarları döneminin son yılında AKP, bir anayasa değişikliği meselesi üzerine yoğunlaştı. Yedi yıl içerisinde ve özellikle de bir önceki dönemde anayasa değiştirmeye yeterli sayıları varken; neden değiştirmek istemediler, hatta adını bile anmadılar? Acaba anayasa değişikliği istemlerinde Türkiye’nin menfaatlerini mi, yoksa başkalarının isteklerini mi gerçekleştirmek istiyorlardı? Durup dururken böyle bir harekete girmelerinin arkasındaki gerçek neydi?

MHP milletvekili ve meclis başkan vekili Sayın Meral Akşener, 25 Nisan 2010 günü Akşam Gazetesine verdiği demeçte şu hususu belirtiyor. “Vatandaşın problemi işsizliktir, aştır. Bunların üzerine şal örtmek amaçlı bir kavga görüntüsü sürdürülüyor. O da anayasa meselesidir. İşsizlik artmış, gıda fiyatları yükselmiş, vatandaş et yiyemez hale gelmişken biz ne konuşuyoruz, anayasa değişikliği. İddialı söylüyorum, Sayın Başbakan için kâbus senaryosu ikidir. Birincisi anayasa paketinin oylanmasında 330’un altında kalması, ikincisi ise 367 ile geçmesidir. En hoşuna gidecek olması da Anayasa Mahkemesi’nin iptal etmesidir.” Arkasından da Sayın Şener, şöyle söylüyor: “Vatandaşın yeni baştan kutuplaştırılmasına yönelik bir çalışma, senaryo olduğu görülüyor. Bütün hedef, seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri.”

2002 seçimlerini hatırlayalım. Ne idi AKP’nin seçim propagandası? Başörtüsü, imam hatip okulları ve Kur’an kurslarının meselesini çözmek değil miydi? Hatta bunun için MHP’yi hedef göstererek “erkekler ve ürkekler” tabirini üretmediler mi? Ve propagandaları da maalesef tuttu ve %35 oy alarak 367’ye dayanan milletvekili sayısı ile iktidar olmadılar mı?

2007 seçimlerinde bir cumhurbaşkanlığı krizi çıkartarak “alnı secdeye varan bir cumhurbaşkanımız olsun” propagandası ile %47 oy alarak tekrar iktidar olmadılar mı? Her ikisinde de oldular.

2011 seçimleri yaklaşıyor. Bu seçimi de alarak üçüncü defa iktidar olmanın plan ve programı yapılıyor. Ancak görülen odur ki! Yine bir orijinal propaganda malzemesi icat edilsin. Açılımlar üzerinden bir getiri elde edilemedi. Van Münitler, İsrail’e göstermelik kafa tutmalar işe yaramadı. Dağıtılacak erzak için bütçede fazla da bir para kalmadı. Çünkü bütçe, milyarlarca açık veriyor. Başörtüsü meselesinin çözülmesi şöyle dursun; kadınlarımızın çoğu tesettüre inat edercesine karşı koymaya başladı. Bu bağlamda başını türbanla bağlayanlar da daha çekici oluyorlar. Diğerleri zaten yeteri kadar açıldı. Alnı secdeye varan cumhurbaşkanı da seçildi. İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk değil diz boyu, gırtlağa dayandı. Geriye ne kaldı?

İşte böyle bir zamanda yargı ve asker üzerinde bir şok yaratılmalıydı. Bu da zaten yapılıyordu. Ancak hassas bir konu vardı. O da anayasa değişikliği ile yargı ve silahlı kuvvetlerin üzerine gitmekti. İşte anayasa değişikliğinin asıl amacı buydu.

Anayasa değişikliği çalışmalarının sonucu öyle görülüyor ki; referanduma gidecek. Referandumun sonucu ister AKP’nin isteğinin lehinde, isterse aleyhinde çıksın. Ama sonuçta seçim propagandasında yine onlar karlı çıkacaklar gibi görünüyor. Zira lehlerinde çıkarsa, zafer kazanmanın morali ile aleyhte çıkarsa, masumiyeti kullanmak maksadıyla seçim sonuçlarını lehlerine çevirme çabası içindedirler. MHP genel başkanı Sayın Bahçeli’nin tespitine göre; dış politikamızı ABD, iç politikamızı AB ve ekonomik politikamızı da İMF nasıl olsa götürüyor. Öyleyse Türkiye’nin meseleleri değil de seçim kazanmanın çabası, bunlara yeter de artar bile. İşte Türkiye’de anayasa değişikliğinin gerekçesini Sayın Şener bu minval üzere açıklıyor.


SELİM ÖZYÖN





Resim


Devlet tiyatrosu


Devlet tiyatrosunda trajikomik oyunlar izliyoruz her zaman olduğu gibi...
ABD Başkanı Obama’nın korkunç bir mezalim olarak nitelendirdiği 1915 olaylarını Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Dışişleri Bakanlığı esefle karşılıyor. Başbakan ise kalkıyor, “Hassasiyetlerimizi bilerek o yolda bir açıklama yaptı” diyerek Obama’yı savunuyor. Adeta teşekkürlerini bildiriyor.
Başbakan ve Dışişleri Bakanı mesaj açıklanınca aralarında görüşüp tek ve ortak bir tepki vermeye bile zahmet etmiyorlar.
Obama’nın soykırım yerine Ermenice karşılığı olan Medz Yeghern sözünü kullanması da halka Türkiye’nin başarısı gibi yutturuluyor.
Türkiye’nin bu boşvermişliği ortadayken Obama’nın önümüzdeki yıl daha farklı bir tavır almasını kimse beklememeli...
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen diyor ki:
“1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırımla Mücadele Sözleşmesi bir olayı soykırım olarak nitelendirme yetkisinin sadece yetkili uluslararası mahkemelere ait olduğunu söylüyor. ABD Başkanı uluslararası bir mahkeme gibi karar verme yetkisine sahip midir? Parlamentolar bu hakka sahip midir?”
Öymen devam ediyor: “Bütün komşularımızla sıfır ihtilaf politikası yapacağız diye yola çıkanlar en yakın dostumuz, kardeşimiz Azerbaycan’la ilişkilerimize gölge düşürdüler. Ermenistan’la da hiçbir meseleyi halledemediler...”
Lafta “Türkiye büyük ülke” diye övünenler bu büyüklüğe uygun davranıyorlar mı?
Yoksa ülkeyi küçültüyorlar mı? Her vatandaş bu soruyu sormak hakkına sahiptir...

MELİH AŞIK




Resim


Baykal: 3 maddeyi derhal çeksinler



Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne gitmemesi ve paketin 367’yle geçmesi halinde uzlaşma sağlanabileceğine yönelik sözlerine CHP lideri Deniz Baykal, çok sert yanıt verdi. Baykal, dünkü görüşmemizde, “Anayasa ihlaline göz yumun, Anayasa Mahkemesi’ne gitmeyin, diyen bir Adalet Bakanı’nı dünyada çok az bulursunuz” diyerek, Ergin’in önerisine karşı çıktı.

‘Ahlaksız teklif’
Baykal, Adalet Bakanı Ergin’in sözlerini şöyle değerlendirdi:
“Bu ahlaksız tekliftir. Bakan, CHP’ye, ‘biz Anayasa’yı ihlal ediyoruz, siz de bu suça ortak olun’ teklifi yapıyor. Suç ortaklığı öneriyor. Bu teklif Adalet Bakanı’na yakışmadı. Anayasal hakkınızı kullanmayın, anayasa ihlaline siz de katılın, diyen Adalet Bakanı’nı dünyada çok az bulursunuz.”

‘3 maddeyi çeksinler’
CHP lideri Deniz Baykal, paketin bölünmesine ilişkin önerilerini anımsattığımda ise, şöyle konuştu:
“Biz başından beri yapıcı öneriler götürdük. Bu tartışmalı 3 maddeyi ayırın, diğerlerini destekleriz, dedik. Buna yanaşmadılar. Hepsini bir paket içinde koydular. Birlikte oylanmasını öngördüler. Bu vatandaşa, vatandaşın iradesine ve hukuka aykırı bir yöntemdir. Şimdi Anayasa Mahkemesi’ne gitmeyin, ayıralım gibi, bir etik olmayan teklifte bulunuyorlar. Biz bu 3 maddeyi ayırın derken, o maddelere karşı olduğumuzu da söyledik. Söz konusu 3 madde ayrılırsa biz o maddeleri de destekleriz demedik. Biz bu 3 maddeye karşıyız; diğerlerine destek olmak konusunda uzlaşma ortamı için katkı veririz dedik. Bu aynı şey değil. Biz bu 3 maddeye (parti kapatma, Anayasa Mahkemesi ve HSYK) yine karşıyız. Bu 3 maddeyi derhal çıkarsınlar. Diğer maddelere katkı vermeyi ele alırız.”

Siyasi ve etik çürüme’
Baykal, iktidar partisinin anayasa değişikliği konusunda sıkıntıya düştüğünü öne sürerek, şöyle devam etti:
“AKP de bu konuda sıkıntıya düştüğünü gördü. Adalet Bakanı’nın sözlerine bu sıkıntı yansımış görünüyor. Sorun sadece sayısal da değildir. Bıçak sırtı oylar dışında işin niteliği itibarıyla da çürüdüğü ortaya çıktı. Konu siyasi ve etik açıdan çürümüştür. Anayasa değişikliğiyle AKP’den başka ilgilenen yok. Değişikliğin AKP’den başka sahibi yok. CHP, MHP, BDP karşı, yüksek yargı organları karşı, hukuk profesörleri karşı. Bu sadece AKP’nin yargı denetiminden kaçmak için yapmaya çalıştığı bir oldubitti. Bunu halk görüyor. Ayrıca bazı AKP’liler de görüyor ve ciddi sinyal veriyorlar.”

‘331 ciddi uyarıdır’
Baykal, Anayasa Mahkemesi’yle ilgili değişikliğin 331 gibi eşikte bir oyla geçmesini de şöyle değerlendirdi:
“Maddeler zaten bıçak sırtında geçiyor. Son olarak oyların 331’e kadar düşmesi, AKP açısından çok ciddi bir uyarıdır. Bu uyarı, AKP içinde aklıselim davranan, gidişin doğru olmadığını gören sağduyulu, vatansever milletvekillerinin yaptığı ciddi bir uyarıdır. Bu milletvekilleri destek vermeyerek, çok önemli bir sinyal gönderiyorlar. Demokrasiye, hukuka inanan AKP milletvekillerinin bulunduğuna ve bu anlayışa uygun davranacaklarına inanıyorum.”

Çiçek: ‘Kendi teklifidir’
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’le de, dün aynı konuyu konuştum. Çiçek, uzlaşmadan yana olduklarını vurgulayarak şu değerlendirmeyi yaptı:
“Sayın Baykal, kendi teklifine şimdi sahip çıkmıyor. 3 maddeyi referanduma ayrı götürün teklifini yapan kendisidir. Sayın Cumhurbaşkanı’na bu yönde bir çağrı yapmıştı. Biz buna karşı çıkmadık. Adalet Bakanı Sayın Ergin’in söylediği de budur. Şimdi Sayın Baykal ahlaksız teklif diyor. Bu sözünü doğru bulmuyoruz. Ergin’in, Anayasa Mahkemesi’ne gitmek olmaz yaklaşımı isabetlidir. Çünkü hem millete gidip hem mahkemeye gitmek çelişkidir. Biz millete gidelim diyoruz, Baykal mahkemeye gidelim diyor. Millet iradesine karşı mahkemeye gidilir mi? Millete gidince bir de onun adına hüküm veren mahkemeye gitmeye gerek kalır mı? Sayın Baykal bahane buluyor. Uzlaşmaya niyeti yok. Bir adım atıyormuş gibi yapıyor ama atmıyor. Ayağını kaldırıyor, sonra kaldırdığı yere yeniden koyuyor.”

FİKRET BİLA


Resim

Resim
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Çrş Nis 28, 2010 1:39

Resim

Anayasa Hukuku dersleri


ANAYASA’nın 2. maddesinde yazdığına göre: Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti ise ve uygulamada öyle kalacaksa, Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, bütün bakanların, bütün milletvekillerinin, bütün gazete yazıcılarının ve bütün entelijansiyanın bir Anayasa Hukuku ders kitabı edinip baştan sona hatmetmeleri gerektiğini düşünüyorum.

Hukuk diploması almış olanlar da bilgi tazelemek için aynı şeyi yapmalıdır.
Ben bu işi yıllardır yapıyor ve faydasını görüyorum.
Anayasa Hukuku ders kitaplarından birini okuyup iyice anlamamış olanlar, darbenin sadece silah ile yapıldığını sandıkları için, Sivil Darbe olasılığına katıla katıla gülüyorlar.
Sivil Darbe yapmanın en kolay yolu hukuksuz bir devlet yaratmaktır.
Siyasal iktidar (yani Yürütme Erki’ni elinde bulunduran hükümet), Yasama Erki’nin (yani Meclis’in) görev ve yetkilerini etki altında tutmak ve Yargı Erki’ni denetim altına almak suretiyle Sivil Darbe yapar.
Silahlı Darbe’yi silahlı kuvvetler yapar.
Halk İhtilali’ni (Halk Darbesi’ni) silahlanmış halk yapar.
Sivil Darbe’yi hukuksuz hükümet yapar.


TAVSİYEM TEZİÇ’İN KİTABI
Başkalarının tercihine karışmam, yeter ki bir Anayasa Hukuku ders kitabı hatmetsinler. Benim tercihim, değerli dostum, kuşaktaşım, arkadaşım Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in şimdiye kadar 12-13 baskı yapmış olan Anayasa Hukuku’dur (Beta Yayınları).
İstanbul’daki ve köydeki çalışma masalarımın üzerinde Anayasa metni ve sözlüklerle birlikte durur. Örneğin hükümet ya da parlamenterler Referandum’dan mı söz ediyorlar, açar dostumun ders kitabına bakarım.
Erdoğan Teziç kendisine yapılan tavsiyeleri tevazu ile dinleyecek bir yüce gönüllüdür. Örneğin, buradan, ders kitabının yeni baskısında, şu her derde deva ebegümeci “Milli İrade” kavramına özel bir bölüm ayırmasını tavsiye edeceğim. Benim tanıdığım Erdoğan Teziç 19 Ocak 2010 tarihli yazımı (“Milli İrade Demokrasiye Karşı”) mutlaka okumuş ve bir yere not etmiştir.
Edebiyatsever dostum Erdoğan Teziç, şairlerin hukuk ve adalet tutkusunu çok iyi bilir.

KUVVETLERİN BİRLEŞMESİ
Örneğin Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in Anayasa Hukuku kitabının 402. sayfasını açıp okuyalım: “Kuvvetler Birliğine Göre Siyasi Rejimler”... “Kuvvetler Birliği rejimleri, yasama ya da yürütme organlarından birinin, devlet yetkilerine sahip olmasını ifade eder. Kuvvetler birliği yürütme lehine olabileceği gibi, yasama lehine de olabilir. Kuvvetlerin yürütme’de birleşmesi, diktatörlük rejimlerine, yasama’da birleşmesi de, ‘konvansiyonel’, ya da ‘meclis hükümeti’ rejimine yol açmaktadır.”
Şairin yorum ve katkısı: Kuvvetlerin yürütmede (hükümette) toplanmasının herhangi bir anayasal ve yasal kaynağının olması gerekmez. Olmadığı durumlarda da yürütme, yasama meclisindeki çoğunluğunu türlü şekilde pasifleştirerek onun yetkilerini de yönlendirebilir, Meclis’ten istediği yasaları kolayca çıkartabilir.
Böyle bir ortamda, emniyet supabı (varsa) Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi yüksek mahkemelerdir. TBMM’deki çoğunluğunu emir-komuta ilişkisiyle yönlendiren AKP hükümeti Yüksek Mahkemeler’i de denetim altına alırsa rejim’in adı ne olur?


ÖZDEMİR İNCE


Yandaş medya
“suç örgütü” yerine “ulusalcı yapılanma” ifadesini kullanıyor.
İktidar ve yandaşlarının anti ulusalcı yani gayri milli unsurlar olduğunun itirafıdır.
Gülhan Elmas



Başbakan’ın kültür meselesi...



CHP lideri Baykal’a Van’da saldırı olunca, Başbakan Erdoğan “Bizim kültürümüzde böyle şeyler yoktur” demiş.
Maalesef görüntüler bu yargıyı tekzip etti, Baykal’a saldıranlar arasında Adalet ve Kalkınma Partililer vardır, fotoğraflar ortadadır, Adalet ve Kalkınma Parti kimlikleri de...
Eğer bu “bir kültür” ise demek Sayın Başbakan’ın “Bizde yoktur” demesi yetmiyor.
Derken bir olay daha çıktı ortaya, o da “kültür” sorunu...


Bilirsiniz, her 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda çocuklar, büyüklerin koltuklarına kurulup poz verir, birkaç söz söylerler; isteklerini, eleştirilerini, öğretildiği kadar belirtirler.


Bu sefer de öyle olmuş, Başbakanlık koltuğuna oturan kız öğrenci sormuş:
“Konuşabilir miyim?!”
Başbakan’ın cevabı:
“Başbakan sensin, ister asar, ister kesersin!”
Bunu duyunca hem yadırgadık hem de yadırgamadık...
Yani Başbakan olunca asıp kesmek... İstediğini asar, istediğini keser.
Bu elbette, ağza gelen bir laftır, yoksa başbakanlığın asmak, kesmek olmadığını Sayın Erdoğan da herhalde bilir.


İşte “kültür” budur.
Bu toplumda yaygın kültürdür.
Kızınca, çocuğunun kafasını ezen baba var mıdır ya da ayaklarını kıran anne...
Toplumdaki şiddet eğilimi her yerde kendisini belli eder, Başbakan’a bile, “Başbakansın, ister asarsın, ister kesersin!” diye laflar ettirir.


Sayın Erdoğan, Başbakanlık makamının asmak, kesmek makamı olmadığını bilmez mi?
“Asmak, kesmek, ezmek” gibi fiiller gerçek anlamda kullanılmaz, mecazi ifadelerdir bunlar...
Lakin, bir davranışı da, bir eğilimi de belli eder.
Hani “orantısız güç kullanmak” diye bir deyim var, bu da orantısız otorite özlemi...
Bir başbakan nasıl asar, nasıl keser?
İçinde sakladığı duyguları bazen ağzından kaçırarak...


Bir sorumuz da “her dem mütebessim” Dışişleri Bakanımız Sayın Davutoğlu’na:
“Komşularla sıfır sorun bu mudur?”
Ermeniler Türk bayraklarını yakıyor, sizin posterlerinizi parçalıyor, bu mu sıfır sorun?
Sanırız, sizin demokratik imparatorluk hayaliniz suya düşecek...
O demokratik imparatorluğunuza padişah bulamayacaksınız.


HASAN PULUR



Resim




Hayallerini de al git!..


AKP'nin Anayasa değişiklik teklifiyle "boğuştuğumuz" bugünlerde Başbakan Erdoğan kuyuya yeni bir taş daha attı. Bir süredir hayallerini süsleyen başkanlık sisteminin faziletlerinden bahsetmeye başladı. Aslında, 2007 yılında yapılan, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ile ilgili Anayasa değişikliği de başkanlık ve dolayısıyla federatif sisteme geçişin ön çalışmasıydı.

Başbakan Erdoğan'ın hayallerini süsleyen başkanlık sistemi, mevcut uygulamada ABD'ye özgü bir sistemdir. Geçerliliği ve sürdürülebilirliği federal devlet sistemleri içindir. Zaten ABD 50 ayrı eyalete bölünmüştür. Her eyaletin kendi içinde ayrı parlamentosu ve ayrı kanunları vardır.

Parlamenter sistemlerde de başkanlık sistemindeki gibi kuvvetler ayrılığı vardır. Yargı'nın tam bağımsız olması şartıyla Yasama ve Yürütme'nin yumuşak ayrılığı söz konusudur. "Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün yaşatılabilmesinin garantisi parlamenter sistemdir. Bizim yapımıza daha uygundur. Başkanlık sistemi Türkiye için uygulanabilir ve sürdürülebilir değildir. Bu sistem, başka ülkelerden örnek alınarak uygulanabilecek bir sistem de değildir, çünkü her ülkenin kendi iç dinamikleri o ülkenin kendi idare sistemini geliştirir. Başkanlık sistemi Türkiye'yi gereksiz tartışmaların içine sokar ve milletimize vakit kaybettirir.

Sayın Başbakan, 1997 yılında üzerinde milli görüş gömleği varken, başkanlık sisteminin emperyalist ısmarlama olduğunu söylüyordu. O tarihten bu yana çok gömlek değiştirdiğine göre o zaman söyledikleri şimdi geçersiz mi oluyor? Hatta yarın tam aksini söyleyebilir diye bugünkü demeçlerini de mi dikkate almamak gerekiyor? Tecrübe böyle söylüyor. Ama artık alıştık

Başbakan'ın bir televizyon kanalında başkanlık sisteminden bahsetmesine ne diyebiliriz? Anayasa değişiklik teklifi meclis genel kurulunda akıllara ve sağlığa zarar bir mesai ile görüşülürken kafaları karıştırmak mı istiyor? Ya da milleti kandırmaya alışık zihniyet politikalarını buna göre kurduğu için insanların aklını mı karıştırmaya çalışıyor bilmiyoruz. Aslında biliyoruz ama bilmiyoruz. Çünkü bu sorunun bir de üçüncü cevabı var ki sanırım en doğrusu da bu Başkanlık sistemi önerisi, açılım projesinin birinci adımıdır. Bu proje uygulanırsa Türkiye bölünmeye sürüklenecektir. Başkanlık uğruna mı bölünmeye sürükleniyoruz yoksa bölünme uğruna başkanlık sistemine mi geçiyoruz, bilmiyoruz.

Türkiye'yi izleyenler gündemimizin çok karışık olduğunu görüyorlardır. Her gün yeni bir dertle uğraşıyor, yeni bir problemle boğuşuyoruz. Her gün başka önemli bir konu ortaya çıkıyor, bazı önemli konular gizleniyor. Vatandaşın gündeminde ekmek bulma derdi varken kim sabaha kadar oturup Anayasa değişikliği teklifi ile ilgili görüşmeleri mi takip ediyor Hangisi karın doyuruyor?

Ancak, Başbakan'ın gündemi ise hiç değişmiyor. Onun derdi, zoru açılım safsatası. Onun bütün hayali bu ülkenin temel kodları ile oynamak ve bunun kılıflarını da hazırlamak. Avrupa Birliği uyum süreciydi, insan haklarıydı, demokrasiydi derken de epeyce yol almış görünüyor... Asgari yaşam şartlarını sağlamaya çalışan vatandaş ise zaten bitap düşmüş, hayatını idame ettirmeye çalışmaktan başka bir şey düşünemiyor.

İyi de, bugünlerde TBMM genel kurulunda olan Anayasa değişiklik paketi tartışmalarının odağında AKP'nin Yargı'nın bağımsızlığını yok ettiği iddiaları vurgulanıyor. Başkanlık sisteminde kuvvetlerin kesin ayrılığı varken şu anda bu yapıyla oynanıyor olması acaba neyin nesi?

Başbakan, başkanlık sistemini, stratejik ortağı ABD başkanından ısmarlama almış ve sistemin ne olduğunu tam anlayamamış olabilir. Seçime az bir süre kala kuvvetle muhtemeldir ki ortalığı karıştırıp bu kargaşadan yararlanmak, yeni bir aldatma kandırma politikası ile milletimizi kandırmak istiyor.

Ayrıca 2012'ye yani Abdullah Gül'ün görev süresinin bitmesine epeyce vakit var, onun yerine geçmeden önce yetkileri arttırmak iyi olur. Zaten Anayasal kurum ve kuruluşları da tekeline alacak. Yargı da bunlardan biri Abdullah Gül'ün görev süresi bittikten sonra Çankaya'ya çıkmak isteyen Erdoğan'a Cumhurbaşkanı'nın mevcut görev ve yetkileri de yetmeyecek tabii ki. Oraya çıkmadan önce yetki alanını genişletmek istiyor. Onun için Başkanlık olmasa da güçlü bir Cumhurbaşkanlığı da fena olmaz.

Türkiye'nin bir siyasi istikrarsızlığın içine sürüklenmemesi için parlamenter demokrasiye sahip çıkıp işlerliğini temin etmek ve sonuçları belirsiz ve tehlikeli olabilecek süreçlere sürüklenmemek devletimizin bekası açısından fevkalade önemlidir.

Çünkü Başbakan Erdoğan ağzından başkanlık baklasını çıkardığına göre cehaletten mi cesaretten mi bilinmez, bilinçaltında federal yapı olabilir. Yani şu sık sık isim değiştiren, tam olarak ne olduğu bir türlü açıklanamayan, hatta AKP'li vekillerin bile bihaber olduğu muhteşem(!) açılım projesinin bir gereği de olabilir.

Anayasa değişiklik paketinin referanduma gideceği neredeyse kesinleştiğine göre, diyebiliriz ki AKP ve Erdoğan'ın yıkım projelerine en güzel cevabı büyük Türk milleti çok kısa bir süre sonra verecektir. AKP, aldığı cevapla da genel seçime gidip, ikinci darbeyi de genel seçimler sonucu alacaktır. Sonra mı, sonra da hayallerini de alıp gidecektir.

Daha sonra ne olacak? Milli devletimizin, üniter yapımızın güçlendirilmesi ve milli onurumuzun yeniden dirilmesi ile Türk milleti tarih sahnesinin yıldızı olarak yeniden parlayacaktır.

İnanıyorum ki, Türk Milliyetçileri bu yeni dönemde yeniden millet iradesini yönlendiricisi ve sürükleyicisi olacaktır.


BANU DOĞAN



Başkanlık sistemi

Diktatörlük mü, daha çok demokrasi mi?


Türkiye için “Başkanlık Sistemi” tartışmaları yeniden alevlendi. Başkanlık, diktatörlük sistemi mi yoksa daha çok demokrasi sistemi mi?
Bu, bakış açısına ve bulunulan yere
göre değişiyor.
“Amerikan emperyalizminin
tavsiyesi!”

Bugün başkanlık sistemini ortaya atan Başbakan Erdoğan, dün “Bu sistem, Amerikan emperyalizminin tavsiyesidir” diyordu!..
Bugün, bu konunun “akıl hocası” AKP milletvekili Prof. Dr. Burhan Kuzu, dün, geniş yetkilere sahip Menderes ve Özal’a “padişah ve diktatör” diyordu!
Bugün ise, padişah ve diktatör dedikleri Menderes ve Özal’ın devamı olmakla övünüyor, büyük kentlere dev posterler asıyorlar!..
Bizleri de tembel sürüler olarak
görüyorlar.
Her şey unutuluyor...

Bizler sürekli hatırlatıyoruz...
Bu yüzden “kendimizi tekrarlamış” gibi oluyoruz, ama, bu da kaçınılmaz bir gereklilik olarak önümüze çıkıyor.
Ne diyordu Rıfat Ilgaz usta, “Körüz biz” adlı şiirinde:
Yeni körler peydahlarız uyur uyanır,
Ayak altında ezile dursun, karınca sürüleri,
Ezenlerle bir olmuş yaşıyoruz, ne güzel,
Çizme onlardan, içindeki ayak bizden, ne iyi.
Başbakan asar da, keser de!
Bugünkü iktidarın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, bir Başkanın sahip olabileceği her türlü yetkiye sahip.
Bu yetkilerin tümü yasalarda olmasa da, mevcut yetkilerini sonuna kadar kullanma biçimi Erdoğan’ı Başkan konumuna sokuyor.
Erdoğan, şimdi mevcut duruma ad koymak istiyor. yani, zaten Başkan gibi davranıyor, sistemin adı da Başkanlık olsun istiyor.
Hani hep diyorlardı ya, “Niyet okuyucusu olmayın” diye. Niyet okumaya ve tahminlere hiç gerek bırakmıyor, kendileri açıklıyorlar.
23 Nisan törenlerinde, koltuğuna oturan kız çocuğuna, niyetini deşifre
etmedi mi:
“Artık başbakan sensin. İster asar, ister kesersin!”
Başbakan Erdoğan’a akıl veren Anayasa profesörü Burhan Kuzu, dün Doçent iken (1997’de) bir kitap yazmıştı. (“Türkiye İçin Başkanlık Sistemi”, İstanbul, Fakülteler Matbaası, 1997.)
Burada, neredeyse “bugünkü AKP’yi” tanımlıyor.

Güçlü iktidarların “parti disiplini” adı altında, erkler ayrılığına son verdiğini, hükümetlerin Meclis’i ezdiğini(başka sözcük kullanıyor), Meclis’in iktidarları denetleyemediğini, “parlamentoların hükümetin icra organı” durumuna düştüğünü söylüyor. (Sayfa 54 ve 55.)
Tıpkı bugün kendi partisi AKP’nin
yaptığı gibi.
Bugün oy devşirmek için, devamı olmakla övündükleri Menderes ve Özal için ise, şöyle diyor:
“Eski Türklerde ve Osmanlı’dan kalan 600 yıllık padişahlık geleneğimiz var. 1950-60 dönemi (yani, Menderes iktidarı), ’güçlü icra’yönü ile bu modeli çağrıştırmaktadır. Özal’ın Cumhurbaşkanlığı dönemi yer yer bu sistemi hatırlatmaktadır.” (Sayfa 108.)

Diktatör hükümetler
Peki Başkanlık sistemi Türkiye’de bir “diktatörlük rejimine” dönüşür mü?
Sözü yine, bu sistemi savunan AKP’li Anayasa hukukçusu Prof. Kuzu’ya bırakayım:
“Başkanlık sistemi diktatörlüğe dönüşme eğilimi gösterebilir; fakat aynı tehlike öteki hükümet şekillerinde de mümkündür.”
Hangi tür hükümetler diktatörleşebilirmiş, ona da bakalım:
“Parlamentoda oldukça kuvvetli bir çoğunluğa dayanan hükümeti ve onun başbakanını, sert tedbirler almaktan kim alıkoyabilir?” (Sayfa 104 ve 105.)
Evet, bugün AKP Hükümetini ve onun Başbakanını sert tedbirler almaktan kim alıkoyabiliyor, kim?
(Kuzu’yken çok haklı tespitlerde bulunanlar iktidara gelip Kurt olunca, ülke de bu duruma düşüyor demek ki!)


HULKİ CEVİZOĞLU
YENİÇAĞ - 28.04.10



Resim


Dış politikamız Obama’nın iki dudağı arasında


Bütün dış politikasını ABD Başkanı’nın iki dudağı arasına kilitleyen bir Türk siyaseti sizce gerçekten başarılı mıdır?
Bütün mesele Obama soykırım diyecek mi, demeyecek mi üzerine kurulu…
İnsanın, dese ne olur demese ne olur diyesi geliyor.
Dememesi için her yıl ne kadar taviz verdiğimiz düşünüldüğünde acaba dese de kurtulsak deme ihtiyacı hissediyoruz.
Verilen tavizlere, yapılan Ermeni açılımlarına bakıldığında Türk siyasiler neredeyse Obama’dan önce “soykırım”ı kabul edecek noktaya gelecekler.
Obama bunun üzerine sadece “Ben demedim, siz dediniz” diyecek.
Böyle dış politika mı olur? Buna dış politika denmez, dış keşmekeşlik denir.
Gerçi Obama Ermenice soykırım anlamına gelen “Mets Yeghern” ifadesini kullandı, ama bizimkiler bunu hala “büyük felaket” anlamında yorumlayarak kendilerini avutuyorlar.
Neticede Ermeniler duymak istediklerini duydu, bizimkiler de milletin gazını almak babından duymak istedikleri gibi yorumladı.
Ama sonuçta olan Türkiye’ye, Türk milletine oluyor.
Siyasiler bir şekilde bir kenara çekiliyorlar ama kalıcı darbe milletin üzerine balyoz gibi iniyor.
Ermenistan ile ilişkilerimiz de bu çerçevede oldukça ilginç seyrediyor.
Ermenistan burnundan kıl aldırmıyor, Ermeni yetkililer “Yukarı Karabağ sorunu ön koşul olamaz” diyor, “soykırım tezinden vazgeçilemez” diyor.
Daha da öteye geçip ABD Başkanı “soykırım” desin diye, ülkeler parlamentolarında soykırımı kabul etsinler diye ellerinden geleni yapıyorlar.
Biraz daha çirkefleşip bayrağımızı yakıyorlar, Cumhuriyetimizin kurucusuna yapmadıkları hakaret kalmıyor.
Ve bütün bu onur kırıcı adımlardan sonra bizim Türk siyasiler hala sınırları açmanın gayretkeşliği içinde…
Dış güdümlü siyaset…
Zaten bizim siyasileri güdemeyen sadece Türk milleti…
ABD güdüyor, AB güdüyor, İsrail güdüyor, hatta Barzani, Sarkisyan, Hristofyas güdüyor ama sadece bu millet güdemiyor, bizim siyasilere bir türlü lafını geçiremiyor.
Ermenistan sınırları açmamamız için bize birçok gerekçe veriyor, ama bizimkiler bir tane bile açmamızı gerektirecek herhangi bir gerekçeye gerek duymadan her geçen gün sınırları açmaya bir adım daha yaklaşıyor.
Küsuratımız kadar nüfusu olan Ermenistan Türkiye’yi, Türk siyasetini parmağında oynatıyor.
İşte taşeronluğun, tavizkarlığın neticesi bu.
Dış politika her taraftan patlak veriyor, millet ise uyumaya devam ediyor.
Her türlü olumsuzluğun etrafımızı çepeçevre kuşattığı böyle bir dönemde hala bu tablonun nedeni olan siyasilerin peşinden gidenler varsa bunlara diyecek çok fazla sözümüz yok.
Çünkü ne desen fayda etmez.
Maalesef çoğunluk bu halde olmasına rağmen umudumuzu kaybetmiş de değiliz. Çoğu zaman az sayıda insanın duyarlılığı kitlelerin ayıkmasına ve doğruyu bulmasına neden olmuştur. Tarih bunun örnekleriyle doludur.


MURAT ÇABAS



Polyanna Başbakan


Hayal kırıklığı, hüsran!
Obama büyük felaket dedi.
Yine aynı terane anlıyacağınız.
Dışişleri esefle kınadı.
Siyasi liderler çok sert tepki verdi.
Obama'nın sözleri az çok konuya vakıf herkesin tepkisine yol açtı.

Bir kişi hariç.
Başbakan Erdoğan!
Başbakan olumlu karşıladı.
Çok olumlu buldu.
Polyanna gibi, iyi tarafından bakıyor.
Neresini diye sormayın.
Başbakan'ın tepkileri savuşturmakta ki mahareti herkesce malum.
Hayatta üstüne almaz.
Duymaz, bilmez, görmez,


Bundan sonra yapılması gerekenleri ortak akıl söylüyor.
Dinleyen kim.
ABD'ye yaptırım söz konusu bile değil.
Temsilciler meclisi vakasında olduğu gibi.
Yine en büyük müttefik ABD!
Belli ki göbekten bağlısınız.
Gücünüz yetmiyor, sözünüz geçmiyor.


Bari protokolleri meclisten çekin.
Ermenistan kadar olamazmısınız?
O da yok.
Ne diyor Başbakan
Varsa yoksa, yola devam.


Yolu da yol değil!
Yolun sonu buradan gözüküyor.
Buna rağmen gaza bastıkça basıyor.
Dur diyorsun durmuyor.
Laftan sözden anlamıyor.
Vuracak illa ki.


Dur biz inelim diyecek halimizde yok.
Ne yapıcaz.
Vurmasını bekleyeceğiz.
Vursa ona da cevabı hazır.
Önü kaybettik ama arkayı kurtardık arkadaşlar.
Polyanna gibi!
Allah sonumuzu hayretsin.


A. Savaş Çolak


Başbakanın zihninde diktatörlük mü var?


İnsanı Diğer mahlukatlardan ayırarak, O'nu hem yaratılanların en şereflisi, hem de en tehlikelisi yapan şey, O'nun RUHSAL YAPISIDIR.Dünya da ki bütün iyiliklerin ve kötülüklerin kaynağı, eninde sonunda gelip O'na dayanır. Gerçi, psikolojik yapı genetik, ekonomik ,sosyal ,dinsel ,bedensel ve daha bir sürü etkenlerle yakın bir dinamik etkileşim içerisindedir.Bu etkenlerin hepside ruhsal yapının şekillenmesinde son derece önemli rol oynarlar. Ancak, etkenler her ne kadar çeşitli olursa olsun, sonunda, bizleri doğru ya da yanlış davranışlara yönlendiren şey, sahip olduğumuz psikolojidir. Psikolojik yapımızın en önemli özelliklerinden biriside, bedensel yapılarımız gibi doğrudan teknoloji ile ortaya konulamamasıdır.Yani biz, bir röntgen ya da kan tetkiki ile bir organın durumunu ortaya koyduğumuz gibi, onu da ortaya koyamayız.

Dış görünüşü ile bizde sağlıklı bir ruhsal yapısı olduğu izlenimini uyandıran birisi, aslında zihninin derinliklerinde sakladığı hastalıklı düşüncelerinden dolayı , İnsanlık için son derece tehlikeli bir potansiyel olabilir. Daha çok Barış ve özgürlük söylemleri ile sandıktan çıkarak iktidar olan, sonrada dünyayı bir ateş topuna çeviren Hitler ve Mussoliniler hatırlandığında sanırım ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.

Günümüz de iletişim biçimleri arasında en sık kullanıldığı kabul edilen non-verbal (sözel olmayan) iletişim biçimi, psikolojinin önemli ilgi alanlarındandır. İsterseniz şimdi, çevrenizde ki özellikle'de en tepelerde yer alıp ta topluma örnek olması gereken kişilerin, hırçınlıklarına, külhanbeyi vari davranışlarına ve saldırgan tutumlarına bizzat şahit olurken, birde gözlerimizin içerisine bakaraktan ne kadar'da insancıl olduklarını ifade ettiklerinde, hangi duygular içerisinde olabileceğinizi düşünün. Sonrada bu durumun değerlendirilmesinde psikoloji biliminin katkısının ne kadar da önemli olacağını tahmin edin.



Başbakan Erdoğan 23 Nisan nedeniyle makamına oturttuğu İlköğretim 4. Sınıf öğrencisi Elgin Koçubaba'ya " Şu andan itibaren yetki sen de ister asar istersen de kesersin" dedi. Anayasanın bir kısmının değiştirilerek Demokrasinin olmazsa olmazı olan güçler ayrılığı prensibi yerine, totaliter rejimlere zemin hazırlayabilecek güçler birliğinin getirilmek istendiği bir dönemde, Başbakan'ın ağzından bu tür den cümlelerin çıkmış olması, ona bu anayasal değişiklikleri yaptırtan gizli niyetinin ortaya konması açısından son derece önemlidir.

Yukarıdakine ilaveten Başbakan'ın son ABD ziyareti sırasında Yargıtay Başkanı Hasan Gerçekere yönelik olarak sarf ettiği" Her düşündüğünüzü söyleyemezsiniz. Biz her düşündüğümüzü söyleye biliyormuyuz " şeklinde ki sözleri de hatırlandığında, Erdoğan'ın zihnin derinliklerinde taşıdığı ancak söylemekten çekindiği bir takım düşüncelerinin olduğunu ve anayasa değişiklikleriyle de bunları gerçekleştirmeye çalıştığını söyleyebiliriz.

Sıklıkla bir siyasi herhangi bir konuda konuşurken, birden, kendisinden beklenmeyen bir kelimenin ağzından çıkması sonucu zor durumda kalınca, hemen dilinin sürçtüğünü veya yanlış anlaşıldığını açıklama yoluna gider.Medya'da bunu işine nasıl geliyorsa, o şekilde kullanır. Oysa, derinlik psikolojisinde, daha doğrusu analitik psikoloji'de, hiçbir şeyin sebepsiz olmadığı kabul edilir. Bu bağlam'da dil sürçmeleri, bilinç dışında bastırılmış olan düşüncelerin, fırsatını bulduğunda bilince çıkmasından başka bir şey değildir. Yani, o kişinin ağzından istemeden kaçırdığını söylediği sözcük veya cümle, aslında, o kişinin esas düşüncesidir. Yaptığı o bir dil sürçmesiydi açıklaması ise patalojik bir ego savunma düzeneği olan akla yatkınlaştırmadan ( Rasyonalizasyon) başka bir şey değildir. Ancak Erdoğan'ın 23 nisan münasebetiyle sarf ettiği ve de çocukların Başbakanlığı asıp kesme makamı olarak algılamasına yol açan sözleri, bilinç dışında bastırılabilen istekler den daha öte bir şey olup, doğrudan bilinçli olarak söylenmiş sözlermiş gibi duruyor.

GÜNÜN SÖZÜ : DİKTATÖRLER ÖZGÜRLÜKLERİ KENDİLERİ İÇİN İSTERLER

ŞARLO

YALÇIN GÜZELHAN




[img]http://www.ressim.net/upload/9e60b5ce.jpg[/img]


Kahir Ekseriyet Dertli- İktidar ve Başkanlık- Gül Mü Erdoğan Mı?- Ve Gündemdekiler...


Mustafa Kemal Paşa, Atatürk'ün, başlattığı Milli Mücadele ve Anadolu İhtilali'nin zaferle sonuçlanması dünya dengelerini değiştirmiş emperyalizmin müstemlekeciliği altındaki esir milletler başlarını kaldırmışlardır.

Cumhuriyet'in ilk dönmelerinde Batı dünyasının önde gelen devletleri, Türkiye'nin ilgili alanına giren meselelerde "Ankara neder?" demek mecburiyetinde kalmışlardır.

Şimdiki zamandaki şu hale bakınız: Siyasi iktidar Washington ne diyor. Obama ne der ile Brüksel ne der arasına sıkışıp kalmıştır. Siyasi iktidarın tarihsel hatalı siyasetleri ile gelinen yer burasıdır.

1- İKTİDAR VESAYETİ...

Siyasi iktidarın "Alel acele anayasa değişikliği paketindeki esaslar" otoriter bir sisteme gidişin de unsurlarını taşımaktadır. TSK dahil Yüksek Yargı ve bütün anayasal kurumlar tam bir vesayet altına alınmak istenmektedir.

Oysa, 9. Cumhurbaşkanı Sayın Demirel'in de zaman, zaman açıkladığı gibi zamanımız demokratik rejimleri "kurumlar" esaslarını da dikkate almıştır. Siyasi iktidar ise Türkiye'ye kendisine, kendi siyasal anlayışına göre bir rejim elbisesi biçmek ve onu Türkiye'ye giydirmek istemektedir.

2- YA KAHİR EKSERİYET?...

Siyasi iktidar kendi siyasi anlayışına göre bir rejimi yapılandırmak isterken, nüfusun kahir ekseriyetinin durmadan söylediğim gibi, yedi şiddetinde bir depreme uğramışçasına ağır bir iktisadi buhran altında yaşamasını bir yana bırakmış, kendi siyasal geleceğinin planlamasına girişmiştir.

Yoksulluk, işsizlik gibi ağır iktisadi bunalımlar sanki yoktur.

3- DAMAT FERİT VE ONLAR...

Şu hale bakınız. Siyasi iktidarın tarihsel hatalı ve Obama'nın talebi ile gündeme getirdiği Ermenistan açılımından sonra yaşananlar malumdur.

24 Nisan'da ABD Başkanı Obama'nın tarihi gerçekleri bir yana koyarak Türk milletini ve Türk tarihini suçlamasının ardından "bir avuç topluluklar" Taksim gibi yerlerde Türk tarihini ve Türk milletini suçlayıcı açıklamalar yapmışlardır. Kendi yanılgıları içindedirler.

4- AYNI AĞIZ...

70 Milyon içinde bir avuç denilebilecek bu göstericiler, 30 Ekim 1918 Mondros Teslimiyet Anlaşması sonrasında Sadrazamlık koltuğuna oturan işbirlikçi Sadrazam Damat Ferit ile aynı ağzı kullanmak yanlışına düşmüşlerdir.

Tarihimizde uyduruk iddiaları kabul eden tek siyaset Adamı Damat Ferit'tir. Damat Ferit 16 Haziran 1919 günü işgal devletleri Yüksek Komiserlerine de verdiği bir mektupta iddiaları kabul ettiğini bildirmiştir. Zaten İngilizlerin de isteği ile Nemrut Paşa Harp Divanı'na bazı tevkifatları da yaptırmıştı.

5- GÜL- ERDOĞAN MI?

Şimdi bütün bunlar bir yanadır. Dönelim siyasi iktidarın anayasa değişikliği meselesine.

Başbakan Erdoğan "...Başkanlık sistemi...."düşündüğünü açıklamıştır. Zaten anayasa değişikliği paketi tartışılırken aslında "Otoriter bir rejimi getirecek başkanlık sistemi" de tartışmaya açılmıştır.

Olması pek mümkün değildir de diyelim ki olmuştur. Peki Başkan, şimdiki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül mü olacaktır, yoksa Başbakan Erdoğan mı?

Siyasette zaman çabuk geçer, Öyle görülmektedir ki Başbakan Erdoğan gelecek seçimler içinde iddiasını sürdürmektedir. Sonraki yol haritası da bellidir.

6- CUMHURBAŞKANI GÜL...

Hadi diyelim ki olmuştur. Peki Cumhurbaşkanı Gül işin ucunu bırakacak mıdır? Bunu beklemek hayaldir. Cumhurbaşkanı Gül de iddiasını sürdürecektir.

Parti içinde de bunun tartışmaları, ayrışmaları olacağı kesindir. Zaten Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesi öncesinde, Başbakan Erdoğan'ın "şimdilik" parantezi kulislerde konuşulmuştu.

7- KAHİR EKSERİYET...

Şimdi şu hallere bakınız? Neler tartışılmaktadır. Ama o tartışmalar içinde bir sürü açılım vardır da, nüfusun kahir ekseriyetinin yedi şiddetinde bir deprem yemiş gibi ağır bir iktisadi bunalım altında yaşaması siyasi iktidarın gündeminde yoktur. Ama, oy istenmeye gelindi mi kahir ekseriyeti baş tacıdır. Nüfusun kahir ekseriyetinin ağır bir iktisadi buhran altında yaşanmasının sorunlarının çözüleceği yerde siyasi iktidar, "kendi geleceğinin siyaseti ile meşguldür"

Acaba böyle gelmiş böyle mi gidecektir?

8- ETNİK SİYASET...

Anayasa değişiklikleri "etnik siyasetin de önünü açarken" Başkanlık sistemi arayışı beraberinde getirilmiştir. ABD'de başkanlık sistemi vardır, ama bilindiği gibi ABD federal bir devlettir. Batı Avrupa da ise başkanlık sistemi yoktur.

Daha önce de bu sütunda belirttiğim gibi, siyasi iktidar geçtiğimiz zamanda yerel yönetimlerle ilgili bir kanunu CHP ve MHP Muhalefetine rağmen TBMM'den geçirmişti. Ancak yine daha önce belirttiğim gibi zamanın Cumhurbaşkanı Sayın Sezer, söz konusu kanunu "...Anayasa'da olmayan bir idare şekli getirilmek istenmektedir..." gerekçesi ile kanunu veto etmişti.

9- BAŞBAKANLIK "BAŞKANLIK"...

Zaten duruma bakarsak, Şimdiki zamanda uygulanan sanki "Başbakanlık başkanlık" sistemi gibidir. Daha önce de belirttiğim gibi Başbakan Erdoğan hükümete ve TBMM'deki gruba tam hakimdir.

Şimdi de anayasa değişiklikleri ile anayasal kurumlara tam hakim olacaktır. Bunun anlamı ise ortadadır. Hatalarla dolu bir siyasettir.

10- SİYAH ELBİSELİLER...

Bir ilgi çekici durum vardır. Siyasi iktidara yakın bazıları ya da, siyasi iktidarla ilgili bazıları şimdi "siyah takım elbiseler giymektedirler" Yakalarında da Türk Bayrağı rozeti vardır. Türk Bayrağı rozetini hepimiz takarız. Ama, siyah elbise ve yakadaki Türk Bayrağı ile dolaşan bazıları "...Bu Başbakanlık kıyafetidir..." de demektedirler. Başbakan Erdoğan bunları bilmekte midir? Yani bazıları bir "üniforma" icad eder gibidirler.

11- İKTİDAR HESABI...

Siyasi iktidar tamiri güç siyasi hatalar ile de kendi siyasal geleceğinin hesabı ve o gelecekte istediği rejimi yapılandırma içinde iken ağır iktisadi bunalımlar da artmaktadır.

Rejim değişikliği hesapları toplumsal gerginliklerin de kapısını aralamaktadır. Siyasi iktidarın omuzları bu ağır yükü çekemeyecektir. Zaman bunu gösterecektir.


TAYLAN SORGUN
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Prş Nis 29, 2010 4:56

Silivri’deki Dram


Silivri duruşmalarının 16 Nisan Perşembe sabahındaki bölümünde ağır misafirlerimiz vardı. Basın Konseyi Başkanı, Hürriyet Gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi, Hürriyet Gazetesi Yazıişleri Müdürü ve köşe yazarı Tufan Türenç, avukat, mazlumların doğal avukatı Turgut Kazan bizimleydi.

Oktay Abi’yle Tufan Abi söze bu tür görüşmelerin klasik söylemiyle başladılar:

- İyi görünüyorsunuz!

“Görünüşe aldanmamak gerekir ama iyiyiz” dedim, “temel kuralımız 2B. Yani beden ve beyin sağlığını korumak.”

Sadece yazılarıyla güç vermekle kalmayıp bedenleriyle de omuz verdikleri için teşekkür ettik onlara. Oktay Abi her zamanki sıcak, yüz dolu gülümsemesiyle, Tufan Abi güven veren, kararlı duruşuyla selamladı bizi.

Turgut Kazan’la doğal avukatımız olarak daha elverişli koşullarda baş başa görüştük. Davaların gidişini, yaşananları konuşurken nedense Kazan’ın aklına hep 12 Eylül günleri geldi. O dönemin davalarından, iddianamelerinden, tutukluluk koşullarından söz etti.

Tutukluluklar uzayınca ilgili makamlara şunu yazmış Kazan:

“Yargıçlar, müvekkillerimizi resmen esir aldı. Bunun başka bir adı yoktur...”

Kazan, kamuoyunun da tanıdığı kimi sanıklardan, yargıçlardan söz ederken konu o dönemin ünlü mahkemelerine, DGM’lere geldi. Devlet Güvenlik Mahkemeleri.

DGM’ler kaldırıldı, yerine bugün Silivri davalarına da bakan özel yetkili mahkemeler (ÖYM) kuruldu. Bu mahkemeler kurulduğunda, pek çok kişi DGM’lerin kalkmasına sevinmiş, ÖYM’lerin daha sağlıklı işleyeceğini düşünmüştü.

Konunun teknik ayrıntıları hukukçuların işi. Ancak ÖYM’lerin de en az DGM’ler kadar tartışmalı bir zemine kaydığını görüyoruz.

İşin içine “özel yetki” girince, uygulama büyük ölçüde kişiselleşiyor. Mahkemelere, kentlere göre değişen kararlar başlıyor...

Öyle görünüyor ki DGM’lerden sonra ÖYM’ler de demokrasi, hukuk devleti tartışmasındaki yerini alacak.

***

Turgut Kazan’la bu konuları konuştuktan iki gün sonra, 18 Nisan Pazar günü Milliyet gazetesinin ikinci manşeti şuydu:

Yassıada Geleneği!

Haberin spotunda şu tümce vardı:

“Ergenekon’da silahsız eylemlerle suçlanan Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Mehmet Haberal gibi isimlerin tutukluluk sürelerinin AİHM kararlarına rağmen makul ölçüleri aşmasına hukukçulardan tepki var.”

Milliyet muhabirleri Gökçer Tahincioğlu ve Türker Karapınar haberi geniş bir yelpaze ile görüşerek oluşturmuşlar. YARSAV Başkanı Emine Ülker Tarhan, Demokrat Yargı Eşbaşkanları Osman Can, Gazi Ertekin, eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, Marmara Üniversitesi’nden Prof. Osman Doğru şu saptamada birleşiyor:

“Tutuklama ceza değil önlemdir. Bu istisnai durumun cezaya dönüştürülmemesi gerekir.”

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) en çok dava konusu olan ülke Rusya. Ardından Türkiye geliyor. Tutukluluk ihlalinde ise birincilik Türkiye’de. AİHM, uzun süren tutukluluklarla ilgili başvurularda ezici bir çoğunluk Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni haksız buluyor.

Milliyet’in bu haberi yaparken Yassıada’yı anımsatması da bir başka acı gerçek.

***

Silivri’de ben kendi dertlerimle tutuşup aydınlanırken, “Sen gazetecisin” diye başlayan sohbetlerin de tarafı oluyorum. Tutukluların her birinin yaşamı ayrı dram...

Kimya biliminin kurucularından Antoine Laurent Lavasier, bilimsel çalışmaları kötülüklerin anası olarak kabul edildiği için giyotine mahkûm edilmişti. İnfazdan hemen önce matematikçi arkadaşı Lagrange’i çağırıp şunu söylüyor:

“Kellem giyotinden sepete düştüğünde dikkatle gözlerime bak, iki kez kırparsam bil ki, insan başı kesildikten sonra bir süre daha beyni çalışıyor!”

Bilim adamı ölümünü bile bilimin gelişiminin bir parçası olarak kullanıyor.

Tutukluları dinlerken bir an yukarıdaki örneği anımsayıp kendimi bir kenara koydum, onları dinlemeye koyuldum. Görevlerini, kurumlarını, durumlarını anlattılar...

Türkiye nasıl bir iç kanama yaşıyor, anlatamam.

Ne güzel söylemiş insanımız:

Dert bir olaydı...

Ağlaması kolaydı!


MUSTAFA BALBAY


Resim

Pardon, neden “Şark kurnazlığı” denmişti?

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek Anayasa değişikliği teklifinin 2. tur oylamalarından önce muhalefet partilerine (tabii öncelikle ana muhalefet partisi CHP’ye) çağrıda bulunmuş.

“Anayasa değişikliğinde temel amacın yüksek standartta demokrasinin kurulması olduğunu” belirterek “Teklif Anayasa’ya aykırı değil, eminiz ama getirilen teklif eksikse, yanlışsa STK’lara (sivil toplum kuruluşları) ve herkese çağrıda bulunduk. Bir katkı olacaksa memnun oluruz” diyor.

Sadece Cemil Çiçek’in bu sözlerinin üzerinde bile saatlerce konuşma yapılabilir.

Bakalım şimdi; “yüksek standartta demokrasi” nasıl olacak, yani neyi kastediyor?.. Yüksek yargıya Meclis’in ve Cumhurbaşkanı’nın kendi istedikleri isimleri seçmesiyle milletin iradesinin yargıya yansıyacağını kastediyor.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin ise hâlâ “Fransız Anayasası’ndaki durumu kabul ederlerse biz de ederiz” diyor... Bunların hiçbiri kabul edilecek açıklamalar değildir. Fransa ile veya bir başka “ileri demokrasiye sahip ülke” ile benzetme yapılamayacağını çünkü o ülkelerde; örneğin Fransa’da milletvekili seçimlerinin “iki turlu dar bölge sistemi” ile yapıldığını yani milletvekillerinin liderin emrinde değil, özgür olduklarını, ayrıca Fransa’da iki meclis (yani bir de senato) bulunduğunu, bunun da ayrı bir denetim anlamına geldiğini, yüzde 10 barajı gibi bir barajın hiçbir Batı demokrasisinde görülmediğini defalarca yazdık, TV’de anlattık.

Başta Prof. Dr. Sami Selçuk olmak üzere çok sayıda deneyimli Anayasa hukukçusu aylardır bunları en net şekliyle açıkladı, uyardı.

MİLLET İRADESİ YOK!

“Bu şekilde seçilmiş bir meclisin Anayasa değişikliği yapamayacağını, önce yüksek standartta demokrasiyi milletvekilini halka seçtirerek ve yüzde 10 barajını düşürerek sağlamak sonra böyle bir hak iddia etmek gerektiğini” anlattılar. Bu konulara hiç değiniyor mu iktidar partisi? Hayır, sanki hiç söylenmiyor gibi devam ediyorlar.

Üstelik artık Batı ülkelerinde anayasaların “tüm kesimlerin katılımıyla” hazırlandığını bile bile tek başlarına hazırladıkları, kimseyi “gelin birlikte hazırlayalım” diyerek davet etmedikleri bir teklifi muhalefet partilerine, sivil toplum kuruluşlarına, (referandumla) tüm topluma dayatarak... Muhalefet partilerinin hepsinden ve STK’lardan “hayır, olamaz” cevabı almalarına rağmen...

Onunca kez tekrarlayalım; Avrupa’nın yüksek yargıyla ilgili kuralları belirleyen, söz sahibi üç konseyi “temel tercihin ‘üyeleri yargının seçmesi’ olduğunu, ancak ileri demokrasilerde meclislerin çok az sayıda üye seçebileceğini, ayrıca bunu da ancak meclislerin 2/3 nitelikli çoğunluğu ile yapabileceğini” kararlaştırmış. Bu noktaya nasıl gelmiş; ülkelerde yargının siyasallaşmasının antidemokratik gelişmelere neden olduğunu göre göre...

Peki bu durumda hâlâ “parlamentonun ‘3 lider’ demek olduğu, tek bir liderin ise meclis çoğunluğuna istediğini yaptırdığı bilinen” bir ülkede, TBMM oylamalarında milletvekillerinin başında nöbetçi (!) beklerken “Türkiye’de millet iradesi Meclis’e yansımıştır ve bu irade özgürce görevini yapmaktadır” denebilir mi?

“Bırakın milletin meclisi Anayasa’yı değiştirsin, nasılsa seçecekleri yüksek yargı üyeleri de yargı bağımsızlığını zedelemez” denebilir mi? Yargı bağımsızlığını zedeleyeceği açıklanırken “Anayasaya aykırı değil” denebilir mi?

Bugüne kadar tüm hükümetler Anayasa değişikliklerini uzlaşma ile yapmışlardır, ülkenin geleceğine yön verecek önemde değişiklikleri bir parti tek başına yapamaz, bütün hukukçular bunu anlatıyor.

Dün VATAN’ın manşetinde Yargıtay eski Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’un “3 kritik maddeyi ayırın” uyarısı vardı. Ki AKP şimdi bunu yapmaya yanaşıyor ama işleri bu noktaya kendileri getirdiği halde “Anayasa mahkemesine gitmezlerse kabul ederiz” dedikleri için muhalefetten tepki görüyor ve buna da kızıyor.

O zaman neden, kritik üç maddeyi ayırarak referanduma sunmaları teklif edildiğinde “Şark kurnazlığı yapıyorlar” demişlerdi? En deneyimli Anayasa hukukçuları da Şark kurnazlığı mı yapıyor? Popülist konuşmalar yapacaklarına doğru olanı zamanında yapsalar olmaz mıydı ?

Toplum bin sorunla kan ağlarken bu çekişmeler yetti artık, herkesin aklını başına toplaması gerekiyor, bunu bilsinler!




Gizlemek!

Adalet Bakanı Ergin ve Bakanlığın yeni hazırladığı kitapçık “Fransa’nın HSYK’sında cumhurbaşkanı ve adalet bakanı var” diyordu biliyorsunuz. Ben de bunun 2008 yılında değiştirildiğini yerlerine “Yargıtay başkanı ile Yargıtay başsavcısı”nın getirildiğini yazmıştım. Bu soru Ergin’e Meclis’te sorulmuş, o da “2008’de bu değişikliğin yapıldığını, 2011’de yürürlüğe gireceğini” söylemiş. Yani bu gerçeği gizlemekte bir haklılıklarının olduğunu satır arasına gizlemiş oluyor.

Oysa “zararları görüldüğü için Fransa’nın değişiklik yaparak HSYK’ya siyasetçiler yerine yargı mensuplarını getirdiği” yok farzedilemez, gizlenemez.

Ayrıca “2011’de” dedikleri yürürlük 2011’in Ocak ayında yani 8 ay sonra başlayacak. Çok kısa bir süre kaldı, Türkiye’de Adalet Bakanı HSYK’nın başkanlığını yürütmeye (yeni Anayasa ile) devam ederken Fransa bunu çoktan değiştirmiş olacak.

Gerçeklerden korkmayalım, millete açıklayalım bence!


RUHAT MENGİ



O zaman bu zaman



Profesör Emre Kongar, “1980 askeri darbe dönemiyle AKP iktidar dönemi arasında ne benzerlikler var?” diye sorarak bir kısa liste yapmış...
Bakın Kongar hangi benzerliklere dikkati çekiyor:

1) İki dönem de “Tek Adam” dönemiydi.
1980 askeri döneminde Kenan Evren “Tek adamdı”.
AKP döneminde Recep Tayyip Erdoğan “Tek Adam”.
2) Her iki dönemde de hapishaneler tutuklu doluydu.
3) İki dönemde de medya üzerinde büyük baskılar vardı.
4) Her iki dönemde de hukuka aykırı uygulamalar toplumu tedirgin ediyordu.
5) Kenan Evren, idam kararları için “Asmayacağız da besleyecek miyiz” demişti.
Recep Tayyip Erdoğan, 23 Nisan’da Başbakanlık koltuğuna oturan kız öğrenciye “Yetki artık senin. İster asarsın ister kesersin” dedi...

Benzerlikler listesine bir madde de biz ekleyelim:
6) Kenan Evren anayasayı tek tek seçtiği bir kurucu Meclis’e yaptırmıştı.
Tayyip Erdoğan da anayasayı tek tek seçtiği milletvekillerinden oluşan AKP’ye yaptırıyor...
Pekiii, iki dönem arasındaki farklar mı?
Var tabii... En önemli fark şu:
Kenan Evren döneminde bir gün demokrasiye dönüleceği umudu vardı.
Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi götürdüğü yoldan bir gün geri dönüleceğine ilişkin umut pek yok.


MELİH AŞIK


Anayasa kimin umurunda?


ELBETTE birçok kişinin umurunda. Ancak ne yazık ki halkın "önceliği" değil.
Başbakan Erdoğan'a iletilen rapor da bunun apaçık kanıtı.
Başbakanlık İletişim Merkezi'ne (BİMER) gelen taleplerin derlendiği "son rapor" Mart 2010'a ait.
Bir ayda tam 54 bin başvuru ulaşmış.
Listeye bakınca, Anayasa tartışmasının adı bile yok.
Başbakan'ın neden "bedelli askerlik" ve "100 bin memur" konularını gündeme getirdiği de bu başvurularda gizli.
Listede neler mi var?
şte ilk 10 talep:
* Sözleşmeli öğretmen ataması yapın!
* Bedelli askerlik çıkarın, polislerin askerlik sorununu çözün!
* Öğrencilerin öğrenim kredisi ve Başbakanlık bursu sıkıntısını halledin!
* Emekli maaşlarından yapılan kesintileri geri verin, maaşları artırın!
* Özürlüleri kamuda işe yerleştirin!
* İşsizlik ve sosyal güvenlik sorunlarını çözerek, memur kadro sayısını artırın!
* TOKİ konutlarıyla ilgili sorunları çözün!
* Asgari ücreti yeniden belirleyin!
* Tüp bebek genelgesindeki değişikliği iptal edin!
* Sözde Ermeni Soykırımı Tasarısı'na tavır koyun!
Liste bize şunu gösteriyor:
Her ne kadar siyasetin birinci gündemi "Anayasa" olsa da, halkın öncelikleri başka...
Muhalefete de duyurulur!
Böyle bonkörlük görülmedi!
ÜSTELİK ne bonkörlük!
Villasını bağışlayanı mı ararsınız, iş hanını bir lafla vereni mi?
Hem de Mecliste!
*
Diyalog, Anayasa görüşmelerini yöneten Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin ile CHPíli Muharrem İnce arasında.
İnce, Şahin'i eleştirerek diyor ki;
"Sabahlara kadar burada duruyorsunuz. Gidin Akfırat'taki villanızda biraz dinlenin!"
Elbette Şahin'den yanıt gecikmiyor:
"Benim hayatta hiç villam olmadı! Akfırat'ta falan villam da yok. Var olduğunu ispat ederseniz, o villayı size bağışlıyorum!..."
*
AK Partili Mustafa Elitaş ile Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç arasındaki polemik de bundan geri kalmıyor.
Elitaş: "Bir ilde bir iş hanı var, Türkiye'nin belirli yerlerinde de 50-60 tane konutu var. Bu iş hanını hangi parayla aldın?"
Genç: "İş hanım varsa sana bağışlıyorum. Ama yoksa sen bana iş hanı alır mısın?"
*
"Zenginin malı, züğürdün çenesini yorarmış!"
Derdimiz elbette vekillerin
Devletin karakutusu...
DİLE kolay; tam 43 yıl...
1967'de MİT'e girdiğinde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'dı.
Süleyman Demirel de sadece iki yıllık Başbakan'dı.
Görevleri süresince tam "30 hükümet" gördü.
Muhtıralara, askeri müdahalelere, Kıbrıs çıkartmasına, ASALA ve PKK terörlerine şahitlik etti...
Ülke için hayati birçok istihbarat bilgisi onun elinden geçti.
Kritik operasyonları yönetti.
"Demokratik açılım"da üstlendiği rol şüphesiz en çok konuşulanı oldu.
Sözünü ettiğim kişi, MİT Müsteşarı Emre Taner.
Taner, 25 yaşında girdiği MİT'ten emekli olmaya hazırlanıyor.
Bugünkü MGK toplantısının da onun için anlamı büyük.
Çünkü son kez kurulda yerini alacak.
5 yıldır MİT Müsteşarı olan Taner, önümüzdeki ay sonunda da görev arkadaşlarıyla vedalaşacak.
Hükümetin dört kez görev süresini uzattığı Taner, büyük ihtimalle yerini, kısa bir süre önce MİT Müsteşar Yardımcısı olan Hakan Fidan'a devredecek.
"Devletin karakutusu", sırlarıyla köşesine çekilecek!
Anayasa diyeti
ANAYASA görüşmeleri, Genel Kurul'da "söz düellosu"na, kuliste "ikram yarışı"na sahne oldu.
AKP'li Zülfikar İzol'un "içli köfte"si, Faruk Koca'nın "et döner"i, Ömer Çelik ve Fatoş Gürkan'ın "Adana kebabı ve tatlılar"ı, Cemal Kaya'nın "simit-peynir"i, Gülşen Orhan'ın "otlu peynir ve lavaş"ı; CHP'li Durdu Özbolat'ın da "mumbar"ı vekilleri mest etti.
Ancak Başbakan Erdoğan dahil, birçok vekilin diyeti bozulmuş. Uyku ve beslenme düzeni de alt üst olan vekiller, "Anayasa diyeti"ne hazırlanıyormuş.


HAKKI KURBAN


[img]http://www.egemenbagis.com/upload/medya/8113660.jpg[/img]



Barzani geliyormuş


SİZ ne kadar iyimser olmaya çalışırsanız çalışın, hafızanız bazen rahat durmuyor. Aklınıza yerli yersiz, “İyi ama şunlar şunlar olmamış mıydı?” türünden düşünceler geliyor.

Biz böyle bir durumu, Irak’ın kuzeyindeki Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin Türkiye’ye geleceğini öğrenince yaşadık.

Barzani biliyorsunuz Ekim 2008’den beri Türkiye hakkında olumsuz bir şey söylememeye dikkat eden biri.
Gazete haberlerinden anladığımıza göre o tarihteki değişimin nedeni Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi Murat Özçelik başkanlığındaki bir heyetin kendisiyle Bağdat’ta yaptığı görüşme idi.
O görüşmede neler konuşulduğunu bilmiyoruz. Ama ondan bir yıl önce “Eğer Türkiye Kerkük’e müdahale ederse biz de Türkiye’de yaşayan 30 milyon Kürt için harekete geçeriz” diyen, “Siz Kerkük’ten söz ederseniz biz de Diyarbakır’ı konuşuruz” anlamında laflar eden Mesud Barzani’nin o tarihte:
“Türk heyeti ile görüşmelerimiz yeni bir başlangıçtır. Türkiye ile aramızdaki duvarlar yıkılmıştır. Buzları eritiyoruz (...)” dediğini ve 180 derece aksi yönde bir politika izleyeceği izlenimi verdiğini biliyoruz.
Doğrusu şu ki Türkiye de bunu karşılıksız bırakmadı. Örneğin 2007 yılında Mesud Barzani’den 6 Haziran 2007 tarihinde “Bir kabile reisi” diye söz eden, 24 Aralık 2007 tarihinde de “Barzani bizim muhatabımız değildir. Bizim muhatabımız merkezi hükümet (Bağdat hükümeti) ve müttefik kuvvetlerdir” diyen Başbakan Tayyip Erdoğan daha sonra Barzani’yi muhatap almaya razı oldu. Nitekim önce Ticaret ve Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan’ı, sonra hem Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu hem de İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ı, Barzani’nin ayağına gönderdi.
Nitekim o gün bugündür aramızda su sızmıyor.
Ehh... İlişkiler kötü olacağına, iyi olsun. Aklı olan bundan şikayet eder mi?
Tamam da... İlişkilerin iyi olması taraflardan birinin ziyadesiyle “cin”, ötekinin de ziyadesiyle “saf” olmasına dayanıyorsa, orada biraz durup düşünmek gerekir.
Öyle ya... Bizim Irak’ın kuzeyindeki yönetimden beklentimiz ne olabilir?
“Buraya biz hükmederiz” dediği topraklar üzerindeki PKK varlığının sona ermesi için -silahlı mücadele etsin diyen yok- kendisine düşeni yapmasıdır değil mi?
Örneğin en azından PKK’nın ikmal yollarını kesmesi gerekmez mi?
Hayır... Barzani bu bağlamda kılını kımıldatmadı. Bugüne kadar Türkiye’ye “destek” değil sadece “nasihat” verdi.
İşin ilginç tarafı, bizim yetkililer, örneğin İçişleri Bakanı Beşir Atalay, PKK terör örgütüne karşı mücadeleyi ortak şekilde yürütmek amacıyla “üçlü mekanizma” toplantısına katılmak üzere geçen Aralık ayında gittiği Irak’ta Barzani ile görüştükten sonra “Bu iki günlük çalışmalarımızın, kesin sonuçlarını göreceğimize inanıyorum” dedi.
Göreceğimizi vaat ettiği “kesin sonuç”lar herhalde PKK’ya karşı Barzani’nin alması gereken önlemler olmalıydı.
O kesin sonuçları bir gören var mı?


OKTAY EKŞİ




“Kıvırtmak” hakaret mi yoksa gerçek mi?



Kıvırtırlar, kıvırtırlar sonra “kıvırtmayın” sözünü hakaret sayarlar.
Yani yaptıkları işin adının konulmasını istemezler.
Kim bunlar?
Seçilmeden önce mangalda kül bırakmayan, seçilip koltuğa kurulunca mazeret bulmakta oldukça hünerli olanlar.
Yani politikacılar…
Kıvırtan politikacılar, kendi isimlerinin önüne bu sıfatın konulmasından rahatsız oluyorlar olmasına ama “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” sözünün gereği ortaya koydukları icraatlara en iyi uyan sıfat da aslında bu.
Kıvırtmak…
Bakın Türk siyasi tarihine kıvırtma sahneleriyle doludur.
Sorun millete en çok yalanı kimler söyler diye…
Cevap politikacılar olacaktır.
En çok kimler kıvırtır diye sorsanız.
Yine cevap politikacılar olacaktır.

Yalancılıkları fıkralara bile konu olmuş…

Kalabalık bir politikacı grubu seçim kampanyası için doluşmuşlar bir otobüse bir gece vakti ABD’nin Teksas eyaletinde dolaşıyorlarmış.
Otobüs büyük bir çiftliğin yanından geçerken derin bir şarampole yuvarlanmış.
Çiftlikte bulunanlar yardıma koşmuşlar doğal olarak.
Çiftlik sahibi kurtulan olmadığına kanaat getirerek gece kurda kuşa yem olmasınlar diye tüm cesetleri hızla gömmüş.
Sabah olduğunda kasabanın şerifi soruşturma için çiftliğe gelmiş.
Şerif çiftçiye sormuş:
—Otobüsteki bütün politikacıları gömdün demek.
Evet, demiş çiftçi kendinden gayet emin bir şekilde…
Şerif şüpheci bakışlarla devam etmiş.
—Hepsi de ölüydü, eminsin değil mi?
Çiftçi hemen cevap vermiş:
—Ölmüşlerdi. Gerçi bazıları yaşadıklarını iddia ettiler ama politikacıları bilirsiniz, nasıl da yalan söylerler.

Fıkra bu ama gerçekler fıkradan hiç de farklı değil.
Yalan söylemek artık politikacılar arasında bir gelenek halini almış durumda ve yalan söyleme konusunda tekniklerini o kadar geliştirmiş durumdalar ki, defalarca kandırdıkları milleti yine yanıltabiliyorlar.
Eğer yalancı olmasalardı ve kıvırtmasalardı Türkiye’nin durumu böyle mi olurdu?


ORHAN DEDE






Kinle bir yere varılmaz!


HIRS, aklın önüne geçerse, felaket olur!

Akıl da tarla gibi ekilmeye ve bakılmaya muhtaçtır!

Ermenistan yönetiminin aklının bakıma ihtiyacı var.
1915 olaylarının yıldönümündeki olaylar tahrik edicidir, hiçbir fayda sağlamayacağı gibi, zararlıdır. O gün, Ermenistan’ın başkenti Erivan’da Türk bayraklarını yakıp kin kustular.
Bu taşkınlıkları yapmak hangi aklın ürünüdür? Bu davranışlar milliyetçiliği körüklemez mi?
Ermenistan, Azerbaycan topraklarını işgal altında tutuyor, bu topraklardan sürülen 1 milyon Azeri’ye cehennem azapları yaşatıyor, sonra da “Siz bizi 1915’te kesmiştiniz” diye mazlum rolü oynayıp, Türkiye’ye nefret yağdırıyor. Bu şekilde bir barış sağlanması mümkün olabilir mi?


1915 büyük acıların yaşandığı bir yıldı. Türk, Ermeni tüm halkların kurban verdiği bu zaman dilimi, isyan, saldırı ve misilleme olaylarıyla geçti.
Ermeniler, Doğu Anadolu’yu işgal eden Rus ordusunun saflarında yer alarak Osmanlı askerini arkadan vurunca bu topraklar üzerinde “kendi sonlarını” hazırladılar. Oysa asırlardır Osmanlı şemsiyesi altında rahatça yaşıyorlardı. Onlara “Millet-i sadıka” payesi bile vermişti.
Ermeni çeteleri binlerce Türk’ü öldürdü, cesetleri toplu halde gömdü ya da kuyulara doldurdu.
Osmanlı hükümeti, büyük acılara yol açan “tehcir” kararını bu nedenle almak zorunda kaldı.
Zorunlu göçe tabi tutulan Ermeniler, yollarda eşkıya çetelerinin baskınları, salgın hastalıklar ve açlık sonucu büyük kayıplar verdi.
Şimdi buna “soykırım” diyorlar ve 95 yıl sonra intikam peşinde koşuyorlar.


ABD Başkanı Obama , 1915 olayları için yaptığı konuşmada Ermenice “Meds yeghern” - “Büyük felaket” dedi, 1.5 milyon Ermeni’nin ölüme sürüklendiğini söyledi. (Geçmiş yıllarda 500 bin Ermeni deniliyordu, Orhan Pamuk bunu 1 milyona çıkartmıştı, Obama zam yapıp “1.5 milyon” dedi. Seneye herhalde 2 milyon olur.)
Obama “soykırım” sözcüğünü telaffuz etmedi diye bizim aklıevvel siyasiler pek sevindiler. Oysa “Meds yeghern” Ermenilerin “soykırım” anlamında kullandığı çok ağır bir sözdür!


Dünyadaki Ermeni nüfusu 7 milyon civarındadır. Bunun yaklaşık yarısı Ermenistan’da yaşar.
Çoğu Batı ülkeleri olmak üzere, dünyaya dağılmış halde olan Ermeni nüfusuna “diaspora” denir. Türkiye ve İran’daki Ermeniler, kendilerini diasporadan saymazlar. Onlar, yaşadıkları ülkeye bağlıdırlar.
Diaspora Ermenilerinin, varlıklarını sürdürebilmeleri için bir ülküye, bir düşmana ihtiyaçları var. Onların birliklerini sağlayan bu düşman, Türklerdir.
Ermenistan bugün Türkiye’nin doğusuna “Batı Ermenistan” diyor, Türkiye’nin (Ağrı, Kars, Erzurum, Erzincan, Van gibi) doğu illerini alarak “Büyük Ermenistan”ı kurmak istiyor.


Şimdi Ermenistan, işgal ettiği Azerbaycan toprakları üzerinde hiçbir çözüme yanaşmayıp, 10 Ekim 2009’da Türkiye ile imzaladığı Zürih Protokolü’nü çöp kutusuna atmış bulunuyor.
Kinleri ve hırsları akıllarını bastırdığı için, acı, yokluk ve yoksulluk çekmeye devam etmek istiyorlar.
Erivan’da Türk bayrakları yakılıyor, kin ve nefret duyguları içinde milliyetçilik körükleniyor.
Sonuçta, bizimkilerin diğer açılımları gibi “Ermeni açılımı” da fiyasko ile bitiyor!


RAHMİ TURAN


Resim

Bu zihniyet hayvancılığı da bitirdi


Aylardan beri et fiyatları durmaksızın artıyor. İstanbul’da bazı kasaplarda kilosu 40 TL’ye et var. Hükümet Kürt açılımı, Ermeni açılımı, Çingene açılımı diye daldan dala atlarken ve her atladığı daldan küt diye yere düşerken ülke hayvancılığının yok oluşuna giden süreci okuyamadı. Bırakın okumayı, yok oluş sürecini hazırladı.
Bıçak kemiğe dayanınca Başbakan Erdoğan et fiyatlarının halka nasıl yansıdığını öğrenmek için özel bir operasyon başlatmış. Ankara’da 9 ayrı bölgede müşteri gibi davranan “ajanlar”, et fiyatlarını öğrenip doğrudan Erdoğan’a bildirdiler!
Hürriyet gazetesi bu olayı “et ajanları” manşetiyle verdi.
Başbakan ekip görevlendirmiş, et fiyatlarını öğrenme lutfunda bulunmuş!
İş mi yani bu?
Son bir yıldır sürekli artan et fiyatlarının her kuruş artışını bilmesi, sebepleri üzerine kafa yorması, politika üretmesi gereken başbakan, ülkede hayvancılık sektörü çöktükten sonra “adam görevlendirip et fiyatları hakkında bilgi sahibi olmaya karar vermiş!”
Bravo başbakanımıza!
Ya ülkede tek bir hayvan kalmadığı zaman böyle bir operasyon yapsaydı halimiz ne olurdu!
Et fiyatlarındaki artış üzerine bir de talimat verdi Erdoğan: “Hemen bu işi çözün! Fiyatları indirin! İthalatın kapısını açın!”
Bu emirler üzerine Devlet Bakanı Zafer Çağlayan “Et ve Balık Kurumuna et ithalatı yapma izni verildiğini” açıklıyor.
Yani bundan sonra Hristiyan Yeni Zelandalıların kestiği mübarek etleri dindaşlarına afiyetle yedirecek AKP’liler!
Neyse konumuz olayın dini yönü değil, onu da haza şeriatçı “vakit–şafak” takımı düşünsün.
Tarım Bakanı Mehdi Eker ise ısrarla “ülkede yeterince hayvan olduğunu, krizin sebebinin spekülatörlerin fiyatları yüksek tutmak için ellerinde hayvanları kesime vermemesinden kaynaklandığını” söylüyor.
Bu iddialar tamamen gerçek dışı.
Koç Holding Turizm, Gıda ve Perakende Grubu Başkanı Ömer Bozer diyor ki:
“ Söz konusu büyük ölçekli besicilerin elindeki hayvan sayısı çok ufaktır ve bir manipülasyon yapmaya elverişsizdir. Biz hem besi hem kesim yaptığımız için durumu daha doğru tespit edebiliriz. Rakamlar bunu göstermiyor. Hayvan belli bir ağırlığa geldikten sonra yediği yem boşa gider. Yani ağırlık artmaz. Zaten 8 ay gibi uzun bir besi süresi oldukça önemli finansman yükü doğuruyor. Ahırların tekrar ham hayvan ile doldurulması gerekiyor.”
Tarım Bakanlığı uyguladıkları IMF talimatlı hayvancılık politikasının sonucu doğan faciadan her zaman olduğu gibi kendi sorumluklularını inkar etmek için “bizimle alakalı değil, suç spekülatörlerin” diyerek topu taca atıyor.
Geçen Şubat ayında, adım adım gelen et krizi bu sütunda şöyle yazmıştık:
“Türkiye Damızlık Sığır Yetiştiricileri Merkez Birliği Başkanı Halil Tokoğlu aylar öncesinden yaptığı açıklamada gelen tehlikenin sinyallerini veriyordu:
“Süt fiyatlarının aşırı düşmesi nedeniyle çok miktarda büyükbaş hayvan kesildi. Yavru alınamaması nedeniyle büyükbaş hayvan sayısında ciddi azalma meydana geldi.
Büyükbaş hayvan sayısının son yıllarda yüzde 20 oranında azaldı.
İki yıl önce sattığımız sütün fiyatına ancak ulaştık. Süt para etmeyince hayvanlar kesildi. Maalesef hayvan kesimleri devam ediyor. Bu durum et fiyatlarını artırdı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu`da da küçükbaş hayvancılık bitme noktasına geldi. Bölgedeki hayvancılık ciddi şekilde desteklenmeli.”
Bu duruma gelinmesinde en büyük vebal hükümetin. Süt ürünleri üreten firmalar 3 yıldan beri süt yerine süt tozu kullanmaya başladı. Hükümet bunun önünü açınca büyük miktarda süt tozu ithal edildi. Kontrolsüz ve GDO’lu süt tozları büyük çaplarda ülkeye girdi. Çoğu firma yerli hayvanların sütünü kullanmak yerine ithal süt tozlarını kullandı. Bazı ürünlere süt oranı yüzde 20’lere düştü. Fabrikaların süte talebi azalınca süt fiyatları 40 kuruşa kadar indi. Oysa Avrupa’da sütün fiyatı devlet desteği ile birlikte 1 lira 20 kuruş oluyor.
Bu tablo karşısında büyükbaş hayvan sahipleri hayvanlarını kesmek zorunda kaldı.
Demek ki neymiş:
1. Hükümet hayvancılık sektörünü “kılıç gibi kesmiş ve unutmuş.”
2. AKP döneminde küçük ve büyük baş hayvan sayısı çok büyük oranda azalmış.
3. Artan yem fiyatları, devletin hayvancılığa destek vermemesi, süt tozu kullanımının yaygınlaşarak “batı sermayesinin hayvancılığımıza darbe vurmasının önüne geçilmemesi” bu kaçınılmaz sonu doğurdu.” (M. Bayraktar, 06.02.2010; Yeni Mesaj)
Erdoğan “krizin başlamasından 1 yıl sonra!” Ankara’da et fiyatlarını öğrenmek için “et ajanları tahsis ede dursun” Türkiye’de besiciliğin en önemli merkezlerinden olan Konya Kırmızı Et Yetiştiricileri Birliği Başkanı Nazif Karabulut, ithalat kararının yerli üreticiyi bitireceğini söyleyerek Ankara’ya şöyle haykırıyor:
“Bu kararın vebali büyük olur!
İthalat kararı almışlar, hayırlı uğurlu olsun. Ama Tarım Bakanı daha bir ay önce bizim hayvan sayımız yeterli, ithalat yapılmayacak diyordu, ne oldu 1 ayda? Ne değişti? Ben iddia ediyorum, bu ithalat ile birlikte Türkiye’de üretici namına birşey kalmaz? İthalatı yaptın, etin toptan fiyatı 10 liraya düştü, ne olacak, üretici mi kalır?
Türkiye’de toptan etin maliyeti 14.5 lira. Kaç liraya satacağım ben bunu?
Biz 2002’de 8.5 liraya et satıyorduk. Aradan 7 yıl geçti, 2009 eylülde et hala 9 liraydı. Ama maliyetler uçmuş gitmiş kimsenin sorduğu yok. Benim üreticim inim inim inliyor’ diye bas bas bağırdım o zamanlar, ama ne oldu? Biz 7 senedir zarar ederken hükümet neredeydi?
Getirsinler bakalım ithalatı ne olacak, ortada üretici mi kalacak? Vallahi de bılamaz billahi de kalmaz.”
Evet, üretici “vallahi de billahi de bu zihniyet ile ortada üretici kalmaz” diyor.
Hayır efendim kalır, bal gibi kalır.
Yeni Zelandalı üretici, Kanadalı üretici, Amerikalı üretici bal gibi ayakta kalır.
Türk üreticisi batmış kimin umurunda.
Ülke tarımının bu hale geleceğini, hayvancılığa destek verilmezse sektörün batacağını söyleyen Haydar Baş’a kulak vermeyenler şimdi Yeni Zelanda’nın “gayri müslim kasaplarının” kestiği etleri millete yedirip fiyatları düşürsünler bakalım.



MUHARREM BAYRAKTAR



Büyük iflas


Yazının başlığına bakıp büyük iflastan ekonominin perişan halini kastettiğimizi düşünmeyin. Zira ekonomik iflas, işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluklar zaten Türk milletinin iliklerine kadar hissettiği bir büyük zulme dönüşmüştür. Resmi rakamlar bu alanda yaşanan iflası fazlasıyla ortaya koyuyor. Biz özellikle son dönemlerde yalaka medyanın şişirmesi ile büyük bir başarı kazanılmış gibi gösterilen dış politikadaki hezimeti ve büyük çöküşü kastediyoruz. Türkiye Cumhuriyeti'nin nasıl rezil- rüsva edildiğini, iddialarımızın, avantajlarımızın, hedeflerimizin nasıl yerlerde süründüğünü anlatmaya çalışıyoruz.

Baskı ve zulüm

Türkiye şu anda Recep Tayyip Erdoğan'ın kendini kurtarma projesi olan Anayasa değişikliği dayatması ile yatıp kalkıyor. Daha bir süre de bu dayatmayla meşgul olacağız. Görüşmelerin meclis ayağında yaşanan kural ve sınır tanımaz baskıların, millet iradesine konulan ipoteğin, tek adam sultasının neden olduğu gerginlik ve kavgaların topluma da yansıdığını büyük bir endişe ile izliyoruz. Meclis içinde ve dışında arka arkaya meydana gelen yumruk olaylarının tek sebebi millet desteğini kaybeden AKP'nin, istisnasız her alanda baskı ve zulümle duruma hakim olma gayretinin yansımalarıdır. İstedikleri sonuca ulaşmak için Meclisi baskı altına almak da dahil akla hayale gelmeyecek yöntemler kullananlar, vatandaş için çok daha fazlasını yapmaktan çekinmiyorlar. Doğal olarak bunun karşılığı isyan etmek ve biz istemesek, karşı çıksak ve kınasak bile gerginlik, kavga, çatışma ve yumruk atmak oluyor.

12 Eylül'den daha beter

Bu kadarla kalsa şükredeceğiz. Anayasa dayatmasında ikinci turun yaklaştığı şu günlerde ortalıkta uçuşan senaryoları, yapılan ahlaksız teklifleri, kurulan milletvekili pazarlarını hayret ve ibretle izliyoruz. Bu konuda daha dün yazdıklarımızı aradan saatler geçmeden doğrulayan gelişmelere şahit oluyoruz. İçeriğini bir kenara bırakalım, bu şartlarda, bu şekilde değişen bir Anayasa'dan bu ülkeye, bu millete ne hayır gelir? 12 Eylül Anayasasına karşı olup daha beterini yapmak, ancak AKP'nin başarabileceği bir iştir. İşin özeti şudur: Kenan Evren'in yerini Recep Tayyip Erdoğan almıştır. Gerisi laf-ı güzaftır.

Sarkozy'nin iması

Biz bu tiyatroyu izlerken, Türkiye'nin başına hergün yeni bir çorap örülüyor. Şeytan taşlamaktan sıra gelmediği için bunları yeteri kadar gündeme taşıyamıyoruz. Türkiye tarihinin en büyük dış politika hezimetlerini yaşıyor. İtibarımız, saygınlığımız, önceliklerimiz, avantajlarımız kelimenin tam anlamıyla yerlerde sürünüyor. Başka hiçbirşey olmasa, Ermeni iftiralarıyla ilgili dünyanın en uzak ve ilgisiz ülkelerinde bile kararlar alınması, AKP'nin dış politika yetersizliğini belgelemeye fazlasıyla yeterlidir. 340 kişi içinde Bakan yapacak çapta birini bulamadılar ve dışarıdan atama ile bu koltuğu doldurdular. Muhteremin başarısı birkaç Arap şeyhi ile kucaklaşmaktan ileri gitmiyor. Bugün Türkiye başta Almanya olmak üzere AB ülkelerinin dayatmalarına boyun eğmek zorunda bırakılmıştır. Almanya Başbakanı Merkel ülkemize geldi, başbakanın gözünün içen bakarak ikinci sınıf bir üyelikten fazlasını veremeyeceklerini söyledi ve gitti. Başbakanımız işi karambole getirip bu aşağılamayı geçiştirdi. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin Türkiye'yi hafife alan değerlendirmeleri artık sıradanlaştı. Recep Tayyip Erdoğan'ın kişisel servetiyle ilgili yaptığı imanın daha fazla duyulmaması ve işin aslının ortaya çıkmaması için her vesileyle savurduğu hakaretlere sessiz kalınıyor.

Hakareti olumlu buldular

Gelelim ABD ile ilişkilerimize. Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonunda Ermeni iftiraları tasarısının kabul edilmesi üzerine gürleyen Sayın Başbakan, kısa süre sonra bütün söylediklerini geri aldı ve Washington'un yolunu tuttu. Obama'yı ziyaret etti ve büyük zafer kazandığı havasını yaparak Türkiye'ye döndü. Bu zaferin sonucu Ermenistan'ın protokolleri askıya alması oldu! Türkiye'nin kayıtsız şartsız iftiraları kabul etmesini ve protokolleri TBMM'den geçirmesini istiyorlar. Bu karar bizi şaşırtmadı. Zira, adamların böyle bir hükümet bulmuşken, sonuç almaya uğraşması eşyanın tabiatı icabıdır. Boşuna mı, "Türkiye ile meselesi olan her kim varsa, fırsat bu fırsattır diyerek harekete geçti" diyoruz. Arkasından Obama'nın 24 Nisan açıklaması geldi. AKP hükümeti sayesinde bir ağır tokat da oradan yedik. İnanılmaz ve anlaşılmaz bir şekilde ecdadımızı aşağılayan bu açıklamayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olumlu buldu. Bu değerlendirme bir defa daha dış politikada niye bu kadar ezildiğimizi, niye bu kadar çok şey kaybettiğimizi ve niye bu kadar üzerimize gelindiğini anlatmaya fazlasıyla yetiyor.

Ava giderken avlanacaklar

Türkiye bugün içeride ve dışarıda tam bir enkaz hali yaşıyor. Bu hükümetin iler-tutar tarafı kalmadı. Seçime kadar geçecek sürede çok daha büyük ve acı kayıplar vermemiz yüksek ihtimaldir. Zira, artık her şeyi bir kenara bıraktılar ve kendi dertlerine düştüler. Anayasa değişikliği ile kurtulamayacaklarını anlamaları durumunda, dışarıdan imdat beklemeleri kaçınılmaz olacaktır. Birileri yeni teslimatlar yapılması, yeni ihanet düzenlemelerine yol verilmesi durumunda kendilerine yardımcı olmaya soyunabilirler. Bunun sonucu da Türkiye'nin kalan birikimlerinin, kalan itibarının ve kalan bütünlüğünün bir defa daha dinamitlenmesi olabilir. Ülkesini, milletini, vatanını, bayrağını seven herkes bu süreçte daha uyanık olmak ve oynan bütün oyunları bozmak zorundadır. Yapılacak şey bütün gerçeklerin, Cumhuriyet tarihinin en büyük iflasının ayrıntılarıyla Türk milletine anlatılmasıdır. Yeni bir istismar, yeni bir mağduriyet oyununa izin verilmemesidir. Anayasa değişikliğinin referanduma gitmesi bu bakımdan bir fırsat olabilir. Ava giderken avlanmaları şahane bir final olabilir.


ORHAN KARAKAŞ
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Cum Nis 30, 2010 0:13

[img]http://www.bizimgazete.org/haberresim/cp239912_8629637384_3.jpg[/img]

ABD’nin yeni projesi yeni kazık?

Büyük Millet Meclisi’nde demokrasi adlı tiyatro oyunu oynanırken, ülkemin her köşesinde evlatlarımız can veriyor. Sanırsınız ki ordumuz Irak’ta işgal ordusu ve Amerikan ordusundan fazla kayıp veriyor. Ne hikmetse katil PKK’lı kayıplarını da artık duymuyoruz. Boş verin siz, teröristle çarpışan kahramanlarımızı bir kulp uydurarak içeri atın, yargılanmalarını da elinizden geldiğince uzatın, ülke parçalandıktan veya onlar içeride öldükten sonra salıverirsiniz.
Neyse bu Anayasa tartışmaları arasında Washington’da ilginç bir toplantı oldu. Anlaşılan gözden kaçmış. ABD Başkanı Obama’nın başkanlığında Girişimcilik Zirvesi adı altındaki toplantıda yapılan konuşmalarda Amerikalıların Müslüman girişimcileri bekledikleri vurgulandı. Şimdi bu toplantının ne anlama geldiğini gelin birlikte çözelim. Girişimci ne demektir? Yatırımcı, ya da bir teknoloji veya iş kolunu bir yerde başlatan yürüten öncü cesur kişi demek.
Peki, sevgili okurlarım, İslam ülkeleri teknoloji bakımından veya üretim kolaylığı açısından Amerika’dan önde midir? Yoksa ABD’nin teknolojik ürünlerini mi kullanmaktadır. Tabii ki tüketici durumundadır. Arap dünyası veya ne yazık ki İslam âlemi teknoloji alanında Batının gerisindedir. Yani petrolden (açıkçası alın teri ile değil Allahın lütfuyla topraktan çıkan petrolü satarak) para kazanırlar.
Öyleyse nedir bu İslami girişimciler? Gayet basit Amerika biz Müslümanları kerizlemek, paramızı yutmak için yeni bir yol buldu demektir. Ama şimdilik bu konuyu pek de açıklamak istemiyor. Ancak bizim Amerikancı Başbakanımız Washington’a bir mektup göndererek derhal bu projeye dâhil olup zirvenin gelecek oturumunun Türkiye’de yapılmasını önermiş. Yanlış anlamayın bu toplantıya beş altı tane Türk iş adamı da katıldı.
Şimdi size bundan önceki ABD Başkanı Bush aracılığıyla gene hem Türkiye’de hem de İslam âleminde başlatılan ve bizim başbakanımızın da bir kaçında başkanlık yaptığı projelerde yediğimiz kazıkları yeniden hatırlatmama gerek var mı? Şimdi bu proje ile gelecek tuzakları ve yiyeceğimiz kazıkları da siz düşünün. ABD ne zaman Türkiye’ye bir iyilik yapmaya kalksa başımız beladan kurtulmuyor ne hikmetse.
Şu anda iktidarda olan hükümeti izlerken her gün Özal hükümetinin dinci bir şeklini izliyor gibi oluyorum. Onları da bir araya getiren çıkarları olmuştu. Yanlış anlamayın, milletin çıkarları değil tabii kendi şahsi çıkarları. Özal, ABD ziyaretleri sırasında akşam otelde canı sıkılınca aşağıya lobiye haber yollar, oradaki gazetecileri çağırır sohbet ederdi. Houston’daydık. Turgut Bey’in başbakanlıktan ayrıldığı ve pek de gözde olmadığı bir dönemdi. Az sayıdaki gazeteci gene odasına çağrılmış sohbet ediyorduk.
Konular gene ekonomik sıkıntı ve askeri harcamalardı. Ben laf olsun diye şakayla karışık bir fikir ortaya attım. Türkiye ABD’nin yeni bir eyaleti olsa, para dolar olacağı için en büyük sorunu enflasyon biter ve Amerikan ordusu sınırları koruyacağı için askeri harcama olmaz demiştim. Buraya kadar itiraz etmeden sessizce dinleyen Özal’a ne zaman siz de Türkiye eyaleti valisi olursunuz deyince irkildi ve “Olur mu yahu dedi”. O kendisine, siz de ABD’nin başkanı olursunuz dememi bekliyordu herhalde valiliği beğenmemişti.
İşte böyle kendi ülkesi değil de başka ülkelerin çıkarlarına hizmet edenler daima kendilerine verilen değerlerin üzerinde itibar bekler. Örneğin bu hafta Panama eski diktatörü Noriega, Fransa’ya verildi. ABD tarafından Panama Kanalı’nı kullanmak için işbaşına getirilen yıllarca diktatörlüğüne göz yumulan Noriega’dan alacakları bir şey kalmayınca adamı tutuklayıp kendi hapishanesine koymuş sonra da Fransa’ya cezalandırsın diye vermişti. Bu hep böyle oldu. İran Şahı Pehlevi ülkesinden kaçarken ABD’ye bile sokulmadı. Filipinler diktatörü Marcos da öyle. Kulluğun onuru olmaz.

SAVAŞ SÜZAL 30.04.10 YENİÇAĞ




Resim


Türkiye’nin ilk başkanı olarak tarihe yazılmak

Oysa ne de ulvi vaatlerle yola çıkmıştı. Türk siyasi hayatında ‘köklü değişiklikler’yapacak ‘yeniliklere’ imza atacaktı.
‘Demokrasi’ diye yutturulan bozuk sistemi yeniden yapılandırıp, ‘millet iradesinin’ ülke yönetime yansımasında öncü bir rol oynayacaktı.
Ortaya koyacağı ‘yönetim’ anlayışı ile mevcut siyasi partilere egemen olan ‘lider’terörüne son verecek, ‘parti içi demokrasiyi’bütün kurumları ile işleterek ‘tek adam’ zihniyetinin tamamen ortadan kalkmasına katkı sağlayacaktı.
Milletvekillerinin tamamını ‘önseçim’ile belirleyecek; bürokrasideki bütün atamalarda ‘ehliyet’ ve ‘liyakati’ esas alacaktı.
İktidarın icraatlarının şekillenmesinde, ‘parti tabanının’ sesine kulak verecekti.
‘Güçlünün’ değil, ‘haklının’, ‘mazlumun’, ‘garibin’ yanında olacaktı.
Heyhaaat!..


Lord C. Acton’un meşhur sözüdür:
“Güç insanı yoldan çıkartır; mutlak güç ise insanı tamamen sapıttırır.”
İktidar koltuğuna oturur oturmaz, ‘gücün’ cezbedici ağırlığı altında ezilmeye başladı.
‘Parti içi demokrasiyi’ sırtında yük görüp, düzenlenen ilk kongrede yaptığı ilk iş ‘parti tüzüğünü’değiştirerek bütün yetkileri elinde toplamak oldu.
‘Milli irade’ kavramının içini boşaltıp, ‘tek adam’zihniyetine rahmet okutacak, hatta ‘istibdat’dönemlerini aratmayacak icraatlara imza atmaya başladı.
Adeta bir ‘saltanat’ sistemi kurdu:
Şimdi sıra, aslında 6 yıldan beri ‘de facto’ olarak devam eden o sistemi, ‘ete kemiğe’ büründürmeye geldi.
‘Fincancı katırları’ fazla ürkmesin diye, adını şimdilik tam telaffuz edemiyor.
“Başkanlık sistemi” diyor.


‘Yasamada’ tek söz sahibi kendisi.
İstediği kişileri ‘milletvekili’ olarak tayin ediyor; ‘sözünü’ dinlemeyenlerin, ‘peşin imza’ vermeyenlerin anında üzerini çiziyor.
‘Yürütmede’ tek söz sahibi kendisi.
‘En tepedeki’ bakanından, ‘en alt kademedeki’ memuruna varıncaya kadar bütün atamalar kendisinin onayından geçiyor.
‘Yargıyıda kısmen kendine bağladı.
‘Tekelci sermayenin’ sofralarında boy gösterip, fakir fukaraya ‘fazlalıkgözü ile bakıyor; cesaret edip de karşısına çıkanları, “Ağzına ben mi ekmek koyayım”, “Gözünü toprak doyursun”, “Ananı da al git” diye azarlıyor.
Haksızlıkları, hukuksuzlukları eleştirmeye yeltenenleri ‘Ergenekon’ sopasını kullanarak susturuyor.
Asıyor, kesiyor.


‘Başkanlık’ ile yönetilen ülkelere şöyle bir bakın, hemen hepsine hakim olan ortak bir yönetim yapısı olduğunu göreceksiniz:
“Federasyon/eyalet sistemi.”
‘Merkezi’ idari yapıya neden karşı çıktığını, ‘yerel yönetimlere’ daha fazla yetki verilmesini neden istediğini şimdi daha iyi anlayabiliyor musunuz?
Önünde aşamadığı bir tek engel kaldı:
“Türkiye’nin üniter devlet yapısı.”
Bu yapıyı savunan ‘orduya’ dokunamadığı için şimdilik ‘yargıya’çekidüzen veriyor.
Son Anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesi’ni, Yargıtay’ı ve Danıştay’ı da doğrudan kendisine bağlayıp, icraatlarını ‘denetleyecek’ mekanizmayı ortadan kaldırdıktan sonra, sıra ‘üniter yapının’ canına okumaya da gelecek evelallah.
Çoğu gitti azı kaldı.


Onun artık kilitlendiği tek bir hedef var:
Atatürk ile başlayan ‘parlamenter demokrasi’ rejiminin üzerine kocaman bir çarpı koyup, adını “Türkiye’nin ilk başkanı” olarak tarihe yazdırmak.
Durmak yok, yola devam.


İSRAFİL K. KUMBASAR 30.04.10 YENİÇAĞ





‘ÖZGÜRLÜK ve demokrasi’ diyerek Irak’ı işgal edip kan, gözyaşı ve ölüm getiren Amerika, bir insanlık suçuna da imza attı. Eşleri öldürülen, ırzlarına geçilen binlerce Iraklı kadın çaresizlikten kötü yola düştü...

Resim


“Mets Yegern”


Nedense her yıl 24 Nisan günü yaklaşırken bizim ülkemizde bir meraktır gider. ABD başkanı soykırım diyecek mi? Demeyecek mi?

İşte bu yıl da öyle oldu.

ABD başkanı 24 Nisan günü yaptığı konuşmada soykırım demedi.

Soykırım demedi ama, Ermenice büyük felaket anlamına gelen “mets yegern” dedi. Sadece bu bile bizim batı şakşakçısı medyada geniş yer bulmaya yetti.

Hemen konuyla ilgili baslıklar atıldı.

“Bu yıl korkulan olmadı”

“Bu sene de soykırım demedi” falan,filan…

Aslında Obama’nın vermek istediği mesaj gayet acıktı.

Obama belki bizim anladığımız anlamda soykırım sözünü kullanmadı ama Ermenice de aynı anlama gelen kelimeyi kullandı.

Zaten artık birçok yerde duymaya da alıştırıldığımız bu sözcük, inanın bir süre sonra bu soykırım iddiasının sembol sözcüğü haline getirilecektir.

Hem 2008 yılında bir gurup AB işbirlikçisince sözde özür diliyoruz görüntüsü altında dile getirdikleri büyük felaket sözü de aslında bu amaçla kullanılmamış mıydı?

Aslında amaçları daha o günden toplumumuzu bu sözle tanıştırmaktı.

Böylece giderek ermeni soykırımı denildiğinde ilk akla gelecek bir sözü toplumuzun kafasına yerleştirmeliydiler ki…

İleride duyulduğunda şaşırılmasın.

Tabi bu arada Cumhurbaskanımıızın futbol maçına giderek başlattığı Ermeni açılımının artık suya düştüğünü.

Daha doğrusu düşürüldüğünü söylemeye bile gerek yok.

Evet, ermeni acılımı su an itibariyle suya düşmüştür.

Çünkü

Ülkelerin, bizim ülkemizde olduğu gibi sadece günübirlik stratejileri bulunmaz.

Ermenistan ve diğer birçok ülkenin belki gerçekleşmesi yüz yıl da sürse vazgeçmeyecekleri uzun hedefleri bulunmaktadır.

İşte bu nedenle Ermenistan aslında.

Soykırımın yüzüncü yılı olarak kabul etikleri 2015 yılına odaklanmıştır.

O yıla kadar ne kadar çok ülkeye soykırımı onaylatırlarsa o kadar elini güçlendirecektir.

Zaten biz toplumca Obama’nın söyleyip söylemeyeceğini tartışırken…

Yani kısa süre önce iki tane devlet soykırımı tanıdıklarını açıklamışlardır bile.

Bunlardan biri İsveç.

Bir diğeri de İspanya’ya bağlı Katalonya özerk yönetimidir.

Amaç çok sayıda ülkeye bu soykırımı tanıtarak…

Türkiye üzerinde bu yolla baskı kurmak…

Ve

Ülkemizi uluslar arası konumda mahkûm ederek Türkiye’nin bunu kabullenmesini sağlamaktır.

Zaten kabullenilmesi bir anlamda sonun başlangıcı olacaktır.

Sırayı hemen

Aralarında uluslar arası büyük sigorta şirketlerinin de bulunduğu tazminat davaları alacaktır.

Uluslararası alanda mahkûm edilmiş ve üstelik kendisi de bunu kabul etmiş bir ülkenin kurtuluş sansı da yoktur.

Ülkemizi sadece siyasi anlamda değil ekonomik olarak da zor duruma düşürecek büyük tazminat bedelleri, bir süre sonra kapıyı daha da aralayacak ve

Sıra Türkiye’nin toprak bütünlüğünün gündeme geleceği bir başka sürece gelecektir.

Ne demişti Ermenistan Anayasa Mahkemesi: ”1990’dan önce imzalanan tüm anlaşmalar geçersizdir.”

Yani…

Yanisi şu:

Ermenistan’la sınırlarımızı belirleyen Kars anlaşması da artık kabul edilmediğine göre…

O halde

Bu durumda sizce de artık sınırlarımız açıkça tehdit altında değil mi?

Ne dersiniz?


NUSRET KABAPÇI





"Büyük Felaket"


Osmanlı İmparatorluğu'nda azınlıkların, imparatorluğun asli unsuru olan Türklerden daha fazla hakları vardı. Ermeniler azınlıklar içinde diğerlerine göre daha rahat yaşayan, daha güvende olan ve maddi durumu diğer azınlıklara ve Türklere göre de, çok daha iyi olan bir cemaat idi. Buna rağmen Osmanlıya ihanet etmişlerdir. İmparatorluğun gerileme ve dağılma süreçlerinde batının kendilerine aşıladığı "Büyük Ermenistan" hayaliyle yaşamaya ve Türkiye aleyhinde propagandaya başlamışlardır.

Herkes tarafından bilinen bu kışkırtmalar, pek dile getirilmemiştir. Bu bizim önemli bir eksiğimizdir. Hadi unutalım düşmanlıkları körüklemeyelim diyebilirsiniz. Ama bize atılan iftiralara şimdi içimizden çıkıp destek veren, Ermenilerden özürler dileyenler var. Hatta Amerika Başkanı'nın büyük bir merakla beklenen 24 Nisan demecinden memnun olan bir Başbakanımız bile var. Kendi tarihini mi iyi bilmez, yoksa Amerika'ya teslim olmaktan mı kendini alamaz bilinmez. Ama iyi bilinen bir şey var ki, o da ülkemizin 8 yıldır AKP'li Başbakanımızın yönetiminde her yönden büyük sıkıntı içine sokulmuş olmasıdır..

Her yıl 24 Nisan yaklaşınca acaba ABD başkanı konuşmasında ne diyecek diye bekliyoruz. Ne derse desin altında muhakkak bir teselli aranıyor. Hatta ABD başkanının dahi bir an olsun hiç düşünmediği, aklına bile getirmediği anlamlar kelimelere yüklenerek halkımıza sunuluyor ve ne kadar başarılı Başbakanımız var, ABD Başkanı bile, bizim Başbakanımızın etkisinde imajı veriliyor. Hani başbakanın uhrevi bir yanı olduğu da söyleniyor ya�

Ancak, Obama, 24 Nisan'da "büyük felaket" sözünün Ermenicesini söyleyerek konuşmasını yaptı. Bizimkiler "soykırım" söylemedi diye neredeyse göbek attı. Hâlbuki bu aldatmadan başka bir şey değildi. Çünkü ayni konuşmada 1915'te yaşananlarla ilgili görüşlerinde bir değişiklik olmadığını söyledi. Obama'nın "görüşü" ne olursa olsun ama herkesin bildiği "gerçekler" de var. Biz bu gerçekleri tüm dünyaya güçlü bir sesle haykırabilecek delikanlı bir yetkili ararken, maalesef bu yalanlarla ilgili açıklamaları olumlu bulan bir Başbakanımız var.

Yanında da Dışişleri Bakanı ayrı telden, Başbakanı ayrı telden çalan bir garip hükümet var. "1915 olayları tartışmasız bir gerçektir, Türkiye'nin bunu kabul etmesi gerekir" diyen Obama'nın bu görüşlerini nasıl oluyor da, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olumlu bulabiliyor, bütün olan bitene rağmen Ermenistan'la sınırları neden açmaya çalışıyor, neden diplomatik ilişkiler kurmaya çalışıyor, insanın aklı almıyor.

Geçmişte olanlara bakıyoruz. Diplomatlarımızı katleden onlar, bayrağımızı yakanlar onlar, her yere sözde soykırım anıtlarını dikenler onlar, Azerbaycan'ın topraklarının dörtte birini işgal edenler onlar, milyonu aşkın Azeri'yi topraklarından, ocaklarından koparanlar onlar, Hocalı Katliamını yapanlar onlar ve tüm bu gerçeklere rağmen mağduru oynayan yine onlar. Bu haksızlıklara ve yüzsüzlüklere kol kanat gerenler ise bunların arkasına gizlenerek onları şımartanlar. Önünde AB arkasında ABD yazanlar..

ABD Kongresinde bugün oturup kulis yapan, sözde soykırımın kabulü için oy kullananlar, yıllar öncesinde topraklarımız üzerinde Büyük Ermenistan'ı kurmaya çalışanlardır. ABD, dünyanın demokrasi bekçisi zannedilse de, sözde demokrasi adına dünya kaynaklarını sömüren, katliam yapmaktan dahi çekinmeyen, kendini dünyanın efendisi gören hakim bir zihniyete sahiptir. Bunun için ABD'nin kendi iç politik dengeleri ermeni tezlerini savunmayı gerektirmektedir. Sözde soykırım günleri, sözde soykırım anıtları, ve de kuyruklu yalanlar ve iftiralar bu anlayışın ürünleridir.

Uluslararası hukuk normlarına göre "soykırım" sözcüğü, 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından "Soykırımı Önleme ve Cezalandırma" sözleşmesinde tanımlanmış ve bu karar 1950 yılında yürürlüğe girmiştir. Genel hukuk kurallarına göre de bu kararlar geriye doğru işlemez. Yani 1915 yılında yaşananlar ile ilgili olarak kimse Türkiye'yi soykırım yapmakla hukuken suçlayamaz.

Ayrıca, "soykırım"ın sözleşmedeki tanımı gereği olayda kasıt ve fiilin bir arada olması aranırken, bir siyasi gruba karşı işlenmiş suç da soykırım tanımına girmemektedir. Yani, Ermenilerin ve olaya soykırım diyenlerin tüm iddiaları hem tutarsız, hem hukuksuz, hem de geçersizdir. Bu durum Birleşmiş Milletlerin kararları ile sabittir.

Ermeni meselesi, aslında 1920-1921 yıllarında tamamen bitmiştir. Çünkü 1921 yılında Ermeni katliamı iddialarının asılsız ve bir savaş propagandası olduğu uluslararası düzeyde kanıtlanmıştır. Hatta o zaman, İngiltere başsavcılığı Ermeni katliamı konusunda kendi politikaları gereği ısrarcı olmuş ve her tarafta bu sözde katliama dair deliller aramış ve bulamamıştır. Böylece bu konu kapanmıştır. Türkiye 1921 yılında da temize çıkmıştır. Buna rağmen Ermeniler teşvik edilip cesaretlendirilerek bu konunun bugüne kadar taşınması başarılmıştır.

Üç antlaşma Ermenistan ile ilişkilerimizi tanzim etmiştir. Bunlardan birincisi Gümrü Antlaşması, ikincisi Moskova Antlaşması, üçüncüsü ise Kars Antlaşması'dır. Bu antlaşmalar ile bugünkü doğu sınırımız çizilmiş, büyük Ermenistan hayali de tarihe gömülmüştür.

Ancak Türk düşmanları sürekli yeni taşeronlar kullanarak, bir takım tarihi olayları kaşıyarak, Ermenilere yapması gereken yeni ödevler vermeye devam etmiştir. Suni desteklerle ihanet lobileri beyazı kara, karayı beyaz yapmak için canla başla çalışmışlardır. Ancak kendi toplumumuzun bu konudaki gayretleri için ayni şeyi söyleyebilmek mümkün değildir. Bu da bizim duyarlı insanlarımız için büyük üzüntü kaynağı olmaktadır.

Türklerin tarihinde Ermenilerin iddia ettiği boyutta hadiseler olmamıştır. Elbette ki savaş sırasında zorunlu göçe tabi tutulan Ermeniler büyük üzüntü veren hadiseler yaşamıştır. Ancak bunları sistematik bir tavır olarak sunulması asla kabul edilemez, çünkü ne Türklüğün ne de Müslümanlığın özünde bu tür davranışlar asla kabul edilmez ve onaylanmaz. Tarihimizin hiçbir döneminde de böylesine iğrenç olaylar, katliamlar olmamıştır.

Özetle, Türklerin tarihinde hiçbir şekilde soykırım yoktur, olmamıştır, bu iddia tamamen kasıtlı bir ermeni iftirasıdır.

Obama'nın baştan sona bizi karalayan mesajını olumlu bulan ve Obama'nın "hassasiyetlerimizin" farkında olduğunu söyleyen Başbakan'ı Obama'nın konuşması ile ilgili açıklamalarından dolayı kınamalıyız..

Şimdi, Sayın Başbakan Ermenistan'la imzalanan protokolleri hemen meclisten geri çekmeli, protokollerin Türkiye bakımından geçersiz ve hükümsüz olduğunu resmi olarak derhal açıklamalıdır.


F. Banu DOĞAN







Resim

Türkiye nereden vurulmuyor ki?


Bir gazetemizin manşetinde İstanbul’da Ermenilere destek veren T.C.vatandaşı Ermeniciler için “Türkiye İçerden Vuruldu” diye manşet atmış. Türkiye Cumhuriyetini içerden vuranlar kim diye bakarsak zaten duygu olarak Türkiye’nin asli unsurunun duygusunu taşımayanlar olduğunu görürüz. Bir kısmı ermeni menşeili, vatanımızda iyi şartlarda yaşayanlar. İstediği gibi konuşuyor, istediği gibide Türk’e sövüyorlar. Onların bu hakkı var, daha doğrusu, bu hakkı bunlara kendini bilmeyen, hançer kabzasına kadar etimize girmedikçe uyanmayan, irkilmeyen bizleriz. Nerede boşluk bırakırsan oradan girecek bir mikrop bulunur. Katılanların bir kısmı da ismi bizden olabilir ama bizimle ne maddi nede manevi hiçbir bağlantısı olmayan devamlı Türk’e, Türkiye’ye yanlış yapan insanlar. Bunları yaparken maskeleri ne? Bizim gibi kendine ihanet eden toplulukların yuttuğu demokrasi tuzağı.

24 Nisan Anzak günü sebebiyle Avusturya ve Yeni Zellanda’lılar Çanakkale de törenlere katıldılar. Gazeteleri yansıdığına göre mağrur ve gururlu adımlarla atalarını anmışlar. Sorarım size bizden başka hangi devlet veya hangi devlet yöneticisi vatanını istila etmek için gelip on binlerce ecdadının şehit düşmesine sebep olanlara bu hakkı tanır, âlicenaplık yapar? Bizim gibi kendine güvenleri elinden alınmışlar haricinde. Bu hakkı bunlara tanıyan kişi, grup, görüş, siyasi erk Haydarpaşa garında Ermenilere destek veren Ermenicilerden farklı mı?

BDP Bitlis Mv. Karabaş Denizlide yaptığı konuşmada “Milyonun üzerinde Ermeni katliama tabi tutuldu. Türkiye bu gerçekleri kendi içinde tartışıp değerlendirip, dünyanın birçok ülkesinin yaptığı gibi, bu gerçekleri gün ışığına çıkartıp özür dilemek yerine, hala bu olayı yaşanmamış gibi yapıyor. Türkiye Cumhuriyeti devletinin üç halka özür borcu var. Ermeni halkına katliamı yaşattığı için Kürt halkına bazı günahlarına ortak ettiği için, Türk halkına da 90 yıldır gerçekleri ters yüz edip onlardan gizlediği için” diye şuursuzca, sapıkça ve haince laflar etti. Bu ihanet belgesi sözler onların yaptığından daha mı masum?

Türk Kamuoyu rahatsız olmasına rağmen hükümetimiz kardeş ülke Azerbaycan’ı bile rahatsız edecek şekilde Ermenilerle ilişkiler kurup protokol imzalıyor, tavizler veriliyor. Buna rağmen Ermeniler saldırılara devam ediyor ve protokolleri uygulamayacağını dünyaya ilan ediyor. Diaspora bizim aleyhimize çalışmalarını yoğunlaştırıyor. ABD başkanı “24 Nisanda Ermenilerin sözde soykırım iddialarını anma gününde yaptığı konuşmada soykırım demiyor ama onunla eş değer “büyük felaket” deyimini kullanıyor. Başbakanımız bunu olumlu buluyor “hassasiyetimizi bildikleri için böyle konuştu” diyebiliyor. Dış işleri bakanı ve Bakanlık bunun zıddı açıklamalar yapıyorlar.

İlk seçildiği dönemde Anayasayı tek başına değiştirme gücü olduğu halde teşebbüs bile etmiyorlar, ikinci dönemin sonlarına doğru anayasa değişikliği gibi çok acili yeti olmayan işlerle uğraşılıyor. Ülkenin önemli sorunları ya hafif geçiliyor veya üzerine bile uğranmıyor.

MHP Tokat Milletvekili Dr. Reşat DOĞRU bu önemli konularla ilgili feveran ediyor. “BDP liler TBMM meydan okuyor, bir yumruk atıldı diye polislerimiz şehit ediliyor. Tartışmamız konuşmamız gereken konu Anayasa değişildiği değil bu hayati konular olmalı, terör konuşulmalı. Çözüm bulmamız gereken konular devletin ve milletin bekası ile ilgili konular, bunların çözümü için günlerce sabahlara kadar durup dinlenmeden çalışılmalı” diyor.

Şimdi yukarda ki açıklamaları daha bura da yazıya dökülmeyen pek çok yanlışları konuşmak, onlarla ilgili bir noktaya varmak gerekirken acil olmayan işlerle uğraşmak ne kadar doğru; düşünmek gerekir.

Ayrıca Ermenicilerin yaptığı kendi iç dünyalarını yansıtmaktır. Bunlar gibi problemlerimiz bizim çok.

Fuat YILMAZER




Resim


Biraz edep yahu!


Sayın Başbakan'ın sözüdür bu. Başbakanımız, muhalifleri ve daha çok da kendisine karşı olan iki buçuk medyayı, bu sözlerle edebe davet etmeyi alışkanlık haline getirmiştir.
Hatırlarsanız, geçen haziranda AKP kısa adını kullananları "edepsizlikle" suçlamış ve "Kısaltılmış adımız AK Parti'dir. Herkes bunu böyle yazmaya mecburdur" diye sert bir açıklama yapmıştı.
Yandaş gazetelerin ve köşe yazarlarının tekmili, Başbakan'ın bu buyruğu karşısında el pençe duruyor ve asla edepsizlik yapmıyor!
Aslında "edepsizlik", kişiye ve tanıma göre anlamı çok değişen göreceli bir kavram...
Mesela biz, AK Parti'nin adını AKP olarak yazmayı asla edepsizlik olarak görmüyor, hatta böyle bir dayatmayı basın özgürlüğüne yapılan edepsizlik sayıyoruz.
Sayın Başbakan, AKP'nin halk arasındaki esprili açılımlarını bildiği için, partisinin adının kısaltılmışı konusunda hassas davranıyor olmalı.
Ama biz, halk arasındaki açılımlardan herhangi birini çağrıştırmak amacıyla "AKP" demiyoruz.
Avrupa Birliği ve evrensel "edep" normlarına göre, biz asla "edepsiz" değiliz!..
"Cambaza bak" dercesine, asıl edepsizlere bakın siz.


Hasan Celal Güzel, AKP'nin ve Başbakan'ın zaptiyesi gibi konuşup yazan eski siyasetçi, şimdinin köşe yazarı...
Onu yakından tanıyanlar, genelde ağzının çok bozuk olduğunu söylerler.
Zaten konuşurken ya da yazarken, "ağzından kaçırmamak" için, kendini zor zaptettiği her halinden belli oluyor.
Turgut Özal'ın "Türk büyüklerinden" biri olan ya da kendini öyle zanneden bu eski bakanın geçmişini kurcalasanız, karşınıza kimbilir neler çıkar.
Şimdi de, Başbakan'dan önce milletvekilliği, sonra da bakanlık bekliyor olacak ki, yağdanlık yapa yapa helak oldu.
Hasan Celal Güzel hakkında daha detaylı bilgi edinmek isteyenlere, Yeniçağ Gazetesi yazarı Sabahattin Önkibar'a başvurmalarını tavsiye ediyoruz.


Gaziantepli tosunun son marifeti, ya da terbiyesizliği, ya da edepsizliği yenilir yutulur cinsten değil.
TV 8'de yayınlanan "Erkan Tan'la Başkentten" programına katılan tosunumuz, ne demiş biliyor musunuz?
"Her istediğinde, istediği her kararı çıkartan CHP; Anayasa Mahkemesini karısı gibi görüyor!"
Hem CHP'ye, hem Anayasa Mahkemesi'ne yapılan büyük hakaret, terbiyesizlik ve edepsizlik...
CHP'ye Anayasa Mahkemesi'ne karşı olmak başka şey, terbiyesizce hakaret etmek başka şey...
"Biraz edep yahu" diyen Başbakan, bunu görmüyor mu?
Sadece AK Parti'nin kısaltılmış adını AKP olarak yazmak mı edepsizlik?
Gerçek edepsizliğin ne olduğunu öğrenmek, hatta biraz edepsizlik dersleri almak istiyorsanız, Hasan Celal Güzel'le yarım saat sohbet etmeniz yeterli.

SIRRI YÜKSEL CEBECİ



Resim



İstanbul Savcısı'na bir soru

Sayın İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı!
Ben hukuk konusunda çok cahilim.
Sadece, olaylara, gelişmelere bakarak kıyas yoluyla bazı sonuçlar çıkartmaya çalışıyorum.
Ha dağdaki çoban, ha ben...
Benim gibi aklı pek çalışmayan; eğitimi de yetersiz insanların siz çok değerli savcımızdan öğrenmek istediğimiz hukuk süreçleri var.
Bunlardan birisi de gizli telefon dinlemeleri ve bunların basında yayımlanması...
Dedim ya, hukuku bilmem, kafam da pek çalışmaz...
Buna karşın aklıma bir konu fena haldetakılıyor. O da şudur:
Malum-ı alinizdir; Sayın Başbakan Erdoğan'la ilgili olarak iki telefon görüşmesi kaydı Aydınlık Dergisi'nde yayımlandı. Bunun üzerine savcılık soruşturma başlattı ve mahkeme de bu telefon görüşmesini yayımlayan iki gazeteciyi tutukladı.
Ben; bu işlem hukuka uygun mudur, değil midir bilmem.
Demekki, birilerinin telefon konuşmalarını izinsiz dinliyor ve basın organında yayımlıyorsanız, suç işliyorsunuz ve tutuklanmanız gerekiyor.
O yüzden; Aydınlık'taki gazeteciler içeride...
Peki gelelim, diğerlerine...
Daha geçen gün Bugün Gazetesi'nde başka bir kişinin gizlice dinlenmiş konuşmaları yayımlandı.
Peki siz; acaba bu işi yapan ve köşesine de taşıyan Bugün Gazetesi'nin genel yayın yönetmeni hakkında da böyle bir soruşturma başlattınız mı?
Yoksa; sadece Başbakan Erdoğan söz konusu olduğunda geçerlidir bizim TCY'miz?
Eğer Aydınlıkçılar tutuklanıyor da Bugüncüler böyle kelle almaya devam ediyorlarsa, bu ülkede savcıların görevlerini tarafsız olarak ve tam yaptıklarını söyleyebilir miyiz?
Ben; İstanbul adalet kurumlarının siyasi iktidarın beklentileri yönünde tavır takındıklarını ve o beklentiyi besleyen uygulamalar yaptıklarını asla düşünmedim ve bunu da doğrusu İstanbul'daki savcılarımıza asla yakıştırmadım.
Lakin; dedim ya; kafam pak çalışmıyor...
Birisinin telefonu dinlenip yayımlanınca tutuklanmayı gerektiren suç olurken öbürününki niye suç olmaktan çıkıp neredeyse ödüllük iş oluyor?
Yoksa hukuku böyle çift başlı yaparak ve de insanları galeyana getirerek ve de ülkede barışı tehlikeye atarak hükümete karşı çalışan gizli bir terör örgütü mü var?
Efendim, ben cahili, bu konuda mutla bilgilendiriniz ki ben de şu köşemden yüz binlerce insana verdiğiniz bilgiyi aktarayım.
27 NİSANMIŞ?
Besleme basın; 27 Nisan'da, eski Genelkurmay Başkanı Büyükanıt'ın kendi başına yazdığı o ünlü muhtırayı gündeme getirerek yeniden demokrasicilik oynamaya çalıştı.
Aralarında prof. lakaplı Mehmet Altan'ın da bulunduğu bu beslemelere şunu söyleyeyim:
O bildiriyi yazan adam; sizi besleyen adamdır.
O bildiriyi sarhoş kafa ile yazan adam; AKP'yi yeniden iktidar eden adamdır.
O bildiri ile ilgili olarak bilmem kaç kez, 'Bu iş AKP'nin ekmeğine yağ sürmüştür!' diye yazdım.
O bildiriyi Amerika istedi, ABD emirberi Büyükanıt da yazıp yayımladı.
Ve bu iş önceden planlanmıştı...
Hükümet kanadı da 'Genelkurmay, Başbakana bağlııdır!' diye hemen posta attı.
Yaşar Efendi de dut yemiş haziran bülbülleri gibi susuverdi.
Bu da öyle planlanmıştı.
Ve Anadolu'da ve Kürtler arasında, 'Bakın bu hükümet generalleri korkuttu!' diye propaganda başlatıldı.
Yaşar Efendi; bile bile işin içine 'Kutlu Doğum Haftası'nı katmıştı ve bu haftanın kutlanmasını bir biçimde eleştiriyordu.
Böylece, asker; Peygamber düşmanı gibi gösterilecekti. AKP de Peygamber'i savunan bir İslam yuvası gibi sunulacaktı.
Bu da önceden planlanmıştı.
Ve tam da böyle yürütüldü işler.
Ve Anadolu'nun dini bütün insanları; onca sıkıntılarını unutup din ve peygamber hatırına yine AKP'ye oy verdiler.
Yani; AKP'ye muhtıra verilmedi; AKP'ye en az yüzde 10'luk genelkurmay desteği verildi.
Böylece, bugün yandaş yağcıların eleştirdiği o 27 Nisan muhtırası sayesinde AKP yeniden tek başına iktidar oldu.


Cumhuriyetin yakın tarihini inceleyin, şu gerçeği göreceksiniz: Askerin yaptığı her darbe, askerin siyasete her müdahalesi; bugünkü iktidarı besleyen bir sonuç yaratmıştır. Bu da tesadüfen değil, gayet bilinçli biçimde yapılmıştır. Özellikle 1971 ve 12 darbeleri; son olarak 28 Şubat müdahalesi milli bilinci, çağdaş duruşu, modern düşünce tarzını hadım edecek bir iktidar yaratmak için devreye sokuldu.
Ve geldik bugüne...
Eğer önümüzdeki günlerde askerden hükümete yönelik yine bir çıkış gelirse, bilinmelidir ki bu; AKP'yi yeniden iktidara getirmek için yapılan 60 yıllık planın bir parçasıdır.
Darbelerin çocukları, darbelerin beslediği basındaki sahtekarların kimseye demokrasi dersi verecek hali de yüzü de yoktur.

RIZA ZELYUT






Resim

Zaman ve Ergenekon


Zaman gazetesi her önüne geleni Ergenekoncu ilan etme noktasında o kadar paranoyak bir çizgiye ulaştı ki, bu çizginin bugünkü tavrı, ilerde dünya basınında örnek oluşturacak olaylarla dolu.
Dün yayınladıkları bir haberde bu örneklerin “en veciz” olanlarından biri vardı. Habere göre Ergenekonun tutuklu sanıklarından emekli Yüzbaşı Hasan Ataman çapraz sorgusunda Güven Hareketi toplantıları ile sorularla karşılaşmış. Savcı bu konuda kendisine birçok soru sormuş. Haberin devamı şöyle:
“ Hasan Ataman, Ümraniye’deki bombaların sahibi olduğu ileri sürülen emekli Astsubay Oktay Yıldırım ile bir Güven Hareketi toplantılarında tanıştığını itiraf etti. Çapraz sorgu Güven Hareketi toplantılarına birçok Ergenekon sanığına ev sahipliği yaptığını ortaya koydu. Güven Hareketi adı altında Sirkeci’de 2003 yılında başlayan seminerler 4 yıl boyunca yoğun bir tempoyla devam etti.
Güven toplantılarındaki ilginçlikler bununla bitmiyor. 2003’de Eminönü Sepetçi Kasrında başlayan seminerlerin ilk konuğu Ergenekon sanığı Doç. Dr. Emin Gürses. 30’un üzerinde toplantı yapan grubun seminerlerine birçok Ergenekon sanığı konuşmacı olarak katıldı.
Toplantılar ulusal basında neredeyse yer bulamazken Mesaj – Meltem TV seminerlere geniş yer vermişti. Bu yayınlarından dolayı Güven hareketi Başkanı Emekli Kurmay Albay Tamer Kumkale bir yazısında Meltem TV’ye teşekkür etmişti.” ( 27.04.2010, Zaman internet sayfası)
Haberin özeti böyle.
Zaman gazetesi olayı sonunda Meltem – Mesaj TV’ye bağladı!
B.k atmanın yeni yeni yöntemlerini çok mükemmel bir şekilde icra ediyor Zaman grubu.
Basına açık bir toplantıyı izlemek için oraya gelen yüzlerce kişi arasında birbirini ilk kez görüp tanışan, konuşan insanların olmasından doğal ne olabilir?
Orada da tanışmış olabilir başka bir yerde de. Savcının bu yöndeki sorgusundan yola çıkarak içinde Meltem TV’nin de geçtiği bir haber yapmak ancak Zaman grubuna yakışır.
Kaldı ki, Meltem TV haber merkezinden araştırdım, 30 toplantı yapılan Güven hareketinin hiçbir toplantısı haber yapılmamış!
Evet, yanlış okumadınız hiçbir toplantısı haber yapılmamış!
Sadece bir toplantısına kamera gönderilmiş haber değeri bulunmadığı için çekim bile yapılmamış!
Kaldı ki birçok bilim adamı, siyasetçi, strateji uzmanı “İstanbul Belediyesine ait bir tesis olan Sepetçiler Kasrı’nda” Ortadoğu’dan ABD’ye, Afganistan’dan, Kafkasya’ya birçok konuda konuşmuşlarsa ve bütün basını çağırmışlarsa bunun yayınlanmasından doğal ne olabilir ki?
Benim haberim olsa haber yapardım!
Adamlar PKK’nın lider kadrosu ile Kandil’de görüşüp haber yapıyorlar alkışlıyorsunuz, Sepetçiler Kasrı’ndaki konuşmaların haber yapılmasından rahatsız oluyorsunuz!
Kaldı ki ey Zamancılar! Haber yapılmamış! Yapılmamış bir haberi bile “yüksek gazeteciliğinizin gereği olarak” çamur atmakta kullanıyorsunuz. Bravo size!
Şimdi gelelim olayın püf noktasına:
Haberde “Güven Hareketi başkanı olarak hem Samim Uygun’un, hem Emekli Albay Tamer Kumkale’nin” adı veriliyor.
Bir hareketin bir başkanı olur ya, neyse!
Kim bu Albay Kumkale?
Fethullah Gülen’in Fatih Üniversitesi’nde uzun süre Tarih hocalığı yapmış bir emekli albay!
O dönem cemaatle çok yakın ilişkisi olmuş. Aldığım bilgilere göre Hocaefendi ile de birebir tanışmış.
Hatta Zaman gazetesinde defalarca haber değeri bulmuş bir isim. Kumkale’nin “Küresel Güçlerin Psikolojik Savaş Yönetmeler” adlı kitabı Zaman’ın 12 Eylül 2006 tarihli nüshasında geniş yer bulmuş.
1 Ekim 2007 tarihli Zaman gazetesi yine Kumkale ile mülakat yapmış ve
“Ordu Yardımlaşma Kurumundan hesap sorulsun” şeklindeki sözleri haber yapılmış.
Albay Kumkale’nin cemaate bağlı bir okulda çalıştığı, cemaatin bir gazetesine sık sık özel mülakat verdiği ve cemaatin lideri ile tanıştığı gerçeğinizden yola çıkarak “Güven toplantılarında cemaatin parmağını mı aramamız lazım?”
Zaman’ın habercilik mantığı olayı bu noktaya götürüyor. O, orada tanıştı, o onu gördü, filanca TV kanalı haber yaptı, filanca filan toplantıyı organize etti, o filanca filancayı övdü gibi kocakarı dedikodusu düzeyinde bir habercilik anlayışı ancak Zaman’a yakışır.
Bu arada Albay Kumkale’nin Meltem TV’ye teşekkür ettiği yazıyı bulamadım. Elinde olan varsa göndersin!
Bundan sonra birine teşekkür ederken dikkat edin, ayvayı yersiniz!



Muharrem Bayraktar





Resim
Ercan Akyol çiziyor



Nerede Muhafakazar İktidar?


Siirt'te insanlığın kanını donduran tecavüz vahşetleri yaşanalı bir yılı geçmiş ve bu olaylar yeni ortaya çıkıyor. Olay yaşandığı dönemde adliyeye intikal etmiş ama nedense olaya adı karışanlar serbest bırakılmış, üstelik ortada bir cinayet olmasına rağmen

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da olayların ortaya çıkmasına duyarlılık göstermesi gerekirken, olayın üzerine giden medyayı suçluyor ve adeta 'olay kapatılsın' mantığı ile yaklaşıyor.

Başbakan birçok olayda olduğu gibi Siirt'teki olaylarla ilgili medyayı suçlayarak şunları söylemiş:

" Yani 1 yıl önce olmuş bir olay hakkında her türlü yasal yollar, bunun yanında ilgili bakanlıkların atması gereken adımlar, valiliğin atması gereken adımlar, hepsi atılmış ve bugün bu tekrar gündeme getiriliyor. Bu gazetecilik değildir. Bu bir medya mantığı değildir, bu basın ahlak ilkelerine yakışan bir yaklaşım değildir. Bu tam aksine, gerek o ilimizle ilgili gerek o olayda adı geçenlerle ilgili psikolojik yıkımlara neden olur. Buralarda çok daha dikkatli olmaya bence gerek var diye düşünüyorum"

Başbakan olayların deşilmemesini bu sözlerle ifade ederken, olayların yaşandığı Siirt Pervari'de ailelerin de bu olayların kapatılmasını için kendi aralarında anlaştıkları ortaya çıkmıştır. 2 ve 3 yaşındaki çocuklara tecavüz edip birinin öldürülmesi olayını ört-bas etme tavrı, vicdanların hangi derecede alçaldığını göstermektedir.

Pervari Belediye Başkanı İsmail Bilen'in "Adalete karışmayız. Adalet onları serbest bırakmıştır. Pervari küçük bir yer, hepimiz akrabayız. Olayı kapattık gitti kendi aramızda. O zaman gelseydiniz herşeyi açıklardık size." şeklindeki yaklaşımı da olaylar karşısında pişkinliğin, rahatlığın ve vurdumduymazlığın bir eseri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sadece Siirt'te değil, Türkiye'nin her yerinde toplumun ahlaki olarak çürümesi söz konudur. Her gün, her vakit Türkiye'nin her yerinden tecavüz, cinayet haberleri geliyor ve tecavüze uğrayan çocuk oranı da gün geçtikçe daha çok artıyor.

Baba çocuğuna, abi kardeşine tecavüz ediyor, 17 aylık çocuklara bile tecavüz eden sapıkları barındırıyor bu toplum içinde� Bu iğrençlikler maalesef ahlakı, vicdanı ile övülen Türk milleti içinde yaşanıyor.

Bu çürümenin önüne geçecek sosyal tedbirler alınmazsa, Türk milletinin geleceği oldukça buhranlı ve bunalımlı olacaktır.

Türk milletinin karakteri bu tür lekeleri asla kaldıramaz.

Olayların üzerini örtmek değil, çözüm yollarını ve caydırıcılığı ortaya koyarak aydınlatmak gerekmektedir. 2-3 yaşındaki çocuklar tecavüz edilip öldürülüyor ve bunun karşısında "anlaştık olay kapandı" denilebiliyorsa, başbakan da olayı araştıran medyayı suçlu çıkarabiliyorsa, Türkiye'nin her manada tekrar bir düzelmeye ihtiyacı vardır. Türkiye'nin çok büyük yönetim zaafı vardır. Mufahazakar olduğunu iddia eden bir yönetim zamanında da tecavüzler, cinayetler ve her türlü sosyal bozukluğa dayalı vaka artıyorsa, bunun da çok iyi irdelenmesi lazımdır.

Türkiye, tarihinin en büyük toplumsal çürümesini AKP iktidarı dönemi yaşamaktadır.

2-3 yaşındaki çocuklara tecavüz konusunda olayları kapatmak için yapılan dayanışma alenen ortadadır. Pervari'de aileler arasındaki dayanışmaya, Başbakanın da desteklemesi çok ilginçtir.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Deniz Feneri yolsuzluğu, şehit haberleri ve AKP'yi sıkıntıya sokan birçok konuda medyaya sansür getirdiği ve medyayı bu konularda haber yapmaması yönünde tehdit ettiği biliniyor ama Siirt'te yaşanan bu olaya yaklaşımı ise çok düşündürücüdür.

Siirt'te yaşanan olaylar için acil bir şekilde bir komisyon kurulup yaşanan olayların her yönü ortaya çıkarılmalıdır. Böylece olayın düşündüren tüm kısımları da anlaşılacaktır.

Türkiye'de acaba böyle yaşanan rezalet başka nerelerde vardır? Olayların kapanması için Türkiye'nin nerelerinde dayanışmalar yapılmaktadır?

Siirt'te yaşanan olaylar ilk değildir ama son bulması için devletin ve toplumun fertlerinin büyük bir sorumluluğu vardır.

Türk milleti bu yaşanan olayları karakterine, ahlakına, meziyetine uygun bir şekilde artık bünyesinden temizlemelidir.

Yıldıray Çiçek





Resim
Ercan Akyol çiziyor

Recep’in yargıyı suçlama bağımlılığı

CİVANIMIN padişahı Fatih Sultan Recep hazretleri uygun görürlerse, kullarından İbrahim Baytak birkaç soru sormak istiyor:

“Yargıya gitmek suç mudur yoksa hak mıdır?

Eğer yasalar Meclis’te anayasaya uygun çıkarılıyorsa yargıdan neden çekiniyorsunuz?

Önceki iktidarlar zamanında çıkarılan yasalar için Anayasa Mahkemesi’ne gidiliyor ve bazıları iptal ediliyordu. O iktidarlar yargı kararlarına saygı duyuyordu. Siz neden yargıyı suçluyorsunuz?

2002 yılından bu yana yani devr-i saltanatınızda kaç yasa çıkardınız; çıkardığınız yasaların kaçı anayasaya aykırı olduğu için iptal edildi; önceki iktidarlarla kıyaslayınca nasıl bir iptal oranı ortaya çıkıyor?

Anayasa Mahkemesi’ni ve yargıyı suçlayacağınıza, yasaların anayasaya uygun çıkarılması ve icraatınızda yasalara uyulması için biraz olsun özen gösterseniz daha doğru olmaz mı?”

Birkaç soru da biz ekleyelim:

İşinize gelmeyen kararlar üzerine yargıyı suçlamak sizde bir alışkanlık ve hatta bağımlılık yapmış olabilir mi?

Yargıyı suçlama alışkanlığından kurtulmak için psikolojik destek, demokratik telkin gibi konularda uzmanlardan yardım almayı düşündüğünüz oldu mu?



DENİZ SOM




Sömürü Çarkı

Bugün Avrupa Birliği olarak adlandırılan olay, tekelci kapitalizmin bir ürünüdür, burjuva milliyetçiliğini ırkçılığa değin vardıran yapılanmadır.

Yeni dünya düzeni önce mazlum halkları birbirine kırdırdı, ardından Irak’ı, Afganistan’ı işgal etti.

Daha önce değindiğim gibi silah satışları artarken doğalgazın ve petrolün üzerine çömdü!

Bizim liboş, yalaka, tarikatçı, dinci tayfa ne ABD emperyalizmine karşı tavır koyarlar ne de AKP hükümetine...

Bunu yaparlarsa TRT’den, Cine-5’ten, tarikatçı televizyonlardan mamaları kesilir!

Sömürü düzeni tüm hızıyla sürüyor! İşçiler ve emekçiler eziliyor!

Üstelik “demokrasi ve barış” adı altında!

Kimileri de buna inanıyor, AKP’yi demokrasi ve özgürlüklerin simgesi sanıyor!


HİKMET ÇETİNKAYA
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Örtüsüz Faşizm - "Türkiye'ye Balyoz"- Darbe yalanı

İletigönderen Başkomutan » Cum Nis 30, 2010 23:22

Resim


Anayasa değişikliği Anayasa Mahkemesi’ne giderken

Biliyorsunuz AKP’liler Anayasa değişikliği yapıyorlar. Yaparken de kendilerini haklı göstermek için öncekileri suçluyorlar. Ancak bir hususu unutuyorlar. Kimi neyle suçluyorlarsa aynısını kendileri yapıyorlar. Sözde 12 Eylül darbe anayasasını ortadan kaldırıyorlar, yerine yeni darbe anayasasını getiriyorlar.
AKP Dayatma Anayasası!

Üstelik de tehditle, şantajla geliyor.
“Referanduma götürürüz ha. Bizimle ya uzlaşırsınız ya da..”, “Şark kurnazlığı yapmayın...” gibi söz dalaşıyla sayısal üstünlükten faydalanarak bu dayatma anayasası sosyal hayatımıza sokulmak isteniyor.
Peki, siz anayasa değiştirme ihtiyacını neden dillendiriyorsunuz? Gerekçeniz ne?
İhtiyaca cevap vermediği, demokrasi ürünü olmadığı için.
Haydaaa!
İyi de kardeşim, “getiriyoruz” dediğiniz anayasa tasarısı hangi uzlaşmanın ortak paydası?
Bırakın uzlaşmayı tam tersine bir çatışmanın ürünü. Öyle bir çatışma ki muhalefet daha şimdiden “Anayasa Mahkemesi’ne gideceğim” diyor. Demek ki toplumsal uzlaşma dikkate alınmamış.
Öyle ise? Öyle ise Türkiye’nin anayasa sorunu bitmemiş, tam tersine 12 Eylül darbe anayasasının içine tek parti anayasası sokularak yeniden başlamıştır.
Buna mecbur muyduk? Tek parti yönetimi peşinde olan arkadaşlar, “medeniyetler ittifakı” yapmak için yırtınıyor ama toplumsal sözleşme adına kendi yurttaşlarıyla bir türlü ittifaka yanaşmıyorlar.
Başbakan, Baykal’ı suçluyor, “Anayasa Mahkemesi’ne gideceğiz” dediği için.
Bir başka çelişki de bu.
Kardeşim Anayasa Mahkemesi’ne gitmek anayasal bir yetki kullanımı değil mi?
Affedersiniz, siz toplumun tamamını bağlayan anayasa gibi temel bir bileşende uzlaşmak yerine ayrışmayı seçerek süreci doğrudan başlatmış olmuyor musunuz?
Adamlar gölü bulandırıyor, sonra da pişkin pişkin “kardeşim suyu neden tahliye ediyorsun” diyor.
Arının yuvasını dürtüyor sonra da “bunlar ne biçim arı” diye yakınıyor.
Efendi, sen demokrasi adına, milli duruş adına, aynı ülkenin evlatları olma adına, geleceğin Türkiye’sini mükemmelleştirmek adına, uzlaşmak için elinden geleni yaptın da karşı koyan mı oldu?
Hayır! Öyle ise sistem dışına çıkmadan, sistemin verdiği yetkiyi kullanarak Anayasa Mahkemesi’ne müracaat etmenin ne sakıncası var?
Ha, anladım hoşuna gitmiyor.
Kusura bakma, senin yaptıkların da hem başkalarının hoşuna gitmiyor, hem de ülkenin başına dert açıyor. İyisi mi seni tez elden durdurmak lazımdır.
Kim bilir belki Anayasa Mahkemesi bunu yapar.
Yapmazsa? Referandum. Referandum demokratik bir çözüm elbette sunar. Ancak bir husus vardır ki, o da demokrasi dedikleri şeyin yeterliği ile alakalıdır. Demokrasi, insanlığın bugüne kadar icat ettiği en insansı rejim olmasına rağmen, en mükemmeli değildir. Eksiği ve yumuşak karnı vardır. Sızıntıları, hileleri, yanlışları önceden görüp önleyemez. Demokrasi, rejimi yönetenlerin ahlakı oranında doğru çalışır.
Dolayısı ile demokrasiyi işletenler, samimi değilse ve ahlaki olarak tutarsız ise demokrasinin zayıf tarafı kendini gösterir. Bir bakmışsınız ki demokrasi kendi düşmanını iktidar yapmıştır. Hem de kendi kabul ettiği kurallar içinde.
Kısacası referandum, ahlaki dürüstlükle ilgilidir. Eğer siz Kant’ın söylediği gibi ödev ahlakını temel almışsanız, yani, niyette doğru, davranışta doğru iseniz, halkı yanıltmadığınız için referandumdan gerçek halk iradesi çıkacaktır. Değilse, sizin istediğiniz gibi bir sonuç çıkabilir ama ahlaki temellere dayanmadığından şeklen doğru, öz olarak yanlış olacaktır. Bu durumda sonuca demokratik diyorsanız başkaları da size ahlaksız derse yanlış mı yapmış olur?


Ahmet GÜRSOY / YENİÇAĞ / 01.05.10






12 EYLÜL 1980 VE AKP; AMERİKANIN ORTAK YAPIMIDIR


Hayatlarında bir gün çile çekmemişlerdir, yaşanan darbe süreçlerinin hiçbirinde mağdur olmamışlardır. Ama darbelerin mağdurlarını istismar etmeyi çok iyi beceriyorlar. Anayasa Değişikliği Paketinin gündeme gelmesinden bu yana sürekli darbe mağdurları üzerinden politikalar geliştirerek, asıl istediklerine, kendi amaçlarına ulaşmaktır.

12 Eylül 1980 darbesinden en çok mağdur olan MHP ve CHP'yi sürekli tahrik ederek, 'Anayasa Değişikliğine siz nasıl destek vermezsiniz' diye başkalarının yaşadığı acılardan kendilerine yol açmaya çalışıyorlar. Özellikle MHP üzerinde daha çok etki oluşturabilmek için, eskimiş karakterli kişileri bularak onları sürekli "Eski Ülkücü-eski MHP'li" sıfatları ile konuşturarak, 12 Eylül üzerinden destek oluşturmak için yırtındılar ve halen yırtınmaya devam ediyorlar.

Sanki Kenan Evren'i asacaklar, sanki ABD'nin tezgâhladığı 12 Eylül 1980 darbesini yapanları mezarlarından kaldırıp hesap soracaklar� Kenan Evren ile birçok konuda uyum içinde olan ve onu Çankaya Köşkü'nün başköşesinde konuk eden bu zihniyet değil gibi, "12 Eylül 1980 darbesini yapanlardan hesap soracağız" gibi samimiyetsiz yaklaşımları insanı tiksindiriyor.

Bu tiksinti yaratan zihniyete gereken cevabı MHP Lideri Sayın Devlet Bahçeli başta olmak üzere birçok MHP'li yetkili çeşitli aralıklarla vermiştir. Bunlara hak ettiği bir cevabı da geçtiğimiz günlerde MHP İstanbul milletvekili Atila Kaya, meclis kürsüsünden yaptığı anlamlı konuşma ile vermiştir. MHP Lideri Devlet Bahçeli bu anlamlı konuşmayı ayakta alkışlamıştır.

MHP İstanbul milletvekili Atila Kaya'nın konuşmasının satır başlarına baktığımızda anlamını çok net görebiliriz.

*12 Eylül kimin önünü açmışsa 12 Eylülden kim faydalanmışsa 12 Eylülü savunan da odur.

*Ülkücüleri ve solcuları işkencehanelere tıkan, darağaçlarına gönderen 12 Eylül, siyaset yapabilmeleri için Tayyip Erdoğan ve onun gibilerin kendilerini mensup hissettikleri örgütlenmelerin de yolunu açmıştır.

*İktidar partisi, mağdurların duygularını istismar etmekten vazgeçmelidir. Bize işkence edenlerin yargılanmasını hiç kimse bizden daha fazla isteyemez, ne Başbakan ne de bir başkası.

*AKP dünün devrimcilerine, bugünün yeni liberallerine uzun zamandır yandaş televizyonlarında programlar yaptırıyor, gazetelerinde yazdırıyor, eski ülkücü de buldu maalesef, konuşturuyor. Peki, neden kendi 12 Eylül mağdurları konuşmuyor? konuşamaz çünkü yok. Bu ülkede 12 Eylülü en son tartışabilecek olanlar iktidar mensuplarıdır, ilk söz söyleyecek olanlar ise bedel ödeyenler olmalıdır. 12 Eylül belki de en çok "Asmayalım da besleyelim mi?" sözüyle hatırlanıyor. Biz 12 Eylülün astıklarındanız, iktidar ise beslediklerinden.

* Bir taraftan 12 Eylül rejimiyle, 12 Eylülün uygulamalarıyla hesaplaşıyor gibi görünürken, diğer taraftan daha yakın bir tarih sayılabilecek bir zaman dilimi içinde milletin iradesine karşı yöneltilmiş, milletin seçtiği iktidarı birtakım gayrimeşru yöntemlerle alaşağı eden 28 Şubat sürecini hiç gündeme getirmemenizi nasıl değerlendirelim?

AKP'nin Anayasa Değişikliği için oltasına taktığı tüm oyunları bozan bu anlamlı konuşmanın tamamını Etikhaber sitesinden hem okuyabilir, hem de izleyebilirsiniz.

AKP her konuda istismar ve oyun oynadığı gibi 12 Eylül konusunu da kendine malzeme edinmiştir. Kimse AKP'nin bu sahte ve ikiyüzlü politikalarına aldatmamalıdır.

HEP İSTİSMAR, HEP SULANDIRMA

Recep Tayyip Erdoğan'ın AKP'yi kurduğu günden bu yana ağzından düşürmediği "Bedelli Askerlik" konusu yine Türkiye'nin gündemi oldu. Anayasa Değişiklik Paketi'nin hararetli bir şekilde tartışıldığı bir ortamda Recep Tayyip Erdoğan yine "Bedelli Askerlik" konusunu gündeme taşıyarak kendisi için en iyi istismar malzemesini yine kullandı. Her konuda istismara açık olan ve bu konu üzerinde sürekli bir istismar düşüncesi taşıdığı bilinen Recep Tayyip Erdoğan, son 3 haftadır Türkiye'nin gündemini bu konu ile adeta felç etmiştir.

"Bedelli Askerlik" için yaptığı en son değerlendirme de bunun gerçekleşmemesini "Çünkü burada bir ikilem doğabilir. Terörle mücadelenin olduğu bir dönemde parası olanın askerlik yapmadığı, parası olmayanın askerlik yaptığı gibi şehit aileleri üzerinde olumsuz bir izlenim bırakabilir düşüncesi, bizim bu noktadaki görüşmemizin olumsuz cevaplandırılmasını gerektirdi" şeklinde izah etti� Bu durum 2-3 hafta içinde mi anlaşılmış acaba? Türkiye'nin içinde bulunduğu bu durumu ülkeyi yöneten Başbakan olarak kendisi bilmiyor muydu?

Genelkurmay Başkanı çok kısa bir süre önce bu durumu tüm kamuoyuna izah etmişti, Recep Tayyip Erdoğan da herkes gibi bu durumu biliyordu. Ama maksat yüz binlerce kişinin beklentisini sömürmek ve "ben istiyorum da, engel çıkaran var" şeklinde Genelkurmay Başkanını hedef yaptırmak olduğu için resmen rol yapmıştır. Bu konunun bu şartlarda gerçekleşmeyeceğini bile bile bu konuyu gündem yapıp milli bir bayram olan 23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramının kutlamaları hala devam ederken bile aynı mevzuyu Genelkurmay Başkanı ile yaptığı zirvede ana konu yapması, rolündeki ısrarın başka bir boyutudur.

Toplantıdan sonra bile istismar zamanını geniş tutmak için "Bedelli askerlik tamamen gündemden kalktı diyebilir miyiz?" sorusu üzerine, "Yoo, şu anda terörle bağlantılı biraz da..." şeklinde yine umudu olanları etrafında toparlayabilmek cevaplar vermeye devam etmiştir.

Bundan sonra da seçimler yaklaştıkça bu konu üzerinden umutlar saçma istismarını sürdürecektir.

Onun için yeter ki oy gelsin, istismar etmeyeceği konu yoktur. TSK'ya saldıranlara atmosfer yaratanların, bu konuda istismar yapması kimseyi şaşırtmamalıdır.

Bir de bu konuda etrafında başlayan tartışmalarda beni en çok şaşırtan ikiyüzlülükte "profesyonel ordu kurulmalı, terörle onlar mücadele etmeli" diye nutuk atanların bazılarının, mücadele edilmesi gerektiğini söyledikleri PKK'nın yanında saf tutmasıdır.

Hele bunlardan birisi Kandil'e gidip teröristlerle aynı ortamda yatıp-kalkarak röportaj yapan ve Türkiye'ye döndükten sonra "Ben o köy evinin kapısında PKK'lılar bırakmadım; aynı odayı paylaştığım, konuştuğum şakalaştığım insanları bıraktım. Salih'i, Bozan'ı, Mizgin'i, Jiyan'ı, Roj'u, Adem'i bıraktım. Bir daha operasyon olursa eğer, sonuçlarını içim titreyerek okuyacağımı biliyorum; tanıdık bir isme rastlamaktan korkarak..." şeklinde yazılar yazan kişi olunca, "Profesyonel ordu kurulmalı" düşüncelerinin gerçek manada teröristlerle mücadele için söylenmediği çok net görülmektedir.PKK'lıların başına bir iş gelecek diye ağlayıp-sızlayacaksın ama terörle mücadele için "Profesyonel ordu kurulmalı" düşüncesi üzerinden Türk Ordusuna kin kusacaksın

Terörle mücadele için profesyonel ordu kurulmalıdır, eksiklikler ve ihtiyaçlar müspet yönde tartışılmalıdır. Ama bunu PKK dostları değil, Türkiye'nin geleceğini düşünen, bölünmez bütünlük mücadelesi verenler yapmalıdır.


YILDIRAY ÇİÇEK







[img]http://www.doguperincek.info/1496.jpg[/img]


Wilson doktrini ve Cumhuriyet’in Kürt politikası


YAKLAŞIK 130 yıldır dünyanın en güçlü devleti Amerika’dır. Bu gücünü de yerkürenin her noktasında, gözünü bile kırpmadan savaşabilen kahhar ordusundan almaktadır.

Amerikalılar, ordularının sadece ABD’nin ulusal çıkarlarını korumak ve kollamak için değil, aynı zamanda dünya halklarına özgürlük ve demokrasi götürmek için savaştığına inanır. Her spor karşılaşmasından önce sağ yumruğunu kalbinin üstüne koyarak milli marş söyleyen, her yerde milli bayraklarını göndere çeken bu ulus, tamamen farklı milletlerden oluşmuştur. ABD Sayım Dairesi tarafından, 2000 yılında yapılan bir araştırmaya göre Amerikan ulusunu oluşturan insanların kökenlerine göre dağılımı aşağıdaki tabloda yer almaktadır. Görüldüğü gibi “Alman” soyundan gelenler en büyük gruptur. Amerikan halkının kabaca yüzde 75’nin ataları Avrupalıdır. Avrupalı, Afrikalı ve Asyalı insanları aynı ulustan yapan ortak payda “dil birliği”dir. Bu dil de nüfusun sadece yüzde 9’unu oluşturan eski sömürgeci patron İngilizlerin dilidir. Çünkü Amerika kurulduğunda resmi dil İngilizce idi. Eğer Amerikan ulusunu oluşturan halklar farklı eyaletlerde otursalar ve kendi atalarının dillerini konuşmaya devam etselerdi, ne bugünkü muazzam ABD ortaya çıkar ne de Amerikalılar, Amerikan olmakla bu kadar gururlu ve mutlu olurdu.



Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunda ve bilhassa II. Dünya Harbi’nden beri Türkiye’de izlenen iç ve dış politikada Amerika’nın etkisi büyüktür. Türkiye’nin AB’ye katılım müzakereleri dahi, Helsinki toplantısında ABD’nin Avrupalılara yaptığı baskı sonucunda başlamıştır. Cumhuriyeti inşa eden kurucu atalarımız Avrupa siyasetini ve Amerika’yı çok iyi okumuşlardı. Amerika’da ve Avrupa’daki gibi T.C. de varlığını sürdürmek ve gücünü korumak için bir “ulus devlet” olacaktı. Başka çare yoktu. Gayr-i müslim azınlıklar meselesi mübadele ile halledilmişti. Milli birliğin tek zayıf halkasını Kürtler teşkil ediyordu. Büyük devletlerin Türkiye’yi bu fay hattından çatlatmaya çalışacağı biliniyordu. Kurucularımız, bu çatlağı yapıştırmak için üç sütuna oturan bir “entegrasyon/bütünleşme strateji” geliştirdiler.

1. Kürtler, bireysel olarak Türklerle aynı siyasi haklara sahip olacaktı.

2. Öğrenimde, idarede, hukukta ve edebiyatta ortak dil Türkçe olacaktı.

3. Kürtler, sadece bir bölgede değil, yurdun her yerinde yaşayacaktı.

Bu suretle Türkçe konuşan ve bireysel haklar bakımından Türklerden hiçbir farkı olmayan ve ülkenin her yerinde oturan Kürtler, Wilson’un “self determinasyon” ilkesine dayanarak bir ayrışma (federasyon, otonomi, bağımsız bölge vb.) talep edemeyecekti. Maalesef, Cumhuriyet bu projesinde tam başarılı olamadı. Kısmen de olsa Türklerle Kürtler aynı dili konuşan ve aynı coğrafyayı bölüşen tek bir millet olarak varlıklarını sürdürebilirlerse bu da Cumhuriyetin yarım kalan bütünleşme stratejisi sayesinde olacaktır.

Son Söz: Amerika’nın yaptığını yap, dediğini yapma.

Resim

EGE CANSEN


Resim

Sıfır sorun sıfır sonuç!..

AKP dış politikasını “sıfır sorun” sloganına bağladı. Yeni bakanın icadı sloganın açılımı başta komşular, tüm ülkelerle sorunsuz ilişkiler yürütmek, anlaşmazlıkları diplomatik yollardan çözmek...

Önemli bir buluşmuş gibi reklamı yapılan yaklaşımın laf ebeliğini aşan bir etkinliği olmadı! Elbette tüm devletler komşularıyla ve ilişkide bulundukları ülkelerle sorun yaşamamayı yeğler. Uzlaşmazlıklarını diplomatik yollardan çözümlemeyi amaçlar. “Sorunlu ilişkiler istiyoruz” diyene rastlanmaz!.. İktidarın sıfır sorun politikası, mantık penceresinden bakılınca, Başbakan’ın “biz daha iyisini biliriz” dediği ve AKP’nin pek yatkın olduğu anlaşılan “şark kurnazlığının” ötesine geçmiyor!..

Dış sorunlarımızın başında Ermenistan geliyor. İsviçre’de buruk bir şamatayla imzalanan “protokol” sorunu sıfırlamadı!. Ermenistan soykırım iddiasından vazgeçmiyor!.. Tersine, Ermenistan Anayasa Mahkemesi soykırım savını perçinliyor!.. Dahası, doğu hududumuzu belirleyen Kars Anlaşması’nı tanımıyorlar! “Dağlık Karabağ”da adım atmaya yanaşmıyorlar! İmzalanan protokolün onayını askıya alıyorlar!..



Ermeniler tümden haksız mı acaba?.. Pek sayılmaz! Çünkü dış politikamızın sıfır sorun mücahitleri nabza göre şerbet vermeyi politika sanıyor!..

Ermenilere sınır kapısının açılacağını müjdeleyip, Azerbaycanlılara Karabağ sorunu çözülmeden bunun gerçekleşmeyeceği güvencesini veriyorlar!.. Övündükleri halde TBMM’de oylatmaktan çekindikleri protokolde Karabağ’dan ve “soykırımdan” satır söz edilmediğini saklıyorlar. ABD’nin isteklerine uyacakları sözünü verip, herkesle her görüşmede farklı konuşuyorlar!..

R. T. Erdoğan da son ABD gezisinde(!) sıfır sorun politikası çerçevesinde sıfır sonuç almıştır!.. Alınan sonuç sıfırı aşamamıştır ama her zamanki gibi, cümbür cemaat, neredeyse tüm sülalenin katılımı devlete muhtemelen bol sıfırlı bir fatura ödetmiştir!.. R. T. Erdoğan’ın çoğu Türk altmış-yetmiş kişinin izlediği konferansının yaklaşık iki milyon dolara özel ayarlandığı söylentileri doğru olmayabilir. Ancak konferans haberinin katkısı yalnız AKP’nin Türkiye’deki iç propaganda değirmenine su taşımak olmuştur! Obama ile görüşme süresinin uzunluğunu ballandırmak dışında haber aktarmayan yandaş medya vatandaşlarımızın konuşmanın yarı zamanının tercümelere gittiğini nasılsa hesaplayamayacağını varsaymıştır!.. Kısaca her gezide yaşananlar ABD seyahatinde tekrarlanmıştır!.. 24 Nisan konuşmasında İngilizce genocide (soykırım) demeyip Ermenice “meds yeghern (soykırım)” demesinden Obama’nın “soykırım tasarısını” reddettireceği umudunu çıkarsalar da (ki olasıdır!) sıfır sorun mücahitleri başarılı sayılamaz!.. Çünkü ABD yıllardır aynı oyunu Türkiye’nin her hükümetine oynamaktadır!



Eğilip bükülme dışında Kıbrıs’ta somut hiçbir başarı gösterememiş Talat’ın yerine Dr. Eroğlu’nun Cumhurbaşkanı seçilmesi de AKP’nin dış politikada aldığı sıfır sonuçlardan biridir!.. Gene şamatayla seslendirilerek bir hayli yandaş bulan “çözümsüzlük çözüm değildir” ve “yes be annem” politikalarının hüsranla sonuçlanmasının belgelenişidir!.. Kıbrıs’ta salt tavizle çözüm üretilemediğini gören Kıbrıslılar, AKP-AB-ABD karması karşısında daha onurlu bir politika izlenmesi ve gerçekçi sonuçlar alınabilmesi şansına yol açmışlardır...

K. Irak’ta ise, hedef de yok politika da!.. PKK’nın K. Irak’tan Barzani ve ABD tarafından çıkartılması konusunda TSK’nın ısrarlı direnci başına umulmadık dertler sarmasına karşın, askerlerin bir adım gerilememesi, Amerikalılara verdiği hiçbir sözü tutamamış AKP Hükümeti’nin inanırlığını sıfıra indirmiştir!..

Kısacası AKP’nin yaklaşımı sıfıra sıfır elde var sıfır deyimini çağrıştırıyor. Mavi boncuk politikası sadece Türkiye’nin karşıtlarını yüreklendiriyor. Taşınamayacak tavizlere kapı aralıyor! AKP başından beri üretmiyor, boş lafla zaman öldürüyor! Yalnızca kurguladığı rejim değişikliğini gerçekleştirmeye çalışıyor. Satrançta blöf olmaz. Efelenmekle Orta Doğu’da alkış alanlar Batı karşısında eğilip bükülüyorlarsa, sorunlarını değil, itibarlarını sıfırlarlar!..


Onur Kumbaracıbaşı






"Çanlar Kimin İçin Çalar”


“Çanlar Kimin İçin Çalar” deyimini hep biliriz de bunun nerden geldiğini bilenimiz pek azdır. Bilmeyenin bilmesini sağlarken bilenlerin de hafızalarını tazelemek istedim cüretimi hoş görün.

Çok eski yıllarda krallıkla idare edilen bir ülke varmış. Ama bu ülkede, hukuk ve hâkimler de varmış. Törelere göre, bir vatandaş öldüğünde, şehir merkezindeki dev çan bir defa çalınırmış. Uzun uzun da yankılanırmış. Eşraftan birisi ölürse çan iki defa, büyük bir devlet adamı ölürse üç defa çalınırmış. Ya kral? O öldüğünde ise, çan dört defa çalınırmış.

Gel zaman git zaman şehirde bir olay olmuş, iş mahkemeye intikal etmiş.

Davanın sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkarılan kişinin masumiyetini bütün vatandaşlar bilmekteymiş. Bir formalite olarak görülmesi ve beraat sonucu çıkması beklenen davadan sürpriz bir karar çıkmış. Sanık para cezasına mahkûm olmuş.

Hâkim sormuş: bir diyeceğin var mı?

Sanığın cevabı: Hayır!

Mahkeme bitmiş. Dinleyiciler dağılmış. Kafalarda bir kaygı!

Kısa bir süre sonra dev çanın bir vuruşluk sesi duyulmuş.

Acaba kim öldü?

Çan bir defa daha çalmış, etti iki.

Eşraftan biri öldü.

Şehir çan sesi ile bir defa daha inlemiş, üç.

Hımmmmm, ölen büyük bir devlet adamı, acaba kim?

Soruya cevap alınmadan çan bir defa daha çalmış, yer gök dördüncü kez inlemiş.

Herkeste bir feryat: Eyvah! Kralımız öldü!

Ancak, törede görülüp işitilmemiş bir şekilde, çan beş ve altıncı defa daha çalınmış, yer gök inlemiş inlemiş ve ses seda kesilmiş.

Herkes bunun ne anlama geldiğini öğrenmek için çan görevlisine koşmuş.

Bir de bakmışlar ki, çanı haksız yere mahkûm edilen adam çalmakta.

Sormuşlar: Ne demek beş ve altı defa çan çalmak? Kraldan daha büyük biri mi öldü?

Cevap şaşırtıcı olduğu kadar anlamlıymış da:

“Evet! Adalet öldü.”


“metz yeghern(x)”

Dostlarım,

24 Nisanda bir grup İstanbul’da toplanarak özür bildirisi yayınladılar.

Bu grubun kim olduğunu,

Amaçlarının ne olduğunu,

Nasıl bir oyun içinde olduklarını,

Nasıl hedef saptırma çabası içinde olduklarını,

İnsani ve insanlık değerlerini nasıl sömürdüklerini,

Daha iyi anlayabilmek ve değerlendirebilmek için biraz, lütfen düşünün...

Ve bu grubun ve yaptıklarının ne olduğunun adını siz koyun.

Sadece Cumhuriyet değil, laiklik değil, demokrasi değil, “değerlerimiz”de aşındırılmak isteniyor.

Bu grubun yaptıklarını onaylamayanların sessiz kalma hakkı yok...

Unutmayın, unutturmayın…

Bize yapılan mezalimi,

Soykırım uygulamalarını,

İnsanlık dışı canavarlıkları unutursak,

Kendilerine hatırlatmazsak,

Bu “yavuz hırsızlar” daha çooook “ev sahibini” suçlamaya devam ederler.

Diğerlerini de kandırmaya devam ederler.

“Bozacının şahidi şıracı” hesabı hızla yol almaktalar.

Tıpkı Kurtuluş savaşındaki “Mütareke basını” gibi, “İngiliz muhipleri” gibi, “ Teali cemiyetleri” gibi, “Mustafa Kemal düşmanları” gibi…

Bunlara kulak verenler için ise Türkleri karalayacak her şeyin mubah olduğunu unutmayın.


Oğuz POYRAZOĞLU



[img]http://www.shanex.net/news/ym_obama_k_jpg-93.jpg[/img]
Etkili liderler(!) arasında 17. olan Tayyip Erdoğan'a Gül alınır...
-Bak bir daha tarihi fırsat demem açılım maçılım yapamazsın :islik:

Obama düşünceli Gül niye bu listenin içinde yok...
-Dışında mı diye bakıyor...

Cumhurbaşkanı Çankaya noteri mi?


ANAYASA tartışmalarında hiç dikkate alınmayan bir nokta var. Anayasa'ya göre Cumhurbaşkanı 2'nci turda 367'nin altında oy almış maddeleri dilerse referanduma gönderir, aksi halde bu maddeler geçmemiş olur. Cumhurbaşkanı 300'ün çok az üzerinde yani limitte oy alan ve soru işaretleri ile dolu bir maraton sonunda kabul edilen bu maddeleri bir noter gibi referanduma sunar mı?
Eğer, "sunar" diyorsanız noterliğine de "evet" diyorsunuz demektir. Gül'ün, Türkiye'nin Cumhurbaşkanı mı, yoksa Tayyip Bey'in noteri mi olduğunu 15-20 gün sonra göreceğiz... Ancak, bu konuda pek tereddüdün olmaması çok yazık!
Dışarıdakiler mi deli, içeridekiler mi?
DEĞERLİ dost Özcan Erdoğan fıkra gibi bir mail göndermiş;
"1960"lı yıllar, Elazığ Akıl Hastanesi'nden deliler kaçar, Elazığ'ın cadde ve sokaklarına dağılır. 423 deli kaçmıştır. O zamanın ünlü doktoru Mutemet Bey hastanenin başhekimidir. Doktor bey ne yapalım derler. Mutemet Bey bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin der. Doktor önde birkaç personeli arkasında tren-tren oynayarak Elazığ'ı dolaşır. Bütün deliler bu kuyruğa girer vagon olur. Hastaneye geldiklerinde sayı 612 kişidir." Altına da ilave etmiş, "Ya bugün memleketin herhangi bir yerinde olsa sayı ne olur?"
Uzmanlara göre memleketin en az 1/3'ü normal olmadığına göre sayıyı tahmin etmek çok zor. Sevgili Erdoğan, sen en iyisi bu soruyu Sayın Erdoğan'a sor! Ülkeyi gere gere, "Öfkede bir hitabet sanatıdır" diye diye, ithalatı teşvik edip memleket evladını işsiz bıraka bıraka, "Gemicik"i "Deniz Feneri"ne yönlendire yönlendire akıllı adam bırakmadı. Herkes güce tapan, çıkarcı ve korkak oldu. Yalan-yanlış bilgilerin her an kafaları karıştırdığı, geçinmenin iyice zorlaştığı bu ortamda akıl sağlığını muhafaza etmek öyle zorlaştı ki, Doktor şimdi böyle bir şey yapsa vatandaşın yarıdan fazlası peşine takılır. Gerçi, ne hapishanelerde, ne de tımarhanelerde yer kalmamış durumda, doktorlar katiyen kaçan hasta peşine düşmezler...
En etkili 17'nci!
TIME Dergisi Recep Tayyip Erdoğan'ı 17'nci etkili lider seçmiş ya, adı bende saklı bir okur da mail göndermiş, "Time dünyanın en zengin liderlerini de seçsin" demiş.
Ne demek istedi, anladınız siz, anladınız...
OYAK
BAŞBAKAN, Danıştay saldırısı konusunda OYAK ve "OYAK'ın bağlı bulunduğu kurum"u hayli sert bir biçimde suçladı. Haklı da görünüyor. Ancak olayları bir Başbakan olarak daha farklı değerlendirmeli. "OYAK'ın bağlı bulunduğu kurum" kendisine bağlı. Kendisi de politika yapmadan gereğini yapsın. Ancak, geçmişte sağ-sol döneminde hep olaylarla ilgili biri birimizi suçladık, sonradan gördük ki tüm eylemler tek bir yerden yönlendirilmiş. Bu sefer de birbirimizi suçlamadan önce dikkatli olalım. "Biz haklı çıktık, siz yanıldınız, oh!" tezahüratlarının anlamı yok...
Anayasa değişsin de
ESKİ Yargıtay Başkanlarından Sami Selçuk da yazınca hiç şüphem kalmadı; Meclis'te görüşülen anayasa değişiklikleri tamamen siyasi amaç taşımaktadır. Bunlar geçer ve yürürlüğe girerse daha olumsuz manzaralarla karşılaşabiliriz. Bu anayasa değişiklikleri tam fıkra gibi oldu.
Adamın biri adını değiştirmek için mahkemeye başvurmuş. Hâkim sormuş,
- Adın ne?
- Veli Hıyar, efendim...
Hakim:
- İsim değişikliği istemekte haklısın evladım. Peki yerine ne istiyorsun?
- Ali Hıyar.
AKP'nin derdi anayasa değişikliği değil ki. Maksat kutuplaşmayı sıkılaştırıp, yolsuzlukları, sorunları unutturmak, taraftarları zinde tutmak... Şimdiye kadar başarılı olmadı mı?
Haftanın Fıkrası
İKİNCİ Dünya Savaşı sırasında bir İngiliz, Nazilere esir düşer, fakat İngiliz'in bir bacağı ve iki kolu kangren olmuştur. Naziler ilk önce bacağı keserler ve İngiliz, bu bacağı anavatanı olan İngiltere'ye atmalarını ister. Naziler da İngiliz'in isteğini yerine getirir. Sonra İngiliz'in kolu kesilir, İngiliz yine aynı dilekte bulunur ve Naziler de yerine getirir. Bu sefer de Almanlar öteki kolu keserler. İngiliz her zamanki gibi Nazilerden kolu anavatanına atmalarını ister, fakat Naziler" olmaz!" derler, "Sen galiba taksit taksit kaçmaya çalışıyorsun!"
...
ŞÜPHECİLİKTE Nazileri de aşan bir toplum olduk...


BÜLENT KUŞOĞLU

Resim


İktidarın yüksek eserleri!


Yokluğu, yoksulluğu, işsizliği, talanı, yalanı, ihaneti zaten biliyoruz. Bir ülkenin hükümetinin 8 yıllık sicili bu olunca, ortaya iyi şeylerin çıkması eşyanın tabiatına aykırıdır. Çürüme artık her yanı sarmış ve çok acı, çok tehlikeli sonuçlar vermeye başlamıştır. Türk toplumunu ayakta tutan en önemli özellik olan ahlak ve ortak ruh derin çatlaklar veriyor. Siirt'te ortaya çıkan ve benzerlerinin diğer illerde de yaşandığı anlaşılan iğrençlikler de, İzmir'deki seri katliam da, artan fuhuş ve beyaz zehir olayları da hep bunun sonucudur. Yaz aylarıyla birlikte artan şehit cenazeleri karşısında milletin sabrının taşma noktasına gelmesi ve buna bağlı olarak yaşanan yumruklama olayları da yine bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bu zihniyet, bu icraat, bu yaklaşım, bu iktidar artık bu milletin, bu ülkenin en büyük sorunu, en büyük yüküdür. Böyle devam ettikçe çok daha acı, çok daha kötü ve çok daha zalim gelişmelere şahit olacağımız kesindir. Zira, başta başbakan olmak üzere hükümetin olaylara yaklaşımı ümitsizliğimizi daha da arttırıyor. Yaptıkları değerlendirmelerde hala topu başka yerlere atmaya, suçlu aramaya ve kendilerini bütün bunların dışında tutmaya çalışıyorlar.

Siirt'te bunlar oluyorsa

Siirt gibi bir yerde insanın kanını donduran vahşi tecavüzlerin yaşanmış olması çürümüşlüğün nerelere kadar indiğinin belgesidir. Pervari Belediye Başkanının söylediği bir yönüyle doğrudur. Siirt, gerçekten de küçük bir yerdir. Herkes birbirini bilir ve tanır. Çok daha önemlisi, örfün, törenin, ahlakın ve manevi değerlerin zirvede olduğu bir ilimizdir. Böyle bir ilde bu ahlaksızlıklar, bu iğrençlikler yaşanıyorsa, varın gerisini siz hesap edin. Nitekim, Edirne'de ve Manisa'da ortaya çıkan rezillikler de Siirt'te yaşanandan aşağı değildir. Ancak, Belediye Başkanın tıpkı Milli Eğitim Bakanı gibi, tıpkı Başbakan gibi olayı örtbas etmeye çalışmasının, başka suçlular aramaya çalışmasını anlamak da, kabul etmek de mümkün değil. Kimi kandırmaya çalışıyorsunuz? Gizlemeye, yok saymaya, görmezden gelmeye çalıştığınız şey, ülkeyi ve toplumu ne hallere getirdiğiniz, hangi yıkımlara sebep olduğunuzdur.

Milli Eğitim Bakanının tutarsızlığı

Sorumluluğu, işgal ettiğiniz makamların gereğini bir kenara bıraktık. Eğer zerre kadar vicdan olsaydı, Türkiye'nin Milli Eğitim Bakanı hem de bir bayan ve bir anne olarak, suçu medyaya atarak işin içinden sıyrılmaya çalışır mıydı? MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural'ın ayakkabı boyatmasını siyasi şova dönüştürüp, prim yapmaya çalışan Sayın Milli Eğitim Bakanı, ahlaksızlığın bu seviyelere ulaşmasında 8 yıllık iktidarınızın payının ne olduğunu hiç düşündünüz mü? Milleti kandırmaya sıra geldi mi din, ahlak sizin tekelinizde oluyor da, bu yaşananlara uzaylılar mı yol açıyor? Bu iğrençliklerden sonra rahat uyuyabiliyor musunuz? Sayın Başbakanın olaya yaklaşımında şaşılacak fazla bir şey görmüyoruz. Zira, artık bu tür çarpıtmalara, bu tür sıyrılmalara, bu tür kandırmalara o kadar çok alıştık ki, bize sıradan geliyor.

Ümitsiz ve amaçsız milyonlar

Yazının girişinde de belirttik. 8 yıllık AKP iktidarı ile vardığımız yer sadece yıkım, teslimiyet, ayrışma, gerginlik, talan, soygun, vurgun olmamıştır. İzmir'de vahim şekilde örneğine şahit olduğumuz gibi insanların birkaç kuruş için seri katliamlar yapacak durumlara gelmesi de, her gün bir yenisine şahit olduğumuz insanını kanını donduran toplumsal cinnet halleri de bu iktidarın yüksek eseridir. Ümitsiz ve amaçsız bir ruh halinin göze alamayacağı kötülük yoktur. Böyle birini durdurabilecek tek şey imanı, inancı, ülke ve millet sevgisi, aile birliği olabilir. AKP ile bu değerler de hızla deforme edilip, değersizleştirdiği için insanları durduracak bir fren sistemi kalmıyor. Manisa'da, Edirne'de, Siirt'te ortaya çıkan rezaletler de, daha önce başka yerlerde gördüğümüz, son olarak İzmir'de yaşanan cinayetler de işte bu ruh halinin acı sonucudur AKP ile geçen 8 yılın eseridir.

Barzani tiyatrosu

Defalarca sorduğum bir soruyu bir defa daha soruyorum. Ey AKP yanaşmaları, ey işbirlikçiler; Eğer zerre kadar vicdan ve ahlakınız varsa cevap verin: Bana bir tek şey gösterin ki bu iktidarın bu milletin faydasına yaptığı, bu ülkenin gelişmesine, yükselmesine yaradığı bir icraat olsun. İkinci bir şeyi sormuyorum. İstisna da olsa tek bir örnek istiyorum. İçi boş övünmeleri, yandaşlara sağlanan yüksek imkanları, devlet işleyişinin doğal sonucu olan gelişmeleri söyleyecekseniz, sadece gülerim. Çünkü yüzsüzlüğünüzü, pişkinliğinizi bir defa daha göstermiş olursunuz. Ben şunu soruyorum; Bu ülkenin belli başlı sorunları var. Mesela terör ve bölücülük. Türkiye'nin bu konularda AKP'nin iş başına geldiği noktadan daha iyi durumda olduğunu söyleyebilir misiniz? Bölücü ve hainlere 8 yıldır verilen tavizlerin, adına açılım denilen yıkım projesinin bedeli daha dün toprağa verdiğimiz 2 şehit değil midir? "Önceden de şehit veriyorduk" gibi bir yalanın arkasına saklanabilirsiniz. AKP iktidar olduğunda bu ülkede kan durmuştu ve artık şehit cenazeleri taşınmıyordu. İkincisi ve belki de en önemlisi bu ülkenin hiçbir yerinde bölücü hainler fiili durum oluşturup, bölünme provaları yapmıyordu. İsrail'e kafa tutup şov yapıyorsunuz, Yahudi dönmesi ve hainlerin hamisi Barzani'yi kırmızı halılarla karşılıyorsunuz. Bu tiyatro değil de nedir?

Hadi cevap verin

Bir daha soruyorum. Ekonomide, dış politikada, sağlık da, eğitim de, aklınıza neresi geliyorsa orada, dünden daha iyi olan bir tek şey gösterin. Gösteremezsiniz. Devletin resmi rakamları Cumhuriyet tarihinin olumsuz anlamda bütün rekorlarını bu hükümetin kırdığını söylüyor. Sadece Türkiye rekorları ile yetinmeyip işsizlikte, borçlanmada, benzin ve et fiyatlarında olduğu gibi pahalılıkta dünya rekorları da kırıldı. AKP sayesinde her doğan çocuk gözünü dünyaya 10 bin dolar borçla açıyor. Dış politikada ne hallere düştüğümüzü ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Ermeni iftiralarının kat ettiği mesafeyle mi cevap vereceksiniz, AB ve ABD teslimiyetlerine mi? Davos tiyatrosu ile mi övüneceksiniz, Obama'nın Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne gelip talimatlar yağdırmasıyla mı? Nereye dönseniz rezalet, ne yana baksanız karanlık. Bu hükümet Türkiye Cumhuriyeti'ni tarihinin en büyük karanlığına mahkum etmiştir. Ancak, şunu çok iyi biliyoruz. Karanlığın en zifiri olduğu saat, sabahın en yakın olduğu saattir. Sizi, malum akıbetinizden kurtulmak için 12 Eylül'ün arkasına saklanarak Meclis'ten geçirmeye çalıştığınız Anayasa da kurtaramayacaktır. Bu ülkeyi bu hallere düşürenlerden sandıkta ve yüce Türk mahkemeleri önünde hesap sormak, vatanını milletini seven herkesin namus borcudur.



ORHAN KARAKAŞ





Resim
Ercan Akyol çiziyor


Bu Gidişle 12 Eylül Anayasası Çoook Aranır- Tarih ve İktidar Grubu - CHP ve MHP...


Siyasi iktidar anayasa değişikliği paketinde "tek başına" istediğini yapmıştır. Şimdi sıra ikinci tur oylamasına gelmiştir. Arada zaman vardır.

AKP Grubu'ndaki milletvekilleri bu arada zaman içinde çok iyi düşünmek mecburiyetindedirler.

Çünkü, tarihin hafızası kuvvetlidir. Önümüzdeki zaman içinde "yaşanacak siyasi olayların ardından" tarih o kuvvetli hafızası ile soracaktır: "...Neden bu siyasi hataları yaptınız...?" diyecktir.

1- MAKSAT 12 EYLÜL MÜ?...

1957 yılından buyana aralıksız olarak bütün siyasi olayları bütün kulisleri, arka planları ile yaşayıp gelenlerdeniz. Çok önde gelen siyasetçilerden "...Keşke onu yapmasaydık..." pişmanlıklarını duyup yazmışımdır.

1. turun son günü 12 Eylül'e yargı yolunu açan anayasa değişikliği AKP Grubu oyları ile sağlanmıştır.

Maksat acaba bu mudur? Yoksa parlak nutuksal hitaplarla 1- TSK üzerinden siyaset yapmak, 2- Bazı çevrelere istedikleri mesajları vermek midir? Her ikisi de geçerlidir. Bu da yeni bir tarihsel hata olmuştur.

2- YAŞ VE TSK'NE SIZMA...

"Yargısız infazcıların" tam bir orkestra halinde TSK'ne karşı başlattıkları "asimetrik psikolojik harekâtlar" devam ederken Yüksek Askeri Şura kararlarının yargıya açılması yıllardır bunu bekleyen meselâ "Okyanus ötesini" çoook memnun etmiştir. Tabii onun yanında öteki siyasallaşış kimi tarikatların da önlerinde engel kalmamıştır. TSK'nin disiplinini sarsacak "bu anayasal açılım" önemlinin de ötesinde tarihi bir hata olmuştur.

Tarihin hafızası yarınlarda "siyaseten" "...bunu neden yaptınız..." diye sorduğunda o hataların sahipleri buna cevap vermeyeceklerdir. Ya da vermek istedikleri cevaplar "...hadi canım sen de..." ile karşılaşacaktır.

3- OTORİTER REJİM VE 12 EYLÜL...

Siyasi iktidar sözcüleri ve bazı AKP milletvekilleri 12 Eylül üzerine parlak cümlelerle şiddetli eleştirmenler yaparken, acaba, anayasa değişikliği paketi ile tarihsel hatalar içinde "vesayetçi ve otoriter bir rejime doğru" adımlar atıldığını bazıları anlayabilmişler midir? Yoksa tarihi bir hatalar siyasetine "herşeye rağmen" katılmışlar mıdır?

Anayasa paketinin getirdiklerini düşünmeleri için bir kaç saatlik zamanları vardır.

4- SİYAH ELBİSE - KARA GÖMLEK...

Geçenlerde de sözünü etmiştim. Bir tesadüf bir yerde, siyah elbise giymiş, kara gömlek, siyah gravatlı bazı tiplere rastlamıştım. Göğüslerinde de Türk Bayrağı rozeti vardı.

Türk Bayrağı rozetini hepimiz takarız. O ayrıdır. Ama o siyah elbiseli, kara gömleklilere "...Bu kıyafet dikkatimi çekti, nedir?..." diye sorduğumda aldığım cevap şöyle olmuştur:

"...Dolaylı olarak başbakanlıkla temaslarımız oluyor. Bu başbakanlık kıyafeti..." cevabını almıştım. Tam bir "üniformsal kıyafet." Başbakan Erdoğan'ın acaba bundan haberi var mıdır?

5- 12 EYLÜL DERKEN...

Bir slogan tutturulmuştur: "...12 Eylül anayasası..." O anayasa yapılırken aziz dostum, patronum Kemal Ilıcak'ın zamanın Tercüman Gazetesi'nde söyleşiler, açık oturumlar da yapıyordum. Tercüman'ın parlak zamanıydı. Güneri Cıvaoğlu Genel Yayın Yönetmeni idi.

12 Eylül Anayasası Komisyonu sözcüsü Prof. Şener Akyol sınıf arkadaşımdır. 12 Eylül Anayasası'nın çoğu maddeleri Batı Avrupa anayasalarından alınmıştır. Hatalı yanları olabilir. Ama, işte "12 Eylül anayasası sloganı" ortaya atılmıştır. İddiaya göre bazı maddeleri demokratik değilmiş.

6- YA ŞİMDİKİ NEDİR?...

Siyasi iktidarın tarihsel hatalı "anayasa değişikliği paketi" güya demokratikleşme getirecektir. Oysa, demokratikleşme derken, tarihsel bir hata ile, anayasal kurumlar üzerinde tam bir siyasi iktidar vesayeti getirmektedir.

Bunca yıllık meslek hayatımın verdiği tecrübelere dayanarak iddia ile yazıyorum ki, görülecektir: 12 Eylül Anayasası çoook aranacaktır. Siyasi iktidarın tarihsel hatalı anayasa değişikliklerini uygulaması zamanında bakın "neler" olacaktır... Ama iş işten de geçmiştir o zaman. Tabii sorumlusu siyasi iktidar grubu olacaktır.

Bu itibarla AKP milletvekilleri çok iyi düşünmelidirler.

7- ÖZAL VE BİR BATIRMA...

1957 yılında başladığım gazetecilik mesleğimde şunu gördüm: Bir siyasi iktidar durmadan milli irade der ve durmadan demokratikleşme demeye başlamış ise ardından mutlaka başka şeyler de gelmeye başlamıştır. Meselâ şimdi de çok övülen Özal zamanı.

Özal başbakandı. Başbakan olmadan önce halâ belge olan bir söyleşimiz olmuştu. Sonra Başbakan oldu. Tercüman'a gelmişti. Dostum Kemal Ilıcak'ın yan odasında üçümüz yemek yiyorduk. Özal, Kemal Ilıcak'a sordu: "...Demirelden mi yanasın, benden mi yanasın?..."

Aziz dostum Ilıcak'ın cevabı şöyle oldu: "...Ben kimseyi satmadım, Süleyman Bey'i de sana satmam..." Özal yemeği yarım bırakıp gitmişti. Ve dostum Ilıcak'ın batışı başlamıştı.

E hani Özal demokrattı?

8- TARİHSEL SORUMLULUK...

Siyasi iktidarın tarihsel hatalı anayasa değişikliğine CHP ve MHP, CHP Lideri Baykal, MHP Lideri Bahçeli "tarihsel sorumlulukla" karşı çıkmışlardır. Bu karşı çıkışlar aynı zamanda bir "iktidar vesayetine" karşı duruş olmuştur.

Benim düşünceme göre, CHP Lideri Baykal'ın Anayasa Mahkemesi'ne gidecelerini açıklaması "demokratik bir haktır". Zaten Anayasa Mahkemesi neden vardır ki?

Ancak, bu anayasa değişiklikleri uygulamaya konulur ise o zaman siyasi iktidarın tarihsel hata ile gerçekleştirmiş olacağı değişikliklerle "Vesayet altında bir Anayasa Mahkemesi" yapısı görülecektir.

9- İKTİDAR GRUBU...

Bunca yıllık meslek hayatımda öyle siyasetçilerle beraber olmuşumdur ki, "...Keşke şunu, şunları yapmasaydık..." demişlerdir.

O konuşmaların notları halâ arşivimdedir. Siyasi iktidar grubu milletvekilleri ya da siyasi iktidarın başındakilerin bir defa daha düşünmelerinde sayısız faydalar vardır. Çoook siyasetçiler geldiler ve gittiler... Düşünmek zamanıdır.



TAYLAN SORGUN
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

ÖncekiSonraki

Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 13 konuk

cron

x