Bunları Unutma Türkiye...ATATÜRK'ü iyi anlamak; sadece onun şahsına yönelik övücü konuşmalar yapmak, sözlü olarak takdir etmekle değil, kendisinin milletinden ne istediğini anlamaktır, eserlerine sahip çıkmaktır.
Türk Milleti ise 8 yıldır aldatılıyor.
Onların deyimiyle yapılanlar, satılanlar ''hap...''
Ancak Türk Milleti bu hapı yutmayacaktır...
Türk halkı sadece mağduriyete oy veriyor.
Ama geleceğimiz ipotek altına alınırken kimin mağdur olduğu artık ''Ak-pak'' ortada...
''Türkiye'yi pazarlayanlar''ı ve ''Babalar gibi satanlar''ı unutmayın ve bunları okuduktan sonra bir kez daha düşünün:
SİZ NEREDEYDİNİZ?
ATATÜRK, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş :
- Bu köşk kimin?
- Kirkor'un...
- Ya şu koca bina?
- Yorgo'nun
- Ya şu?
- Salamon'un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş ''Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz?''
Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur: ''Biz mi nerede idik? Biz Yemen'de, Tuna boylarında, Balkanlar'da, Arnavutluk dağlarında, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savaşıyorduk Paşam...''
Atatürk bu hatırasını naklederken ''Hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur'' der.
TÜRKİYE'DEN MANZARALAR...
ATATÜRK, şimdi Türkiye'yi gezmeye kalksa ve aynı soruları sorsa ne cevap alır?
-Bu gemi kimin?
-Erdoğan'ın oğlunun...
-Bu fabrika kimin?
-Unakıtan'ın oğlunun...
-Bu mısır ticarethanesi kimin?
-Gül'ün oğlunun...
-Bu villalar kimin?
-Başbakan Erdoğan'ın...
SATIN EFENDİLER SATIN...
SİNİRLENEN Atatürk sorar: Bunlar hiç değilse Türk. Yabancılara satılanları anlat:
-Türk Telekom, Araplar'a...
- Telsim İngilizler'e...
- Kuşadası Limanı İsrailliler'e...
- İzmir Limanı Hong Kong'a...
- Araç muayene işi Almanlar'a...
- Başak Sigorta Fransızlar'a...
- Adabank Kuveytliler'e...
- Tekel'in rakı bölümü Amerikalılar'a...
- Finansbank Yunanlılar'a...
- Oyakbank Hollandalılar'a...
- Denizbank Belçikalılar'a...
- Türkiye Finans Kuveytliler'e...
-Dışbank Hollandalılar'a...
- Şekerbank'ın yarısı Kazaklar'a..
- Turkcell'in yarısı Fin ve Ruslar'a...
- Enerjisa'nın yarısı Avusturyalılar'a...
-Limanların çoğu sizin denize döktüklerinize...
HESABI SORULUR...
AKP, '80 yıldır yapılamayanları biz yapıyoruz' şeklinde söylemlerde bulunup, tamamen kendisiyle çelişen partidir.
Zira, 80 yıldır yapılamayanı değil, 80 yıldır yapılan herşeyi 8 yılda-ki yarıdan fazlasını yabancı şirketlere- satıp, ''Ekonomi düzeldi... Kişi başına düşen milli gelir arttı'' sözleriyle, halkı kandırmayı çok iyi biliyor.
Artık rahat, huzurlu yaşıyoruz(!...)
Devletin elinde 2-3 liman daha kaldı.
Allah'ın izniyle onları da yakında elimizden çıkarırsak, bizden iyisi yok.
Madem satılacaktı; dedelerimiz ''Bir karış toprak vermeyelim gavurlara'' diye neden siper oldular toplara- tüfeklere...
Devletin zarar eden ya da kağıt üstünde ediyormuş gibiye zorlanan kurumlarını satarak çözüm üretemezsiniz. 100 liralık bir malı, ''zarar ediyordu'' gerekçesiyle 1 liraya satarsan-ki bu kamu malıysa bunun adı ''özelleştirme'' ya da ''elden çıkarma'' değil- ''peşkeş''tir.
PETKİM zarar eden bir kuruluş muydu? TÜPRAŞ zarar mı ediyordu?
Tekel, Mersin Limanı, İskenderun Limanı, Çeşme Limanı, İskenderun Demir-Çelik Fabrikası, Şeker fabrikaları....
Saymaya kalksak bu sayfa yetmez.
Bugün, çoğu yabancının elindeki bankalara kredi, kredi kartı, ev kredisi, taşıt kredisi bilmem ne kredisi borcu olmayan bir tane adam kalmadı memlekette.
Haa kaldı kaldı da, onlar da 'kalkınma' partimizin kalkınan elleri, ya da akrabaları, ya da cemaatten olanlar...
Halkın gözünün içine baka baka devlet hazinelerini yağmalayan kırk haremiler, gözleri doymaz para tacirleri, halkın cebinden aldığı vergilerle doymayıp, binbir demagoji, ajitasyonla yardım için toplanan paraları da gömmüşlerdir mezarlarına.
Yiyin efendiler, satın efendiler... Ama ilahi adalet bunun hesabını da sorar mutlaka, bu dünyada olmasa da, diğer tarafta...
Tarık Tavadoğlu Bu borçların hesabını kim verecek?AKP iktidarı Cumhuriyet tarihinin ülke ekonomisini en ağır borç yüküne sokan iktidarı oldu maalesef.
Bir yandan yıllarca, gereksiz yere yüksek reel faizler ödendi ve ölçüsüz kontrolsüz borçlanma yapıldı.
Öte yandan 2005 yılında IMF’den hiç gereği yokken 10 milyar dolar borç alındı.
Bu arada T. Telekom’dan, Petkim’e, Tüpraş’tan, Erdemir’e kar eden, tekel niteliğindeki kuruluşlar özelleştirmenin prensiplerine aykırı olarak haraç – mezat satıldı.
Milyarlarca liralık borçlanma ve satışların sonucunda ülkede elde tutulur, gözle görülür ne bir sanayi tesisi, ne bir fabrika, ne bir baraj ya da köprü yapılabildi.
Üstelik işsizlik Cumhuriyet tarihinde görülmeyecek boyutlara tırmandı.
Böyle bir ekonomik performansa kimse başarılı diyemeyeceği için de, Türkiye, suni gündemlerle oyalandı. Göz boyamacılık yapılarak , hayali senaryolarla “darbe olacak(tı)” propagandalarıyla milletin bu sorunları gözlerden kaçırılmaya çalışıldı.
Ben verilerle, rakamlarla, yazı ve görüşlerimi desteklemeyi severim.
Aşağıda 2002 yılsonundan 2009 yılsonuna kadar geçen 7 yıl süresinde Türkiye’nin toplam iç ve dış (kamu ve özel) borçlarının dökümünü veriyorum;
Yıl 2002 İç borç stoğu (TL) 149.8
Dış borç stoğu (TL) 211.7
Toplam (TL) 361.5 (221 milyar dolar)2003
İç borç stoğu (TL) 194.3
Dış borç stoğu (TL) 201.2
Toplam (TL)395.5
2004
İç borç stoğu (TL)224.4
Dış borç stoğu (TL)216.1
Toplam (TL)440.5
2005
İç borç stoğu (TL)244.7
Dış borç stoğu (TL)227.8
Toplam (TL)472.5
2006
İç borç stoğu (TL)251.4
Dış borç stoğu (TL)291.8
Toplam (TL)543.8
2007
İç borç stoğu (TL)255.3
Dış borç stoğu (TL)290.5
Toplam (TL)545.8
2008
İç borç stoğu (TL)274.8
Dış borç stoğu(TL)420.9
Toplam (TL)695.7
2009İç borç stoğu (TL)330.0
Dış borç stoğu (TL)(III.) 405.3
Toplam (TL)735.3 (497 milyar dolar)3 Kasım 2002 tarihinde yapılan ve DEHAP’ın hilesi ile demokrasi tarihinin en ayıplı seçimi ile haksız yere – tek başına iktidar olan AKP, borçları 7 senede hem TL bazında, hem de dolar bazında %100 artmış.
Acı olan Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılından 2002 seçimlerine kadar kabaca 221 milyar dolar olan borçlanmanın, AKP iktidarı döneminde dolar bazında %125 oranında artmış olmasıdır.
Gelecek kuşakları 7 yıl içinde, Cumhuriyet tarihinde 79 yılında yapılandan daha fazla borçlandıran AKP iktidarı bu paralarla ne yaptı?
IMF’den alınan 10 milyar dolar nereye gitti?
Özelleştirmenin temel ilkelerine aykırı olarak, varlık satışı yapılarak, karlı kuruluşların blok olarak satılmasından sağlanan paralarla ne yapıldı?
İşsize iş mi, bulundu, yatırım mı yapıldı, fabrika mı açıldı, baraj mı yapıldı?
Nerede bu paralar, ne oldu? Faizi ile birlikte bu borçları ödeyecek milletin Anayasa değişikliği ile karnını mı doyuracaksınız?
Bu sorulara makul ve mantıklı cevaplar bulamıyorum, sabırla seçim sandığını bekliyorum!
UFUK SÖYLEMEZUSA’ Osmanlısı!Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun ilk adımının atıldığı 23 Nisan 1920’den tam 90 yıl sonra, nitelik değiştiriyor; USA Osmanlısı oluyor.
Önce İngilizce başlık için bağışlayın. Ancak ülke siyasetinin gidişi bu nitelendirmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Başbakan Erdoğan, geçen hafta USA ya da ABD demokrasisine övgüler düzdükten sonra, ülkemizin de başkanlık sistemine geçebileceğini öne sürdü. Siyasetin anayasa değişiklikleriyle uğraştığı günlerde, başkanlık açılımı önemli bir gündem oluşturuyor. Aslında, yargı bağımsızlığını tamamıyla ortadan kaldırmakta olan anayasa değişiklikleri, daha sonra yapılacak, yine Başbakan’ın deyimiyle kapsamlı anayasa değişikliği ile tamamlanacak ve toplum başkanlık sistemine kavuşacaktır!
Başkanlık sistemine geçiş önermesi yeni değil; son 30 yıl boyunca devamlı olarak siyasal tartışmaların konusu oluyor. Ancak bu kez konu öncekilere göre düşünce, kadrolaşma ve kurumlaşma altyapısı oluşmuş bir biçimde gündeme getiriliyor. Bu nedenle de doğru ve gerçekçi bir biçimde değerlendirilmesi gerekiyor.
***
İlke olarak bir ülkenin yasal, kurumsal ve toplumsal gelişmelerinin ürünü olan siyasal yapıların bir başka topluma uyarlanması ya da aşılanması hiçbir zaman çıkış yerindeki sonucu vermiyor. USA örneği özelinde bu genel ilke çok daha büyük bir geçerlilik kazanıyor.
ABD, kıtanın keşfinden yaklaşık 200 yüzyıl sonra kurulmuştur. USA Anayasası 1787 tarihlidir; sonrasında da çoğu hak veözgürlüklerin genişletilmesi amacıyla olmak üzere bugüne dek yalnızca 23 kez değiştirilmiştir.
USA siyasal yapısı kurumlara ve bunların işleyişiyle ilgili kurallara bağlanmış denetim ve dengelere dayanır. USA siyaset sisteminin güçlü kurumu Senato’dur ve her eyalet Senato’da iki üyeyle temsil edilir. Bu olgu, özellikle kaynak kullanımlarında ya da bütçe ödeneklerinde eyaletlerin federal yapı içindeeşitliğini sağlar. Parlamentonun ikinci kanadı olan Temsilciler Meclisi’nin üyeleri her iki yılda bir; eyaletlerin nüfusuna göre ve dar bölge yöntemiyle seçilir. Çok daha önemlisi, ne Senato ne de Temsilciler Meclisi adaylarını siyasi partilerin genel başkanları saptamaz; böyle bir şey kimsenin aklına gelmez; gelemez. Her bir senatör ve meclis üyesi yalnızca, evet yalnızca seçmenine karşı sorumludur.
Her eyaletin yasama organı vardır; her eyalet kendi eğitim düzenini oluşturur ve polis gücünü kurar; valiler seçimle işbaşına gelir.
USA kapitalist üretim biçiminin kendine özgü ürünüdür; kapitalizmin geçirdiği tüm evrimleri özümseyen, içselleştiren ve daha da önemlisi kendisi üreten bir devlettir.
Türkiye bağlamında üç nokta tartışılmalıdır.
Birincisi, bizimkiler USA derken aslında Osmanlı’yı esas aldıklarını saklamıyor. İktidarlarında Cumhuriyetin kuruluş değerlerini devamlı aşındırıyor ve Osmanlı özlemlerini İslam ağırlıklı bir anlayışa oturtuyorlar.
Oysa Osmanlı kapitalizm öncesinin kendine özgü bir devlet düzenidir. Ayrıca Osmanlı’nın İslamcı özelliği de AKP “düşünürleri”tarafından bu topluma dayatıldığı kadar ağırlıklı değildir.
İkincisi, AKP ile ilgili eleştiri ve değerlendirmeler kişiye ya da birkaç kişiye bağlanıyor. Büyük bir yanlış yapılıyor. Çünkü AKP, ülkenin İslamcılaşmasının siyasal hareketidir. Konumları ne olursa olsun, kişiler bu hareketin içinde kendilerine biçilen işlevi yerine getirir; gerekirse geri çekilir, yerini bir başkasına bırakır; A gider, B gelir. Başbakan’ın başkanlık sistemi isteğine onun bireysel özlemleri gözlüğünden bakmak yanıltıcıdır. Başkanlık sistemi isteği, çok daha önemli olarak ve asıl İslamcı siyasi hareketin -ve doğal olarak toplumun- geleceği açısından değerlendirilirse çok daha doğru olur.
Üçüncüsü, günümüzde bir siyasal yapıyı almak ve Türkiye gibi bir yapıya uyarlamak, yeni bir cep telefonu satın almaya benzemez. Tarihsel, toplumsal, ekonomik ve kurumsal yapıların yenilenmesi kendi iç dinamikleri ve devingenlikleriyle olduğunda sağlıklı sonuçlar verebilir. Bu nedenle tamamıyla farklı iklimlerde oluşan bir siyasal yapıyı Türkiye’ye yerleştirme düşüncesinin kendisi sorunludur.
Sonuç olarak, bu ikiliyi, yani USA ile Osmanlı’yı eklemleme ve Cumhuriyet’in temeli olan 23 Nisan’ın 90. yılında bu toplumun önüne koyma, akla gelebilecek, olabilecek ve onaylanabilecek bir ilkellik değildir! Ama, oluyor!
Ülkeyi bu noktaya taşıyan siyaseti, bütünüyle, yani iktidarı ve muhalefetiyle kutlamak gerekiyor. Zaten onlar da kutluyor!
YAKUP KEPENEK / Cumhuriyet[img]http://www.haber1919.com/wp-content/uploads/2010/04/yes-sir-300x150.jpg[/img]
İlk hedef: milli meclis, milli hükümet ve milli ordu..Milli egemenliğin olmadığı yerde; ne milli irade olur, ne milli ordu;
ne milli ekonomi, ne de milli hükümet..
Şu duruma bakın hele: milli iradeyi temsil ettiğini söyleyen kişi Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı..
Ordusu NATO’ya bağlanmış, ekonomisi yabancıların eline geçmiş, yeraltı ve yer üstü zenginlikleri talan edilmiş; çıkılacak bir limanı dahi kalmamış bu ülkenin egemenliğinin milli olduğunu söyleyebilir misiniz?.
Utanıp sıkılmadan hem bu emperyal projelerde görev aldığınızı övünerek söyleyeceksiniz, hem de milli irade sözünü ağzınızdan düşürmeyeceksiniz..
Milli egemenlik ve milli irade, emperyalizmi ve işbirlikçilerini yenerek ortaya çıktı, onların projelerinde görev alarak değil..
“bize eşbaşkanlık görevi verildi, bu görevi yapıyoruz” diyen kişinin başkanı olduğu hükümete milli diyebilir misiniz?..
ABD’nin çıkarlarına hizmet eden NATO’nun komutanlarıyla, yine aynı merkezin emrinde olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı arasındaki paslaşmalardan
daha doğal ne olabilir?..
Milli egemenliğin kalmadığı yerde: anayasa değişikliğiyle önce ABD’nin parçalama ve sömürgeleştirme planı olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin zorbalık rejimini kuracaklar, sonra arkası gelmez tertiplerle Türkiye’yi Silivri’ye çevirmek
isteyecekler; güçleri yeterse..
Daha sonra başkanlık sistemi; öyle mi?..
Unutmadan söylemeliyiz: yürütmenin emrine girmiş yargı vicdansız adam gibidir,
her türlü pislik beklenir.
İleri demokrasi yalanını kırbaçlayarak ulaşmak istedikleri menzil: Türkiye’nin padişahı olmak, BOP’un sömürge valisi ..
Silivri ve Hasdal zindanlarında yapılan zulüm aklımızdan hiç çıkmıyor.
Zor bir durum; hukuk içinde kalınarak hukuksuzlukla savaşmak zor;
acaba onların yolunda mı yürümeliyiz?..
Sözün özü: milli egemenlik olmadan; milli irade, milli ordu ve milli ekonomi
hepsi yalan, hepsi palavra.
İş başa düştü; kapıyı çarpıp, çekip gidecek başka yerimiz yok.
Çözüm: Atatürk, milli egemenliği nasıl sağlamışsa, öyle; anlaştık mı?..
Milli meclis, milli hükümet ve milli ordu..
Hilmi KayıhanUyuyan ve uyutan AnayasaAnayasa bir ülkenin hukuksal omurgasıdır.
Tüm yasaların anayasaya uygun olma zorunluluğu vardır.
Bu duruma göre anayasa hazırlamak, maddelerini değiştirmek önemli ve ciddi bir iştir.
Son anayasa değişikliğinde bu önem ve ciddiyet dikkate alındı mı?
Gündüzler çuvala girdiği için geceleri tartışılan anayasa maddeleri uyuklayan milletvekilleri tarafından kabul ediliyor.
330 üzerinde oy alıyor.
550 oy alsa kaç yazar.
Uykuda, insan iradesi ve aklı en aza iner.
Uyurken “tüzük” veya “yönetmelik” bile tartışılmaz.
TBMM meclisinde anayasa tartışılıp kabul ediliyor.
Devrim yapmış, rejim değiştirmiş, son Türk devletini kurmuş TBMM hiç bu kadar hafife alınmamıştı.
Muhalefet partileri Anayasa Mahkemesine gideceklerdir.
Cumhuriyet Baş Savcılığı da meclisi hafife alanlar hakkında TBMM’nin manevi ve maddi kişiliğine hakaretten dava açmalıdır.
Son değişiklik Türk milletine de hakarettir.
Milletle açıktan dalga geçmektir.
Milleti yok saymaktır.
12 Eylül cuntacı zebanilerinin yaptıklarından farksızdır.
Onlar da kendilerini milletin üzerinde görmüşlerdi.
Milleti aşağılamışlardı.
Cuntacı başı, “Anayasadaki hürriyetler millete bol geliyor” diyerek, toplumun özgürlüğünü boğazlayacak bir anayasa hazırlatmıştı.
Bu iktidar da milletin canına okumadan önce gerekli alt yapıyı hazırlıyor.
Yürütmenin başı, meclisteki çoğunluğundan dolayı “yasamanın” da başı durumundaydı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli sayılan kuvvetler ayrılığına son darbe vuruluyor.
Yürütme ve yasama kendisine az geldiği için “yargının” da başı olmaya hazırlanıyor.
Almanya’da Hitler,
İtalya’da Mussolini,
İspanya’da Franko,
Portekiz’de Salazar,
Bu yollardan geçerek diktatör oldular.
Anayasa, bir partinin çoğunluktan aldığı güçle hazırlanarak millete dayatılamaz.
Değiştirilecek maddelerde AK Parti’nin ne kadar görüş bildirme hakkı varsa DYP’nin, ÖDP’nin, SP’nin, TKP’nin de o kadar hakkı vardır.
Nedir ki iktidar, mecliste temsil edilen CHP, MHP, DSP’nin görüşlerini bile elinin tersiyle itiyor.
BDP’yi bunların arasına koymuyorum çünkü onlar bu ülkenin bayrağına bile tahammül edemiyorlar.
Hiç kimse içinden çıkamayacağı kadar derin çukur kazmamalıdır.
AK Parti sonsuza kadar iktidarda kalacağını sanıyor.
ANAP da öyle sanmıştı.
Cuntacıların koyduğu seçim barajına takılarak tarihin çöplüğüne atılıverdi.
Anayasa değişikliği demokrasinin yerleşmesi ve hukukun üstünlüğünü sağlamak için yapılırsa sağlıklı olur.
Kendileri için anayasa değiştirenlerin, yarın değiştirdikleri o maddelerden şikayet hakları yoktur.
Hani derler ya : Keser döner sap döner, bir gün de hesap döner……
Orhan SELENSınır tanımayan Ermeniler“ABD soykırım diyecek mi demeyecek mi?” derken “büyük felaket” dedi Sayın Obama, aman ne iyi dedi diye herkes adeta bayram ediyor; yanlı, cepçi besleme basın bu başarıyı(!) Sayın Erdoğan’ın siyasi dehasına mal ediyor, hem ne başarı!
Ağlanacak halimiz var, ağlayanımız yok. Hani bir türkü var ”derdim çoktur hangisine yanayım” o kadar çok derdimiz var ki aklımız olmadığından bu dertlere yanmıyoruz.
Bir başbakan düşünün ki; ülkesi soykırımla suçlanıyor suçlayan ülkenin başkanı gelip kendi meclisimizde gözümüzün içine bakarak “yaptınız bunu, tarihinizle yüzleşin” diyor, devletin başı bu konuşmayı alkışlıyor, vekiller alkışlıyor; o da yetmiyor bu suçlamayı meclislerinde onaylıyor ve suçlamayı tekrarlıyor ancak soykırım demiyor da “büyük felaket” diyor, bu duruma seviniyor teşekkür ediyor.
Yani terbiyesizin biri “ananı–avratını seveyim” diyor. Bu küfrün muhatabı kişi bunu iyiye yoruyor, teşekkür ediyor, hiç olacak şey mi?
24 Nisan günü ülkemizde yaşayan Ermeni vatandaşların bir kısmı yürüyüşler yaptılar, Haydarpaşa ve Taksim’de. Önlerinde tanınmış yazar–çizer, aydın maskeli Ermeniler başı çekmekte idiler. Zaman, Yenişafak, Taraf, Star, Stv, Kanal7, Tvnet, Kanal24 gibi basın yayın kuruluşlarında toplumun karşısına çıkan aydın(!) sıfatlı kişiler vardı. Bunlar aynı zamanda ateşli açılımcıdırlar.
Bir zamanlar “hepimiz Ermeniyiz” yürüyüşleri yapılmıştı, o zaman da aynı kişiler baş roldeydiler. Tabi bu sefer Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Sayın Bekaroğlu’nu görmedim. Eksikliğini hemen hissettim çünkü o iri vücuduyla en önde “Hepimiz Ermeniyiz” pankartını o açmıştı hatırlıyorum.
Dünyanın neresine giderseniz gidin bu kadar demokrat bir ülke bulamazsınız. Aklına gelen herkes her şeyi söylüyor, yazıyor, yürüyor, koşuyor, boğuşuyor, yakıyor ve yıkıyor yanına kar kalıyor. Birisi” otuz bin Ermeni ve kürdü kestik” deyip büyük ödülü kapıyor. O kadar hoşgörülü, demokrat(!) toplumuz ki sinir diye bir şey yok; birlik beraberliğimize yönelik her türlü faaliyeti, hakareti, iftirayı hazmediyoruz, yutuyoruz hatta teşekkür ediyoruz ne iyi dediniz diye. Eğer buna demokrasi ve hoşgörü deniliyorsa bizden daha demokrat ve hoşgörülü ülke yok.
Ermenistan’a teşekkür etmemiz lazım; eğer protokolü dondurmasalardı AKP sınır kapılarını da açacaktı. İktidarın Ermeni aşkına Azerilerle olan kardeşlik hukukumuz da bozuldu.
Ermeni diasporası, yerli ve yabancı Ermenileri kullanarak ülkemiz aleyhindeki faaliyetlerine devam ediyor. Bayrak yakma eylemleri gözü dönmüşlüğün boyutlarını ortaya koyuyor. Buna karşılık iktidarın sessizliğine, elimizde onca belge ve bilgiye rağmen susan TRT’ye ne demeli, niçin bunları insanımızla paylaşmıyoruz, bu konuda bilgilendirmiyoruz?
İktidar Ermenistan’a jest yapmaya devam ededursun onların ülke aleyhinde aldırdıkları sözde soykırım kararları sınır tanımıyor.
Yusuf KaracaSızıntı, böyle sızdıBütün ülkeler, sahip oldukları dini ve milli değerleri korumak için ellerinden geleni yaparlar. Bundan doğal bir şey olamaz. Nitekim Türkiye’de de toplumun inancını ve kültürünü dönüştürmek için faaliyette bulunanlara karşı ‘bu ülkeyi seven herkes’ tepkisini göstermiş, öfkesini ortaya koymuştur.
Mesela Türkiye’deki yabancı okulların uzun yıllar bağlı oldukları ülkelerin istihbarat servisi gibi çalışmaları, gençlerimizi inanç ve kültür olarak devşirme çabalarına karşı çıkmak kadar doğal ne olabilirdi?
Ya da misyoner gruplar, sayfalarına 50 dolar 100 dolar sıkıştırdıkları İncillerle çocuklarımızı kiliselere taşımaya çalışırken, onların boynuna haç geçirmek için mücadele ederken “bir Müslüman’ın bundan rahatsızlık duymaması, buna karşı çıkmaması mümkün mü?”
Ama mümkünmüş!
Bir Müslüman bundan rahatsızlık duymayabiliyor hatta bu faaliyetleri alkışlayabiliyormuş.
Bu düşünce sahiplerine göre “Türkiye bu dönüşümü gerçekleştirdiği, evrensel bir dile kavuştuğu için çok da güzel olmuş.
Fethullah Gülen’e başlı cemaatin çıkarttığı Sızıntı Dergisi’nin Nisan sayısında şu satırlar yer alıyor:
“Bir dönem, yabancıların Türkiye’de okul açmaları ve misyonerlik faaliyetinde bulunmaları, Türkiye’nin muhazakarı ve dindarı için menfi olarak değerlendirilen bir şeydi. Yabancı okulların ve misyonerlik faaliyetlerinin Türkiye’nin yabancılaşmasına çalıştığı tezi işleniyordu. Şimdi çok şey değişti. Sınırlar kalkmadıysa da esnekleşti.” (Sızıntı, sayı 375, sf 142)
Fethullah hoca grubuna göre “yabancıların Türkiye’de okul açmasına ve misyonerlik faaliyetinde bulunmasına dindarların karşı çıkması yanlıştı, şimdi çok şükür bu yanlış düzeltildi, artık misyonerliğe karşı tepki yok!
Cemaat “kendilerini vasfediyor olabilir.” Cemaate göre “Hristiyan misyonerlerin Türkiye’de çocukları Hıristiyanlaştırma çabası içinde olmaları çok güzel bir hareket olabilir ama bunu bütün Müslümanlara yaymaları yanlış. Çünkü “gerçek dindarların”, bir Hristiyanın kendi çocuğuna İncil uzatıp onu Hristiyan yapmaya çalışmasından rahatsızlık duymaması mümkün değil.
Fethullah grubunun üstatları zaten yıllar evvelinden kendilerine “misyonerlerle ittifak edin” diye emir buyurduğu için Türkiye’de misyonerlerin rahat bir çalışma zemini bulmalarının onları bayram ettirmesi çok normal.
Misyonerliğin müspet bir faaliyet olduğu fikrini sayfalarına taşıyan bir derginin diğer sayfalarda “Allah’tan Peygamberden bahsetmesi” ne kadar inandırıcı olabilir ki?
Burada, Sızıntı grubunu ve arkasında güçleri “içlerindeki düşünceyi göğüslerini gere gere açıklama ve misyonerlere açıkça kucak açma” cesaretini gösterdikleri için kutlamak gerek.
Çünkü bu, cemaat için çok önemli bir mevzidir.
Sahip oldukları gazetelerle, dergilerle, televizyonlarla ve “dini kimliklerini de kullanarak” böyle bir dönüşümü gerçekleştirmek için ne çabalar sarf ettiklerini biliyorum.
Hani bu arkadaşlar balyozdu, kafesti diye darbelere karşı çıkan yayınlar yapıyorlar ya, “yukarıda kaleme aldıkları yazıda ortaya koydukları zihniyet” bin tane kafesten, bin tane balyozdan daha tehlikeli. Ne diyelim, Amerika sizinle gurur duyuyor!
Muharrem Bayraktar Ergenekoncu olmayan bir Anayasa kalmıştı!Ruşen Çakır’ın 28 Nisan Çarşamba günkü “BDP’ye Anayasa paketi için mahalle baskısı” başlıklı yazısı çok ilginç saptamalar içeriyordu.
“Son günlerde moda suçlama” nın Anayasa paketine destek vermeyenlere “Ergenekoncu” demek olduğunu söylüyor, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in Taraf gazetesine verdiği röportajda; “BDP şu anda ulusalcılarla birlikte hareket ediyor. Ergenekoncularla birlikte hareket ediyor, tabanına da ihanet ediyor (...) Ben diyorum ki Ergenekoncularla, ulusalcılarla birlikte hareket etmeyin. Eğer demokratikleşmeden yanaysanız, bu işin anası Anayasa’nın değiştirilmesidir” dediğini anlatıyordu.
Çakır “Bu Ergenekonculuk ithamında BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras’ın ‘bu paketin geçmemesi Ergenekoncuların zaferi olur’ sözüne sık sık atıfta bulunulduğunu, böylelikle parti içinde bir gedik açılması istendiğini” de yazmıştı.
Artık saçma sapan konuşmaların haddi hesabı olmadığı, hukuk filan bir tarafa atılıp ülkenin geleceğini değiştirecek Anayasa paketi tamamen “seçim öncesi parti propagandası”na, kıyasıya bir oy kavgasına dönüştürüldüğü için herkes aklına geleni düşünmeden, çekinmeden söylüyor ama bunlar da tam “evlere şenlik” sözler doğrusu...
Bir Anayasa konusu kalmıştı Ergenekon’a bulaştırılmayan, o da yapıldı, vatana millete hayırlı (!) olsun.
Haydi diyelim ki Ufuk Uras böylesine ciddi bir yanlışı yaptı, ya AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’e ne demeli?
Devamlı “AB ülkelerinde şöyle, böyle” diye gerçekleri saptırarak ve demokrasi açısından hiçbir benzerliği olmayan “ileri demokrasi”nin bulunduğu ülkeleri “kaynak olarak gösterdiklerine göre, bu ülkelerin hepsinde anayasaların ve değişikliklerin uzlaşma ile, toplumun tüm kesimlerinin katılımı ile, hepsinin hazırladıkları taslakları ayrı ayrı tartışarak yapıldığını neden kaynak olarak alıp ona benzemeye çalışmadıkları ayrı bir konu...
O ülkelerde milletvekillerini tek bir lider seçmediği, seçim sistemleri demokratik olduğu için özgür iradeleriyle doğru ile yanlışı vicdanlarına, sağduyularına göre ayırıp öyle karar vermeleri, cumhurbaşkanlarının da “Meclis’te çoğunluğa sahip partinin” başkanı ile tıpatıp aynı siyasi görüşü paylaşmaması (hatta aynı partinin başbakanlığını yapmış olmaması), “yasama” ve “yürütme”lerinin ve “cumhurbaşkanı”nın tek parça haline gelmiş olmaması da ayrı konu... Türkiye’de bunların hiçbiri AB ülkelerine benzemiyor ve üstelik bunlar yetmediği gibi “yargı”yı da bu bütüne eklemek istiyorlar.
Ruhan MengiAKP Demokrasisi...YASAMA, yargı ve askerden sonra sıra basına geldi. ''Bize karşı olan gazeteleri almayın'' çağrısından sonra Başbakan Erdoğan, köşe yazarlarını gazete sahiplerine şikayet ederek adeta onları iktidarın istemediği şeyleri yazmaları durumunda kapı önüne koymalarını istedi.
Bu konuşmanın hemen ardından ''Artık ileri demokrasi olacak'' diyor,''Kaliteli demokrasi bu halkın hakkıdır'' diyor.
Buna dense dense ''AKP'demokrasisi'' denir. Evet, yaşananlar bir şeyin ayak sesleri. Ama Başbakan'ın dediği gibi ''İleri demokrasinin ayak sesleri'' değil geriye gidişin ayak sesleri.
Bu mudur demokrasi?
Benim gibi düşünmeyen yanar. Hiç karışmayacaksın, görmeyeceksin, eleştirmeyeceksin; dahası faydasını görmediğin, parasız-pulsuz ve güvencesiz yaşamaya mahkûm edildiklerin için de sükredeceksin. Bak ne güzel, yandaş medya hiç araştırıyor mu, düşünüyor mu, işitiyor mu? Yok...
Hiç yorulmadan, hatta muhabir göndermeden kendisine servis edilenleri dile getiriyor. Hiç de başı ağrımıyor. Gayet güzel de para kazanıyor.Değirmenin suyunun nereden geldiği belli gazeteler bedava dağıtılıyor, tirajlar şişiriliyor. Velhasıl işleri yolunda gidiyor. Vatandaş itibar etmese de mutlular.
Önce devletin olanakları kullanılarak yandaş medya yaratılır. Bu medyada karşıt görüşlüler hakkında yazılar çıkartılır.Toplumda 'ACABA' duygusu yaygınlaştırılarak zemin hazırlanır.Gayriresmi yollardan elde edilen evraklarda tahrifat yapılarak gerekli kanıtlar hazırlanır. Bu kanıt ve belgeler yandaş medyada çarşaf çarşaf yazılır. Holywood mahsulü kanıtlar delil sayılarak insanlar tutuklanır.Tutuklananlar halkın gözünde tek bir duruşmaya çıkmadan 'SUÇLU' ilan edilir.
HEPİSİNİN ORTAK TAVRI...
MECLİS Başkanı'na ''Sen mi susturacaksın ben mi'' diyen, köşe yazarlarının susturulmasını isteyen Başbakan ''Sular artık tersine akmayacak'' diyor. Acaba zat-ı alileri 13 milyon işsizin olduğu, bunlara her gün yenilerinin eklendiği, İstanbul'da belediye otobüsünde evine dönerken şehir eşkıyaları tarafından molotofla yakılarak öldürüldüğü, kanunsuzca telefonların dinlendiği, yoldan askeri jip geçse 'asker DARBE yapacak' söylentisi çıkartan onlarca 'YANDAŞ' medyası olan bir ülke mi hayal ediyordu?
Demokrasi havarisi kesilen başta Başbakan Erdoğan olmak üzere hemen hemen tüm AKP yöneticilerinin her haklı talepte, her direnişte tavırları aynı olmuştur.
Hepsinin ortak noktası susturmak, sindirmek ve aşağılamaktır...
Nitekim yıllardır bunun onlarca örneğini yaşadık. Neredeyse AKP'nin iktidar yılları boyunca mitinglerde, salon toplantılarında, açılışlarda, yürüyüşlerde hep aynı tablo ile karşılaştık.
O tablonun bir yanında herhangi bir talebini dile getiren bir işçi, bir emekli, bir köylü, bir ev kadını, bir öğrenci oldu. Diğer yanında ise bağıran, azarlayan, fırça çeken bir başbakan ya da bakan...
Halktan herhangi biri, devlet, hükümet yetkililerinin katıldığı bir toplantıda haklı bir talebini dile getiremez, kendisini ifade edemez. Bunu dile getirmesi demek, aşağılanması, tartaklanması, gözaltına alınması demektir.
AKP demokrasisi işte budur: Konuşturmayan, dinlemeyen, susturan...
KIRK KATIR MI, KIRK SATIR MI?
8 SENEYİ götürdüler. Ekonomi kötüye gitti, 'Ergenekon'la milleti uyuttular. Halkı 'DARBE' paranoyasıyla korkuttular. Bu paranoyadan yarattıkları senaryoyla kendilerini 'demokrasi âşığı mazlumlar'' yerine koydular. Orduyla, komutanla, hakimle, savcıyla uğraşarak akıllarınca ülkeyi çok demokratik yapacaklar. Şimdi de Anayasa değişikliğine sarıldılar. İktidar, 'seçimi kaybedersem kendimi nasıl güvenceye alırım' hesabını yapmaktadır. Bunun için de HSYK'yı, Anayasa Mahkemesi'ni kendileri için uygun bir hale dönüştürebilmenin yollarını arıyorlar. Ancak şu da bilinmeli ki Atatürk Türkiyesi AKP'nin vizyonu olamaz, oyuncağı ise hiç olamaz.
Ünlü masalı bilirsiniz:
Sultan büyük bir suç işlemiş olarak karşısına getirilen kişiye sormuş "Kırk katır mı istersin kırk satır mı?"
Kırk satır ile idam edileceğini düşünen ve seçenek olarak kendisine kırk katır sunulduğunu sanan adam "Kırk katır" demiş.
Bedeninin her bir parçası bir katıra bağlanan adam, ayrı yönlere giden katırların kırbaçlanmasıyla büyük acılar içinde parça parça olarak ölmüş.
AKP demokrasisinin seçenekleri ise A-Ya hemen AKP'ye üye kaydı yaptırırsın. B- Ya da cemaatlere katlırsın. Eğer Atatürkçü, milliyetçi, laik ve AKP karşıtı isen her an 1 tonluk iddia dosyası ile gözaltına alınır sorgusuz-sualsiz, kalan ömrünü hapislerde tamamlarsın. Ne kadar demokrat değil mi?
O zaman seç seçebildiğini.
Tarık TavadoğluDarbe İddialarındaki Gariplikler..AKP iktidarı sıkıştıkça yeni darbe iddiaları, mahkemelerden önce, medya tarafından dile getiriliyor.
Bugün bu iddialarla ilgili, herkesin gözüne çarpan bazı garipliklere değinmek istiyorum.
***
Bir örgüt olduğu iddia ediliyor:
Ergenekon Örgütü…
Adını önce medya koydu.
Sonra savcılar bu örgüte ilişkin iddianameler düzenledi.
Dava görülmeye başladıktan sonra mahkemece bütün güvenlik ve istihbarat örgütlerine soruldu:
“Böyle bir örgütten bilginiz var mı?”
Hepsinden yanıt geldi:
“Bizde böyle bir örgüte ilişkin bilgi yok!”
Bu örgütle ilgili iddianameye dayalı yargılamayı yapan mahkeme heyeti karar verdi:
“Dava sonuçlanana kadar böyle bir örgütün varlığından söz edilemez!”
Ama medya, adını koymuştu bir kez!
Hem davanın adı, hem suçlamalar, hem haberler, hem yorumlar “Ergenekon” üzerinden yapılmaya devam etti, devam ediyor…
Bununla yetinilmedi:
Cumhuriyet mitinglerini “Ergenekoncuların” düzenlediğinden tutun da, AKP’nin Meclis’te tartışılan anayasa değişiklik paketinin reddedilmesinin “Ergenekoncuları” memnun edeceğine kadar garip demeçler, yazılar ortalığa saçıldı.
***
Davalarda birtakım sanıklar var…
Bir bölümü dengesiz davranışlar sergiliyor…
Bunların arasında, sanık olduğu davada, savcı tarafından aynı zamanda “gizli tanık” olarak kullanıldığı öne sürülen bazı kişilerin isimleri medyada yer aldı.…
Bu iddialar ne denli gerçeği yansıtıyor?
İddialar gerçekse, bu garipliği denetleyecek bir yargı mekanizması yok mudur?
***
Darbe iddialarına karıştığı veya darbecilerin Başbakan adayı olduğu iddia edilen kişiler var.
Medyada üç isim teşhir ediliyor:
Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Mehmet Haberal.
TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu.
Yeditepe Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı, eski İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan.
Siyaseti biraz yakından izleyenler, bu üç kişinin isminin de AKP’ye karşı oluşturulmak istenen demokratik bir orta sağ hareketin liderliği için geçtiğini bilir.
Ne garip tesadüf:
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a rakip bir demokratik sağ siyasal hareketin lideri konumunda olanlar hep “darbeci” diye etiketleniyor.
DP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk’a bile “darbeci” dendiğini anımsayanlar, bu garabeti iyice fark ediyor.
***
Bazı darbe iddianamelerinin dayandığı belgelerin içindeki birtakım ifadeler, bu belgelerin oluşturulduğu öne sürülen tarihten çok sonra alınan kararlarla ve başka bağlamlardaki belgelerle bire bir örtüşüyor…
Bu garipliği de kimse açıklayamıyor…
***
Daha başka gariplikler de var ama hepsi bir yazıya sığmaz.
Herhalde bütün bunların bir açıklaması vardır…
Bu açıklamaları kamuoyu da öğrenecektir mutlaka!
Belki bugün değil, belki yarın…
Ama mutlaka!
Emre KONGARHani analar ağlamayacaktı?Samsun’daki yumruk olayından sonra “Bizim tepkimiz CHP’nin Van’daki saldırıya tepkisi gibi olmaz” demişlerdi, arkasından Samsun’da iki polis teröristler tarafından şehit edildi. Birkaç gün sonra Hakkari’de PKK teröristleriyle saldırıda 2 askerimiz daha şehit oldu. Son olarak Cuma gecesi Tunceli’de Sarıyayla Jandarma Karakolu’na kalabalık bir terörist grubunun saldırısında 4 şehit verdik, 2’si ağır 7 yaralı var.
Gün geçmiyor ki terör örgütünün askerî araçlara saldırmasıyla, mayın döşemesiyle arka arkaya şehitler vermeyelim.
Öte yanda ses sanatçılarıyla, tiyatro-sinema sanatçılarıyla, edebiyatçılarla çaylı “açılım partileri” düzenleniyor, sanki çözümü sanatçılar bulacakmış gibi gösterişli sohbetler yapılıyor.
3 şehit daha, 1 sohbet daha...
2 şehit daha, 1 çay partisi daha...
Bu gidişle yakında mutlaka çözümü bulurlar ve artık analar ağlamaz!!
Terörün bulunduğu hangi ülkede bugüne kadar teröre böyle çözüm arandığı görülmüştür. Gerçekten varsa açıklasınlar, nerede görüldü?
Ülkenin gencecik evlatları kundakta bebeklerini, arkalarında gözyaşları hayat boyu dinmeyecek analarını, babalarını, kardeşlerini bırakarak, hayatlarının ilkbaharında kahpe kurşunlarla yaşamlarını yitiriyorlar.
Öte yanda, kendi çocukları refah içinde, dizinin dibinde yaşayan, bir ihtişamlı davetten, seyahatten diğerine koşanlar acil önlem peşinde filan değil.
Onlar için varsa yoksa; elde kalan son özgürlük kırıntılarıyla kendini avutanlara, hâlâ “bugünkü şartların devam edeceği” gafletine düşenlere de yakında gerçeği gösterecek Anayasa değişikliklerini “ne pahasına olursa olsun” bitirmek...
Hani PKK liderlerinden Karayılan’a bile bakan gönderilip “açılım” konuşulmuştu? Hani ABD uyduyla bize saldırıları önceden haber verecek, işbirliği yapacaktı? Hani karanlıkta görebilecek kızıl ötesi dürbünler verilecekti karakollara? Hani karakollar daha iyi korunacaktı?
HAYDİ LAĞVEDİN!
Bir önceki karakol saldırısından bu yana hangi yeni imkânlar sağlandı? Neden yine yardım “aradan bir uzun ve çatışmalı gece geçtikten sonra” ulaşıyor?
Ve tabii öte yanda hayatını terör mücadelesine adamış, bir karakoldan diğerine koşarak yokluk içinde mücadele etmiş komutanları “darbeci, terörist” muamelesi gören, cezaevlerinde süründürülen, morali sıfırlanmış bir orduyla (onlar aksini söyleyip dik duruşlarını bozmasalar da) ne kadar terör mücadelesi yapılabileceği meselesi var.
Kim olduğu, ne olduğu belirsiz, vaat karşılığı, para karşılığı ifade değiştirdiği ortada olan sözüm ona gizli tanık, ihbarcı ifadeleriyle orgenerallerinin, komutanlarının hapse tıkıldığı, görevini yapamaması için her şartın bulunduğu bir ordu terör mücadelesini eskisi gibi yapabilir mi?
Geçen akşam yine iktidara göbeğinden bağlı biri TV’de bir öğrencinin sorusuna karşılık; sanki iddialarla ilgili kesinleşmiş mahkeme kararı varmış gibi, daha önce de söylediğini tekrarlıyor “Elbette ordunun lağvedilmesini istiyorum. Darbe plânlamaktan başka bir şey düşünmeyen ordu lağvedilmeli” diyordu.
Ama işte terör saldırıları arttı, orduya ihtiyaç doğdu yine... Haydi lağvedilsin de onların yerine oturdukları köşelerden orduya hakaret yağdıran bu beyler gitsin sınıra, operasyona (onu da istemez bunlar, operasyon masum teröristlere (!) zarar veriyordur).
Aylardır, yıllardır TSK ile düşmanlaşılıp boğuşulacağına oturup “terörün nasıl önleneceğine dair” taktikler, yöntemler geliştirilseydi belki o zaman analar, babalar ağlamazdı.
Şimdi ağlıyorlar, hem de feryat figan yeri göğü inleterek! Bakalım ne zamana kadar?
RUHAT MENGİBaşbakan, darbeci ağzıyla konuşuyorBir okur, e-posta adresime bir ileti atmış. 29 Nisan 2010 Perşembe günlü “Dil ve çizgi sakarı Bakan” başlıklı yazımdaki bir yanlışımı düzeltiyordu. Ben, “ Gazeteci, ‘Dönek deyince ne anlıyorsunuz?’ diye sordu” diye yazmışım. Okur, o soruyu, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a, gazetecinin değil, CHP’li vekillerin sorduğunu bildirdi. Kendisine teşekkür ediyorum. Ondan ve sizlerden, özür diliyorum.
Bu sorumluluğumu yerine getirdikten, şehitlerimizin acısını sizlerle paylaştıktan sonra yazıma başlayayım.
Dün Salı değildi, Pazar’dı; Başbakan, parti grubunu toplamış ve orada konuşmuş.
Ben izlemedim. Haberi internet sitelerinden okudum.
Başbakan, “1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması bizim iktidarımızla mümkün oldu. Birileri ‘Kopara kopara aldık’ diyor. Kimsenin bu iktidardan kopara kopara aldığı bir şey yok. Bu böyle bilinsin. Kopara kopara alma güçleri varsa 77’den iktidarımıza kadar neredeydiler?” demiş.
Başbakan’ın bu sözleri bana, 12 Eylül askeri darbenin başı Kenan Evren’in, darbenin ilk günlerindeki şu sözünü anımsattı:
“1961’de asker verdi, şimdi asker geri alıyor.”
Darbecibaşı Evren, 1961 Anayasası’nın kaldırılmasına ilişkin toplumsal tedirginliğin yaygınlaşması üzerine bu sözü söylemişti.
Darbecibaşı Evren’in bu sözüyle, “demokrasi” sözcüğünü ağzından düşürmeyen, “demokratlığı” göklere çıkarılan, sivil anayasa yapmak isteği ile yanıp tutuştuğu yazılan, konuşulan Başbakan’ın, az yukarda bilginize sunduğum sözleri birbirine ne çok benziyor!..
Hep halk iradesiyle iktidara geldiklerini söyleyen Başbakan, silah gücü ile ülke yönetimini ele geçiren darbecibaşı Kenan Evren mantığında değil mi, onun ağzıyla konuşmuyor mu?
Bu sorunun yanıtı, tek sözcükle “Evet”tir.
Böyle düşünen ve böyle konuşan Başbakan’a da birkaç soru biz soralım: 8 yıllık iktidarınızın 7 yılında siz neredeydiniz? 7 yıl boyunca, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına neden izin vermediniz? Neden geçen yıl, önceki yıl, 1 Mayıs’ı Taksim Meydanı’nda kutlamak isteyenleri coplattınız? “Kopara kopara aldık” sözünden neden bu kadar rahatsız oldunuz?
Sorular daha çok…
Demek ki, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak, durduk yere verilmedi. Bunun arkasında, yılmayan, kararlı, inançlı mücadele var! Bunu, Başbakan’ın yadsımaya, görmezden gelmeye hakkı yoktur.
Başbakan, dünkü konuşmasında, Deniz Baykal’ın, kendisini Hitler’e benzetmesine de fena kızmış, “Eğer illa Hitler'e benzetecek bir siyasi figür arıyorsa kendi genel merkezlerindeki eski genel başkan fotoğraflarına baksın. Orada Führer'e özenip kendisine Milli Şef dedirtmiş genel başkanlarının Hitlervari bıyıklarının altından kendilerine gülümsediğini görecekler” demiş.
Başbakan’ın, adını vermediği kişi İsmet İnönü’dür. Ve nedense Başbakan hep İsmet İnönü’ye saldır, söylemediğini bırakmaz! Sanki toplum olarak bilmediğimiz “özel bir şey” var! Deniz Baykal da, İnönü’ye laf etsin diye sanki Başbakan’a servis yapıyor!
Dün, Hürriyet Gazetesi’nden Faruk Bildirici’nin bir haber vardı. Haberin başlığı, “Danışman’dan Erdoğan itirafı” idi…
Başbakan’ın danışmanın adı, “Yalçın Akdoğan”dır. Yeni Şafak Gazetesi’nde, “Yasin Doğan” takma adıyla yazılar yazar. Başbakan’ın konuşma metinlerini hazırlayan ekibin başında yer alır ve Başbakan’ın yanından hiç ayrılmaz, gölgesi gibidir. Bu danışman, bakın ne itiraflarda bulunmuş:
“Başbakan konuşma problemi yaşayan bir insan değil. Hiç metin olmasa da saatlerce konuşabilir, ciddi bir hitabet gücü var. Bazen Başbakan çıkıyor bir eleştiri getiriyor veya bir polemik başlatıyor. Kamuoyu sadece bir kişiye eleştiri gibi algılayabiliyor. Aslında o gündemi değiştirmek için yapılmış olabiliyor veya sadece söylediği sözlerin asıl muhatabı örtülü mesajı anlayabiliyor. Büyük tartışmaların olabileceği bir gündemde Başbakan ilgisiz bir tartışma başlatıp o büyük tartışmayı gölgeleyebiliyor. Sert eleştiriler bazı kurumları yıpratmasın diye eleştiri oklarını kendine çekebiliyor. Başbakan iyi kriz yöneten, oyun planları olan bir insan. Sinirlerine hâkim olamasa bu kadar krizi başarıyla yönetemezdi.” Başbakan'ı tanıdığını sananlara ve tanımak isteyenlere sunulur…
Baki KARAKOL“Mütareke basını”na rahmet okutmakBu kadar kapsamlı harekâtta bazı eksiklikler olabilir. Biz her zaman söylüyoruz elbette olabilir; objektif verilere dayanan gerçekçi, bilgiye dayanan, terörle mücadeleye yönelik her türlü eleştiriyi saygıyla karşılıyoruz. Ancak bugün maalesef Türkiye’de basının bir bölümü, çok açık söylüyorum, İstiklal Savaşı’ndaki mütareke basınını dahi aratacak seviyede. Ben inanıyorum ki, mütareke basını dahi bu kadar hain, bu kadar önyargılı değildi.”
Bu sözler Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’a ait ve bu sözlere aynen katılıyorum. Bir ülkede eleştirilmeyecek kişi ve kurum yoktur, olamaz. Silahlı Kuvvetler dahil... Ama eleştiri başka şeydir, yıkıcılık, saldırı, hainlik başka şeydir.
Tarafsızlık medyanın temel ilkelerinden biridir. Hiç kimse bir gazeteciyi Silahlı Kuvvetler’den yana olmaya zorlayamaz. Kendi kararıdır. Ama Silahlı Kuvvetler’in düşmanı olmak da gazetecilik değildir.
Evet, Kurtuluş Savaşı öncesinde de sırasında da Türk ordusunun savaşmayacağını söyleyenler, savaşmaması gerektiğini savunanlar, bir savaş vermek yerine büyük bir ülkenin mandası altına girmek gerektiğini öne sürenler vardı. Ancak, onların belki de hiçbiri, Türk ordusunun uğradığı bir saldırı karşısında “Oh olsun” naraları atmıyor, akla hayale, ipe sapa gelmeyen suçlamalarda bulunmuyordu.
***
Konunun uzmanı olsalar kimsenin içi yanmayacak. Bilerek eleştirseler ne gam... Ama TSK’ya, “Tam zamanıdır, vurun abalıya” zihniyetiyle yüklenmek, işte bunun kabul edilebilir tarafı yok.
Üstelik, adına ister örtülü savaş deyin, ister düşük yoğunluklu savaş deyin, TSK yıllardır bir büyük savaşın içindeyken... Önde bir terör örgütü görünse de arkasındaki büyük güçlere karşı direnirken...
Her şehit için milyonlar kan ağlarken, kimilerinin şehit ayrımı yapmasını nasıl açıklamalı? “Neden subaylar şehit olmuyor?” diye güya hince bir soru sorduktan birkaç saat sonra gelen bir teğmenin şehit olduğu haberi de mi yüzlerini kızartmıyor. Yoksa “Oh oh, bir de subay şehit oldu” diye mi geçiyor içlerinden bu arkadaşların?
Yoksa, halkın Silahlı Kuvvetleri’ne güvenini sarsmak için ellerine fırsat geçtiğini mi hesaplıyorlar?
Yoksa?.. Yoksa, dilim varmıyor ama, askerin içine nifak sokmak, “avcı taburları” özlemini mi dile getirmek istiyorlar?
Yazık. Gerçekten çok yazık. “Mütareke basını”nı bile aratıyor kimileri...
*****
İsmet İnönü’ye haksızlık
“Sayın Baykal, anayasa değişikliği ile her yerde mücadele edeceğini söylerken son derece münasebetsiz bir şekilde Churchill ve Hitler örneğini veriyor. Eğer illa Hitler’e benzetecek bir siyasi figür arıyorsa, kendisine milli şef dedirten eski genel başkanlarına baksın.”
Bu sözler Türkiye’nin kurucularından, İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye büyük haksızlık. Üstelik Erdoğan bugün, o büyük adamın ilk koltuğunda oturuyor, ikinci koltuğuna da oturmak istiyor. Bu söz tarihe de haksızlık. İnönü’yü de eleştirmek elbette mümkün. Ama İkinci Dünya Savaşı’nda tarihe parmak ısırtan, Hitler’e karşı efsanevi direnişi gösteren, ülkesini ve halkını yıkımdan kurtaran, Türkiye’ye demokrasiyi getiren bir lideri, Hitler’e benzetmek herhalde yakışık alan bir davranış olmasa gerek.
Pekiyi, Baykal’ın benzetmesi yerinde miydi? Hayır. CHP’nin Churchill gibi direnmesine gerek yok. 1950’li yıllardaki gibi siyaset yapsın, yeter.
HİKMET BİLAAnayasa’ya aykırı anayasa değişikliğiSevgili okurlar; bu haftayı da anayasa değişikliği tartışmaları ile geçireceğiz. Ondan sonra ak mı kara mı belli olacak. Ancak şurası belli ki Türkiye ilk kez yaşadığı bu anayasa değişikliği krizinin travmasını kolay kolay atlatamayacaktır. Anayasa değişikliği yapılsın ya da yapılmasın tartışması çok sürecek.
Anayasa’nın anlamı
Bugün sizlere bu değişiklik isteklerinden yola çıkarak anayasa konusunda bazı bilgiler vermek ve görüşlerimi paylaşmak istiyorum. Her şeyden önce anayasa, diğer kanunlar gibi değildir. Anayasa bir hukuk düzeni ya da kanunlar manzumesi değil, toplumun temel kurallarıdır. Bu nedenle Anayasa’daki kurallar her ne kadar hukuk zemin alınarak hazırlansa da aslında siyasi bir metindir.
Hukukçu olmak gerekmiyor
Anayasa hukuku dediğimiz bir kavram olmasına rağmen, bir hukuk kuralı olmayan anayasalar ille hukukçular tarafından hazırlanmak zorunda değildir. Örneğin Japonya Anayasası 2. Dünya Savaşı’dan sonra hukukçu olmayan 12 Amerikalı tarafından 6 günde yazılmıştır ve hiç değiştirilmeden hâlâ yürürlüktedir.
Yasalar farklı
Yasalar ise anayasadan farklı olarak tamamen hukuk kuralları içinde hazırlanmak zorundadır. Yasalar bunun yanı sıra anayasayı da temel almak zorundadır. Anayasa’ya aykırı olan, ona uymayan yasalar belki hukuk kurallarına uygun olabilir ama geçerli sayılamaz. Çünkü aslolan toplumun ortak değeri olan anayasanın ruhudur.
Değişikliklerin durumu
Anayasalar elbette asla değişmez metinler değildir. Toplumların ihtiyacına göre anayasalarda da değişiklik yapılabilir. Nitekim asker
anayasası dediğimiz 12 Eylül Anayasa’sı bile bugüne kadar 70’in üzerinde maddesinde değişiklik gördü. Ancak burada önemli olan, yapılacak değişikliklerin de o Anayasa’nın bütününe aykırı olmamasıdır. Kısacası anayasaya aykırı bir anayasa değişikliği olmaz.
Peki kim engel olacak
Elbette yasama meclisi de bir anayasa değişikliği yaparken bunun anayasaya aykırı olmamasına özen göstermek zorundadır. İşte zaten anayasa değişikliği için üçte iki çoğunluğun aranmasının nedenlerinden biri de budur. Buna rağmen değişiklik anayasaya aykırı olursa başvuru yeri otomatikman Anayasa Mahkemesi olacaktır.
“Ahlaksız teklif”
Anayasa değişikliklerini adeta bir dayatma olarak getiren iktidarın en büyük endişesi, yapılan değişikliklerin Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesidir. Nitekim bu nedenle iktidar ana muhalefetin “ahlaksız teklif” olarak nitelediği yola sapmış ve muhalefetten “Anayasa Mahkemesi’ne gitmeyeceğine söz ver, uzlaşma yolu arayalım” demiştir.
İptal davası olur mu?
Belli ki iktidar bilmektedir ki, yapılan değişiklikler mevcut Anayasa’ya aykırıdır ve muhalefet iptal davası açarsa bunda başarılı olabilir. Bu nedenle bir taraftan muhalefetin önüne geçmek isterken diğer taraftan da yapılan değişikliklerinin Anayasa Mahkemesi’ne götürülüp götürülemeyeceği tartışması açıyor. İktidar yandaşlarının ve maskeli liberallerin sürdürdüğü bu tartışmada “değişikliklerin Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi mümkün değildir” tezi işleniyor.
Nasıl mümkün olmaz ki?
Oysa değişiklikler Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne götürülebilir. Halk oyuna gidilecek olmasının bunda önemi yoktur. Önemli olan yapılan değişikliğin Anayasa’ya uygun olup olmadığının kesinleşmesidir. Aksi takdirde, oy çokluğu bulanların diledikleri gibi anayasa değişikliği yapma özgürlükleri olduğu gibi bir garabet çıkar ortaya.
Mantığa da aykırı
Oysa bu durum hukuka olduğu kadar mantığa da aykırı. Anayasalar oyuncak değildir. Ya tümden yazılır ve halkoyuna sunulur ya da bazı maddeleri yine o anayasaya uygun biçimde değiştirilir. Aksi takdirde oy gücü olan her siyasi hareket anayasayı bu tür değişikliklerle kendi istediği biçime sokabilir. Buna kimileri “millet iradesi sana ne” diyebilir ama evrensel hukuk kuralları buna asla izin vermez.
Ayıp yıpratma kampanyaları
Bu arada, her şeye rağmen değişikliklerin Anayasa Mahkemesi’ne gitme olasılığının yüksek olması iktidar ve özellikle maskeli faşist çevreleri çok rahatsız ediyor. İşte bunun için yürütülen çok ayıp bir yıpratma kampanyası yapılıyor. Değişikliklerle yargıyı tamamen kontrol altına almak isteyen iktidar, bunu örtmek için yargının, özellikle Anayasa Mahkemesi’nin muhalefet gibi davrandığını ileri sürüyor.
Ana Muhalefet Mahkemesi
Başbakan Erdoğan geçen hafta Anayasa Mahkemesi’ni “Ana Muhalefet Mahkemesi” olarak tanımladı. İktidar sözcüleri ve yandaşları da “CHP Hukuk Bürosu” veya “Yüksek CHP Mahkemesi” gibi başlıklarla bu kampanyaya destek veriyor. Tek amaç şu: “Anayasa Mahkemesi aslında CHP’nin isteği doğrultusunda karar veriyor. Yarın bu değişiklikler durdurulursa bu yüzdendir. İşte biz de bunun için anayasayı değiştiriyoruz.”
Kalabalıkları kandırmak kolay
Düz mantıkla yapılan bu propaganda, bırakın Anayasa’yı, hukuk ve demokrasi konusunda bile azıcık bilgileri ve görgüleri olmayan yığınları elbette etkileyecektir. Neredeyse tamamı ele geçirilmiş medya ile yapılan sürekli propagandalarla halkın beyni iyice yıkanmak isteniyor. Kalan üç beş kişi de “demokrasi ve özgürlükler düşmanı, darbeci” olarak karalanmaya çalışılıyor.
Uyanık olmak gerek
Tüm bu olumsuzluklara rağmen herkesin çok uyanık olması gerekir. Bu anayasa değişiklikleri ile Türkiye’nin temel hukuk yapısında eksen kayması olacaktır. Bu kayma demokrasi ve hukuk adına değil tek parti diktatoryası adına kullanılacaktır. Kimse bu değişikliklerden sonra daha çok demokrasi, hukuk ve özgürlük olacağı hayaline kapılmasın.
Başta sözde aydınlar
Çok açıkça söylüyorum ki, eksen kaymasıyla birlikte değişecek hukuki yapı öncelikle bu iktidara kayıtsız şartsız destek veren, aslında AKP’li olmayan sözde aydın, özde liberal faşistleri ezip geçecektir. Sadece şunu hatırlatmak istiyorum: Humeyni İran’a yanında Beni Sadr’la birlikte döndü. Sonra Beni Sadr’a ne oldu? İran’da bugün TUDEH var mı, liberaller, sosyalistler var mı? İlk onlar temizlenmedi mi?
Yine canımız yandı
Tüm Türkiye 1 Mayıs coşkusunu yaşarken ne yazık ki hain eller yine 5 yiğidimizi şehit etti. Son günlerde artan bu saldırılar her nasılsa medyada daha önceden yer alıyor ama önüne geçilemiyor. Üstelik yandaş medya son olayda olduğu gibi son iki yılda olan bu tür tüm saldırıların ordunun bilgisi içinde yapıldığını ileri sürüyor.
Genelkurmay kızıyor
Bu inanılmaz iddialara karşı ise Genelkurmay Başkanı sadece “kızdığını” söylüyor, bir kısım medyayı “mütareke basını” olarak suçluyor ama nedense inandırıcı bir açıklama yapamıyor.
Aktütün’de de Tokat’ta da bu oldu. Şimdi de benzer suçlamalar yapılıyor. Bunlara karşı etkin tutum gösteremeyen askerler “Ordunun durumu yürekler acısı” dedim diye bana gönül koyuyor. Peki değil mi?
Askercilik konusu
Sevgili okurlar; iktidar ve yandaşlarının ısrarla sürdürdüğü bir kampanya var. İktidarın yönetim biçimini eleştiren, gelişmeleri Türkiye için bir tehlike görenleri, korkutmak, sindirmek ve susturmak için “darbeci, askerci, ulusalcı, laikçi” gibi ifadelerle küçük düşürmeye çalışıyorlar.
CAN ATAKLI