TÜRKİYE TÖKEZLİYOR, YIKILMASI YOK OLUŞUMUZDUR!
Devlet çatısı çatırdıyor, bölünme senaryoları resmen ve alenen tartışılıyor. Emniyetle askerin, polisle jandarma’nın zaman zaman çeliştiği ve çekiştiği seziliyor. Ergenekon sanığı Fatma Cengiz, MİT’in GKB. İlker Başbuğ’u sürekli izlediğini, ama E. GKB Hilmi Özkök’le çok iyi geçindiklerini itiraf ediyor.[1] Yani devletin iki stratejik kurumu arasında biri birine itimatsızlık ve itibarsızlık gizlenemiyor. Emniyet içinde farklı gruplar kıyasıya boğuşuyor, karşılıklı tezgâhlar kuruluyor, izlenimi veriliyor. TSK içinde, emir komuta zinciri dışında Masonik yapılanmalardan söz ediliyor. Cumhurbaşkanıyla Başbakan farklı kulvarlarda koşuyor, ikbal ve iktidar hırsıyla kendi ekiplerini kolluyor, karıları bile biri biriyle konuşmuyor, aynı toplantılara katılmıyor. İktidarla muhalefet hizmet yarışı ve milli çıkarları koruma kaygısı yerine, oy devşirme amacıyla acımasız bir karalama kampanyası ve maalesef uçkur dalaşması yürütüyor.
Recep Erdoğan BOP Eşbaşkanlığı göreviyle; sözde PKK ile ayrı, ama özde aynı amaca hizmetle, 2. İsrail olacak bir Kürdistan oluşumuna ve ülkenin parçalanmasına çanak tutuyor.
ABD’nin Irak ve Afganistan işgalinden, milyonlarca masum Müslümanın katlinden ve Libya kahpeliğinden sonra şimdi de, Suriye’ye saldırmak için hazırladığı tezgâhlara, AKP taşeronluk ediyor.Bunlardan daha da beteri, yargı giderek siyasallaşıyor, farklı kamplara ayrışıyor ve yüksek yargı bürokrasisi biri birinin ayağını kaydırmaya ve yaptıkları yanlışlıkları kitabına uydurmaya uğraşıyor.
Darwinist ve komünist kafalı sosyalistler, emperyalizmin kiralık kuklalarınca oluşturulan bu karanlık ortamı fırsat bilerek, devrim çığlıkları atıp, askeri darbelere davetiye çıkarırken; ılımlı İslamcılar “AKP adım adım dinsizleri devre dışı bırakıp müminleri yerleştiriyor ve mevziler Müslümanların eline geçiyor” saflığı ve safsatasıyla, kargaları bile güldürecek bir ahmaklık ve aymazlık içinde avunup övünüyor. TSK’yı karalama ve kolunu kanadını kırma operasyonları hızla sürerken bir tiyatro gereği sorguya çekilen 94 yaşındaki Sn. Kenan Evren’in: “Aynı şartlar ve ihtiyaçlar doğar ve bana da aynı sorumluluklar sunulursa, aynı müdahaleyi tekrar yapardım.” Şeklindeki cesaretli ve dirayetli tavrı, şeref ve haysiyet mahrumu kuklaların beyninde balyoz gibi patlıyor! Ve hayret, Ergenekon karşıtı ulusalcı Aydınlık bile Kenan Evren’in sorgulanıp hırpalanmasına seviniyor!?
Bütün Milli varlıklarımız, sanayi kazanımlarımız, stratejik kurumlarımız arsa değerinin bile onda bir fiyatına yabancılara satılıyor, işsizlik sosyal patlama noktasını zorluyor, açlık ve sefalet kol geziyor, aile yapısı ve ahlaki değerler hızla yozlaşıyor; ve korkunç facialar yaşanıyor…
Sağ-sol çatışmalarını, Alevi Sünni kışkırtmalarını, büyük bedellerle de olsa atlatan ülkemiz şimdi, Kürt Türk çatışmasına ve kardeş kavgasına doğru hızla kayıyor. Hatta Taraf gazetesinden sabataist-sosyalist Ahmet Altan: “Ya özerk Kürdistan’a razı olacağız veya Türk Kürt savaşına hazırlanacağız.” Diye açıkça ve küstahça tehditler savuruyor.[2]
Evet, Türkiye tökezliyor.., Yere düşmesi halinde yeniden ayağa kalkamayacak hıyanet tuzakları kuruluyor. Unutmayalım, yıkılmamız yok olmamız anlamına geliyor. Gün, sorumluluklarımızı kuşanma, Milli ve manevi mirasımıza sahip çıkma günüdür.
Eski bir MİT yetkilisi 25 Aralık 2009 NTV haber kuşağına katılıp şunları söylüyordu:
“Bir istihbarat savaşı yaşanıyor denebilir. Yabancı istihbarat örgütleri ve Türkiye uzantılarının da bu çekişmelerde parmağı olduğu söylenebilir. “İzmir’de Yunanistan adına casusluk yapan üç kişi yakalandı” haberleri de, bana gündem saptırmaya yönelik gelmektedir. Çünkü Türkiye, stratejik kurumları dahil, zaten bir casuslar cennetidir. Türkiye çok tehlikeli ve çetrefilli bir süreçten geçmektedir. MİT Müsteşarlığının, Ergenekon yargıçlarının resmi sorusu üzerine “Yakamoz, Ayışığı ve Sarıkız gibi askeri darbe girişimleriyle ilgili – basında yazılan konuşmalar dışında – elimizde herhangi bir bilgi ve belge bulunmamaktadır.” Şeklindeki yanıtı da, oldukça önemlidir ve Ergenekon iddialarının kasıtlı ve kışkırtıcı hazırlandığı ve Orduyu yıpratmayı hedef aldığını göstermektedir.”
Bu sözleriyle eski Anti Kontrgerilla Daire Başkanının, bazı gerçekleri ifşa ve itiraf ederken, asıl tehdit ve tehlike merkezlerine, Siyonist güçlere ve işbirlikçilerine değinmemesi ise dikkat çekiyordu!
Hatırlayalım; AKP’nin Meclise sunduğu “askeri ağır silahların, Emniyet ve MİT’e verilmek üzere ithal edilmesine imkân tanıyan” kanun tasarısına, Genelkurmay haklı olarak karşı çıkıyordu. Çünkü bu girişim, TSK’ya alternatif yeni bir askeri güç oluşturma çabalarının ve dış dayatmaların bir sonucu yapılıyordu.
Ve yine AKP E. Elazığ milletvekili Fevzi İşbaşaran’ın:
“Emniyet bünyesindeki iç hesaplaşmalardan, Ordu ve Emniyet gibi devlet kurumlarını bir birine kışkırtan yapılanmalardan” bahsetmesi de hıyanet girişimlerinin hangi boyutlara ulaştığını gösteriyordu.
Bu sırada SP başında bulunan ve Erbakan’a gizli savaş açan Numan Kurtulmuş: Bülent Arınç’a “Suikast iddiaları” bahanesiyle TSK’ya sataşıyordu!
Numan Kurtulmuş, “Başbakan yardımcılığı yapan etkin bir siyasetçiye, yani (Sn. Bülent Arınç’) yönelik bir suikast girişiminin konuşulması fevkalade vahimdir. Bu konuda iktidar acilen üzerine düşen görevi yapmalı ve sorumluları yargı önüne çıkarmalıdır. Muhalefette olayların aydınlanması için elinde bir şey varsa yardımcı olmalıdır, bu olayın arkasında kim varsa hemen ortaya çıkarılması gerekir" sözleriyle sahteliği ve suniliği sırıtan suikast iddialarını, peşinen doğru kabul etme ve AKP’nin ekmeğine yağ sürme gafletine düşüyordu.
Emniyet teşkilatına, FG cemaatinin sızdığı ve çok önemli mevziler kazandığı artık gizlenmiyordu. Ancak teşkilatta görüş ayrılığı yaşandığı ve huzursuzluğun had safhaya ulaştığı da gözleniyordu. Acaba şimdi de, FG ile diğer cemaatler arasında paylaşım savaşı mı kızışıyordu?
“Kürt, Ermeni, Kıbrıs” gibi bilumum açılımlarımızın öncü habercisi Uluslararası Kriz Grubu’nun 14 Nisan 2009 tarihli, “Türkiye ve Ermenistan: Zihinlerin Açılması, Sınırların Açılması” başlıklı raporda yer alan bir cümle aklımızdan hiç ama hiç çıkmıyor, Türkiye’de “Ermeni” açılımının “miladı” şöyle ifade ediliyordu:
“Gerçek dönüm noktası, çok sevilen İstanbul’un entellektüel elitine mensup Ermeni Türk Gazeteci Hrant Dink’in Ocak 2007’de, bir milliyetçi ekip için çalışan silahlı bir adam tarafından öldürülmesi oldu…”
“Kürt açılımı”nın “dönüm noktası” ise ABD-Barzani destekli, video kayıtlı Dağlıca, Aktütün baskınları olmuş, Dışişleri Bakanı Davutoğlu da, “Dağlıca’dan sonra Türkiye ile Kürtler arasında bir çatışma olacağı bekleniyordu, ama en kapsamlı ilişkiler sağlandı. Biz bölgeyle ilgili politikalarımızda krizleri büyüterek değil, işbirliğini artırarak sonuç almayı tercih ediyoruz…” sözleriyle, o gizli gerçeği itiraf ediyordu. Ama görüyoruz, dört koldan baskı, tehdit, şantaja rağmen bu “açılım” özellikle içerde hazmedilemiyor, çok ciddi direnişle karşılaşıyordu. Dink’in öldürülmesi ile başlayan ”Ermeni açılımı”, Bursa maçıyla zirveye ulaşmıştı. Ne tesadüf zirve noktasında Dink’in öldürülmesinden “sorumlu” olduğu iddia edildiği halde makamında tutulan, hakkında soruşturma açılmasına dahi izin verilmeyen Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek görevden alınmıştı. Neden alındı ve neden şimdi? Bu ne cins bir “kurbanlık”tı?..
“Maksat hasıl oldu”ğundan mı, Dink Ailesi’nin “hesapları” bozmaması için “sus payı” mı, herkesin kendi “izleme-dinleme mekanizmasını” kurmasından sonra artık Emniyet İstihbarat’a ihtiyaç kalmaması mı, Başbakan Erdoğan’ın aleniyet kazanan “baskın erken seçim” hesapları mıydı? Yoksa hepsi birden mi yapılmaktaydı?
Elbet gerçekler er-geç ortaya çıkacaktı. Ama Hrant Dink’in öldürülmesi olayının tüm boyutlarıyla aydınlatılması en acil olanıydı. Çünkü bu cinayet sayesinde Türkiye’ye, tersine “tarih yaptırılıyor”, Ülkemiz, bağırta bağırta Tabii Dünyası’ndan kopartılıyor, maç bahanesiyle Azerbaycan bayrakları bile yasaklanıyordu!
Evet, Akyürek’in görevden alınmasıyla bu meselenin kapandığı sanılıp, buna aldanmamalıydı. Mesela Dink cinayetinin azmettiricisi olduğu iddia edilen, 1 numaralı sanık “Büyük Abi” Erhan Tuncel’in bağlantıları, “devlet sırrı” olduğu gerekçesiyle imha edildiği söylenen telefon görüşmelerinin kayıtları mutlaka bulunmalıydı. Tabii Başbakanlık Teftiş Kurulu ve MİT’in tespitlerine rağmen Erhan Tuncel’in kökenine ilişkin bilgilerin neden ısrarla görmezden gelindiği sorusu da mutlaka cevaplandırılmalıydı. Akyürek operasyonunun, 2011 Genel seçimleri ve Cumhurbaşkanlığı hevesleri ile bir ilgisi mi vardı. Bunun yanıtı Abdullah Gül ekibiyle Recep Erdoğan ekibi arasındaki gizli hesaplaşmada saklıydı!
Gladyo ve uzantıları!Gladyo duruma göre kabuk değiştirmekte ve bu nedenle de birbirinden farklı birçok isme sahip olmaktadır. Örgüt; dönem ve duruma göre farklı kurum ve merkezlerde yuvalanmaktadır. Türkiye'de kafalar da en çok bu nedenle karışmaktadır. Kontrgerilla bir muamma değildir; o bilinebilen, görülebilen ve isimlendirilebilen bir örgüttür ve Mason Localarıyla irtibatlıdır.
Bu nedenle Gladyo ya da Kontrgerilla'nın tasfiyesi, herhangi bir çetenin tasfiyesi kadar kolay olmamaktadır. Bu örgütün tasfiyesi, kökleri devletin en derin kurumlarına kadar uzanması nedeniyle zorlu sancılı, ama mutlaka köklü değişimle başarılacaktır. Çünkü Atatürk de Mason Localarını ancak bir devrim sonucu kapatmıştır.
Gladyonun: babası Yahudi, dadısı ABD, komutanı NATO olmaktaydı!
Kontrgerilla'nın babası Siyonizm, dadısı ABD ve çete başı NATO, anası Masonlar, gayrimeşru çocuğu ise ya “SüperNato”, ya “kontrgerilla”, Ya “Gladyo”, ya da “Derin Devlet” tipi oluşumlardır.
Karşı karşıya olduğumuz bu durumu şöyle de' ifade edebiliriz: Gladyo veya Kontrgerilla, Türkiye'nin son 60 yıldaki teslim alınması sürecinde birçok merkez, aktör, kurum vs. değiştirip farklı kılıflara sarılmıştır; ama hiçbir dönemde varlığını borçlu olduğu ABD'den ve İsrail’den bağımsız kalmamıştır.
Siz Kontrgerilla'nın, Gladyo'nun, Derin Devletin veya adına artık ne derseniz deyin, bu örgütün ne olduğunu bilmek mi istiyorsunuz, o zaman onun ABD ve Yahudi Lobileriyle olan ilişkilerine bakın. Bu bir turnusol kâğıdı gibidir. Sanırız Kontrgerilla'yı, Derin Devleti veya Gladyo'yu, ABD'den bağımsız olarak ele alanların ve bu örgütün mevcut sistem tarafından tasfiye edilebileceğini düşünenlerin kavrayamadığı en büyük yanılgı da burasıdır.
Kontrgerilla bazen Türk Ordusu'nun merkezinde, bazen Türkiye hükümetinin tepesinde, bazen bir partinin bünyesinde, bazen bir devlet kurumunun içerisinde, bazen de özel bir çetenin himayesinde yuvalanmakta, bazen solcu, bazen sağcı, bazen İslamcı olmakta, ama mutlaka Siyonist odaklardan ve Masonlardan doğrudan ve dolaylı yardım almaktadır.
Bölünmenin adı demokrasi konulmaktaydı!Kimsenin aklına kökeni, etnik aidiyeti artık gelmiyordu; ama AKP, açılım saçmalığıyla 72 milyonun aklına etnik köken farkını yeniden sokmayı başarmıştı. Anadolu'ya düşmanlık tohumları saçılmıştı. Bundan Türk kökenliler olduğu gibi, Kürt kökenli kardeşlerimiz de rahatsızdı. Onların çoğunluğunun aklında ayrılık yoktu, zorla sokuldu... Daha çok demokratik haklara itiraz eden zaten yoktu. Daha düzgün yaşam şartlarına ona da hak veriliyordu. İşsize iş mi, bölgeler arası uçurumların giderilmesi mi? Bunlarda doğruydu. “Batının vergileri doğuya gidiyor” diyen bir avuç beyinsiz dışında milletimizin her kesimi, fakirlik ve dengesizliğin giderilmesini destekliyordu. Öyleyse bir avuç Kürtçü PKK'cının ve onların dış ve iç bağlantılarının ve şu AKP iktidarının derdi ne oluyordu? Bu ülkenin kardeş kavgası içine girmesini kimler istiyordu?
Nihai hedeflere varma yolunda, Kürt kimliğinin tanınması söylemleri bahaneydi. Kürtçe konuşma serbestisi ve bazı yer isimlerinin Kürtçeleriyle değiştirilmesi bahaneydi. Amaç Türkiye'yi bölmektir, Türkiye'yi tökezletmektir. Ama bunu Güneydoğulu kardeşlerimizin çoğunun istemediği de bir gerçektir. Ama korku onları da susturup sindirmiştir. Demokrasi hayali ve bahanesiyle ülkemiz çatır çatır bölünmektedir!..
Devlet içi çatışma mı?
İnsanın kanını donduran vahim olaylar, vahim iddialar birbirini kovalıyordu. Ne oluyordu Türkiye'ye? Bazılarının söylediği gibi, bu yolla gerçekten ülkemiz demokratikleşiyor muydu? Yıllardır demokrasiye musallat olmuş derin devlet çeteleri mi ayıklanıyordu? Acaba askerin siyaset üzerindeki vesayeti mi kırılıyordu? Yoksa TSK etkisiz ve çaresiz bırakılmaya mı çalışılıyordu? Bazı devlet kurumlarının içinin çok da temiz olmadığı gerçeğini Türkiye yeni öğrenmiyordu. Ama yakın zamanda yaşananlar acaba salt devleti çetelerden temizleme operasyonu muydu, yoksa Cumhuriyeti tasfiye oyunu muydu?
Tartışmalı olan nokta buydu. Acaba devleti çetelerden temizleme operasyonu görüntüsü altında, derin devleti ele geçirme savaşı mı yaşanıyordu? Ergenekon senaryosu: İyilerle kötülerin, Millilerle işbirlikçilerin kavgası mıydı, yoksa sömürü arabasının atlarını değiştirme operasyonu muydu? Ve tabi AKP’nin ve Fetullah Gülen’in tahribatlarını tenkit edenleri sindirme balyozu olarak, Ergenekon’un kullanıldığı da unutmamak gerekiyordu.
Arınç'a suikast girişimi olayı konusunda Genelkurmay'ın yaptığı yazılı açıklama bu açıdan son derece düşündürücüydü. Başkent kulislerinde kulaktan kulağa fısıldanan çok çarpıcı iddialar, kafa karıştırıyordu. Genelkurmay'ın açıklamasında; "Evet iki subay gözaltına alınmış, haklarında soruşturma başlatılmıştır. Ancak o iki personel, başka bir askeri personeli izlemekle görevli olarak orada bulunmaktaydı..." deniyordu. Ama bir avuç suda fırtınalar koparılıyordu.
Kulislere yansıyan iddia şuydu: "Genelkurmay uzunca bir süreden beri içerden bilgi ve belge sızdırmalarına karşı kapsamlı bir soruşturma yürütüyordu. Bu çerçevede kritik bir birimde görev yapan bir subaydan kuşkulanılıyor. Söz konusu subayın, TSK'ya karşı asimetrik psikolojik harekât yürütenlere içerden bilgi ve belge sağladığı, sahte belge üretilmesine yardımcı olduğu yönünde ciddi kuşkular vardı. Bülent Arınç'a suikast iddiası ile gözaltına alınan albay ve binbaşı işte bu personeli izliyor ve suçüstü yapmaya çalışıyordu!."
Ve işte bu noktadan itibaren bir başka komplo teorisi devreye giriyor: "Bilgi sızdıran askeri personelin izlendiği fark edilince, söz konusu subayla ilişkisi olanlar, devletin bir diğer istihbarat servisini harekete geçiriyor. Cumartesi gecesi gerçekleştirilen polis operasyonu ile hem Genelkurmay'ın köstebek operasyonu sonuçsuz bırakılıyor hem de Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı yürütülen psikolojik harekâta dehşetengiz bir suikast iddiasıyla malzeme sağlanmış oluyordu!?."
Bu iddialar Genelkurmay'ın yaptığı resmi açıklama ile bir ölçüde doğrulanıyordu. Fakat bütün bunlar tahmini endişeler olabilirdi: gerçek olan ise: devlet organları arasındaki çatışma artık tehlikeli boyutlara varmış bulunuyordu. Psikolojik savaşın, fiziki çatışmaya dönüşme riski giderek artıyordu... Erzincan'da tutuklanan MİT'çilerin: "polisle çatışabilirdik" itirafları ne anlama geliyordu? Ve acaba Genelkurmay’ın 2011 Deniz kurdu Tatbikatını iptal etmesiyle verilen mesaj doğru algılanıyor ve gerekli önlemler alınıyor muydu?
Türkiye nereye kaydırılmaktaydı?"Asimetrik psikolojik bir savaşın içinde bulunduklarını" Genelkurmay Başkanları defalarca dile getiriyordu. Evet, Org. Başbuğ'un da kendilerine yönelik olduğunu söylediği: “çağın yeni savaş taktiğinde” top, tüfek, tank bulunmuyordu… Kamuoyu o kadar çok bilgi, belge ve açıklama bombardımanına tutuluyor ki, bunların içinden hangisinin doğru olup olmadığını anlamakta zorluk çekiyordu. Zihin haritaları altüst ediliyor, öteden beri kabul görmüş kuralları, etik değerleri toz dumana çeviriyordu. Bu savaş yönteminde, gerçeğin sonradan nasıl şekilleneceğinin de bir önemi yoktu. Baştan yaratılan algı, olayın üzerine öyle bir kara perde örtüyor ki sonrasında gerçek ortaya çıksa bile herkes ilk anda yaratılana inanıyordu. Yeni savaş modelinin en önemli meydanı ise medya idi... Kuralı, etiği olmayan karşı taraf öyle bir saldırıya geçiyor ki, hukuk içinde kalıp etik değerlere uyarak savaşma yolunu seçenler, en güçsüz bir saldırıda dahi yeniliyordu.
PKK’nın BDP’leşmesi, demokratik bir aşama mıydı?DTP’lilerin, ardından BDP’lilerin sine-i aşirete dönmek yerine, parlamentoda kalmalarıyla, yepyeni bir aşamaya daha ulaşıldığı gözleniyordu. Eskiden çok korkulan tehlikeli olasılıklar gündeme getirilirken, arada şu sözler de söylenirdi: “Amaçları sonunda parlamentoya Öcalan’ı sokmak, o da gerçekleşince görürsünüz!” Abdullah Öcalan’ın kendisinin parlamentoya girmesine ne kadar kaldığı bilinmiyordu. Ama Ahmet Türk’ün açıklamalarından sonra bir aşamanın daha geride kalmakta olduğunu ve “APO”nun temsilcilerinin bundan böyle Meclis’te yer almaktan öte, Federatif Kürdistan Başbakanı sıfatını taşıyacağını söylemek gerekiyordu.
Eski DTP’li yeni BDP’lilere “Meclis’e gidin” telkini Öcalan’dan geldiğine ve dinlenen bu talimatın parlamentoya dönmekte etkili olduğu bilindiğine göre, yeni partinin bütün temsilcilerinin artık “APO”nun temsilcileri olarak, kabul edilmelerinde ve “APO’nun milletvekilleri Meclis’e girdiler” denmesinde bir yanlışlık bulunmuyordu. Bunun en azından, psikolojik olarak çok önemli bir aşamayı oluşturduğunu kabul etmemiz lazım geliyordu. Söz konusu gelişmeden memnun olanların, bunun mimarlarını kutlamalarından daha doğal bir şey olamazdı ve bu mimarlar arasında olayları buraya kadar vardıran açılımın fikir babaları ile uygulayıcılarının bulunduğunun söylenmesine de, izan sahibi hiçbir Allah’ın kulunun kızmaması gerekiyordu…
Erdoğan’ın açılımı, “ABD’nin Kuzey Irak’ta oluşturacağı protektora fikrinin otomatik olarak Barzani’yi PKK’ya karşı bir davranışa iteceği” varsayımına dayanıyordu. Bu planda kendisine yüklenen misyonu yerine getirmeyi kabul etmesi için, Kuzey Iraklı liderlerin PKK konusunda geniş bir işbirliğini rahatça kabul edip, direnmekten vazgeçecekleri sanılıyordu. Ama bunların hiçbiri gerçekleşmiyordu, asıl hedefin bir Kürt açılımı olmayıp, PKK’yı siyasallaştırma, meşrulaştırma ve
Güneydoğumuzda Kürdistan oluşturma süreci yaşandığı anlaşılıyordu.
PKK’nın, “kendisini tasfiyeyi öngören böyle bir plana bütün gücüyle karşı çıkacağı ve terör örgütünün Türkiye’yi bir kaosa itmek için elinden gelen her şeyi yapacağı” da söyleniyordu ve bu da fos çıkıyordu. Bu arada da yeni bir aşamaya daha geliniyor, Apo’nun temsilcileri resmen Meclis’te yer alıyor bağımsız Kürdistan’ı tartışmaya açıyor ve bu badireden ne kazandığımız sorusu ise tabii ki yanıtsız kalıyordu.
Türkiye AKP Eliyle Parçalanmaya sürükleniyordu!Buna göz göre göre seyirci kalan, yetkili ve görevli olduğu halde ses çıkarmayan asker ve sivil tüm bürokratlar da bu hıyanet suçuna ortak oluyordu!Başbakan Erdoğan, hatırlayınız Toronto’dan NATO’ya çağrıda bulunarak: “Afganistan’da Taliban’a karşı yürütülen mücadelenin PKK’ya karşı da verilmesini” istiyordu. “Merkezi yönetimin Kuzey Irak’ta hiçbir egemenliği yok. Terör örgütü burada belli bir bölgeyi adeta yönetiyor” diyerek NATO’nun Kuzey Irak’a yerleşmesini teklif ediyordu.[3]PKK’nın yuvalandığı Kuzey Irak’a Türk Ordusunun girip bir güvenlik şeridi oluşturmasına şiddetle karşı çıkan Recep Erdoğan’ın, bu bölgeye NATO’yu davet etmesi, ardından Libya saldırısına destek vermesi, şimdi Suriye’ye müdahaleye yardım ve yataklık etmesi, Türkiye’yi bölmek isteyen güçlerin asıl taşeronunun kendileri olduğunu gösteriyordu. Çünkü Refah-Yol döneminde ve Erbakan’ın sayesinde bölgeden ayrılmaya mecbur bırakılan ÇEKİÇ GÜÇ’ün PKK’yı nasıl azdırdığı henüz unutulmamışken, Başbakanın şimdi kalkıp NATO’yu davet etmesi gaflet ve cehaletten çok öte bir anlam taşıyordu. Recep Bey’in bu sözleri kendiliğinden düşünüp seslendirecek bir kapasitesi ve yetkisi bulunmadığına göre, bu şeytani telkin ve tekliflerin G-20 toplantısındaki Siyonist patronları tarafından öğretildiği anlaşılıyordu.
Atatürk’ün şaibeli ölümünden sonra Sabataist cunta tarafından Cumhurbaşkanı yapılan ve uyduruk bir Kemalizm kılıfıyla Atatürk’ün devrim ve hedeflerini yozlaştıran İsmet İnönü’nün Amerikan mandacılığı anlamındaki teslimiyet anlaşmalarından daha beter bir hıyanet kokan bu “Kuzey Irak’a NATO yerleşsin!” teklifi, Türkiye Cumhuriyetinin artık komaya sokulmak istendiğini belgeliyordu. Kendi ordusunu, Ergenekon bahanesiyle mahkemelerde süründürüp gözden düşüren bir Başbakan’ın Haçlı-Siyonist jandarması olan NATO’ya bu denli güvenmesi, bunların gizli niyetini ve kirli mahiyetini ortaya koyuyordu.
Recep Başbakan doğru söylüyordu. Evet, PKK da, BDP de taşerondu. Ama unutmayalım asıl taşeronluğu AKP yapıyordu.
Bir yazarımızın dikkat çektiği gibi:
“Türkiye şehitlerine ağlarken, “uzmanlar kılıklı azgınlar” da çıkıp Şemdinli ve diğer bölgelerdeki saldırıları, PKK'nın ne yapmaya çalıştığını yorumluyor, ne yapılma(ma)sı gerektiğini anlatıyordu. Kafalar, Başbakan Recep Erdoğan'ın da PKK için kullandığı “taşeron” ifadesine takılıyordu. Haklı olarak kamuoyu PKK'nın kimin ya da kimlerin taşeronu olduğunu Başbakan'dan açıklamasını bekliyordu. Elbette Erdoğan boşa konuşmuyordu. Bunu ilk defa bu kadar vurgulu yapması da, PKK'yı harekete geçiren merkezlere bir mesaj niteliği taşıyordu. Ancak Başbakan dışında bir isim daha bu merkezleri çok iyi biliyordu. O isim kim derseniz, siyasi yasaklı olan ve kapatılan DTP'nin bir dönem eşbaşkanlığını yapmış olan Aysel Tuğluk’tu!
Nasıl mı?
Hatırlayalım, Dağlıca baskınından birkaç gün sonrasıydı. 8 askerin kaçırıldığı ortaya çıkmış, DTP'nin vekilleri Kandil'e giderek PKK'lıların şovuyla o askerleri “teslim” almıştı. Milletvekillerinin de bulunduğu heyete Aysel Tuğluk başkanlık ediyordu. Sonrasında Türkiye'ye dönüldü. 28 Kasım 2007 tarihli Yeni Şafak gazetesinde Tuğluk'un aynen şu demeci yayınlandı:
“Tamamen o gençlerin hayatıyla ilgili kaygı duyduğum için gitmek gerektiğini düşündüm. İnsani bir refleksti. Ancak giderken duyduğum bu heyecanı, orada uluslararası bir kurgu olduğunu fark ettiğimde yitirdim. Ne ABD'nin ne de bu işe karışmış diğer güçlerin uluslararası çıkarlarına bulaşmak istemezdim.”
Aysel Tuğluk daha sonra susmuştu. Ne “uluslararası kurgu” meselesini, ne de “ABD ve diğer güçlerin uluslararası çıkarları” konusunun perde arkasını nedense unutmuştu. Daha sonra aynı BDP’liler açıkca “Bağımsız Kürdistan” diye tutturmuş, hatta
Taraf, Zaman, Yenişafak gibi yandaş medya yalaka ve münafık yazarlar, “12 Haziran seçimleri öncesi, TSK 12 PKK teröristini niye öldürdü?” diye orduyu topa tutmuştu.Belki de önümüzü görmemizi sağlayacak, terörle mücadele bilinçleri aydınlatacak şifreler, bu sözlerde saklıydı.
Neydi bu uluslararası kurgu?
Bu sözlerden yaklaşık 2 sene sonrasıydı. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan'ın yaptığı bir açıklama, aslında bu uluslararası kurgunun işaretlerini veriyordu.
Ali Babacan, 24 Ekim 2009'da katıldığı bir televizyon programında açılım süreci ile ilgili bir soruya şu yanıtı veriyordu:
“Bunun (yani açılımın) altyapısı 2007 yılındaki Dağlıca baskınından sonra yapılan diplomatik çalışmalarla başladı.”Yani bir anlamda, açılım Dağlıca saldırısı ile başlıyordu. İşte uluslararası kurgunun siyasi boyutu buydu. Peki askeri boyutu var mıydı?
Yılların gazetecisi Fatih Çekirge, o saldırıdan sadece bir gün sonra (22 Ekim 2007) Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde, üst düzey bir isimle yaptığı görüşmeyi yazıyordu. Muhtemelen dönemin üst düzey bir askeri yetkilisi olan o isim, bakın Çekirge’ye saldırı ile ilgili neler söylüyordu:
“Bunlar düzenli orduya karşı gayri nizami harp taktikleri uygulayan ve gerilla yöntemlerini iyi bilen teröristler. Bunlara gerilla diyemiyoruz. Çünkü siyasi bir kimlik alıyorlar. Uyguladıkları bütün taktikler gerilla taktiğidir. Siste saldırma, köprüde kıstırma, hedef çevirip yok olma. Kamuflaj ve karanlıktan yararlanma... Dağda yaşamak kolay değildir. Bunlar özel eğitim almışlar. Belki de içlerinde başka uluslara ait özel unsurlar var. Çok güçlü yabancı istihbarat örgütü elemanları var”
Aynı isim, saldırıyı gerçekleştiren terörist grup içinde “ABD'nin eğittiği peşmerge unsurlarının olduğu”nu da açık bir dille ifade ediyordu.
Baskının ardından 5 Kasım 2007'de ABD'de dönemin ABD Başkanı George Bush ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir araya geliyor, buluşma ile ilgili haberlerde Erdoğan ile Bush arasında şu maddeler üzerinde anlaşma sağlandığı belirtiliyordu.
1. Kandil’deki PKK kontrol noktalarının yerine Bölgesel Kürt Yönetimi’ninkilerin kurulması,
2. Erbil üzerinden gelen yolcuların PKK’ya para transferinin engel olunması.
3. Mahmur Kampı’nda kalanların Türkiye’ye geri yollanması
4. Demokratik Çözüm Partisi gibi PKK şiddetine göz yuman Kuzey Irak’taki grupların faaliyetlerinin sınırlandırılması,
5. Bunların yapılmasına karşılık Türkiye’nin bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’yi kötülemekten vazgeçerek doğrudan diplomatik görüşme kanalının açılması için özel bir elçi gönderilmesi; Habur’daki prosedürleri hızlandırması ve yeni sınır kapılarını açması,
6. Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin nüfuzunu kullanarak PKK’nın 12 aylık bir ateşkes ilan etmesini sağlaması,
7. PKK’nın barış isteğine dair stratejik bir karar alması,
8. Bunun karşılığında 2002 yılında örgüte katılanların ilk etapta, komuta sorumluluğu olmayan kadroların ikinci etapta affedilmesi için yasa çıkarılması, Kırmızı bülten ile aranan 134 üst düzey yöneticiye bulundukları ülkelere sığınmalarının kolaylaştırılması
9. Türkiye’nin PKK ile müzakere etmeyi reddettiği için, bu süreçte, üniter yapıya bağlılığını ve terörizmi kınadığını ilan etmesi halinde DTP’nin meşru ve kabul edilebilir bir muhatap sayılması
10. ABD’nin Irak ve Bölgesel Kürt Yönetimi’nin PKK üzerinde etkilerini kullanmaları için baskı yapması ve Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve güvenlik çıkarlarını göz önünde bulundurması. (Not: Zafer Çağlayan başkanlığındaki Türk İşadamlarının Kuzey Irak çıkarması bu anlaşma gereği yapılıyordu.)
Günümüze kadar bu planın, PKK'nın tasfiyesi ve zayıflatılması dışında hepsi gerçekleşiyordu. Zaten plan iki ana unsurdan oluşuyordu. Bunlar Barzani ve Talabani ikilisinin tanınması, PKK'yı beraber tasfiye edip siyasi kimlik ve resmiyet kazandırılması ve Fedaratif Bağımsız Kürdistan’a zemin hazırlanması” oluyordu.Planın önemli kısmı gerçekleşmiş bulunuyordu. Irak'ın kuzeyi ile diplomatik ilişkiler kuruluyor, Talabani ve Barzani Türkiye'ye geliyor, üst düzeyde ağırlanıyordu. Ancak planın asıl unsuru olan PKK'nın tasfiyesi gerçekleşmiyordu. Çünkü, ABD'nin planladığı “açılım”, özellikle “Habur rezaleti”nden sonra kamuoyunun direnciyle karşılaşıyordu. O zaman da açılım tıkanıyor, PKK'ya ihtiyaç duyuluyordu. Günümüzdeki bazı saldırılar da belki bu nedenle planlanıyordu: yeni bir Dağlıca yaratmak amacı taşıyordu. Şifrelerin devamını en iyi bilenlerden biri olan Aysel Tuğluk'a gelmemiz gerekiyordu. Tuğluk o açıklamadan sonra bir daha bu yönde hiçbir konuşma yapmıyordu. Birileri mi susturdu, yoksa Tuğluk bunları açıklamayı zararlı mı buldu bilinmiyordu. Ancak Tuğluk konuşursa, sorun çok daha iyi anlaşılacağa benziyordu.[4] Ve sonunda BDP’liler: “Kürdistan’ın kurulmasına hiçbir gücün engel olamayacağını” kusuyordu!
Bu arada askere yapılan hücumlar karşısında 'Peygamber Ocağı bu kadar sert eleştirilmemeli' yaklaşımına karşı çıkan Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç, “Peygamber Ocağı” tanımlamasının ittihatçıların en çok kullandığı retörik metaforu olduğunu ileri sürüyordu.Hz. Muhammed'in ordusu olmadığına işaret eden Bulaç, 'll. Mahmut'un Asakir-i Mansure-i Muhammediyye'yi kurarken gelişen söylem ve İttihatçıların bunu pekiştiren retoriği "peygamber ocağı"nı kutsal bir metafor olarak türetti', 'belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber (sas)'in ne askerî birliği, ne nizamî bir ordusu ne de askerî kışlası ve karargâhı ve ocağı vardı' diyerek, hem gerçekleri çarpıtıyor, hem de cehaletini sergiliyordu.
“Hz. Peygamberin ne askeri bir teşkilatı, ne nizami bir karargahı ve kışlası vardı..” diyenlere sormazlar mı:
Peki o zaman Bedir’in Arslanları, Uhud’un Kahramanları, Mekke Fethi’nin şanslıları, haşa, ordu değil de çapulcu alayları mıydı?
Elbette Hz. Peygamber Efendimiz döneminde ve öncesinde, kışlalarda beslenen resmi askeri birlikler bulunmamaktaydı. Ancak herhangi bir saldırı karşısında savaş ve savunma taktiklerini bilen, bununla ilgili özel talimlerle yetişen kişilerin listelerinin bulunduğu kütüklerin ve ilgili görevlilerin hazırlandığı bir nevi sivil ve gönüllü ordunun varlığı da inkar edilmez tarihi bir hakikatti. Ve zaten o dönemlerde birçok devlet ve millet de, henüz kışlalarda beslenip eğitilen resmi asker uygulamasına başlamamıştı.
TSK’yı karalamak ve manevi bağlarını koparmak için çırpınan ve yalakalığını yaptığı Recep Bey’in Kuzey ırak’a İslam düşmanı NATO’yu çağırmasına ses çıkarmayan Amerikantapar zaman yazarı Ali Bulaç,
Mustafa Kemal Atatürk’ün hayranlıkla anlattığı: “Hz. Muhammed’in A.S. Bedir ve Uhud gibi savaşlarda uyguladığı çok yüksek askeri stratejileri, üstün savaş taktiklerini” okuyup utanması lazımdı. İslam’daki cihat ruhunu körletmek için İbni Teymiyenin, saldırgan Moğollara karşı verdiği Mardin fetvasını geçersiz kılmaya çalışan, ama
Bediüzzaman Said Nursi’nin de desteklediği ve “Kutsal cihattır” dediği, Ankara Müftüsü Rıfat Börekci’nin tarihi fetvasına şimdilik ses çıkaramayan ılımlı İslamcı zalim Amerikan kuklalarının, demokrasi kılıflı bu ordu düşmanlıkları kimlerin uşakları olduklarının da ispatıydı.
http://www.millicozum.com/mc/temmuz-201 ... uzdur.htmlTEMMUZ 2011 Ahmet AKGÜL