Doğu Aydınlanması (1-3) / Metin AYDOĞAN

Doğu Aydınlanması (1-3) / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Sal Nis 08, 2014 9:25

Doğu Aydınlanması -1

9.yüzyıldan başlayarak 14.yüzyıla dek süren beşyüz yıl içinde; Güneybatı Asya, İran, Mezopotamya, Anadolu ve Müslüman egemenliğindeki İspanya’da, sıradışı uygarlık gelişimi ve bir aydınlanma yaşandı. İslam yayılmasına denk düşen bu uzun dönem içinde, Antik Çağ yapıtları incelendi, eleştirildi, geliştirildi ve yalnızca Antik Çağ’ı değil, kendi dönemini de aşan görkemli bir bilimsel gelişme yaratıldı. Ön Asya’nın büyük-küçük kentleri; okullar, kütüphaneler, basımevleri, kağıt hamuru atölyeleri, çeviri merkezleri ve buraları boş bırakmayan insanlarla doldu. Uyanış o denli kapsamlı ve yaygındı ki, tarihi bilenler bile bu uyanışın nedenlerini açıklamada zorlandılar. Dünyanın büyük bölümü özellikle Avrupa, Orta Çağ karanlığını yaşarken, Bağdat’ın ya da Semerkant’ın sokakları, birkaç dil bilen, “öğrenmek için yapmayacağı şey olmayan” insanlarla dolup taşıyordu.

Doğru Tanım

Doğu aydınlanmasının öncülüğünü yapan düşünürlerin büyük çoğunluğu Müslümandı. Bu nedenle, bilim ve bilgelik alanındaki bu olağanüstü gelişmeye, İslam aydınlanması denildi. Ancak, 9.yüzyıl aydınlanmasının öncülüğünü yapanlar içinde hemen her dinden insan vardı. Müslümanlardan başka, bölgede yaşayan; Budist, Yahudi, Maniheist, Şaman ve Hıristiyan bilim adamları, bu uygarlık içinde, sayıları az da olsa yer almıştı. Bu nedenle dinsel tanımlama, olayı tam olarak anlatmıyordu.

Etnik yükümlenme de olanaklı değildi. Aydınlanma o denli geniş ve kapsamlıydı ki, olay etnik yapıların çok üstündeydi. Araplar, Türkler, Acemler, Suryaniler, Nestroyanlar ve başka etnik kökenden düşünürler, bu devinimin (hareketin) içinde yer almış, katkı koymuştu. Batı ya da Arap tarihçilerin, bugün kullanmakta oldukları Arap bilimi tanımlaması; gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır, bu uygarlığı yaratan başka unsurları sok saymaktadır.

Dönemin bilim yapıtlarının büyük bölümü Arapça yazıldığı için, bu uyanışa; kimi tarihçi Arap bilimi ya da Arapça’daki bilim tanımını kullandı. Ancak, bu bilim içinde, Farsça ve Türkçe başta olmak üzere, başka dillerde yazılmış yapıtlar da vardı. Etnik tanımlama da uygun düşmüyordu. Çünkü, Aydınlanma içinde Türk, Arap, Acem, Süryani, Nostroyan bilim adamları da vardı. Bu nedenle, 9-14.yüzyıl uyanışını anlatan en uygun tanım, herhalde Doğu aydınlanması olmalıdır. Tanım uygunluğunun yanında bu yaklaşım, “Doğunun, bilimsel gelişme için, hiçbir zaman uygun bir ortam oluşturmadığını”, “aydınlanmanın yalnızca Avrupa’da yaşandığını” ileri süren kasıtlı Batı savlarına, en azından tanım düzeyinde verilmiş bir yanıt olacaktır.

Türkler’in Durumu

Doğu aydınlanmasını “İslam uygarlığı” olarak tanımlamasına karşın, Fransız tarihçi Jean Poul Roux, konuyu gerçeğe uygun olarak açıklayan ender Batılı bilim adamlarından biridir. Roux, bu büyük uygarlığın ortaya çıkışını incelerken şu saptamaları yapmıştır: “İslam uygarlığı bir merkezden doğmamıştır; merkezi devlette tüm yetkileri toplayan halifelerin başkenti bile, İslam uygarlığının doğum yeri olmamıştır. (Bu uygarlık y.n.) Doğu ve Batı İran, Mezopotamya, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, yani Tunus’ta ve daha sonra İspanya’da, yaratıcılığın doruğa ulaştığı ve sürekli olarak birbirini etkileyen pek çok ocaktan doğmuştur... Bu uygarlığın içinde, Orta Asya’nın önceliğini görmemek; ilk sırada yer alan, hatta belki de ilk sırada yer alanların öncüsü olan Orta Asya’ya haksızlık olacaktır. Doğru olan, bu topraklara borçlu olduğumuz herşeyin, bir bütün olarak ele alınmasıdır...” 1 

Dinler ve uluslararası ortak bir ürün olan bu büyük uygarlık atılımını tanımlarken, bu tanım içinde önemli bir yeri olan Türk unsurlara özellikle dikkat edilmelidir. Türkler’in Doğu bilimine yaptığı katkı, üst düzeyde olmasına karşın, Batı ya da Arap tarihçilerce, dün olduğu gibi, bugün de yok sayılmıştır.

Bu büyük gelişimi hazırlayan eğitim ve kültür birikiminin kaynağı yeterince sorgulanmamış ve Türk bilim adamlarının, bilim tarihine yön veren buluş ve görüşleri atlanmıştır. Arapça yazdıkları için yalnızca yapıtları değil, kendileri de Arap sayılmış ve Batı kaynaklarında, onlara kendi adlarından başka adlar verilmiştir.

Doğu aydınlanmasına kaynaklık eden bilimsel birikim; Orta-Asya, İran ve Anadolu’da yeterince vardı. Türk, İranlı ya da Süryani bilim adamları, eskiye giden köklü kültürel gelenekleriyle, bilimi kilisenin tutuculuğundan korumuşlar ve geliştirmişlerdi. Bizans İmparatoru Justinyen’in (Justinianos I), Suriye’ye sürdüğü Atina Okulu’nun düşünürlerini, Antik Ege uygarlığı yapıtlarını Süryanice’ye çevirip korurken; Türk ve İranlı bilim adamları, kendi yöresindekilerle birlikte Çin ve Hint uygarlığının ürünlerini yaşatıp geliştirmişlerdi.

Araplar ve Abbasi Aydınlığı

Araplar, başlangıçta bu yapıtlardan çok az yararlanmıştı. Onlar, yaşamı ve doğayı tümüyle, inanca bağlı düşüncelerle açıklıyor ve “İslamiyetin, kendilerinden önceki düşüncelerin tümünü yok saydığını ileri sürüyordu.” 2 

Abbasiler’e dek yöre kültürlerini yok eden bir baskı politikası uygulamışlardı. Emeviler, İran, Mısır, Suriye ve Türk bölgelerini ele geçirdiklerinde; dini yapıt ve anıtlarla birlikte Türkçe, Farsça ya da Latince yazılan yapıtları da yakıp yıktılar. 3  Araplar’ın bilimle tanışıp bu alanda ünlü düşünürler çıkarması, Abbasi halifelerinin bilime, bilim adamlarına ve diğer kültürlere önem vermesiyle başladı.

Fransa’da eleştirel bilgeliğin (felsefenin) öncülerinden sayılan tarihçi ve din bilgini Ernest Renan (1823-1892), diğer kültürlerin Arap kültürüne etkisi konusunu incelerken, biraz da abartılı olarak İran uygarlığını öne çıkarır ve şunları söyler: “Avrupa Rönesans’ının gerçek kaynağı araştırılacak olursa bu, İslami bilimler arasından geçerek Sasani devrine çıkar. Öteki ulusların, özellikle İran’ın, Arap dünyasına ve uygarlığına giren bilim ve kültür unsurlarını Araplardan alırsanız, Arap, devesiyle yalnız başına kalır.” 4 

Bilim ve İslam

Oysa, Araplar bilim ve gelişmeye önem veren bir dini kabul etmişlerdi. Hz.Muhammed, “kadın olsun, erkek olsun her Müslüman’a” bilgi edinmeye çalışmayı, adeta dini bir borç olarak göstermişti. “Beşikten mezara ilim arayınız”; “Kim ilim için çalışırsa ibadet etmiş olur”, “İlim edinmek oruç kadar, ilim öğrenmek namaz kadar değerlidir” demişti.

Böyle bir peygambere sahip olmak; bilime saygıyı, herkesten çok Araplar’da arttırmalı ve bilim “Çin’den getirilmek zorunda kalınsa” bile insanın yolunu aydınlatmalıydı. 5  Araplar, bu aydınlık yola, Emevi despotluğundan sonra, Abbasiler döneminde gireceklerdir.

Bağdat’tan Doğan Işık

Abbasi halifeleriyle birlikte, Bağdat bilim ve kültürün merkezi olmaya başladı. El-Memun 830’da, Bilgelik Evi (Beytülhikme) adını verdiği büyük bir kültür merkezi yaptırdı ve Nasturi, İranlı, Türk, Hint, Hıristiyan, Yahudi bilim adamlarını çevresine topladı. Her bölgeden, dönemden ve dilden yapıtlar, Arapça’ya çevrildi. Bilgeliğe duyulan ilgi, bağnaz ilahiyatçıların, özellikle Hanbeliler’in karşı çıkmasına karşın sürdü. Bilgelik; gökbilim, matematik ve tıbbın yardımıyla gelişti. Her yerde okullar, merdeseler, kütüphaneler açıldı, özgün yapıtlar üretildi.

Bilim ve sanat, saraylardan çıkarak sıradışı bir yoğunlukla, toplumun her kesimine yayıldı. En geçerli değer yargısı, öğrenmek ve daha çok öğrenmekti. Okuyanlara, okutanlara ve özellikle bilim adamlarına olağanüstü saygı gösteriliyor, değer veriliyordu. Bu coşkun ortam içinde, yalnızca dönemlerine değil, geleceğe de yön veren ve çağını aşan evrensel nitelikli düşünürler, bilim adamları yetişti; bu insanların ürettiği kimi yapıtlar, uzun süre aşılamadı.

Bilimsel Derinlik

Doğu aydınlanmasında yer alan bilim adamları, kendilerinden önceki bilimsel yapıtları incelediler ve öğrendiklerini gelecek kuşaklara aktardılar. Ancak, onlar öğrendiklerini geleceğe ileten basit aktarıcılar değildi. Çin’den, Hint’den, Mısır ya da Ege’den aldıkları bilgileri; üstün bir kavrayışla incelediler, geliştirdiler ve onları aşarak çok daha ileri bir düzeye ulaştılar. Miletli Thales ya da Sisamlı Pisagor, Mısır ve Babil’den aldığı bilgileri nasıl geliştirip yenilediyse, onlar da Antik Çağ’dan aldıkları bilim’i öyle geliştirdiler.

Deneysel araştırmayı, çalışmalarının temeline yerleştirerek deneyciliği bulanlar ve bu yöntemi bilime katanlar onlardı. Hiçbir kavramsal kurgunun esiri olmadılar. Hemen herşeyi sorguladılar. Olay ve olgular üzerindeki gözlem yeteneğini üst düzeye çıkardılar ve gerçeği tüm araştırmalarının çıkış noktası yaptılar.

Özelden genellemeye giden güvenilir çalışmayı (tümevarım), bilimsel yöntem durumuna getirdiler. Yorulmak bilmez yinelemeler, gözlemler ve ölçümlerle, olguların üzerine gittiler. Kuramlar ve tasarımlar, sürekli denetlenerek doğrulandı ya da özgüvene dayalı düşünce ve araştırma özgürlüğüyle, yerlerine yeni kuram ve tasarımlar geliştirildi.

Bilimsel yaklaşımlarını, Batıdan sekizyüz yıl önce, “bilginin ilk koşulu kuşkudur” biçiminde dile getirdiler. 6 

Antik Çağ Bilimini Kurtaranlar

Semerkant, Bağdat ya da Kurtubalı bilginler, Antik Çağ’da yaratılan bilimsel birikimi geliştirmekle kalmadılar. Bu birikimi unutulmak ve yok olmaktan kurtararak, Batıya da öğrettiler. Bilgelik ve yazının, deneysel kimya ve fiziğin, cebirin ve günümüzdeki anlamıyla matematiğin, çağdaş tıbbın, yıldızbilim (astrolojinin), yerbilim (jeolojinin), toplumbilim (sosyoloji) ve kentbilimciliğin (şehirciliğin) kurucuları oldular.

Tüm deneysel bilimlerde, çoğu zaman çalınan ya da başkalarınınmış gibi gösterilen sayısız yapıt ve buluş yanında, kendilerinden sonraki kuşaklara belki de en değerli armağanı bıraktılar; insanlara doğayı ve kendilerini tanımayı öğrettiler. Batının çok sonra erişebileceği bir anlayışla insan ve doğa ilişkilerini çözdüler.

Batının Durumu

Doğuda sıradışı bir aydınlanma yaşanırken Batıda, Antik Çağ yapıtları yasaklanıyor, unutturuluyor hatta yok ediliyordu. Kitaba karşı düşmanlık, tüm Orta Çağ boyunca süren geleneksel bir tutum durumuna gelmişti. Doğuda, mantığın üstadı (sahib ül-mantık) denilerek büyük değer verilen Aristo’nun yapıtları, kilise bodrumlarında kilit altında çürütülüyor ya da görüldüğü yerde yakılıyordu.

Batıda kitap yakmak, Orta Çağ’la sınırlı olmayan, Antik Grek ve Roma’dan Hitler’e dek gelen, eski bir alışkanlıktır. Abderali Protagoras (M.Ö.481-411) Tanrılar Üzerine (Peri Teon) adlı kitabı nedeniyle yargılanmış, kitap yakılmaya mahkum edilmiş, kendisi de Sicilya’ya kaçarken gemi kazasında ölmüştü. Klazomenai’li (Urla’nın Kilizman İlçesi) filozof Anaksagoras (M.Ö.500-428), Peri Fysesos adlı yapıtı nedeniyle yargılanmış, kitabı yasaklanmış, ölüm cezasından Perikles’in girişimiyle kurtulmuştu. 7 

Roma orduları M.Ö.48’de, Julius Ceasar komutasında Mısır’ın İskenderiye kentini ele geçirdiğinde, ünlü Museion Kütüphanesi’nin büyük bölümünü yakmıştı. Kleopatra, Bergama’dan getirdiği kitaplarla kütüphaneyi az çok yeniden kurmuş 8  ancak Bizanslı Theolopilos M.S.390 yılında bu kütüphaneyi kitaplarıyla birlikte yeniden yakmıştı.

Bizans’ta, 780-843 yılları arasındaki ünlü İkona Savaşları sırasında, tüm eski kitaplar yok edilmişti. Haçlıların 1204 yılında İstanbul’u işgal etmesiyle oluşan Frank egemenliğinin sınırları içinde, tüm kütüphaneler yıkılmış, kitapları parçalanmıştı. Fransız düşünürü Petrus Abaelardus (1079-1142) Birlik ve Tanrısal Üçleme Üzerine (De Unitate et Trinitate Divina) adlı yapıtı nedeniyle tutuklanmış ve yapıtını, “kendi eliyle yakmaya” mahkum edilmişti.

Paris Meclisi 1210 yılında, İbn Rüşt’ün felsefe yapıtlarını yasaklamış ve kent merkezinde yakılmasına karar vermişti. Papalık 1346 yılında, Doğu bilgeliğini ele alan ve doğa yasalarını inceleyen Nicolas d’Autrecourt’un, “gözaltında tutulmasına” ve “yapıtının yakılmasına” karar vermişti. 9 

Bilimin Temeli: Okul, Kitap ve Eğitim

Her uygarlık gelişiminde olduğu gibi, Doğu aydınlanmasının temelinde eğitim, eğitimin temelinde okul, öğretmen ve kitap vardır. 9. ve 13.yüzyıllar arasında, bu üç kavrama büyük önem verildi. Beş yüz yıllık bu uzun dönemde; okullar açılıyor, öğretmen yetiştiriliyor ve her yerde kütüphaneler açılıyordu. Kitaba verilen önem ve kütüphanelerdeki kitap sayısı, günümüz ölçülerine göre bile, inanılması güç boyutlara ulaşıyordu.

Kağıtın Evrimi

Antik Çağ’da; Mısırlılar papirüs’ü, İranlılar tirşe’yi (hayvan derisi), Bergamalılar parşömen’i, Persler bambu örgüsü’nü kağıt olarak kullandılar. Çinliler M.S.2.yüzyılda kağıdı, bol ve ucuz olarak üretilen bir sanayi durumuna getirdiler. Çinliler dut ağacı elyafı, eski paçavralar ve kenevir artıklarından kağıt yaparken; kısa bir süre sonra Türkler, İpek elyafından elde ettikleri hamuru tokmaklayarak kakat ya da kakaç adını verdikleri daha nitelikli kağıt üretmeyi başardılar. Kakat sözcüğü, daha sonra kağıt olarak Arapça ve Farsça’ya yerleşti. 10 

Kağıt yapımının en ucuzu olan Çin yöntemiyle, 7.ve 8.yüzyıllarda Semerkant’da bol miktarda kağıt üretiliyordu. Üretim teknikleri ve kağıt hamuru formülleri, Abbasi Halifesi Harun Reşit döneminde (793) Türkler tarafından Bağdat’a, 11.yüzyılda Sicilya’yı elinde tutan Araplarca İtalya’ya götürüldü; 14.yüzyılda Avrupa’ya buradan yayıldı.

Benzer bir yolu, birkaç yüzyıl arayla matbaa izledi. Çok eskiden beri mürekkebi bilen ve oymacılıkta ustalaşan Çin’liler, önce mermer levhalar, sonra ahşap baskı bloklarıyla yazı, hatta resim basmaya başladılar. 8.yüzyılda Uygurlar; Turfan, Almalık ve Barkul’da benzer tekniklerle kitap basıyor ve renkli mürekkep kullanıyordu. 11 

Çinliler 11.yüzyılın ilk yarısında, harfleri tek tek hazırlayıp kalıp olarak dizmeyi ve mürekkeplenen kalıpları kağıt üzerinde gezdirerek kopya çıkarmayı, yani tipo baskı tekniğini buldular. Basım teknikleri, 14.yüzyılda, yine Semerkant-Bağdat yolunu izleyerek Batıya ulaştı; 15.yüzyıl’da Avrupa’da kullanılmaya başlandı. 12 

Kitap ve Kitapçılar

Kağıt ve basım tekniklerinin gelişmesi, kitabın ucuzlamasına ve alım gücü düşük kesimlerin de kitap edinmesine olanak sağladı. El Memun, Bağdat’da Beytül Hikme’yi kurduğunda, hiç kuşkusuz halktan gelen yaygın bir isteği karşılamıştı.

Öğrenme tutkusuna kapılmış sıradan insanlar, ortaklaşa kitap alma, kitap değiş tokuşu ya da eski kitap alımı gibi, tarihte ilk kez görülen alışkanlıklar edinmişlerdi. Kitap, bir kültür alışveriş aracı olmuş; kitapçılar, yalnızca kitap satılan yerler değil, aydınların uğrak yerleri olmuştu. Ülkenin dört bir yanından gelen kitap meraklıları, büyük kentlerdeki sahaf çarşıları’nda buluşuyor, kitap ve görüş alışverişinde bulunuyorlardı. 13 

Kitap Tutkusu

Günümüzde paraya ya da lüks tüketime yönelen toplumsal ilgi, o zaman “bir salgın hastalık gibi” kitap tutkusuna yönelmişti. 14  Haçlılar’ın, yağması nedeniyle servetinin yitirerek sıradan bir insan durumuna gelen Emir Usama bin Munkıd’ın şu sözleri, kitaba o dönemde ne denli yüksek değer verildiğini gösteriyordu: “Evlatlarımın, arkadaşlarımın evlatlarının ve eşimin sağlıklı oluşu, servetimi yitirmenin üzüntüsünü bana unutturdu. Ancak kitaplarımın elden gitmesi beni üzüyor. Dört bin cilt kitabım vardı. Onların eksikliği benim için, yaşadığım sürece bitmeyen bir üzüntü kaynağı olacaktır.” 15 

Kütüphaneler

Varsılların kitaplıklarına imrenen yoksul aydınlar arasında sıkça kullanılan “Allah cevizi dişi olmayanlara verir...” sözü, kitaba verilen önemi gösteren, dönemin güncel deyimlerinden biriydi. 16 

Kitap kopyacıları, üstün sanatkarlar olan hattatlar, kağıt üretiminde ya da kütüphanelerde çalışanlar, herbiri aynı zamanda iyi bir okuyucu olan az gelirli aydınlardı. Kütüphaneciliği, aynı eczacılık gibi, tarihte ilk kez meslek konumuna getirenler de onlardı. İngilizlerin çok övündükleri ve içinde okuma-tartışma salonları bulunan günümüz kulüpleri, bin yıl önce; Semerkant, Bağdat ya da Kurtuba’da kurulmuş ve aydınları ağırlamıştı.

Başlangıçta, camilerin içinde ya da yanında kurulan kütüphaneler, giderek mahallelerde, kasaba ve köylerde kurulmaya başlandı. Halkın kolayca ulaşabileceği küçük kitap ve okumaevleri’nden ayrı olarak, büyük genel kütüphaneler ve özel uzmanlık kitaplıkları kuruldu.

Beytül Hikme külliyesinin içinde yer alan İslam dünyasının en büyük kütüphanesinde 1 milyon kitap vardı; Şam, Kahire, Semerkant, Kurtuba, Merv’deki kütüphanelerde bulunan kitap sayısı bu sayıya yakındı. Timur’un torunu ünlü matematikçi ve gökbilimci Uluğ Beğ’in (1394-1449) kişisel kitaplığı, aynı yıllarda “Avrupa krallarının kitaplıklarının en az on katı kitapla doluydu.” 17 

Irak’ta çok küçük bir kasaba olmasına karşın Necef Kütüphanesi’nde, 40 bin kitap vardı. Fatımiler’in Kahire’deki kütüphanelerinde yalnızca felsefe üzerine 18 bin, matematik üzerine 6 bin 500 kitap bulunuyordu. Tahran’ın güneyindeki Rey kentinde, kent kütüphanesinin yalnızca kitap kataloğu, on büyük cilt tutmuştu. Her caminin bir kitaplığı vardı; her hastanede ziyaretçiler önce, “raflarında cilt cilt kitaplar bulunan salonlara alınırlardı.” 18 

Günümüzde; İtalya’daki Roma Ulusal Kütüphanesinde 677 bin, Viyana Devlet Kütüphane’sinde 924 bin, Berlin Ulusal Kütüphanesinde 1 milyon 230 bin kitap olduğu düşünülürse, bin yıl öncesinin kitap sayılarının ne anlam taşıdığı, daha iyi anlaşılacaktır. 19 

Okul ve Eğitim

“Duvarları kitaptan görünmeyen” ve “insanlarla dolup taşan” kütüphaneler, tutkuya dönüşen öğrenme isteği, okullar ve okutulanlar; dikkatlice hazırlanmış bilinçli bir girişimin, devletin öncülük ettiği eğitim izlencelerinin (programlarının) ürünleriydiler. Görülmemiş bir “okul ve eğitim bolluğu” yaşanıyordu.

Bu öyle bir bolluktu ki; köylere dek yayılmış binlerce okulda 6-11 yaş kümesinde yüzlerce erkek ve kız çocuk, “küçük seccadelerin üzerinde diz çöküp mumyalanmış tahta levhalar üzerinde harfler yazıyor, Kur’an okuyor ve gramerin ilk kurallarını” öğreniyordu. Okul olmayan yerlerde aynı şey, “Müslüman ülkelerin her yerine yayılmış olan cami ve mescitlerde yapılıyor”; camiler ibadet aralarında, okuma yazma öğrenen çocuklarla doluyordu. 20 

Devlet, ilköğretimin yayılması için gereksinimleri karşılamada öncülük yapıyordu ancak yüksek yoğunluklu katılım, devlet ya da hükümdar zorlamasıyla olmuyordu. Halk, hem eğitime başlayıp bilgi ve görüşünü arttırması, hem de din kurallarını öğrenmesi için çocuğunu büyük bir istekle okullara, camilere yolluyordu. Hangi inançtan olursa olsun her aile, aynı şeyi, kendi kurumlarıyla yapmakta özgürdü. Buna kimse karışmıyordu.

Batının Karanlığı

Doğuda küçücük çocuklar okuma yazma öğrenip, Kur’an okuyabilirken; Batıda İncil, yalnızca papazların elinde bulunurdu. Halkın onu okuması yasaklanmıştı. “İncil’in dilini papazlar bilir” ve “yazdıklarını halka ancak papazlar anlatabilirdi”.

800 yıl boyunca halk, Latince verilen vaazları birşey anlamadan dinliyordu. Halkın Latince okuma yazma öğrenmeyişi, onların bunu istemedikleri için değildi. Halkın eğitilmesi ve İncil’i anlar duruma gelmesi, papalar ve imparatorlarca istenmiyordu.

Bu durum, 16.yüzyıldan sonra tersine dönecek ve gerileme sürecine giren İslam ülkelerinde cahil bırakılan halk, Kur’an’ı yetersiz hocalardan “öğrenmeye” başlarken; Batı, büyük bir eğitim atılımı gerçekleştirerek laikleşecek ve “herkesin her şeyi öğrenme” olanağına kavuşması sağlanacaktır. Günümüzde, Kur’an’ı Türkçe öğrenme ya da Türkçe ezan konularına gösterilen tepkiler göz önüne getirildiğinde, Doğu-Batı arasındaki “tersine dönüş”, daha iyi anlaşılacaktır.

Herkese Açık Parasız Eğitim

Kentlerden köylere dek yayılan okullarda, eğitim parasızdı. İnsanların bilgisiz kalmasını istemeyen devlet, okullara aylığa bağladığı öğretmenler atıyor, yurtlar yaptırıyor ve öğrencilerin temel gereksinimlerini karşılıyordu. Endülüs’te II.El-Hakem, Kurtuba’nın 81 ilkokuluna ek olarak, yalnızca yoksul çocukların alındığı 27 yeni okul yaptırmıştı. Kahire’de El-Mansur Kalavun, Mansuri Hastanesi külliyesinde bir yetimler okulu açmış, burada okuyan çocukların beslenme ve yazlık-kışlık giyim giderlerinin devlet tarafından karşılanmasını yasaya bağlamıştı.

Karahanlı ve Selçuklular’da gezgin öğretmenler ya da medrese öğrencileri, köylere-kasabalara yayılıyor, insanlara okuma yazma öğretiyordu. İslam ülkelerinde her cami imamı, aynı zamanda bir öğretmendi ve Alman araştırmacı Sigrid Hanke’nin deyimiyle, “halk eğitiminin üzerine gerilmiş sık dokulu bir ağ gibi” her yana yayılmış olan camiler, “eğitim düzeninde hiçbir gedik bırakmıyordu.” 21 

Üniversitenin Öncüleri Medreseler

Eğitimin yaygınlığı, okuma yazma öğreten ilkokullarla sınırlı değildi. Günümüz liseleri ya da İngiliz kolejlerine benzeyen orta öğrenim kurumları ve günümüz üniversitelerinin öncüleri medreseler, ülkelerin değişik bölgelerine, dengeli ve düzenli bir biçimde yayılmıştı.

Parasız olan bu okulların öğrencileri, okulların üst katlarında ücretsiz yatar kalkar, yer içer ve küçük bir cep harçlığı da alırdı. Zemin katlarda ya da ek hizmet binalarında; mutfaklar, ambarlar, hamamlar bulunur; ortasında üzeri kubbeli ya da açık havuz (şadırvan) olan orta avlunun çevresinde, sınıflar ve kütüphaneler sıralanırdı.

Öğrenciler bu okullarda; Kur’an, hadis, dil bilgisi, edebiyat, matematik, gökbilimleri, tarih, coğrafya, mantık ve iyi konuşma (hitabet) derslerinden oluşan kapsamlı bir eğitimden geçerdi. Tartışma ve eleştiri toplantılarıyla; öğrenciler, öğrenimde etkin biçimde alır; büyük sınıflardaki öğrenciler, küçüklere geliştirici seminerler düzenlerdi. Bu okullar, o dönemdeki eğitimcilerin anlatımıyla; “bilginin binlerce çiçeğinden bilgelik balı toplanan ve sürekli uğuldayan arı kovanlarıydılar.” 22 

Kuramsal Düzey

İyi bir eğitim alarak okulu bitiren öğrenciler, edindikleri bilgiyi geliştirmek ve yaymak için büyük külliyelerin ve camilerin yolunu tutardı. Hz.Muhammed’in “bilimi, körü körüne imandan yüce” tutan ve “öğrencilerin mürekkeplerini şehitlerin kanından daha kutsal” sayan sözleri 23 , onlara güç veren en büyük yardımcıydı.

Bilgi edinmek isteyenler, namaz dışı zamanlarda bu genç profesörlerin çevresinde halka oluştururlar ve derse dönüşen tartışmalar düzenlerlerdi. Tartışmalara kadın ya da erkek herkes katılabilirdi. Katılımcılar, diledikleri anda öğretmenin sözünün arasına girebilir, ona soru sorabilir ya da eleştiride bulunabilirdi. Katılımcıların bilimsel düzeyleri yüksek olduğu için, bu işleyiş, ders vereni kusursuz bir hazırlığa zorlayan, çok yararlı bir yöntemdi.

En iyilerini dinlemiş olan eleştiriciler; iyi hazırlanmamış, bilgisi yetersiz ders vericilerin, saygıda kusur etmeyen korkulu rüyalarıydılar. Onların karşısına çıkmak için, yeni ve yüksek bilgiyle donanmış olmak gerekirdi. Ayrıca, bilgisine güvenen herkes, ders vermekte özgürdü. Ancak, ülkedeki en iyi bilim adamlarını konuk etmiş, onlarla tartışmış bir kitleye ders vermek, bilgi ve yüreklilik isteyen bir işti; kolayca ortaya çıkılmazdı. Bu davranış ve yaklaşım biçimi, Batının hiç bilmediği ve belli ki anlamadığı bir tutumdu.

9. ve 14. yüzyıllar arasında, Doğuda bilim ve eğitim bu düzeydeyken, Batıda karanlık bir dönem yaşanıyordu. Orta ve Batı Avrupa’da okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 95’ti. 24 

9.yüzyıl başında Batı Avrupa’daki tüm Hıristiyan topraklarını birleştirerek kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nu kuran Şarlman (Charles Le Grand, 742-814), İmparator olduktan sonra, ilerlemiş yaşında okuma yazma öğrenmişti. Batılı aristokratlar, 18.yüzyıla dek okuma yazma bilmemekle övünürlerdi. Manastırlarda ancak birkaç keşiş yazı yazmayı bilirdi. St. Gallen Manastırı o dönemlerde, bir yıl aramasına karşın okuma-yazma bilen bir tek keşiş bulamamıştı. 25 


 1  “Orta Asya” Jean Paul Roux, Kabalcı Yay., 1999, sf.277
 2  “Tarih II Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Y., 3.Bas. 2001, sf.133
 3  a.g.e. sf.124
 4  “Manevi Cepheden Tarihte İran” Y.K.Necefzade, Neşriyat Yur.Yay. 1966, sf.31
 5  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” Sigrid Hunke, Altın Kit.Yay., 2001, sf.203
 6  a.g.e. sf.230
 7  “Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.29
 8  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke, Altın Kit.Y., 2001, sf.230
 9  “Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.50
 10  Ana Britannica 17.Cilt, sf.372
 11  “Tarih II Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Y., 3.B., 2001, sf.59-60
 12  Ana Brittannica 4.Cilt, sf.332
 13  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Y., 2001, sf.220
 14  a.g.e. sf.216
 15  a.g.e. sf.222
 16  a.g.e. sf.219
 17  “Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.60-61
 18  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Y., 2001, sf.217
 19  “Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.62
 20  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Y., 2001, sf.223
 21  a.g.e. sf.224
 22  a.g.e. sf.224
 23  a.g.e. sf.226
 24  a.g.e. sf.222
 25  a.g.e. sf.223


Metin AYDOĞAN, 7 Nisan 2014
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Doğu Aydınlanması (1-3) / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Çrş Nis 09, 2014 13:28

Doğu Aydınlanması -2

9.yüzyıldan başlayarak 14.yüzyıla dek süren beşyüz yıl içinde; Güneybatı Asya, İran, Mezopotamya, Anadolu ve Müslüman egemenliğindeki İspanya’da, sıradışı uygarlık gelişimi ve bir aydınlanma yaşandı. İslam yayılmasına denk düşen bu uzun dönem içinde, Antik Çağ yapıtları incelendi, eleştirildi, geliştirildi ve yalnızca Antik Çağ’ı değil, kendi dönemini de aşan görkemli bir bilimsel gelişme yaratıldı. Ön Asya’nın büyük-küçük kentleri; okullar, kütüphaneler, basımevleri, kağıt hamuru atölyeleri, çeviri merkezleri ve buraları boş bırakmayan insanlarla doldu. Uyanış o denli kapsamlı ve yaygındı ki, tarihi bilenler bile bu uyanışın nedenlerini açıklamada zorlandılar. Dünyanın büyük bölümü özellikle Avrupa, Orta Çağ karanlığını yaşarken, Bağdat’ın ya da Semerkant’ın sokakları, birkaç dil bilen, “öğrenmek için yapmayacağı şey olmayan” insanlarla dolup taşıyordu.

Çağdaş Bilimin Öncüleri

Doğu aydınlanması, alanlarında doruğa çıkan çok sayıda bilim adamı yetiştirdi. Bu insanlar, yaptıkları çalışmalarla dönemlerini aştılar ve dünya bilimine ölümsüz yapıtlar armağan ettiler; yapıtlarıyla bilimsel gelişmeye çok uzun bir süre yön verdiler, çağdaş bilimin temellerini attılar.

Düşünceye sınır koyan hiçbir engeli tanımadılar; araştırdılar, incelediler ve deneylerle kanıtladıkları yeni buluşlarıyla olağandışı bir gelişme sağladılar. Geliştirdikleri kuramlarla gerek çağdaşlarının gerekse kendilerinden sonraki bilim adamlarının öğretmeni oldular. Büyük bir alçak gönüllülükle binlerce öğrenci yetiştirdiler. Sayıları ve yaptıkları, o denli çok ve değerliydi ki, bunların tümünün bugüne aktarılamamış olması büyük bir kültürel yitiktir.

Doğu aydınlanmasında yer alan bilim adamlarının tümünü, yapıtlarıyla birlikte ve gerçek boyutuyla ele alıp incelemek; çok güç, belki de olanaksız, bu nedenle de şimdiye dek tam olarak yapılamamış bir iştir. İnsanlığın ortak kalıtı (mirası) olan bu konuyla, ilerde kuşkusuz daha çok ilgilenilecek ve tarihin karanlığında yitirilmiş gibi görünen konuyla ilgili birçok yeni bilgi, gün ışığına çıkarılacaktır.

Bu işin başarılmasının sorumluluğu, doğaldır ki, önce bu kalıtın varisleri olan doğulu bilim adamlarına düşecektir. Burada, Doğu aydınlanmasıyla ilgili bir bakış oluşturması amacıyla, en dikkat çekici olan birkaç düşünür, çok özet olarak ele alınmakla yetinilecektir. Tersi, bu yazının gerek konusu, gerekse yapabileceği bir iş değildir.

Doğuda bilim, her yerde olduğu gibi, “bilimlerin bilimi” felsefenin gelişmesiyle yükselmeye başladı. Felsefe pozitif bilimleri, pozitif bilimler de felsefeyi geliştirdi. Birbiri içine giren ve olumlu bir bütünlük oluşturan bu ilişki, aynı zamanda Özdek (madde), doğaötesi (metafizik) ve mantık sorunlarından ayrılamaz durumdaydı. Gökbilim, matematik, tıp ve başka bilimler bu ayrılmazlığın doğal ürünleriydi.

Felsefeyle başlayan düşünsel berraklık, nesnel bilimlere, oradan da dil bilgisi, edebiyat, müzik ve başka dallara yayılıyordu. Her bilim adamı, bilimin birden çok dalında uzmanlaşıyor ve iyi bir fizikçi aynı zamanda iyi bir matematikçi, gökbilimci ya da tıpçı olabiliyordu. Bilim adamları aynı zamanda, bir “dil bilimci” ve birçok dil bilen “usta çevirmenler”di. Dokuzuncu yüzyılda yetişen; Yahya İbn Maseveyh, Musa bin Şakir ve matematikçi üç oğlu, gökbilimci Harranlı Sabii; 10.yüzyılda filozof Luka el-Baalbekki, mantıkçı Matta bin Yunus; bu tür bilim adamlarının ilk örnekleriydi. 1 

El-Kindi’nin Önemi

Arap düşünür Ebû Yusuf el-Kindi (800-872), akılla imanı uzlaştırmaya çalışan ve imanın en önemli öğesinin bilgi olduğunu kabul eden, mutezile akımına bağlı ilk büyük İslam düşünürüdür. Felsefenin yanı sıra gökbilim, tıp, aritmetik ve gıda bilimi dallarında da döneminin en yetkin uzmanıydı; iyi bir çevirmendi; Aristo çevirilerinin tümünü denetledi; Platon’u inceledi. Mutezile akımını 8.yüzyılda Abbasi Devleti’nin resmi görüşü yapan halifeler Memun ve Mutasım’ın koruması altında, verimli bir bilimsel yaşamı oldu ve 270 yapıt kaleme aldı. Aristo’yu İslam düşünce yaşamına o soktu. “Evrende herşey birbirine neden-sonuç ilişkisiyle bağlıdır. Bu nedenle varlıklardan birinin tam olarak bilinmesi, öbürlerinin de bilinmesini sağlar... Dünyada değişmeyen, kalıcı hiçbir şey yoktur, yalnızca akıl dünyasında süreklilik vardır. Bu nedenle insan; aklın nimetlerine, Tanrı inancına, bilime ve iyi edimlere yönelmelidir” diyordu. 2 

Bu görüşler, o dönemde düşünsel gerilik içindeki Avrupa’da, ileri sürülmesi bir yana, akla bile getirilemeyecek denli ileri düşüncelerdir. El-Kindi’nin başlattığı düşünce akımı (Meşşaiyye); Ahmet Serakhsi, Belkhi, ve İbn Sina’ya esin kaynağı olmuş ve onlar tarafından geliştirilmiştir. 3 

El Kindi, Doğu aydınlanmasının öncülerindendi ve dönemin ortak özelliği olan bilimde çok yönlülüğe, erişmişti. Onun ve bir kuşak sonraki Farabi’nin müziğe yaptığı katkı ve bu katkının Avrupa’ya etkisi, bugün ne yazık ki unutulmuş ya da unutturulmuş ve buluşlarına başkalarınca el konulmuştur.

Örneğin, müzik notalarının adları olarak kullanılan do, re, mi, fa, sol, la, si hecelerinin İtalyan Arezzo’lu Guido tarafından bulunduğu ve Havari Johannes için yazılmış bir ilahinin, ilk satırlarının baş hecelerinden alınmış olduğu ileri sürülmüştür. Oysa, bu ilahinin, nota adlarının kullanıldığı tarihten sonra bestelendiği daha sonra ortaya çıkmış ancak yanlışlık düzeltilmemiştir. Alman araştırmacı Sigrid Hunke’ye göre Avrupalılar nota hecelerini olasılıkla; Arapça’da aynı amaçla kulanılan; dâl, râ, mim, fâ, sat, lâm, sin harflerinden almışlardır. Nitekim bu harfler 11.yüzyılda yazılan ve içinde birçok Arapça sözcük bulunan bir Latince müzik yapıtında görülmüştür. 4 

Farabi

Doğu biliminde İlk Öğretmen (Hace-i Evvel) kabul edilen Aristo’dan sonra, İkinci Öğretmen (Hace-i Sani) kabul edilen Türk düşünürü Farabi (870-950), yalnızca Doğunun değil, dünya bilim tarihinin en büyük bilim insanlarından biridir.

“Türkistan’ın Farabi kentinde doğan, kitapları arasında sessiz ve üretken alçak gönüllü bir yaşam süren, ölene dek Türk kılığıyla gezen ve bilimin hemen her dalıyla ilgilenen” bu büyük bilgin; Doğu biliminde olduğu kadar, belki de ondan daha çok, Batı biliminde etkili olmuştur.

İslam dünyasında bilimsel düşünceyi başlatan ilk düşünürün, el-Kindi olduğu kabul edilir ve bu doğrudur. Ancak Farabi’nin bilimsel düzeyi o denli yüksektir ki, el-Kindi’den sonra gelmesine karşın, O’na ilk İslam düşünürü adı verilir ve bu tanıma herhangi bir karşı çıkış olmaz. 5 

Farabi, bilimin hemen her alanında ürün vermiştir. Ancak, gerçek ününü; felsefi görüşlerinden, özellikle de felsefe-din ilişkilerini sorgulayan, bunları bütünleştirmeye çalışan görüşlerinden almıştır. Sınır koymadığı düşüncelerinde o denli özgürdür ki; görüşleri, bilime saygı duyulan o günkü ortamda bile kimi çevrelerde tepki çekmiştir.

Dinsel konuların; “nesnelerin gerçek niteliği bilinmeden, bir takım benzetmeler ve yerini bulmamış uyumsuz yaklaşımlarla” ele alındığını söylemesi, büyük sorun yaratmıştı. 6  Ünlü araştırmacı Brockelman Gall’e göre Farabi; felsefe, siyaset, toplumbilim, fizik, canlıların evrimi, mantık ve müzik alanlarındaki yapıtlarıyla “Batı aydınlanmasının tohumlarını atan” düşünürdür. 7 

Yapıtlarında, anadili Türkçe’den başka Arapça, Farsça ve Süryanice kullandı. Antik Çağ Yunancasını iyi bildiği için, o dönemde yazılan kitapları kaynağından okudu; Aristo’dan çeviriler yaptı, yapılmış çevirileri gözden geçirdi.

Kitab-ül Musiki adlı yapıtıyla, müziğin kurallarını ve kuramını yazdı; kitabı, 17.yüzyıla dek Avrupa müziğine yön veren temel kaynaklardan biri oldu. Batıya, üçlü biçimin majör’deki oranının 5/4, minör’deki oranının 6/5 olduğunu Farabi ve onun izleyicisi İbn-Sina öğretti. Üçlü biçimin uzlaşmazlık (dissonance) yapısını gidererek onu, günümüzdeki kulakların alışık olduğu ahenkli ses birliği haline getiren de oydu. Günümüzdeki piyanonun “dedesi” sayılan kanun’u Farabi bulmuştu. 8 

Farabi yapıtlarıyla, yalnızca İbn-Sina, Miskaveyh, İhvanüssefa gibi Doğu düşünürlerine değil, pek çok büyük Batı düşünürüne de öncülük etti. Siyaset bilimini, insancı (hümanist) yaklaşımlarla, eşitliğe dayandıran Macchiavelli’den (1469-1520) altıyüz yıl önce o geliştirdi.

İnsanların mutluluk içinde yaşayacağı, eşitliğe dayanan toplum önermesini, Tommaso Campanella’dan (1568-1639) yedi yüz, Thomas Moore’dan (1478-1668) altı yüz yıl önce o savunmuş, tek dünya devleti düşüncesini o ileri sürmüştü.

Canlıların evrimi konusunu Charles Darwin’den bin yıl önce, üstelik üstün bir kavrayışla o ele aldı.

Deneyciliği ve nesnelliği bilime katmada eriştiği düzeye, Thomas Hobbes (1588-1679) ancak yedi yüz yıl sonra ulaştı; önerdiği toplumsal sözleşmeyi, Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) dokuz yüz yıl sonra kaleme aldı. 9 

Farabi’nin geliştirdiği bilimin yüksek düzeyi, birçok insana inanılmaz gibi gelebilir ancak Farabi bilimi, somut bir gerçektir. O, çoğu yitmiş olsa da, yapıtlarıyla bilim tarihinde her türlü saygıyı hakeden bir yere oturmuş ve geçmişte görmüş olduğu saygıyı gelecekte de görecek olan, büyük bir bilgindir.

İngiliz bilimcisi T.J.Boer’in, O’nun için yaptığı şu değerlendirme, Farabi düşüncesinin değeri konusunda bir yaklaşım sağlamaktadır: “Farabi, ayrı yasalardan çok tüm evrende geçerli olan tek bir yasanın gerekliliğine inanıyordu. Farabi’nin bu inancı, yüzlerce yıl sonra büyük fizikçi Einstein’in ‘birleştirilmiş alan’ kavramını gerçekleştirmeye çalışırken öngördüğü düşüncenin aynısıdır.” 10 

Harizmi’nin Matematiği

16.yüzyıl ünlü İtalyan matematikçisi Gerolamo Cardano’nun, dünyanın en büyük düşünürleri arasında saydığı 11  Musa el-Harizmi (780-850) bu tanımı hak eden bir bilim adamıdır. Türkistan’ın Harizmi (Harzem) bölgesindeki Hive’de doğan bu büyük düşünür; matematik, gökbilim ve coğrafya üzerine yapıtlar üretti ancak gerçek ününü matematikçi olarak yaptı ve yazdığı kitapla, cebir’e adını vererek, bilimde ölümsüzler arasında yerini aldı.

Harizmi o denli büyüktü ki, Batı ve Arap tarihçiler, diğer Türk bilim adamlarına yaptıkları gibi onu da Türk saymak istemediler, etnik kimliğini ya açıktan yadsıdılar ya da hiç söz etmediler. Kimileri adını doğduğu bölgeden almasına karşın, Harizmili olduğunun şüpheli olduğunu söylediler ve dayanaksız bu savı kanıtlamak için, “Harizmi’de doğan bir insanın Bağdat’a gelmesinin çok zor olacağı” gibi akıl dışı gerekçeler ileri sürdüler. 12  Harizmi’yi, kaynaklarına Arap-İslam bilgini olarak geçtiler.

Harizmi’yi ölümsüzlüğe eriştiren iki temel yapıttan birincisi, kuramsal yanı ağır basan “El Cebir v’almu-kabele” yani “Onarma ve Eşitleştirme” dir. Kitapta, matematiğin birçok konusunu ele alıyor ancak denklemlerin basitleştirilmesi konusunda olağanüstü bir başarı sağlıyordu. Yapıtın ilk sözcüğü olan el-Cebir, o günden bugüne, tüm dillerde algebra, ya da bizdeki cebir biçimiyle kullanıldı, kullanılmayı da sürdürüyor.

İkinci kitabı, ad olarak değil ama içerik olarak O’nu bir kez daha ölümsüzlüğe taşıdı. Bu kitapta, eski Türk matematiği ile Hint sayı dizgesinden yararlanılarak; ondalık sayılar, sayı yazma, dört işlem (toplama, çıkarma, çarpma, bölme), kesir hesaplarının kuralları bulunup geliştiriliyor ve her buluş, kuramsal bir bütünlüğe ulaştırılıyordu. Özgün yazılımı ele geçirilemeyen bu kitap, 12. yüzyılda Batıya ulaşmış ve çevirisi yapılmıştı; eldeki nüsha Latince Liber Algoritmi adı verilen bu çeviridir.

Harizmi, Liber Algoritmi’yle Batıya, dokuz sayıyı ve sıfırı kullanmanın basitleştirilmiş yöntemlerini öğretti. Öğretisi, yalnızca matematikçiler çevresiyle sınırlı kalmadı ve hızlı bir biçimde halkın anlayacağı ve günlük işlerde kullanılan işlemler durumuna geldi. Çeşitli okullar, özellikle Algoritm Okulu bu işlemleri yaymak için çaba harcadı. Alman Zerclaerli Thomas, 13.yüzyıl Almancasıyla yazılmış kitabında bu sayıları kullandı. Harizmi, Avrupalıları Romen rakamlarının kısırlığından kurtarmış ve “bilimin her dalında kullanılan bir matematiği Batılılara öğretmişti.” 13 

Ön Türk Matematiği

Helen uygarlığı ve Roma’da sayı yoktu. Eski Mısırlılar ise bir, iki ve üç’ü dik çizgilerle gösteriyordu; bir yatay çizgi dört, iki yatay çizgi sekiz anlamına geliyordu. On, yüz ve bin ise hiyeroglif harflerle gösteriliyordu. Babilliler sayı yazmayı, dik ve yatay çizgiler ile her iki çizginin açı oluşturacak biçimde kesişmesiyle sağlıyordu. Dik ve yatay çizgilerin sayısı ve kesişme açısı değişik sayı değerlerini ifade ediyordu.

Helen’ler, sayıları, abecelerinin 24 harfi ve Ortadoğu kökenli üç ek işaretle yazıyordu. Romalılar’da sayılar, rakamla değil, harflerle gösteriliyordu. Roma’da sayılar, başlangıçta yalnızca dik çizgilerle anlatıldı; beş dik çizgi beş’i, sekiz çizgi sekizi, onbeş çizgi onbeş’i gösteriyordu. Daha sonra on çizgiye bir deste denildi ve çapraz iki çizgiyle (X) gösterildi. Çaprazın alt kısmının atılmasıyla oluşan işaret (V), yarım deste beş demekti. Daha büyük sayılar için harfler devreye girdi ve elli (L), yüz (C), beşyüz (D) ve bin (M) harfi ile gösterildi.

Romalılar, örneğin 348 sayısını yazacaksa, bunu “yüz-yüz-yüz/on-on-on-on/beş/bir-bir-bir” olarak yani CCCXXXXVIII biçimindeki uzun yinelemelerle yazıyordu. Daha büyük sayıları yazmak, başlı başına bir sorundu; çünkü yazması uzun, kapladığı alan büyüktü. M.Ö.260 yılında kazandıkları deniz zaferi anısına hazırladıkları kitabeye; 22 milyon sayısını yazmak için, taşa tam 220 kez yüzbin işaretini yan yana kazımışlar, bunun için birçok taş blok kullanmışlardı. Yüzbin’den yüksek sayılar için herhangi bir işaret yoktu. 14  Romen rakamları denilen bu işaretlerle, “en basit bir hesap işlemi bile yapmak olanaklı değildi.”

Doğuda geliştirilen ve eski çağlarda yalnızca Hintliler, Türkler ve Mayalar’ın kullandığı, birler hanesi’nin bir’den dokuz’a dek her sayıyı ayrı işaretle göstererek yazma, insan zekasının gerçekleştirdiği en önemli buluşlardan biridir. Dört işlemi sayı yazısıyla yapılır duruma getiren, ondalık sayılar’ı ve kat sayılar’ı bulan ve Doğu matematiğini kuram haline getiren Harizmi’ye tüm insanlık özellikle Batılılar çok şey borçludur.

Harizmi’nin doğduğu topraklar, matematiğin çok eskiden beri, üstelik ayrıntılı olarak bilindiği yerlerdi. Ordu kurmayı ve varlığını ona bağlamayı bir yaşam biçimi yapan Türkler, ordularını onluk, yüzlük, binlik ve onbinlik birimler olarak örgütlüyor ve bu örgütlenmeye uygun sayı sistemleri geliştiriyordu. On-Oklar tanımı ve on-iki boyluk federasyonlar, Türkler’in ondalık sistemi çok eskiden beri kullandıkları alanlardı. Ayrıca bu yalnızca ordu örgütlenmesinin anlatımında değil, günlük yaşamın her alanında yaygınca kullanılıyordu. Üstelik bir değil iki tür ondalık sisteme sahiptiler.

Eski Türkler’in sayı okuma ve yazmada kendilerine özgü yöntemleri vardı. Örneğin, otuz yedi sayısına bir yandan yedi kırk derken öte yandan otuz artık yedi diyorlardı. İlk yöntem ikincisinden daha eskiydi ve açıklaması şöyleydi: Otuz yedi’ye yedi kırk diyebilmek için önce ondalık sistemin bilinmesi gerekiyordu. Çünkü otuzyedi, 3 x 10 (otuz) 4x10 (kırk) arasındadır.

Eski yöntemde otuz yedi’yi okumak için, önce onu içine alan onluk tam sayı yani kırk söyleniyor; daha sonra iki onluk tam sayı arasında kalan birlik sayı olan yedi okunarak üst onluğun önüne koyuluyordu. Yedi kırk dendiğinde, kırk’tan önceki otuz’dan sonraki yedi’li sayı yani otuz yedi anlaşılıyordu. Türkler’in, çok eski olan (arkaik) ve grafik olarak belgelenmiş olan ilk ondalık sayı sistemi buydu. 15 

İkinci sistem daha gelişkindir. Burada, bir sonraki tam sayı işlemden çıkarılmış ve artık (+) kavramı getirilmiştir. Otuz yedi, (3 x10 = 30 + 7) yani otuz artık yedi olarak okunmuştur. Türkler, bu iki sistemi uzun süre birlikte kullanmıştı. Daha gelişkini varken eskisinin de korunup kullanılmasının nedeni hala anlaşılamamıştır. 16 

Harizmi, Türk matematik geleneğini temel alarak, Babil, Helenistik, İbrani, Hint metinlerini inceledi, kuramlar geliştirdi ve yapıtlarını üretti. Çağının çok ilerisinde olan Hisabü’l-Cebr ve L-Mukabele adlı yapıtı, Batı matematiğini etkiledi ve uzun süre ona yön verdi.

Kolay kullanılabilir yöntemler içeren bu yapıtla, doğrusal ve iki bilinmeyenli denklemlerin aritmetik çözümüne ve Eukleidesçi geometriye yeni kurallar getirdi. Miras başta olmak üzere karmaşık hesaplarda dağılım oranlarının saptanmasını, basit ve sağlam kurallara bağladı. Logaritma terimi, Batılıların Harizmi’ye verdiği Algoritmi adından türedi.

Fî-Zîc adlı yapıtında gökbilim çalışmalarında kullanılacak cetveller (zîc) geliştirdi. Kitâbü’l-Amel bi’l Asturlab ve Kitâbü’l-Amel’il Asturlab adlı yapıtlarında, yıldızların dünyaya göre yükseklik derecesini saptayan aletin (usturlab) yapılış ve kullanışını anlattı. Yer’in ve gökyüzünün haritalarını içeren atlas hazırlanmasına katıldı. Nil’in “Cennet’ten değil”, Doğu Afrika’daki bir gölden çıktığını belirten ilk kişi oldu. Bu görüşe bilim tarihinde Batlamyus-Harizmi kuramı adı verildi. 17 

Harizmi’nin İzleyicileri

Harizmi’nin attığı temel üzerinde birçok matematikçi ve gökbilimci yetişti. Bu insanlar, yaptıkları çalışmalarla birçok ilk’i gerçekleştirdiler; evrensel bilime varsıllık katan, büyük bir bilimsel kalıt bıraktılar. Arap bilginleri el-Battani ve İbn Yunis, gökbilim cetvellerini büyütüp geliştirdiler.

Batılıların Alfraganus adını verdiği el-Fergani, yeryüzü boylam dairelerinin uzunluğunu hesapladı ve ilk kez, güneşin görünürdeki yörüngesinin, gezegenlerde olduğu gibi zamanla geri yöne doğru gittiğini anladı; yapıtları birçok kez Latince’ye çevrildi.

Sabit bin Kurra tarihte ilk kez, güneşin öğle yüksekliğini ve güneş yılının süresini hesapladı. Batıda Albategnıus adıyla ünlenen el-Battani (877-918); dönencel yılı, yıldız yılı ve paralaks’ın (yer merkeziyle gözlemevinin belirli bir yıldıza göre yaptıkları açı) sürelerini ve açısını saptadı. 18 

Hasan İbn–Heysem (965-1039) gezegenlerin saydam olmayan tabakalar üzerinde devinmelerinin (hareket etmelerinin) kuramını oluşturdu. Yıldız ve Güneş’in ışık verdiğini, Ay’ın güneşten aldığı ışığı yansıttığını bulması, gökbilime yaptığı büyük bir katkıydı. 19 

Işık olayları üzerindeki kuram ve hesapları altıyüz yıl Batıda etkili oldu. Işığın kırılmasıyla ilgili bir buluşu, bilim dünyasında, hala Alhazen Sorunu adını taşır. Işığın gözden çıkmadığını, tersine nesnelerden göze geldiğini kanıtladı. “Felsefenin görevi açık ve kesin bilgi sağlamaktır, bu niteliği nedeniyledir ki, bütün bilimlerin anasıdır, felsefenin temelinde mantığın bulunması bu yüzdendir” diyordu. 20  Bin yıl önce yapılan bu saptamalar, çağdaş felsefe ve mantığın günümüzde temel aldığı düşüncelerdi.

Tıp ve Zekeriya Razi

Avrupalılar’ın “gelmiş geçmiş tüm hekimlerin en büyüklerinden biri” 21  dediği ve Paris Tıp Fakültesi’nin Büyük Anfisine (Auditorium Maximum), yontusu (heykeli) dikilen Zekeriya el-Razi (854-932), tıp başta olmak üzere felsefe, matematik, gökbilimi, kimya, eczacılık ve edebiyat dallarında yapıtlar veren bir düşünür, bir bilim dehasıydı.

Horasan’ın Rey kentinde doğdu. İriyarı ve sarışın oldukları için Arapların, “Rey’in kızıl tilkileri” dediği 22 , Güneybatı Orta Asya Türk boylarından geliyordu. 23  Bu sıradışı bilim insanı, yapıtlarına aktardığı kuram ve uygulamalarıyla yalnızca yaşadığı dönem de değil, günümüze değin, bilimle ilgilenen herkes tarafından saygı ve hayranlıkla anılmıştır.

Orta Çağ’da doğa bilimlerine yönelen araştırmalar, onunla başladı. İyi bir deneyci ve iyi bir tümevarımcı (özelden genele ya da etkiden etkene geçerek sonuç çıkarma yöntemi) olduğu kadar, Antik Grek felsefesini tümüyle inceleyen nitelikli bir düşünürdü. Anaksagoras ve Empedokles üzerinde kapsamlı incelemeler yapmıştı.

İslam felsefesinde tabiîyyûn adı verilen doğa düşünürlerinin öncüsüydü. Ona göre, “bilginin kaynağı duyumlardır ve gerçek olan evrendir”; “ruh ve tanrı bu gerçeğe” yani “dünya işlerine karışmaz” bu işler ancak “akılla çözülebilir”; “sınırsız olan insan aklı, herşeyi öğrenebilir, iyiyle kötüyü birbirinden ayırabilir”; bu nedenle “felsefe ile doğa bilimleri arasında bütünleyici bir bağ kurulmalı” ve bu bağ, her zaman korunmalıdır. 24 

Batılıların Rhases adını verdiği Razi, döneminde hiçbir hekimin erişemeyeceği bir tıp bilgisine ulaşmıştı ve yorulmak bilmez bir çalışmayla, bu bilgiyi sürekli geliştirip yeniliyordu. Bilgisini arttırmak için uzun yolculuklar yapıyor ve dönemin en ileri bilginleriyle ilişki kuruyordu. Hiç bıkmadan, öğrencilerine hekimlik mesleğinin yüksek ahlak değerlerini anlatıyor, şarlatanlıklarla, söz ve yazı yoluyla sürekli savaşıyordu. Para ve malla hiç ilişkisi olmadı. Yoksulluk içinde öldüğünde, arkasında muazzam bir bilimsel mirastan başka hiçbir şey bırakmamıştı.

Uzun süre sandıklarda kalan el yazmaları, Vezir İbn el-Amid’in ilgilenmesiyle düzenlenip basıldı. Basılacak kitap sayısı o denli çok ve o denli nitelikliydi ki, yalnızca el-Amid ve bilim adamları değil, kitabı basanlar bile şaşırıp kalmışlardı.

Continens adıyla çevrilerek Batıda uzun yıllar ders kitabı olarak okutulan ve yalnızca tıp konularını kapsayan ansiklopedik kitap, tam bir başyapıt’tı. El yazmalarından oluşan diğer kitaplar; Mıknatısın Demiri Çekmesinin Nedeni, Uzay Boşluğu Üzerine, İnancın Eleştirisi, İlahi Bilim, Evrenin Biçimi Üzerine, Tıbbı İçine Alan, Bir Saat İçinde Tedavi, Yakınında Hekim Bulunmayan Herkesin Kitabı ve Çiçek ve Kızamık Hastalıkları Üzerine en dikkat çekici olanlarıydı. 25 

İlahi Bilim kitabında, kendinden sonraki bilim adamlarına bilimsel ahlakla ilgili, erdemli öğütler verdi. Bu öğütlerde, bilimle uğraşan insanların dünyaya ait maddi ya da öbür dünyaya ait manevi sözvermelere bağlanmamalarını, bilim ve gerçek için karşılaşılacak zorluklara cesaretle göğüs germelerini söylüyordu.

Çok tutulan, Yakınında Hekim Bulunmayan Herkesin Kitabı, halk sağlığı konusunda yazılmış belki de ilk kitaptı. Ansiklopedi biçiminde düzenlenen kitapta, her hastalık açık ve anlaşılır biçimde anlatılıyor; hastalıklardan korunmak için alınması gereken önlemler ve ilk müdahale yöntemleri öğretiliyordu. Bir Saat İçinde Tedavi’nin önsözünde şunları yazmıştı; “Kimi hekimler, oluşan bir hastalığın ancak uzun süre içinde tedavi edilebileceğini söylerler. Bunu, yalnızca hastadan daha fazla ücret alabilmek için yaparlar. Vezir, bazı hastalıkların bir saatte iyi edilebileceğini söylemem üzerine heyecanlandı ve benden bu konuda bir kitap yazmamı istedi. İşte bu kitap odur.” 26 

Tıbbı İçine Alan ve Çiçek ve Kızamık Hastalıkları Üzerine adlı kitapları, “alanlarının şahaserleri” kabul edilmiştir. Bunlar, özgün birer ilkyapıt (monografi) ve tıb bilimine konularında yön veren, temel yapıtlardı. Kitaplarda, eski görüşlerin etkisinde kalmadan tümüyle klinik saptamalara ve deneylere dayanılıyor, olay ve olgular doğal süreçler içinde ele alınıyordu. Yüzlerce yıl böyle şeyler, ne yazılmış ne de düşünülmüştü. Çiçek ve Kızamık Hastalıkları Üzerine, o denli etkiliydi ki, Avrupa’da, 1495-1866 arasında tam kırk kez basılmıştı. 27 

Razi öbür yapıtlarında; ısı, rüzgar ve nem koşullarının insan sağlığı üzerinde yaptığı etkileri inceledi. Öğrencileriyle toplu deneyler yaptı, hasta başında klinik dersler verdi. Hastane başta olmak üzere yaşam ortamlarının tütsüleme yoluyla kötü kokulardan arındırılmasını, hasta odalarının havalandırılmasını, sıcak suyla sık sık yıkanılmasını ve temiz içme suyuna önem verilmesini önerdi ve önerilerinin kent yönetimlerince uygulanmasını sağladı. Veba görülen yerlerde kızgın çakıllar üzerine sirke döktürerek elde ettiği formaldehit gazı’yla evleri bulaşsızlaştırdı (dezenfekte etti); sülfürik asit ve formik asit’i tanımladı; cerrahide ilk kez koyun bağırsağından elde edilen iple dikiş yapılmasını uyguladı. 28 

Konutların, sağlık koşullarına uygun olması için neler yapılması gerektiğini açıkladı. O dönem için, özellikle Batı insanına düş gibi gelen “her evde bir yıkanma yerinin gerektiğini” söylüyordu. Bunların söylenip uygulandığı yıllarda, Avrupa’da insanlar “yılda bir ya da ençok iki kez, o da soğuk suyla” yıkanırlar, elbiselerini “bir kez giydiler mi, artık parçalanıp üzerlerinden dökülünceye dek” yıkamazlardı. Hıristiyanlık misyonerleri, “çıplak vücudu” insanlara; “arzu, tutku ve ahlaksızlığın kaynağı” olarak tanıttığı için; “banyo yapmak, yıkanmak hatta yalnızca soyunmak bile” günah sayılıyordu. Pislik bir tür “iffetlilik” göstergesi durumuna gelmişti. 29  Kilise, “Tanrı’nın eseri olan insan vücudunu” kutsal sayıyor, ona karışılmasını, yani ameliyat yapılmasını yasaklıyordu. 30 

“Doğuştan hekim olan” Razi, hekimlerin meslek ahlakına yönelik görüşler ileri sürmüş, hekim yetiştirme başta olmak üzere meslek sorunları üzerine önermelerde bulunmuştur. Ölümünden bir yıl sonra yasalaşan önerileri içinde; “hekimlerin çalışabilmek için sınavla ruhsat almaları, şarlatanlarla hekimlik taslayan (mutatabbip) kişilerin kavuşturulması, meslek kurallarını denetleyen tabib odasının kurulması, sahte hekimlik ve sahte ilaçcılıkla mücadele edilmesi, genç hekimlerin yetiştirilmesi için geliştirilecek yöntemler” gibi konular vardı.

Devlet hizmeti dışındaki her hekimin sınava tabi tutulması, bu sınavda başarılı olanlara hekimlik yetkisinin verilmesi ve bu hekimlerin tabibler odası gibi bir meslek örgütüne üye olmaları, o güne dek görülmüş uygulamalar değildi. Razi’nin yaşadığı dönemde tıp o denli ileri gitmişti ki, yalnızca Bağdat’taki hekim sayısı, devlet memuru olanların dışında 860’tı. Aynı yıllarda Avrupa’nın, örneğin Rheingaud kentinde bir tek hekim bile bulunmuyordu. 31 

Biruni Çağı

Rus Doğu bilimci Vasili W.Bertold’un, “gelmiş geçmiş en büyük İslam bilgini” olarak nitelediği Ahmet el-Biruni (973-1052) yalnızca Doğunun değil tüm Orta Çağ’ın en etkili düşünürlerinden biridir. Harizmi gibi Harzem’de doğan bu büyük Türk bilgini, yaptığı çalışmalarla kendi dönemine olduğu kadar, belki de ondan daha çok geleceğe yön verdi ve hemen tüm yapıtları Batı dillerine çevrildi. Bilimsel niteliği ve düşünce zenginliği öylesine etkileyicidir ki, Belçikalı bilim tarihçisi George Sartun binlerce bilim adamının yetiştiği 11.yüzyılı, “Biruni Çağı” olarak adlandırmıştır. 32 

Biruni’nin; felsefe, gökbilim, matematik, doğa bilimleri, coğrafya ve tarih alanlarında eriştiği bilimsel düzey ve olgunluk çok yüksektir. Yapıtlarını sıradan okurlar için değil, bilim adamlarına yönelik yazmıştır; bu nedenle Biruni’yi okuyup anlamak için iyi bir eğitimden geçmiş olmak gerekir. Yapıtlarında Arapça, Farsça, Sanskritçe, Süryanice ve Türkçe kullanmıştır. Kullandığı Türkçe sözcüklerin yazılışında belirgin bir ustalık olmasına karşın, Biruni özellikle Batılı tarihçilerce Türk değil, Arap sayılmıştır.

Biruni’nin felsefe ve tarih konusundaki görüşleri, bilim tarihinde iz bırakan, düşünsel bir devrim niteliğindedir. El-Asarü’l-Bâkiye ani’l Kuruni’l Hâliye adlı kitabı tarih ve zamandizin (kronoloji) alanında önemli bir yapıttır. Bu yapıtta tarihsel olayları, yalnızca tarihsel sıralamaya bağlı olarak değil, toplumsal ilişkileri belirleyen koşullar ve süreçleri de ele alarak incelemiştir. Zaman bilimiyle ilgilenmesi nedeniyle çok geniş bir takvim araştırması yapmış; Türk, Grek, Çin, Arap ve İran takvim dizgelerini inceleyerek kitaba almıştır. Kuruni’l Hâliye, İslam dünyasında takvimler düzeni üzerine yazılmış en ayrıntılı yapıttır.

Biruni, nesnelliğe ve akılcılığa dayanan tarih anlayışını, Kitabü’t-Tefhim fi Evaili Sanaati’t Tencim yapıtıyla bilimsel bir üstünlüğe taşıdı. Tarihsel olayları ekonomik nedenlerle açıklayarak, toplumsal gelişimin temelinde ekonomik ilişkilerin yattığını ileri sürüyor ve tarihi, din ve inanç dizgeleriyle açıklamaya çalışmanın bilime aykırı olduğunu söylüyordu. Bu görüşler, Batılıların ancak 19.yüzyılda ulaşabildiği görüşlerdi. Birunî, yapıtlarında karşılığını bulan; özgün düşünceye bağlılığı, kapsam genişliği, bağnazlıktan uzak yaklaşımı ve özenle seçilmiş ayrıntı zenginliğiyle 33  bilim tarihinin anıt isimlerinden biridir.

Gökbilimi, matematik, fizik, yer bilimleri alanlarındaki çalışmaları, pek çok ilkbuluş’u ve kuramsal yeniliği içerir. Dönemin en nitelikli Aristo ve Ptolemaios eleştirisini, o yapmıştır. Dünyanın kendi ekseni çevresinde döndüğünü bulmuş, ufuk alçalması açısını bularak meridyen yayı uzunluğunu belirlemiş ve dünyanın yarıçap uzunluğunu hesaplamıştır. Güneşin bir yıl boyunca, gökküresi üzerinde çizdiği daire düzleminin gök ekvatoruna göre eğikliğini (tutulum eğikliği), çok hassas biçimde saptamayı başarmıştır. Fizikteki büyük başarısı, piknometre'nin (yoğunluk şişesi) ilk örneğini geliştirerek, 23 katı ve 6 sıvının özgül ağırlığını, bugün bilinen değerleriyle belirlemesiydi.

Su kaynaklarını ve artezyen kuyularını, akışkanlık mekaniği (hidrostatik) ilkeleriyle açıkladı. Gazneli Mahmud’la birlikte Hindistan’a gittiğinde, bu ülkeyi daha iyi incelemek için Sanskritçe öğrendi. İndus havzasının, vadinin alüvyonla dolması sonucu oluştuğunu belirledi; bu belirleme o dönem için inanılması güç bir buluştu.

Hindistan’da yaptığı çalışmaların en önemli sonucu, Hintlilerin kendisine herhalde çok şey borçlu olmasını gerektiren Tahkiki mâli’l-Hint adlı yapıttır. Hindistan’ın kültür ve bilim tarihini inceleyen bu yapıt, bugüne dek yapılmış en değerli Hint çalışmalarından biridir. Yapıtta, bu büyük ülke; felsefe, din, doğa bilimleri, edebiyat, coğrafya, hukuksal düzen, gelenek ve görenekler bakımından kapsamlı bir biçimde inceleniyordu. Dinsel ayrımlar ve inanç dizgeleri; önyargıdan uzak, yansız biçimde ve her din kendi terimleri kullanılarak ele alınıyor, tümüyle nesnel bir tutum izleniyordu.  

Biruni, özgürlüğe verdiği önemi tüm yapıtlarına yansıtmıştır. İnsanların, düşünce ve inançlarını, gerek dışarıdan gelen gerekse inanç adına kendi içlerinde yarattıkları engellerden kurtarmaları gerektiğini söyler. Düşünce üzerinde baskı oluşturacak her türlü ilişki ve girişimi yadsır, ayrımlı düşüncelerin varlığını, gelişmenin koşulu sayar. Sanskritçe’den Arapça’ya çevirdiği Patancali’ye yazdığı önsöz, özgürlük düşüncesinin bir özeti gibidir ve son tümcesi şöyledir: “İnsanların düşünce ve inançlarındaki çeşitlilik, gelişimin ve dünyadaki esenliğin kaynağıdır.” 35 


 1  Büyük Larouuse, İletişim Yay., 10. Cilt, sf.5800
 2  Ana Britannica, Ana Yayıncılık A.Ş. 19.Cilt, sf.86-87
 3  “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü” O.Hançerlioğlu, 1 Cilt, Remzi Kit., 1985, sf.144
 4  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Yay., 2001, sf.314
 5  a.g.e. sf.157
 6  “Tarih Boyunca İlim ve Din” A.A.Adıvar, Remzi Kit., 5.Bas. 1994, sf.80
 7  “Düşünce Tarihi” O.Hançerlioğlu, 5.Bas. 1993 Remzi Kit., sf.157, “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü”, 1.C., Remzi Kitap-1985, sf.158
 8  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit. Yay., 2001, sf.313
 9  “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü”, O.Hançerlioğlu 1.Cilt, Remzi Kit.-1985, sf.158
 10  “The History of Philosophy in İslam” T.J. Buer sf. 109; ak. O. Hançerlioğlu “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü” 1.Cilt, Remzi Kit., 1985, sf.158
 11  Ana Britannica, Ana Yayıncılık A.Ş. 14.Cilt sf.435
 12  “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü” 1.Cilt, Remzi Kit., 1985, sf.221
 13  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit. Yay., 2001, sf.49
 14  a.g.e. sf.37-38
 15  “Kök Türkler” Sencer Divitcioğlu, Yapı Kredi Yyayınları 2000, sf.221
 16  a.g.e. sf.222
 17  Ana Britannica, Ana Yayıncılık A.Ş. 14.Cilt, sf.435
 18  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Yay., sf.80-82
 19  a.g.e. sf.82
 20  “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü” O.Hançerlioğlu, 1.Cilt, Remzi Kit., 1985, sf.268
 21  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Yay., sf.116
 22  a.g.e. sf.117
 23  “Büyük Larousse” Gelişim Yay., 6.Cilt sf.3496
 24  “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü” O.Hançerlioğlu, 2.Cilt, Remzi Kit., 1985, sf.184
 25  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kitap Yay., sf.121-122
 26  a.g.e. sf.121
 27  a.g.e. sf.122
 28  “Büyük Larousse” Gelişim Yay., 6.Cilt sf.3496
 29  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın K. Yay., sf.33
 30  “Vücûd-u Beşer, Bir Fabrikaya Benzer” Attila İlhan, Cumhuriyet 13.08.2003
 31  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit. Yay., sf.113-123
 32  Ana Britannica, Ana Yayınları A.Ş. 5.Cilt, sf.431
 33  a.g.e. sf.431
 34  a.g.e. sf.431
 35  a.g.e. sf.431


Metin AYDOĞAN, 8 Nisan 2014
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Doğu Aydınlanması (1-3) / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Cum Nis 11, 2014 15:47

Doğu Aydınlanması -3

9.yüzyıldan başlayarak 14.yüzyıla dek süren beşyüz yıl içinde; Güneybatı Asya, İran, Mezopotamya, Anadolu ve Müslüman egemenliğindeki İspanya’da, sıradışı uygarlık gelişimi ve bir aydınlanma yaşandı. İslam yayılmasına denk düşen bu uzun dönem içinde, Antik Çağ yapıtları incelendi, eleştirildi, geliştirildi ve yalnızca Antik Çağ’ı değil, kendi dönemini de aşan görkemli bir bilimsel gelişme yaratıldı. Ön Asya’nın büyük-küçük kentleri; okullar, kütüphaneler, basımevleri, kağıt hamuru atölyeleri, çeviri merkezleri ve buraları boş bırakmayan insanlarla doldu. Uyanış o denli kapsamlı ve yaygındı ki, tarihi bilenler bile bu uyanışın nedenlerini açıklamada zorlandılar. Dünyanın büyük bölümü özellikle Avrupa, Orta Çağ karanlığını yaşarken, Bağdat’ın ya da Semerkant’ın sokakları, birkaç dil bilen, “öğrenmek için yapmayacağı şey olmayan” insanlarla dolup taşıyordu.

İbn Sina

İbn Sina (980-1037) İslam düşüncesinde, Farabi’den sonra en yetkin düşünür olarak kabul edilir. Batılılar, Avicenna adını takarak ona da büyük önem vermişler ve yapıtlarını okullarında okutmuşlardır. Biruni’yle aynı zamanda ve aynı topraklarda yetişmiş, ilk Müslüman Türk Devleti olan Samanoğulları egemenliğindeki Türkistan’da, Buhara yakınlarındaki Afşar’da doğmuştu.

Yetiştiği Ortam

Onsekiz yaşına dek, baba evinin kültürlü ortamında yetişti ve bilim adamlarının uğrak yeri olan bu evde, birçok ünlü bilginle tanıştı. Ondört yaşına geldiğinde, bilgi yönünden hocalarını geride bırakmıştı. On altı yaşında, yanında hekimler çalışıyordu. Bu yaşlarda Harizm’e giderek kendinden yedi yaş büyük olan Biruni’yle uzun görüşmeler, düşünce alışverişi yaptı. Türk aileden gelip, tümüyle Türk olan bu çevrede yetişmesine karşın, Batılılar onu da Türk saymadılar. Ancak, onun öbürlerinden ayrımlı olarak Arap değil İranlı olduğunu söylediler.

Dönemindeki bilim adamları gibi, çalışmalarını geniş bir alana yaydı ve felsefe, mantık, tıp, fizik, geometri, gökbilim, matematik, müzik dallarında araştırma ve incelemeler yaptı. Ancak, özellikle felsefe, mantık ve tıp alanında kendinden sonrasına yön veren yüksek bir yetkinliğe ulaştı. Antik Çağ felsefesini, Farabi yorumlarından yola çıkarak inceledi. Felsefeye Aristo ve Farabi gibi mantık’la başlıyor ancak Aristo mantığını aşıyordu; öyle ki Gorvhan gibi kimi bilim tarihçileri, çağdaş mantığı, Aristo’dan değil, İbn Sina’dan başlatırlar.

Felsefi Düzey

İbn Sina, çağı için sıradışı bir ileri görüşle, özdeğin (maddenin) kendi iç güçlerine bağlı olarak değişime uğradığını savunmuş, Aristo’nun ünlü ilk devinim ettirici güç anlayışını saf dışı bırakmıştır. Çağdaş felsefenin özgüç (otodinamizm) olarak tanımladığı değişim kavramını, Arapça al kuvvet al-nefsîye sözcüğüyle ve Marks’ten sekiz yüz yıl önce açıklamıştır. Atomların sonsuza dek bölünebileceğini söylemesi, cansız doğadan canlı doğaya (bitkilerden hayvanlara hayvanlardan insanlara) derece derece geçildiğini ileri sürmesi dâhice çıkışlardır. 1 

Tıp ve İbn Sina

İbn Sina 150’den fazla kitap yazmış ancak bunların tümü günümüze ulaşamamıştır. Kitaplarından kapsamlı bir felsefe-bilim ansiklopedisi olan el-Kanun ile tıp tarihinin en ünlü kitapları arasında yer alan Kitabü’s Şifa, Avrupa’da uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuş ve altıyüz yıl boyunca tıp çevrelerinde etkili olmuştur. 2 

Zekeriya el-Razi’nin yapıtları en iyi klinik yapıtlar olarak okutulurken, İbn Sina’nın Kanun’u, kuramsal öğreticiliğiyle önem kazanıyordu. Vücuttaki sıvı dengeleri, menenjit, ateşli döküntüler gibi hastalıklar için geliştirdiği tedavi yöntemleri, dengeli beslenmenin önemi ve ilacın dengeli kullanımı konularında geliştirdiği görüşler, son derece ileri bilimsel düzeye ve özgünlüğe sahipti. 3 

Kemiklerin de diğer dokular gibi yangılanacağını (iltihaplanacağını) ileri sürmüş ve kendisinden önceki hekimlerin bu konudaki yanılgısını “onlar, beyin gibi gevşek dokuların ve kemik gibi katıların yangılanmadığını söylerler, bu doğru değildir” sözleriyle dile getirmiştir. Beyin zarı yangısını bularak, beyin ve omurilik menenjitiyle tali menenjitin ayrılığını ortaya koyan ve bu hastalıklara tanı koymak için, “daha iyisine günümüzde bile ulaşılamayan mükemmel tarifler” verdi. 4 

İran humması adını verdiği bulaşıcı Şarbon (karakabarcık) hastalığını, sarılık’a yol açan hastalıkları ve deri altına yerleşen ginea (medine kurdu) asalağını (parazitini) ilk kez açık ve net olarak tanımladı; Karaciğer absesi ve peritonit için tanı yöntemleri geliştirdi; bağırsak ve böbrek kolitlerinin belirtilerini birbirinden ayırdı; yüz felcinin iç ve dış nedenlerini ortaya koydu. 5 

Bilimsel Genişlik

Sundhof’un, “tıp tarihine bütün çağlarda eşi olmayan kusursuz yapıtlar” bıraktığını söylediği İbn Sina, tıptan başka pek çok dalda değerli yapıtlar üretti. Dilbilim alanında en ünlü Arapça uzmanlarını bile şaşırtan, Arabın Lisanı (Lisanü’l Arab) adlı kitabının ilginç bir öyküsü vardır. İsfahan’da, Arapça dilbilgisindeki yetersizliği ileri sürülerek eleştirilmesi üzerine, üç yıl uğraşarak Arapça’nın tüm inceliklerini ortaya koyduğu bu kitap 6 , Arapça’ya yapılan büyük bir katkı ve değeri ölçülemeyecek bir armağandı.

Bilimin hemen her dalında, inceleme ve araştırma yapan, yeni buluşlar geliştiren İbn Sina’nın başarısını, kimi bilim tarihçileri fazla büyük bulur ve bu büyüklüğün bilimsel gelişmeye “durgunluk” getirdiğini düşünürler. Söylenen şudur: “İbn Sina herşeyi, o denli açık ve kanıtlı olarak ortaya koymuştur ki bir süre için, sanki yeniden araştırma gereksinimi yokmuş gibi bir duygu yaratmış, düşünsel çalışmalara bir durgunluk getirmiştir.” 7 

“Avrupa’yı Etkileyen Düşünür”; İbn Rüşt

“Avrupa’yı en çok etkileyen İslam düşünürü” diye tanımlanan ve Bernard Russel’in (1872-1970) “Doğudan çok Batı felsefesi için önemlidir” dediği Arap düşünürü İbn Rüşd (1128-1198), İspanya’da Kurtuba kentinde doğdu. Fıkıhçı (bir şeyi gereğince iyi anlayıp bilme ve bu tutumun İslam hukukuna uygulanışı) bir aileden geliyordu, babası Kurtuba Camisi’nin imamıydı. Fıkıh konusundaki geniş bilgisine ek olarak, hadis ve tıp öğrenimi de almıştı.

Batılıların Averroes adını verdiği İbn Rüşt, dönemin bilim geleneğine uyarak birçok bilim dalında araştırma yaptı, kitap yazdı ve kuram geliştirdi. Ancak, gerçek ününü Farabi’den etkilendiği din-felsefe ilişkisi üzerindeki görüşleriyle sağladı.

Çok bilgili ve aydın bir kişiydi. Yapıtları Latinceye çevrildiğinde, Avrupa’nın bilim çevrelerinde hayranlık ve coşkuyla karşılandı. Görüşlerinden geniş biçimde etkilenen dönemin özgür düşünceli Avrupalıları, Aristo’yu onun yorumlarından öğrendiler. Felsefe İbn Rüştçülük (averoizm) adıyla yeni bir öğreti haline getirildi ve Batıda bu öğretiye bağlı yüzlerce bilgin yetişti. İtalya’daki Padua Okulu, 14.yüzyıldan 16.yüzyıla dek iki yüzyıl, İbn Rüşdçü (Averoist) felsefe eğitimi verdi.

Özdeksel (Maddeci) Uyanış

İbn Rüşd’ün görüşleri, Batıyı aydınlanmaya götürecek düşünsel uyanış üzerinde büyük etki yaptı. Hançerlioğlu’nun söylemiyle, “David Home İmmanuel Kant’ı nasıl metafizik uykusundan uyandırdıysa; İbn Rüşd, Batı Avrupa’nın tümünü, metafizik uykudan öyle uyandırdı.” 8 

Ancak Avrupalı aydınlar bu “uyanış” için ağır bir bedel ödediler. Kilise Rüşd’ün görüşlerini “Hıristiyanlığa aykırı bularak” yasakladı; kitaplarını okuyanlar ağır cezalara çarptırıldı. Tutuklanma ve sürgün edilme yanında, yakılarak öldürülmeler gündeme geldi. Ancak, öğrenme ve bilgilenme isteği durdurulamadı. Rüşdçülüğün Avrupa’daki en verimli ürünü, ünlü İngiliz düşünürü Roger Bacon (1214-1294) oldu. Birçok bilim tarihçisi için İbn Rüşd, “Avrupa rönesansını beyinlerde başlatan kişi”ydi. 9 

İbn Rüşd, el-Kindi ve Farabi’nin başlatıp geliştirdiği: bilimle dinin uzlaştırılması tutumunu sürdürdü. Aristo ve Platon’un siyasi felsefesini incelemiş, devlet anlayışını yeni ve çağcıl bir yaklaşımla yeniden yorumlamıştı. İslam devletinin yapılanması konusunda geliştirdiği görüşlerinde, Platon’un diyalektik yorumlarını uzaklama (masal) ve söylencelerden (efsanelerden) arındırdı. Bu arındırmadan sonra, “Platon’un ideal devlet düşüncesiyle İslam’ın yönetim anlayışı arasında büyük bir benzerlik” olduğunu söyledi. Farabi gibi o da, Platon’daki yönetici kral yerine İslam’daki imam’ı (devlet başkanı) koyuyor ancak ideal hükümdar’ın, aynı zamanda dini önder olması gerektiği sorusuna olumlu yanıt vermiyordu.

Bilim ve Dinin Ayrı Tutulması

İbn Rüşd, din ve devlet işlerinin birbirine karıştırılmaması gerektiğini ileri sürdü ve dini temsil edebilecek insanların ancak peygamberler olabileceğini söyledi. İçten bir Müslümandı, bu nedenle söylemine uygun davrandı ve “Müslümanlığı gerçek anlamda Hz.Muhammed’den başka hiçbir kimsenin temsil edemeyeceğini” ileri sürdü. Kimi İslam düşünürünün, peygamberliği yalnızca inanç (sudur) yoluyla açıklamasını yadsıdı. Ona göre, “inanç ve inanca dayalı bilgi, bilimin süzgecinden geçmeli, inanç ve akıl kendi alanlarında bağımsız kalmalıydı.” 10 

İbn Rüşd, din duygusunun; “bir takım mantıksal önermelere ve dogmatik dizgelere” bağlı olmayan, bilimden tümüyle ayrı, “kişisel ve içsel bir güç” olduğunu söylüyordu. Ona göre, bilim ve din birbirine karıştırılmamalı, kendi alanlarında serbest bırakılmalıydı. Bu yapılmadığında, “aralarına yalancı bir düşmanlık girecek” ve her ikisinin de zararına yol açacak bu durum; “hem bilimin hem de dinin içine, zorla uydurma bilgilerin” sokulmasına neden olacaktı. 11 

Sonsuz Devinim ve Evrim

İbn Rüşd felsefesi, Batının kimi çevrelerinde bugün bile tepki çekecek denli ileri görüşler içerir. Doğa ve toplum yasalarını açıklarken eriştiği düşünsel olgunluk, çok yüksektir.

Değişim ona göre, kaçınılması olanaksız zorunlu bir evrimdir. Temelinde sürekli bir devinimin olduğu bu evrim, “ilksiz ve sonsuz bir süreçtir; her devinimin nedeni kendinden önceki bir başka devinimdir; devinim olmazsa zaman da olmaz. Sonsuz olan değişimdir, bir başlangıcın ya da sonun olduğu düşünülemez, yokluk diye bir şey yoktur, nedeni olan herşey aynı zamanda zorunluluktur.” 12 

İbn Rüşd’ü Susturmak

İbn Rüşd’ün düşünce genişliği, daha çok kendisinden sonraki dönemlerde, yalnızca Katolik kilisesini değil, kimi halife ve sultanları da rahatsız etmiş ve onları Rüşd’ün düşüncelerine karşı önlem almaya itmiştir. Örneğin Fas hükümdarı onu Kurtuba’dan sürmüş ve nesnel bilim dışında kalan tüm kitaplarını yaktırmıştır.

Doğu biliminde tutucu düşünürlerin temsilcisi konumundaki Gazali’nin (1058-1111) önemli yapıtlarından Tuhvet-ül-felasife’ye karşı yazdığı, Tehafet-üttehafet-ül-felasiye kitabı, yalnızca kendi döneminde değil, sonraki dönemlerde de çok etkili olmuş, özellikle Sunni bilim adamları bu yapıtı çürütmek için özel çaba harcamışlardır. Örneğin Fatih Sultan Mehmet, dönemin bilginlerinden Bursalı Hocazade’den İbn Rüşd’ün görüşlerini çürütecek bir kitap yazmasını istemiş ve Tuhafetül Felasife’nin 15.yüzyıl uyarlaması böyle ortaya çıkmıştı. 13 

Van Riswik’in Yakılması

Fatih’in düşünceye düşünceyle yanıt veren davranışına karşın, Hıristiyan yönetici ve din adamları, İbn Rüşd düşüncesine karşı ceza uygulamada kendilerine bir sınır koymuyordu. Paris Kent Meclisi, 1210 yılında aldığı bir kararla, İbn Rüşd’ün yapıtlarının çeviri ve basımını yasakladı. Uriel d’Acosta ve Hermann Van Riswik adlı iki düşünür, “İbn-Rüşd’ün yapıtlarını inceledikleri için” ateşte yakıldılar. 1512’de yakılan Riswik yanarken şöyle haykırıyordu: “Ben onunla aydınlığa kavuştum; önceleri körken onun erdemlerini tanıdıktan sonra gerçeğin ışığını gördüm.” 14 

Düşünceleri nedeniyle öldürülen Van Riswik, Doğulu bir bilim adamı için bunları söylemesine karşın, yaklaşık 250 yıl sonra, “Batı aydınlanması”nın etkili isimlerinden Friedrich Hegel (1770-1831), Doğu düşüncesi için şunları söylüyordu: “Özbilinç ancak Batıda özgürleşir. Doğulular, insanın insan olduğu için özgür olduğunu bilmezler. Bu nedenle, Doğuya özgü herşey felsefeden silinip atılmalıdır.” 15 

Çağını Aşan Büyük Düşünür: İbn Haldun

El-Kindi ve Farabi ile başlayan Doğu aydınlanması, 14.yüzyılda İbn Haldun (1332-1406) gibi bir dahi düşünür daha çıkardıktan sonra gerilemeye başladı. Haldun, döneminden o denli ilerdeydi ki, yapıtlarının gerçek değerini, Kahire’deki öğrencilerinden ve onu değerlendirebilecek bilim adamlarından başkası, o dönemde anlayamadı.

Daha sonra özellikle 19. ve 20.yüzyılda, gelişen bilimin ışığında onu inceleyenler, karşılaştıkları bilimsel derinlik karşısında donup kaldılar. İncelenen yapıtlar, sanki 14. yüzyılda bir tek bilim adamı tarafından değil de, 19.yüzyıl Batı Avrupası’nda en yetkin bilim adamlarından oluşan bir kurul tarafından üretilmişti.

[font=Georgia][b]Acılı Yaşam[/b][/font]

İbn Haldun, Tunus’ta ileri gelen Berberi bir ailenin çocuğuydu. Toplumbilim, tarih, ekonomi, doğa ve toplum gelişimi üzerine oturttuğu yapıtları, gerçekten göz kamaştırıcı ve çok görkemliydi. Farabi’den İbn Rüşd’e uzanan büyük birikimin üst düzey ürünüydü ve kuşkusuz kolay yaratılmamıştı. Sürekli okuma, tükenmez bir öğrenme tutkusu, yorulma bilmez araştırma gücü ve dayanç (sabır), İbn Haldun’un belirgin özellikleriydi.

Acılarla dolu çalkantılı yaşamında, her koşulda, en üzüntülü anlarında bile tutumunu değiştirmemiş, çalışmalarını aynı istenç ve kararlılıkla sürdürmüştü. Memluk Sultanı el-Melik Zahir Berkük, onu koruması altına alıp Kahire’ye getirdiğinde, peşi sıra Tunus’tan Mısır’a gelmekte olan ve çok bağlı olduğu ailesinin tümünü bir deniz kazasında yitirmiş ancak medreselerdeki derslerine, kütüphanelerdeki çalışmalarına hiç ara vermemişti. 16 

Horaklitos’tan İbn Haldun’a

18.yüzyıldan başlayarak günümüze dek büyük bir beğeniyle okunan ve hala incelenen, Mukaddime adlı yapıtı; siyasi, toplumsal, felsefi ve ekonomik açıdan çağdaş bilimsel düşüncenin temelini oluşturur. Bilim tarihçileri onun, “düşünce tarihinin yirmialtı yüzyıllık sürecinde, ancak Efesli Heraklitos ile kıyaslanabilecek bilimsel zeka ve kavrayışa sahip” bir kafa yapısı olduğunu söylerler.

Felsefe tarihçisi Orhan Hançerlioğlu, Heraklitos (M.Ö.540-480) ile İbn Haldun arasındaki benzerliği şöyle tanımlar: “Her iki öke (dahi) bilimsel verilerden yoksun karanlık çağlarda ve ortamlarda, sanki dünyada yalnız yaşıyorlarmışçasına kendi kendilerine boy atmışlar ve parlamışlardır. Her iki öke de bağımsızdır; hiçbir öğretiye bağlı değildirler; herhangi bir okuldan gelmezler, kendileri de bir okul kurmazlar. Düşünceleri çağlarını öyle aşmıştır ki onları, dönemlerinde kimse anlayamaz; onlar yalnız adamlardır ve yalnız olmak zorundadırlar.” 17 

Tarih Felsefesi ve Toplumbilimin Kurucusu

Dünya bilim tarihinde, tarih felsefesi ve toplumbilim’i (sosyoloji) çağdaş nitelikleriyle ilk kez İbn Haldun kurmuştur. Tarihi incelerken; “olayları anlatmak” yerine, “olayları düşünmek ve nedenlerini ortaya koymak gerekir” der. Bu yaklaşım tarih felsefesi’nin özüdür.

Evrensel değişim yasalarını eşsiz bir sezgiyle kavrar ve sıradışı bir yetkinlikle kuramsallaştırır. Mukaddime’de şunları söyler: “Tarih bilimiyle uğraşanları en çok yanıltan davranış, milletlerin durumunun zamanın ve yüzyılların geçmesiyle değişmekte olduğunu görmemeleridir. Evrensel ve sürekli olan bu değişim, Tanrı’nın bütün varlıkları için koyduğu bir yasadır. Değişim en basit canlıdan başlayıp maymun ve şebek gibi hayvanlardan geçerek insana kadar gelir. İnsanın oluşumu işte bu hayvanlardan başlamıştır. Benim gördüğüm budur, doğrusunu Tanrı bilir.” 18  Bunları söyleyen İbn Haldun, “inancında içten, gerçek bir Müslümandır.” 19 

İbn Haldun, toplum yasaları ile ilgili görüşler ileri sürerken; insanın yaşamak için “yaşam gereksinimlerini karşılamak zorunda” olduğunu, bunları tek başına sağlayamayacağını ve kesinlikle “topluluk halinde yaşaması gerektiğini” söyler. Ona göre; “bir buğday tanesinin un olabilmesi, çeşitli hüner ve zenaatleri gerektirir”; “toplumu ayakta tutan üretimdir”, “üretim, ona yetecek kişilerin bir araya gelmesiyle” olur.

“Düşünceyi Oluşturan Ekonomidir”

Ekonomik konular üzerine geliştirdiği görüşlere, Batılılar ancak 19.yüzyılda ulaşabilmiştir. “Düşüncelerimizi oluşturan ekonomidir” der ve gelişkinliği nedeniyle inanılması güç şu görüşleri ileri sürer: “Her kazanç ve mal, emek harcayarak elde edilir. Maden, bitki ya da hayvanlardan sağlanan kazanç da insan emeğinin ürünüdür. İnsanların çalışarak elde ettikleri para ve mal, tarım ve sanayide harcadıkları emeğin değerinden ibarettir. Pazardan alınan buğdayda iş ve emeğin değeri açıkça görülmez. Oysa buğdayın ekonomik değeri, onu elde etmek için harcanan emeğin değeridir. Kazma vurulmamış kuyudan, su çıktığı görülmüş müdür? Ben bunları gördüm, doğrusunu Tanrı bilir...” 20 

Çağdaş sosyolojinin günümüzde geçerli bilimsel kabulleri, İbn Haldun’un altı yüz yıl önce ileri sürdüğü görüşlerin yinelenmesi gibidir. Toplumsal gelişim yasalarını, gelişime yön veren tarihsel zorunlulukları ve toplum-devlet ilişkilerini ele alış ve yorumlayış biçimi, günümüzde kuramlaşmış olan ekonomi-politiğin temel doğruları düzeyindedir. Ona göre; “Toplumların ömrü de insanların ömrü gibidir. Doğar, büyür, hastalanır ve ölürler. Bu tarihsel zorunluluğu yaşayan her toplum, kent yaşamına girip sanayileştikten sonra yaşlanacak ve ölecektir. Bu sonuç önlenemez. Toplumun çöküntüsü, devlet ve onun dayandığı iki temel kurum olan, para ve ordu’nun çöküşüyle başlar. Devlet yıkılmaya başladığında vergiler ve baskı artar ancak bu artış, devleti güçlendirmez, yoksulluğunu gidermez. Devlet yalnızca çöküş dönemlerinde değil, hiçbir zaman kişi özgürlüğüne asla el atmamalıdır; çünkü bu el atma, kişilere olduğu kadar devlete de zarar verir.” 21 

İbn Haldun’u Anlamak

İbn Haldun’un ileri sürdüğü görüşlerin ve yapıtlarının gerçek değerini anlamak için, onun 14.yüzyılda yazıp kuramsallaştırdığı düşüncelerini, daha sonra kimlerin nasıl kullandığını ya da sonraki saptamaların Haldun’un görüşleriyle nasıl örtüştüğünü bilmek gerekir. Bu bilgi, nasıl bir düşünürle karşı karşıya olduğumuzu gösterecektir.

Giovanni Battista (1668-1744): “Toplumsal ve siyasal düzenler, ilahi düzenler değil doğal düzenlerdir”; Oswald Spengler (1880-1936): “Toplumlar da doğal varlıklar gibi doğmakta, büyümekte ve ölmektedirler”; Georges Sorel (1847-1922): “Tarih olayları anlatmak değil, olayları düşünmektir”; Karl Marx (1818-1883): “Toplumsal gelişimin temeli ekonomiktir, değeri emek belirler”; Secondat Montesquies (1689-1755): “Toplumlar arasındaki ayrılıklar, coğrafya koşullarının başkalığından ötürüdür”; Bernardo Machiavelli (1469-1527): “Siyasi düzen, ideolojik değil pratik olmalıdır”; Charles Darwin (1809-1882): “Canlı gelişmesi en basit canlıdan başlayarak, maymun ve şebek gibi hayvanlardan geçip insana kadar yükselmiştir”; Jean-Jacques Rousseau (1712-1778): “Ahlaksızlık ve çöküşün nedeni, kent yaşamına geçiştedir”; Friedrich Nietzche: “Gerekli olan, güç ve istençtir (iradedir)”. 22 

Bilim Emekçileri

Avrupalıların Geber adını verdiği Arap düşünür Câbir İbn Hayyan (8.yüzyıl), kimyanın babası sayılır. Ünlü İngiliz bilgini Roger Bacon ona “ustaların ustası” demiştir. Gövdebilim (anatomi) ve ilaçbilim (farmakoloji) dallarında önemli buluşları vardır. 23  Madenlerin basit ergitme yöntemleri yerine, ilk kez kendisinin elde ettiği sülfürik asit, nitrik asit, kükürt asidi, tuz asidi ve altın suyu içinde eritme yöntemini bulmuş ve geliştirmiştir. Cıvaoksit, arsenik, klorid, gümüş nitrat (cehennem taşı), bakırsülfat (göztaşı), sudkostik, potas kostik ve kükürt kaymağı’nı Câbir bulmuştur. 24 

Akılcılığın (Mulezile) Kuramcısı

Ebu Osman Câhiz (776-868), İslam felsefesinde akılcılık akımının (mutezile) kurucularındandır. İlahiyat, toplumbilim, edebiyat, dilbilim alanlarında çalışma yapan ve Basra kelamcılarının en büyüğü sayılan, Etiyopyalı bu zenci düşünür, bilim adamı olarak bağımsız duruşuyla dikkati çeker.

Bilimin, dayanağı olmayan savlara değil, deneylerle kanıtlanmış verilere dayanması gerektiğini söylemiştir. İslam düşüncesinde, doğayı inceleme geleneğini başlatmıştır.

Yedi ciltlik Kitabû’l Heyavan adlı yapıtı, koşuklu (manzum) hayvan uzaklamaları (masalları) ile ilahiyat, toplumbilim ve dilbilim konularında görüşler içerir; Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Faziletleri (Menakıb-ı Cündü’l Halife ve Fazailü’l-Etrak) adlı yapıtında Türkler’le ilgili kapsamlı araştırmalar yapmıştır. 25 

“İslam Sosyolojisinin Kurucusu”

Peygamber’in yakını olan ilk Müslümanlardan (Sahabe) Ebu Zerr el Gifarî, İslam Sosyolojisi’nin kurucusu sayılır ve kimi Arap aydını tarafından; “sosyalizmi İslam geleneğine bağladığı için” yüceltilir. Ebu Zerr yapıtlarında, “herkesin servet ve gelirinin pek azıyla geçinmesini” ve geri kalanının toplumda eşitliği sağlamak için “hayır işlerine harcanmasını” istemiştir.

Kur’andaki Hıristiyan ve Yahudi din adamlarının “aç gözlülüğünü ve para hırsını” açıklayan bir sûre’nin, “İslam zenginlerini ve egemenlerini de kapsadığını” ileri sürmüştür. İnançlı bir Müslüman olan Zerr, bu düşünceleri nedeniyle sürgüne yollanmış ancak düşünceleri engellenememiş ve “İslam ileri gelenlerinin gerçek İslam’dan ayrıldıkları” yolundaki uzun süren tartışmayı başlatmıştır. 26 

Horasanlı Gazali

İslam gizemciliğinin (tasavvuf) Sünni inancıyla bütünleşmesini sağlayan, Kelâm (Tanrı ve Tanrı’nın birliğini konu eden bilim) ve Fıkıh (şeriat bilimi) bilgini Horasanlı Gazali (1058-1111), İslam dünyasının tümünü derinden etkileyen bir düşünürdür. Farabi ve İbn Sina’nın akılcı felsefesine yönelttiği eleştirilerde alabildiğine tutucudur ancak Düşünürlerin Çöküşü (Tehefütü’l Felasife), Din Bilimlerinin Yeniden Canlanışı (İhya-i Ulmi’d-Din) ve İnançta Aşırılıktan Kaçınma (İktisad Fi’l-İtikat) adlı yapıtları, yüksek bir düşünce zenginliği ve bilgiye dayanır.

Dünya görüşünün temelini oluşturan bu çelişki, hemen tüm yapıtlarında vardır. Bu nedenle kimi düşünürlerce, “İslam’da akılcı felsefenin ve nesnel bilimin yüzyıllar boyunca duraklamasına” yol açtığı gerekçesiyle sürekli eleştirilmiştir. 27 

Gökbilimci (Astrolog) Tusi

Horasanlı Nasirettin Tusi (1201-1274); matematik, felsefe ve özellikle gökbilim alanında önemli araştırmalar yapmış, kitaplar yazmıştır. Moğol İmparatoru Hülagü’nün desteğiyle; Meraga’da (Kuzey İran), döneminde eşi olmayan bir gözlemevi kurdu. Burada, o güne dek yapılmış olan ve gökbilim ölçümlerinde kullanılan en büyük çemberli küre’yi üretti. Ünlü İlhanlı cetvelleri (Zeyc-i İlhani) burada oluşturuldu. Meraga’da geliştirilen azimut kadranı günümüzdeki teodelit’in (gökyüzü açılarını ve başucu uzaklıklarını ölçmeye yarayan jeodezi aleti) ilk örneğiydi. 28 

Devlet Başkanı Uluğ Bey

Türk bilim adamı Uluğ Bey (1394-1447), Doğu biliminin en ilgi çekici düşünürlerinden biridir. Büyük bir imparatorluğun devlet başkanıydı ancak yaptığı bilimsel araştırmalar ve özellikle gökbilim alanında yaptığı buluşlarla, bilim tarihinde çok özel bir yeri vardı. Fizikteki ünlü Laplace denklemini bulan Fransız fizikçi, gökbilimci ve matematikçisi Pierre-Simon Laplace (1744-1827), O’nun için; “tarihin en büyük gökbilim gözlemcisi” tanımını kullanmıştır. 29 

Timur’un torunu, Şahruh’un oğluydu. Bilim adamlarını ve sanatçıları destekledi, onlara uygun çalışma ortamları yarattı. Kadızade-i Rumi, El-Kaşanî ve Ali Kuşçu başta olmak üzere ünlü bilginleri sarayına topladı. Zîc-i Uluğ Bey adlı yıldız kataloğunu hazırladı, İmparator olmasına karşın, Semerkant Medresesi’nde dersler verdi. 30 

Semerkant’ta yaptırdığı gözlemevi yalnızca gözlemevi değil, büyük bir kültürel merkezdi. Burada, uzay gözlemleri için yaptırdığı ve çapı 60 metreden çok olan derecelendirilmiş büyük bir yay, bugün bile hayranlıkla karşılanan bir hassaslıkla yerleştirilmişti. Uluğ Bey’in gökbilim tabloları, o dönemin en eksiksiz, en kesin ve Avrupa’da en uzun süre kullanılan tablolardı. El-Kaşanî, tarihin ilk hesap makinasını burada geliştirmiş, Newton ikiterimlisini, ondan 300 yıl önce burada hesaplamıştı. 31 

Uluğ Bey, ekibiyle birlikte yaptığı, gökbilimle ilgili gözlem ve yorumları, Zeyc-i (Zeyc-i Uluğ Bek) adlı yapıtta topladı. Bu yapıt da, Avrupa’da uzun süre ders kitabı olarak okutuldu; başlıca kaynak sayıldı. Yapıtı 1665’te İngiliz bilgini Thomas Hyde İngilizce’ye çevirdi, 1767’de yeniden basıldı, daha sonra M.Sedillot, Fransızcaya çevirdi. 32 


 1  “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü” O.Hançerlioğlu, 1.C., Remzi Kit., 1985, sf.265
 2  “Tarih Boyunca İlim ve Din” A.A.Adıvar, Remzi Kit. 5.Bas 1994, sf.82
 3  “Büyük Larousse” Gelişim Yay., 9.Cilt sf.5527
 4  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S. Hunke Altın Kit.Yay., sf.137-138
 5  a.g.e. sf.138
 6  Ana Britannica, Ana Yayınları A.Ş. 16.Cilt, sf.228
 7  “Tarih Boyunca İlim ve Din” A.A.Adıvar, Remzi K. 5.Basım 1994, sf.85
 8  “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü” O.Hançerlioğlu, 2.Cilt, Remzi Kit., 1985, sf.264
 9  a.g.e. sf.263-264
 10  Ana Britannica, Ana Yayınları A.Ş. 16.Cilt, sf.228
 11  “Tarih Boyunca İlim ve Din” A.A.Adıvar, Remzi Kit. 5.Basım 1994, sf.86-87
 12  “Felsefe Ansiklopedisi–Düşünürler Bölümü” O.Hançerlioğlu, 1.Cilt, Remzi Kit., 1985, sf.263-264 ve “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit. Yay., 2001, sf.271
 13  “Tarih Boyunca İlim ve Din” A.A.Adıvar, Remzi Kit. 5.Bas 1994, sf.86
 14  “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü” O.Hançerlioğlu, 2.C., Remzi Kit., 1985, sf.195 ve “Rönesans Felsefesi” Y.Kaya, Tiglat Mat. A.Ş. 1999, sf.13
 15  “Batı Düşününde Türk ve İslam İmgesi” Prof.O.B.Kula, Büke Yay., sf.13
 16  Ana Britannica, Ana Yayınları A.Ş. 16.Cilt, sf.223
 17  “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü” O.Hançerlioğlu, 1.Cilt, Remzi Kit., 1985, sf.260
 18  “Mukaddime”, Zakir Kadri Ugan Çevirisi, 1954 Baskısı, 1.Cilt, sf.70-71-241; ak. O.Hançerlioğlu “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü” 1.Bölüm, Remzi Kit., 1985, sf.260-261
 19  “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü” O. Hançerlioğlu, 1.Cilt, Remzi Kit., 1985, sf.261
 20  “Mukaddime”, Z.K.Ugan Çev., 1954 Baskısı, 2.Cilt, sf.349-355; ak. a.g.e. sf.261
 21  “Düşünce Tarihi” O.Hançerlioğlu, Remzi Kit., 5.Bas. 1985, sf.166
 22  a.g.e. sf.167
 23  “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü” O. Hançerlioğlu, 1.Cilt, Remzi Kit., 1985, sf.92
 24  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit. Yay., 2001, sf.18
 25  Ana Britannica, Ana Yay.A.Ş. 7.Cilt, sf.161 ve “Felsefe Ansiklopedisi-Düşünürler Bölümü” O.Hançerlioğlu,1.Cilt, Remzi Kit., 1985, sf.92
 26  “Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, 3.C., Tekin Yay. 1995, sf.1095-1056
 27  “Orta-Asya” Jean Paul Roux, Kabalcı Yay., 2001, sf.282 ve Ana Britannica, Ana Yay. A.Ş. 13.Cilt, sf.163
 28  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit. Yay., sf.73-74
 29  “Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, 1.Cilt, Tekin Yay. 1995, sf.82
 30  Ana Britannica, Ana Yayınları A.Ş. 30.Cilt, sf.417
 31  “Orta-Asya” Jean Paul Roux, Kabalcı Yay., 2001, sf.363-364
 32  “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Basım 1996, sf.338


Metin AYDOĞAN, 11 Nisan 2014
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!


Şu dizine dön: Metin AYDOĞAN

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x