İbrahim Horoz
07.11.2007
STK’cılık emperyalizmin dünyayı, özellikle de bölgemizi yönetme stratejisinin parçasıdır. Kendi kaderini emperyalizmle birleştirmiş olan yerli işbirlikçilerin, STK’cılık ağının bir parçası olmasından doğal bir şey yok. “Solculuk”, “demokratlık” adına veya “masum” gerekçeler sunarak emperyalist kurumlardan para alanlara ise ilk olarak “Ayıp!” diyoruz. Bile bile “ayıp etmeye” devam edenler ise giderek ajanlaşacaktır. Unutmayalım: Parayı veren düdüğü çalar! Düşmanın ekmeğini yiyen, onun kılıcını sallar!
Türkiye’de STK ve STK’cılık önemli bir sorun. Öncelikle STK nedir, nasıl ortaya çıktı kısaca ona değinelim.
Bugün STK olarak değerlendirilen kimi kurumların adı, 60’larda, 70’lerde “Demokratik Kitle Örgütü” (DKÖ) idi. 12 Eylül sadece bu ülkede sermaye oligarşisine karşı mücadele eden örgütleri, bu arada DKÖ’leri ezmedi, ideolojik bir savaşlai mücadelenin kavramsal çerçevesini de değiştirdi; insanları gerçeğe yabancılaştırarak kendi kavramsal çerçevesini dayattı.
Bugün kendine STK diyen kimi kurumlar, bu ideolojik hegemonyanın etkisinde kalan, farkında olmadan sistemin ideolojik dayatmasına teslim olan kurumlar. Bazıları ise, Demokratik Kitle Örgütü gibi bir terminolojiden bile haberi olmayan, 12 Eylül sonrası kuşağın örgütlenmeleri.
Nasıl STK olunur?
“Demokratik Kitle Örgütü”, kavramsal çerçevesinden de anlaşıldığı gibi, hem bir kitle örgütü olmak, hem de demokratik bir iç işleyişe ve bağımsız bir kurumlaşmaya sahip olmak zorundaydı; kısaca düzenin dışında bir siyasal zeminde örgütlenmeliydi. “Düzen dışı”lığın, ne anlama geldiği her grup ve kişinin dünya görüşüne göre değişirdi; ama kesin olarak sermaye örgütlerinden ve emperyalist örgütlenmelerden ekonomik ve politik bakımdan bağımsız olmak zorundaydı ve yönetimler seçimle işbaşına gelmek, değiştirilmek durumundaydı.
Bugün kendine STK (Sivil Toplum Örgütü) diyen veya genel olarak böyle kabul edilenler ise, ne kitle örgütü olmak zorunda, ne de yöneticilerinin seçimle işbaşına gelip-alınması, yani demokratik bir işleyişe sahip olması gerekiyor.
Bugün bir kuruluşun STK olması için şu niteliklere sahip olması gerekiyor:
1) Emperyalist sermayenin ve yerli işbirlikçilerinin kurumsallaşmış STK ağlarından birine dahil olmak ve onların amaçları doğrultusunda, düzene değil ama rejime muhalif olmak zorunda. Temel olarak “insan hakları”, “kadın hakları”, “çok kültürlülük”, “demokrasi” gibi, kavramsal çerçeveye oturan bir programatik-politik bakışa sahip olması, hem yeterlidir hem de zorunludur. STK’ların devletten bağımsızlığı, en fazlası Türkiye Devleti’nden “bağımsızlık”tır. Oysa bunlar, dolaylı ya da dolaysız olarak emperyalist devletlere (ABD, Almanya, İngiltere vb.) ve kapitalist tekellere bağımlıdır.
2) Bu kurumlar, 3-5 kişi de olsa bir araya gelip kendilerine bir ad alırlar. Yönetimleri çoğunlukla atamayla oluşturulur.
3) STK ağlarında yer almak için, bir proje sahibi olmak ve bu proje karşılığı para almak, dolayısıyla proje onaycısı ilgili ABD-AB kurumlarına gebe kalmak zorunda.
Bunların dışında, egemen havanın etkisiyle, kendine STK diyen ama genel olarak adı sanı duyulmayan kuruluşlar da olabilir ki, onları bu çerçevede ne STK saymak ne de STK’cılık ağı içinde değerlendirmek olanaklıdır. Her şeyden önce STK’cılık ağı içinde değerlendirilen
örgütlenmeler, derin bir süzgeçten geçirilerek, istihbarat örgütlerinin bilgilerinden yararlanılarak son karar verilmektedir. Örneğin AB kriterlerine göre her kuruluş istediği zaman STK olamıyor. Önce bu STK’nın bir durum analizine tabi tutulması gerekiyor. Aynı şekilde, aşağıda gösterileceği gibi, ABD kurumlarına bağlı STK’ların projelerinin onaylanması için, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın onayının alınması gerekiyor. STK olarak karar verilmesi de yetmiyor, parasal yardım yapmak için tek tek projelerin de değerlendirilmesi ve emperyalist örgütlerin amaçlarıyla uyumlu olması da gerekmekte. Dolayısıyla geçenlerde basına yansıdığı gibi, Rize köylülerinin karşılıksız hibelerden kuşkulanması boşuna değil, basit bir sağduyunun ürünüdür.
STK’cılığın en tehlikeli işlevlerinden biri ise zihinleri karıştırarak tahrip etmektir. Düşmanın parasıyla çalışarak sözde muhalefet yapmak, düşmanla işbirliği yapmayı meşrulaştırmakta, düşmanın ekmeğini yiyerek de, düşmana karşı “mücadele” yürütülebileceği inancını yaygınlaştırmaktadır.
STK’cılık, aynı zamanda ezilenlere kendi gücüne güvenmemeyi telkin etmekte; Türkiye’nin emekçilerinin kendi güçleriyle ileriye dönük bir şey yapamayacağı, mutlaka yabancıların destek ve yardımına ihtiyaç duyacağı inancını yaygınlaştırarak; mandacılığı meşrulaştırmaktadır. Bu açıdan Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan Wilson Cemiyeti ve İngiliz Muhipler Cemiyeti, ilk STK örnekleridir.
‘Örümcek ağı’
Bizim bu yazıda işleyeceğimiz konu, her şeyin farkında olarak kendine STK diyen ve doğal olarak STK’cılık ağı içinde yer alan, pratik ve ideolojik olarak safını belirlemiş kişi ve kurumlardır. Kurumlar düzeyinde olmasa da, kişiler düzeyinde durumun vahametinin farkına varmayanlar da olabilir; onlara söylenecek söz ise, artık kendinize gelin ve bu utançtan kurtulun olabilir.
Bu yazıda kullanacağımız veriler temel olarak, ulusalcı kimlikleriyle tanıdığımız iki yazarın eserlerine dayanmaktadır. Birincisi, araştırmacı-yazar Mustafa Yıldırım’ın Sivil Örümceğin Ağında kitabıdır. İkincisi ise, yine bir başka araştırmacı-yazar, Yılmaz Dikbaş’ın Avrupa Birliği-Tabuta Çakılan Son Çivi adlı eseridir.
Özellikle Mustafa Yıldırım’ın “örümcek ağı” tanımlaması, konunun içeriğini çok iyi anlatmaktadır. Örümcek ağı, hem internet sistemini (WEB) anlattığı için, sistemin yaygınlığını ve bağlantıların iç içe geçişini göstermek bakımından, hem de örümceklerin etkinliğini ve bu etkinliğin işlevini anlatmak bakımından önemli bir tanımlamadır.
Mustafa Yıldırım’ın kitabını okuyan bir okur, bu ilişkiyi şöyle tanımlamaktadır:
“NED, IRI ve NDI’nin Soros aracılığı ile ülkelerde ördüğü ağları, değerli araştırmacı yazar Mustafa Yıldırım örümcek ağına benzetiyor. Bildiğiniz gibi örümcek, ağlarını özenle ördükten sonra bir köşeye çekilip yuvalanarak, ağına düşecek böcekleri sabırla bekler… Kurbanları ağa düşünce, sinsice yaklaşır; iğnesini batırıp onları zehirler ve sonra da vücudunda salgıladığı bir enzim ile eriterek vantuzları yoluyla içini emer… Kısa bir süre sonra, örümceğin ağları üzerinde böceğin içi boş kabuğu kalmıştır. İçi o kadar özenle emilmiştir ki dıştan bakıldığında canlı sanılır… Aynen Soros’un ağlarına takılan isimler gibi…”
Yukarda sözü edilen NED, IRI, NDI’nın ne olduğuna kısaca aşağıda değineceğiz. Şimdilik bu kuruluşların, dünyadaki STK’cılığın ABD’deki merkezleri olduğunu bilmek yeterli.
STK teorisyeni bir “solcu”: Bekir Ağırdır
Öncelikle bir konunun doğru anlaşılması gerekiyor: STK’cılar, kesin olarak emperyalist merkezlerin ve yerli sermaye oligarşisinin fonlarından beslenmekte ve onlara sadakat göstermektedir. Ne var ki, bu sadakatin sadece “ekmeğini yediğinin düdüğünü çalmak” olarak tanımlanacak bir ajanlık, uşaklık faaliyeti olmadığını kavramak önemlidir.
STK’cılık konusunu iyi anlamak için, hem emperyalizmin bölge stratejisini hem de genel olarak kapitalist egemenlik sisteminin kendini ideolojik bakımdan koruma ve üretme mekanizmalarını doğru anlamak gerekiyor.
Burjuva egemenlik sisteminin, ayakta kalabilmek için, geniş yığınları kendine bağlaması ve egemenlerin çıkarlarıyla geniş emekçi kitlelerin çıkarlarının ortak olduğuna kitleleri inandırması gerekiyor. Bunun bir başka adı ise, ideolojik hegemonyadır. Emperyalistler, değişik araçlarla hem kendi ülkelerinde hem de dünya çapında ideolojik ve politik hegemonyalarını korumak için, milyarlarca para harcamak durumundadır.
STK’cılığın, emperyalizmin ideolojik hegemonyasını sağlamada nasıl bir araç, bir iktidar stratejisi olduğunu anlamak için, son dönemde sözde “sol” seçenek yaratma adına, “çatı”, “birleşik”, “yeni” kavramlarıyla partileşme çabalarına değinmek yararlı olur. “Sol parti”, gerçekte ise BOP solu olan bir parti arayışı, burada ana konumuz değil. Bu konu STK’cılıkla bağı bakımından önem taşıyor.
Burada iki kişi ve adı çok duyulan bir kurumun faaliyeti önemli. Kişilerden biri CHP’de Genel Sekreterlik de yapmış, kendini sosyal demokrat gören Tarhan Erdem, diğeri de Bekir Ağırdır; kurumun adı ise Konda. Bu kurum ve kişilerin geçtiğimiz seçimlerde oynadığı rol ve genel olarak ideolojik-politik yönlendirmelerdeki yeri, konuyla ilgili olanların bilgisi dâhilinde. Konda’nın başındaki kişilerden biri olan Bekir Ağırdır, “sol seçenek” yaratmayı o kadar önemsemiş olmalı ki, Radikal gazetesinde bir de yazı dizisi yayımladı.
Bekir Ağırdır emperyalist vakıflarla, STK’cılıkla ilişkisi bakımından özel bir kişilik. 2003-2005 yılları arasında Tarih Vakfı’nın başkanlığını yapan bu kişi, bu dönem boyunca aklınıza gelen tüm yabancı ve yerli oligarklarla iş yapan, onları Tarih Vakfı ile buluşturan bir kişilik. Dolayısıyla Tarih Vakfı da, hem bu vakıf ve kapitalist oligarklarla ilişki ve genel olarak bu ülkede STK’cılıkla ilişkisi bakımından önemli bir merkez. Yerine getirdiği görevler ve işbirliği yaptığı kuruluşları saymaya kalksak sayfamız yetmez. Tarih Vakfı’nın STK’cılık konusunda yerini aydınlatmak için sadece şunu söyleyelim: Tarih Vakfı, STK’cılığın eğitim merkezlerinden biridir. Örneğin Tarih Vakfı tarafından Henrich Böll Vakfı desteği ile yapılan Sivil Toplum Kuruluşları Sempozyumları’nın 16.sı, Amerikan İstanbul Başkonsolosluğu’nun eşgüdümünde düzenlenmiştir.
Bekir Ağırdır kimdir? Bu soruya önce, Tarih Vakfı’nın sitesinde söylenenler üzerinden yanıt verelim:
“15. yılında sorunlarının çoğunu geride bırakmış bir Tarih Vakfı yaratma sürecinin çok önemli bir parçası olan gönüllü arayışlarımıza her kesimden yanıt geliyor. Gerek maddi anlamda, gerek yeni projeler geliştirilmesinde, gerekse yeni komitelerin kurulmasında gönüllü katkısı sürekli artıyor. Mütevellilerimiz ve Tarih Dostlarımız da bu çabanın içinde yer alıyorlar. Bu katkıların en yeni ve en önemlilerinden biri de Genel Müdürümüz Bekir Ağırdır’dan geldi. Yaklaşık 2 yıldır vakfımızın Genel Müdürlüğünü yürüten Bekir Ağırdır, kısa süre önce emekli oldu. Fakat Tarih Vakfı ile olan gönül bağını koparmadı ve çalışmalarını gönüllü olarak sürdürmeye karar verdi. Sevgili Ağırdır bundan böyle, öncelikle gelir getirici projeler alanında yoğunlaşarak, vakfımıza olan desteğini devam ettirecek. Kendisine, hem büyük fedakârlıklarla yürüttüğü Genel Müdürlük görevi süresince sağladığı katkılar için, hem de gönüllü çalışmalarına katılma kararından dolayı teşekkürlerimizi sunuyoruz.”
Bir başka önde gelen “sol”cu STK olan BİANET’den öğreniyoruz ki, Tarih Vakfı’nın iddia ettiği gibi Bekir Ağırdır emekli olmamış, terfi ederek, ülke çapında STK’cılar proje sorumluluğuna yükselmiş, yani suyun başına oturmuş:
“Tarih Vakfı, 21 Nisan’da Darphane-i Amire’de düzenlediği, birçok farklı sivil toplum kuruluşu yetkilisi ve gazetecinin katıldığı bir toplantıyla STK Rehberi 2005 adlı sanal platformu ve kitabı tanıttı. STK Rehberi 2005, Türkiye’nin STK haritasını çizmek, STK’ların kendi aralarındaki iletişimi kolaylaştırmak ve bu iletişimi teşvik etmek amacıyla hazırlandı ve 3 bin 268 sivil toplum kuruluşu hakkında bilgi içeriyor. Oluşturulan veritabanı internet üzerinden paylaşıma açılacak ve sürekli güncellenecek. Tarih Vakfı Başkanı Orhan Silier, STK Rehberi Projesi Koordinatörü Bekir Ağırdır ve Verisis Veri ve İletişim Sistemleri A.Ş.’den Murat Işık’ın sunuşları ile başlayan toplantıda Silier, ‘Biz, STK Rehberi’nin sivil toplum hareketinin amaçlarına ulaşmasında mutlaka yararlı olacağına inanıyoruz,’ dedi.”
Bekir Ağırdır, bir başka boyutuyla da konumuzla ilgili. Ağırdır, Radikal’deki yazısında “dünyanın”, “kapitalizmin”, üretim süreçlerinin değiştiğinden dem vurarak, yeni bir sol partiye ilişkin düşünce ve önerilerini açıklıyor. Biz biliyoruz ki, burada bir kişisel etkinlikte bulunmuyor, STK’cılığın nasıl bir sol parti özlediğini açıklamış oluyor. Diğer görüşleri bir yana, bizi burada ilgilendiren Bekir Ağırdır’ın, “demokrasi” ve STK’larla yeni partinin ilişkisi konusunda söyledikleridir. Bekir Ağırdır, önce zihin haritamızı değiştirmemiz gerektiğini telkin ediyor:
“Politika hayal ve gerçeğin hem yan yana, hem karşıt, hem de iç içe geçtiği tek alandır. Bu kesişme noktası da ülkemizin geleceğine dair geliştirilmiş bir siyasi iddia üzerinde olabiliyor ancak. Siyasi iddiaların ise geçmişe ve olana göre değil, geleceğe ve olacak olana göre biçimlenmesi gerektiği açık. Önce geleni ve olacak olanı anlamamız gerekiyor. Belki de tüm bildiklerimize bir de zihin haritamızı değiştirerek, ezberlerimizi unutarak değişen çağa ve gelene bakmamız lazım.”
Sivil toplumculuğun temel tezi olan yaklaşımı, Bekir Ağırdır da tekrarlayarak STK’cılığın zeminini döşemektedir: “Bu yüzyıla damgasını vuran sol politikanın enerji kaynağı, var olan sınıflar ve sınıflararası mücadelede ezilen sınıflar idi. Bugünün problemlerini yalnızca sınıflararası mücadele düzleminde görmek ve çözmek mümkün görünmemektedir.”
Peki sınıflar mücadelesi, çıkarları belirlemeyecekse, ne belirleyecek? Onun da yanıtını, tam bir STK kurmayı olarak veriyor: Çatışma değil, uyum, uzlaşma! Ona göre tüm kötülüklerin çaresi olan “Demokrasi bir yaşam biçimidir”; “Yalnızca çatışan, rekabet eden, çıkarların uyumu için değil; karşıt olmanın kendi başına yararını sağlayan bir mekanizmalar bütünüdür.” Devamla, “Siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik taleplerin bu kadar çeşitlendiği ve farklılaştığı bir dünya yalnızca tüm bu farklı taleplerin bir arada olmalarından medet uman, beslenen ve hatta teşvik eden bir yaşam biçimidir.”
STK’cı teorisyenimiz aşka gelerek, ideolojik zemini döşemeye devam ediyor:
“Dördüncü enerji kaynağı, mağdurluk veya ezilmişlikteki çeşitlenmedir. Önceleri ezilen yalnızca işçi sınıfı olurken ve sol bunun üzerine politika üretirken bugün bölgelerarası dengesizlikten gelir dağılımına veya sosyal güvenlik güvencesi olmayanlara geniş ve çeşitli ezilmişlikler, geri kalmışlıklar vardır. Kimlik mağdurları / inanç mağdurları / ekonomik sorunların mağdurları (işsizler, düşük ücretliler, geri kalmış yöreler, KOBİ’ler) / küreselleşme mağdurları (eğitimsizler) / dışlanmışlar gibi tüm mağdurlar demokrasi projesinin özneleri olacaklardır. Demokrasi projesi, evrensel insan hakları ve ezilenin yanında olma duygusunun kapsamını genişletmeli ve bu yeni müttefiklerinden ve sorun kaynaklarından beslenerek onlara yeni çözümler ve politikalar üretmelidir.”
İdeolojik zemini döşedikten sonra STK’cı teorisyenimiz, asıl söylemek istediği noktaya gelerek, bu sürecin öznesini tanımlıyor:
“İnsanlar kendi sorunlarına müdahil olabilmek çabasıyla eski kitle örgütleri tanımından çok farklı sivil toplum kuruluşları (STK) zemini üzerinden etkin olabiliyorlar.
STK'lar üzerinden geliştirilecek yeni katılımcılık ve dayanışma modelinin önünü açmak gerekiyor. Demokrasi projesi, bireylerdeki katılım ihtiyacını harekete geçirerek, bireysel enerjiyi sinerjiye dönüştürme fırsatına sahip.”
“Demokrasi projesinin partisinin, aktif yurttaşlık duygusunu ortaya çıkarmak ve ajite etmek gibi bir misyonu olmalıdır. Özünde çözümsüzlüğe ve çaresizliğe olan fakat görünüşte politikacıya (siz bunu kapitalist sisteme, egemenliğe diye okuyun-İH) olan güvensizlik, yurttaşların sivil toplum kuruluşlarına ve yerel yönetimlere olan ilgisi artırılarak kırılabilir.”
“STK’ların sorun çözücü yanları, adanmışlık kültürleri parti ilişkisinin üstünde tutulmalıdır. Ancak bu kadrolar parti ile etkileşim içinde olabilirler. Yoksa STK’larla ilişkiyi sorun odaklı ve eşitlerarası etkileşim ilişkisi olarak görmek yerine yalnızca adam devşirme mekanizması olarak görmek yeni siyasi anlayışın açmazı olacaktır.”
İşte bu kadar açık ve net! Sivil toplumculuk ve somutta STK’cılık, sadece emperyalist stratejinin politik aktörleri değil, aynı zamanda sistemi ayakta tutan, kitleler nezdinde meşrulaştıran felsefi-ideolojik zemini de ifade ediyor. Bunları okuyunca, sol hareketin yıllarca, “demokrasi mücadelesi” stratejisinden sivil toplumculuğa nasıl evrildiğini de anlamak kolaylaşıyor.
STK’cılık sıradan bir ajan faaliyeti değil
Sorunu pratik olarak ifade edersek, STK’cılar Avrupa veya Soros gibi ABD vakıflarından para alırken, aslında bir başka devletin beşinci kol faaliyetlerinde görev almış oluyorlar. Hem de öyle bir görev ki, normalde CIA’nın yaptığı işi, bir konu üzerinden rapor hazırlama ve politikaların belirlenmesi görevini, “proje” adıyla STK’cıların kendisi yapmaktadır. Normalde bu durum, devletler hukuk ve ülke yasaları bakımından casusluk faaliyetidir ve tespit edildiği durumda cezalandırılırlar. Nitekim bu türden haberler, zaman zaman basına da yansımaktadır. Örneğin Rusya’da, casusluk faaliyeti olarak STK’larla ilgili sık sık soruşturmalar ve tutuklamalar yapılmaktadır.
Ne var ki, Türkiye’de olayın bu yönü de çözümlenmiştir. Yapılan yasal değişikliklerle, dış ülkelerden yardım almak yasal hale getirilmiştir.
Ama tüm bunlara rağmen, sorunu bir basit para alma, ajanlık yapma faaliyeti olarak almamak gerekiyor. Bu bölgemize dönük emperyalist planlardan, en başta BOP stratejisinden bağımsız değil, tam da onun uygulama pratiğini oluşturmaktadır. Unutmayalım, Irak’a ABD askerlerinden önce NGO denilen STK’lar, onların hazırladığı ortam üzerinden de ABD askerleri girdi.
STK’cılık, günümüzde emperyalizmin örgütlenme stratejisini, küresel ölçekteki faaliyetini tanımlamaktadır. NATO emperyalizmin askeri kolektif örgütlenmesi ise, STK’lar da silahsız silahlı kuvvetleri, ideoloji-politik işgal ordularını oluşturmaktadır. Dolayısıyla, bir dizi vakfa adını da veren, küresel ölçekteki kapitalist tekelci şirketlerle, onların yayılma stratejileri ile STK’cılık arasında dolaysız bir bağ vardır. Örneğin, Türkiye Tarih Vakfı ile dünyanın sayılı oligarkları içinde baş sıralardaki Rokefeller’ı, JP Morgan’ı, Ford’u aynı tablonun içinde görebilirsiniz. Sermayenin dünya ve bölgedeki amaç ve yönelimlerinden bağımsız bir STK’cılık, ne doğru anlaşılabilir ne de ona karşı doğru bir zeminde mücadele edilebilir. Sözü edilen sermaye oligarkları o derece etkili yapıda ki, dünya savaşlarının, yerel düzeyde ülkeler arasındaki savaşların ve bir ülkede yönetimlerin değiştirilmesinin arkasındaki asıl güçlerdir. Dolayısıyla, kıssadan hisse çıkartırsak, sermaye egemenliğine karşı tutarlı bir stratejiye sahip olamayanlar, hakkıyla STK’cılığa karşı da mücadele edemezler.
STK solculuğunun ideolojik temeli
STK’cılık emperyalizmin bölgeye dönük planlarının uygulanmasında temel bir yere sahiptir. Emperyalizm bölgede etkinliğini korumak ve kalıcılaştırmak için, bir zihniyet devriminin zorunlu olduğunu düşünmektedir. Bu zihniyet devrimi ise, Doğu’ya özgü geleneklerin, örneğin dayanışmanın, kapsayıcı kimlikler üzerinden kendini var etmenin, büyük siyasal birimler halinde örgütlenmenin ortadan kaldırılmasını gerektiriyor. Emperyalistler, somutta onun uygulama pratiği olarak STK’cılık, çok kültürlülük ve demokrasi projesi misyonuna bağlı olarak kapsayıcı kimliklere karşıdır. Örneğin Müslümanlığa, Türkçülüğe, Pan-Arabizme vb. karşı oldukları gibi doğası gereği sınıfsal ayrım ve kimliklere, Irak, İran, Hindistan, Çin gibi büyük siyasi birimlere, devlet örgütlenmelerine de karşıdır. Doğu’ya özgü bu örgütlenme biçimi, emperyalizmin planlarının uygulanmasını, kalıcı hale getirilmesini engellemektedir. Bunun için de, etnik kimliklerin öne çıkartılması, toplumsal dayanışmanın değil de, bireyciliğin, bireysel hakların, kısaca özel mülkiyeti kutsayan burjuva demokrasisinin, kontrollü bir iç savaşın bölgeye egemen hale gelmesi, BOP stratejisinin de, onun en temel ayağı olan STK’cılığın da temel işlevlerinden birini oluşturmaktadır.
STK’cılık bir ideolojidir. Bir zamanlar burjuva aydınlanmasının ve hümanizminin bayrakları olan, ama bugün burjuvazinin gericileşmesine paralel olarak, emperyalizmin dünya egemenliği hedefinin araçlarına dönüşen “demokrasi”, “insan hakları”, “kendi kaderini tayin hakkı” gibi egemenlerin amaçları tarafından şekillenen bir ideolojik çerçeve, gelinen noktada STK’cılığın da, emperyalistlerin yayılma stratejilerinin de ideolojik zeminini oluşturur. Bu ideolojinin gereği olarak STK’cılık yapanlar, sermaye oligarşisi için daha makbuldür; çünkü bunlar, sayıları fazla değilse de, gerektiğinde parasız hizmette de bulunmaktadır. Bu hizmeti yerine getirirken de, “demokrasi mücadelesi verdiğini”, “insan hakları”, “ulusların özgürlüğü” gibi soylu bir davaya hizmet ettiğini, “sol”culuk, hatta “sosyalistlik” yaptığını bile düşünebilir.
Bu “sol”cularımız, hem bunları yapar, hem emperyalizmin bölgeye dönük stratejisi olan BOP’a karşı çıkar. Ne var ki, BOP’un içeriği üzerine, emperyalistlerin bu plan-strateji ile bölgede neyi değiştirmek istediği, amaçlarına varmak için nasıl yöntemler kullandığı üzerine biraz olsun düşünmez. Hadi BOP’un içeriği üzerine düşünmeyen “sol”cumuz, beraber yürürken, sağına, soluna, arkasına ve önüne de mi bakmaz? Eğer bakabilse, bazen ABD ve İngiliz büyükelçilerini (Hrant’ın cenaze töreni), bazen Soros’un buradaki temsilcileri olanları (örneğin Ahmet İnsel, Ertuğrul Kürkçü vb.lerini), bazen TÜSİAD’cıları (Can Paker, Osman Kavala, Baskın Oran’ları), bazen Helsinki Yurttaşlar Derneği üyelerini (Murat Belge, Halil Berktay, Süleyman Çelebi, Ali Bulaç’ları) görmekte zorlanmaz.
Tüm bunlardan sonra, şu soruyu sormakla haksızlık mı etmiş oluruz? Emperyalizmin parasıyla projeler yapacaksın, yaptığın etkinliklerle bilinçli veya bilinçsiz olarak BOP’un yaşam bulmasının zeminini döşeyeceksin, dinsel, ulusal, cinsel etnikçilik yapacaksın, sonra da kendine “sol”-cu, “sosyalist” diyeceksin. Ne yazık ki bunlar yaşanıyor. Yaşanıyor diye, bunları normal mi göreceğiz, yoksa emperyalizme başkaldırıyı onur sayan, ABD temsilcilerinin arabalarını yakan, 6. Filo’yu sahillerimize yanaştırmayan solculuktan da güç alarak, yeni bir solculuk, sosyalizm anlayışı geliştirerek, solun makûs talihine son mu vereceğiz? Tercih de belli, yol da belli...
CIA çok yıprandı, STK verelim!
1982’de Reagan tarafından Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkelerindeki rejimlerin içten çökertilmesinde kullanılan “Demokrasi Projesi (project democracy)” STK’cılığın da temelini oluşturuyor. Oldukça karmaşık olduğu için bu ağı sadeleştirerek anlatmaya çalışacağız.
“Demokrasi projesi”nin üç temel kavramsal çerçevesi vardır: Demokrasi, insan hakları ve çok kültürlülük.
Projenin ortaya çıkmasında en önemli gerekçe, resmi devlet organlarının, örneğin CIA’nın ya da askeri kuvvetlerin yaptıkları operasyonları, “barışçı” bir kılıfla gerçekleştirmek, resmi organları yıpratmamak olarak açıklanıyor.
“Demokrasi Projesi”nin uygulanmasında ana örgüt 1983 yılında ABD Kongresi’nin onayı ile kurulan NED’dir (National Endowment For Democracy-Ulusal Demokrasi Fonu). NED sözde sivil bir örgüttür. Bütçesi devlet tarafından oluşturulur ve kongrenin onayından geçer.
Emperyalistlerin zaten egemenlik sağladıkları ülkelerde bu durum, açık ve meşru bir faaliyet olarak yürütülmekte, paralar da açıktan verilmektedir. Verilen paralar açıkça ajanlık faaliyetinin karşılığı olarak sunulmamakta, şu veya bu adla sözde bir proje karşılığı olarak verilmekte, böylece her şey yasal hale gelmektedir. Bu arada belirtelim ki, birçok ünlünün yanı sıra, yeni anayasanın baş mimarı Ergun Özbudun da, bir dönem NED’in yayın organı olan Journal of Democracy’nin yayın kurulunda çalışmıştı.
NED’in ilk kurucularından ve ikinci dönem başkanlarından Allen Weinstein, NED’in misyonunu şu sözlerle açıklıyordu: “Bugün yaptıklarımızın çoğu 25 yıl önce CIA tarafından örtülü olarak yapılıyordu.”
CIA emeklisi Ralph Mcgehee ise, NED’in işlevini şöyle somutluyordu:
“CIA’nın ülkelerin karıştırılması operasyonunda kullanılan birçok işlevinin NED’e transfer edilmesiyle, Demokrasi için Ulusal Fon’un kullanımına gidildi. CIA’nın örtülü eylemlerine ek olarak, Uluslararası Kalkınma Ajansı (USIA) da, ‘demokrasi yayma’ operasyonlarında yer almaktadır. Avrupa’da yerleşik ve çoğu Birleşik Devletler tarafından parayla beslenen hükümet dışı örgütler (NGO’lar) de, doğrudan ya da dolaylı olarak, bu operasyonlarda yer alıyorlar.
Ocak 1983 tarihli NSC 77 kararıyla ‘demokrasi projesi’ için uluslararası propaganda aygıtı kurulması kararlaştırılmıştı. İşte NED’in resmi görevi bu kararla şöyle tanımlanıyor: ABD politikalarını desteklemek için, uluslararası politik etkinlikleri planlamak, koordine etmek ve yürütmek. Kongre tarafından emrine verilen milyonlarca doları ‘sivil’ kuruluşlara aktarıyor. NED, sendikalara yönelik operasyonda da önemli bir yere sahip. NED, sözde hükümet dışı bir kuruluş, ama başındaki görevlilerin çoğu ABD Ulusal Güvenlik Konseyi, CIA ya da USIA’da üstün başarı göstermiş Özel Savaş uzmanları. NED’in beyni Walter Raymond, CIA’nın psikolojik savaş operasyonlarının eski sorumlusu. CIA eski başkanlarından Stanfield Turner’in CIA, Gizlilik ve Demokrasi adlı kitabında, örgütünün çeşitli kılıflar altında bu tür kuruluşlara nasıl para aktardığını anlatıyor: ‘1967 yılında CIA’nın yurtdışındaki yararlı ve dost unsurları desteklemek için harcadığı para yılda 10 milyon dolara yükselmişti. Bu paranın büyük bir bölümü bizim sendikalar, öğrenci dernekleri, özel kuruluşlar aracılığıyla yurtdışındaki benzeri kuruluşlara aktarılıyordu. Sendikalar, dernekler bir tür paravan kuruluş görevi yaparak para kaynağının CIA olduğu gerçeğinin öğrenilmesini önlüyordu. Böylece bizden para alan yabancı sendika ve derneklerin Amerikan kuklası diye anılmasını da önlüyorduk.”
NED operasyonun merkezi durumunda. Ne var ki, NED genellikle, işleri doğrudan kendisi yürütmemekte, taşeron örgütler kullanmaktadır. NED temel olarak Almanya’nın deneyimlerinden de ders alarak vakıflar üzerinden faaliyet yürütmektedir ve bunlar 4 temel örgütlenmedir.
Bilindiği gibi ABD sistemi iki partili bir yapı üzerine kuruludur. NED de faaliyetlerini yerine getirirken buna uygun davranmaktadır. “NDI-National Democracy Institute-Ulusal Demokrasi Enstitüsü”, ABD’de Demokrat Parti’ye bağlı bir yan örgütlenmedir. Diğer bir örgütlenme ise, Cumhuriyetçi Parti’ye bağlı olan IRI’dır. Bunlar genelde siyasi operasyonlarda kullanılmaktadır. Bunların yanı sıra, bir de işçi sınıfı örgütlenmelerinde kullanılan örgütler vardır. Dördüncü ve son örgütlenme ise, ticari etkinliklerde, yatırımlarda kullanılan örgütlenmedir.
NDI’nın Türkiye faaliyetleri
Ulusal Demokrasi Enstitüsü (NDI) Başkanı emekli Büyükelçi eski CIA elemanı Nelson Ledsky Cumhuriyet gazetesinden Leyla Tavşanoğlu ile yaptığı röportajında başta NDI olmak üzere bu örgütlenmeler konusunda şunları söylemektedir:
“NDI 1983’te kuruldu. O dönemde iktidarda olan R. Reagan yönetimi, demokrasilere yardımcı olmak amacıyla bir fon ayrılmasını öngören bir yasa çıkardı. Yıllardır ABD Merkezi Haberalma Örgütü’nün (CIA) sınırlar ötesi bu tür faaliyetlerde bulunduğu konusunda şikâyetler vardı. CIA’nın başka ülkelerin içişlerine karışmasının önüne geçilmesi isteniyordu. Böylece 1983’te ‘Ulusal Demokrasi Fonu Yasası’ (Entitlement Bill for the National Endowement for Democracy) Kongre’den geçti. Böylece bu paranın dört enstitü tarafından kullanılması da kararlaştırıldı. Bunlardan birisi Cumhuriyetçi Parti’yle bağlantılı olan Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü (International Republican Institute-IRI), öbürü de Demokrat Parti’yle bağlantısı olan Ulusal Demokrasi Enstitüsü’ydü (NDI). Bunlardan başka Center for International Private Investment-CIPI (Uluslararası Özel Yatırımlar Merkezi) var. Bu, ABD Ticaret Odası’na bağlı. Dördüncüsü ise AFL-CIO adlı ABD Sendikalar Federasyonu’yla bağlantılı. Bunların hepsi de 1983’te kuruldu. Benim koordinatörlüğünü yaptığım NDI tıpkı Alman vakıflarına benzer bir yapıda. Bu Alman vakıflarının da Almanya’da siyasi partilerle bağlantıları var. Bunlardan üçü Türkiye’de etkin çalışmalar yapıyor. (Henrich Böll Vakfı -Alman Yeşiller Partisi-, Fredrich Ebert Vakfı -Alman Sosyal Demokrat Partisi-, Konrad Adenauer Vakfı- Hıristiyan Demokrat Hareket -İH) Biz kendimizi o Alman vakıflarının modeli üzerinde yapılanmış olarak görüyoruz. Dünya çapında, demokrat nitelikli siyasi partilerin yeni dünyaya ayak uydurmalarına, ayrıca yeni ortaya çıkan dünyadaki bu demokrasilerde sivil toplum çalışmalarına yardımcı olmayı amaçlıyoruz. Örneğin, bu bölgelerde seçime girmek isteyen adaylar, sivil toplum kuruluşları, yerel yönetimler, gençlik ve kadın örgütleri ile birlikte çalışmalar yapıyoruz. Avrasya ülkelerinde 10 büro kurduk.
“En büyük büro Moskova’da. İkinci büyük büro Ukrayna’da. Daha küçükleri de Bişkek, Almatı, Erivan, Bakû, Tiflis’te bulunuyor. Şimdi de Ankara’da bir büro açtık. NDI Türkiye’ye üç yıl önce geldi. O dönem İstanbul’da çok küçük bir büro kurduk. Türkiye’de ortaklık kurduğumuz bazı kuruluşlarla da konferanslar, seminerler düzenledik. Ama 1999’da, Türkiye’deki siyasi süreci etkilemek istiyorsak büromuzun Ankara’da olması gerektiğine karar verdik. Ankara’daki siyasi süreç bizi ilgilendiriyor. Ama esas ilgi alanımız parlamento. Biz parlamentoyu anahtar demokratik kurum olarak görüyoruz. Demokratik olmayan bir yasama organı olmadan demokrasi olamaz. Reçeteler oluşturmaya karar verdik. Farklı zamanlarda farklı projelerle ilgili çeşitli kuruluşlarla çalışıyoruz. İstanbul’da TESEV, TÜSES, TÜSİAD, Ankara’da Ka-Der, Türk Parlamenterler Birliği, TESAV, Türk Demokrasi Vakfı gibi kuruluşlarla çalıştık. Bazı Meclis komisyonlarıyla faaliyetlerimiz oldu. Özellikle Anayasa Komisyonu’yla ciddi temaslarımız oldu. İlki Muğla’da MUMİKOM adıyla başlayan Parlamento İzleme Komiteleri’yle çalıştık.”
NED’e bağlı diğer bir örgüt ise, Bush’un Cumhuriyetçi Parti’sine bağlı “IRI-International Republician Institute- Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsü”. IRI’nın giderleri de, NDI gibi, NED’in bütçesinden, yani resmi bütçeden karşılanıyor. IRI’nin yönetim kadrosu da CIA’nın ya da Amerikan Hükümeti’nin eski elemanlarından oluşuyor.
‘Proje’ adı altında ABD’ye rapor
STK’lar aracılığıyla sürdürülen etkinliğin önemini anlamak için, STK’ların hazırladığı projelerin, emperyalistlerin politika oluşturmasındaki yerlerinin doğru anlaşılması gerekiyor.
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Harold Hongju Koh, 1999 yılında ABD Temsilciler Meclisi’nde yaptığı açıklamada şunları belirtiyordu:
“Bu raporlar, her bir büyükelçiliğimizde görevli insan hakları memurlarını, bölge ve fonksiyonel bürolarımızdaki masa görevlilerimizi, öteki U.S Hükümeti ajanslıklarından memurlar dahil yüzlerce bireyin ve yabancı devlet memurlarını, muhalif figürleri, gazetecileri, hükümet dışı örgütleri, karşı çıkıcıları, dinsel grupları ve işçi liderlerini içinde bulunduran çok geniş yabancı kaynağın yoğun bir resmi yönlendirme çabalarının yıllık ürününü temsil ederler.”
ABD yetkilisi, STK elemanları ve ABD resmi elemanlarının nasıl tehlikeli bir görev yerine getirdiğini de şöyle dile getiriyordu:
“Bu bilginin toplanması için yapılacak en basit bir hareket, büyük bir risk alan ve hükümet tacizleri hakkında bize doğru veriler ve belgeler ileten dünyanın her yanındaki insan hakları savunucuları ve büyükelçilik görevlileri için tehlike oluşturmaktadır.”
Emperyalist ülkeler, STK’ları siyasal amaçları doğrultusunda değerlendirirken, bunun nasıl yapıldığını, bir başka ağızdan, yerli işbirlikçi olan TESEV’in direktörü eski Büyükelçi Özden Sanberk’in 8 Mart 2002’de Harp Akademileri’nde verdiği konferansta söylediklerinden dinleyelim. Sanberk, emperyalistlerin bunu nasıl yaptığını anlatırken, benzer yöntemleri Türkiye’nin bölge için kullanmasını öneriyor:
“ABD’de NDI, IRI, CIPE, Almanya’da Heinrich Böll, Konrad Adenauer, Friedrich Ebert Stifung, İngiltere’de Westmminster Foundai TESEV, Açık Toplum Enstitüsü, Helsinki Yurttaşlar Derneği, Türk Demokrasi Vakfı, Tarih Vakfı, ARI Derneği, Liberal Düşünce Topluluğu, TOSAV, BİANET, AÇEV, Umut Vakfı vb. kurumlar ile birlikte Bilgi Üniversitesi, Soros kanalı ile NED, IRI, NDI ve CIPE’den beslenen en önde kuruluşlardır.
on of Democracy, kamu fonlarından yararlanarak dünyada ve kendi bölgelerinde demokrasi ihraç eden politikalar izlemektedirler. Bu faaliyetler onların dış politikalarında çok önemli bir yer işgal etmektedir. Türkiye’nin de böyle bir yaklaşımı beslememesi için hiçbir sebep yoktur. Demokrasi, bulunduğumuz karmaşık bölgede özellikle bize karşı emeller besleyen baskıcı rejimler için sahip olduğumuz en önemli silahtır.”
Sözde “sivil toplum”, “insani” etkinlik olarak sunulan STK faaliyetlerinin, ABD’nin ya da bağlı olduğu bir başka ülkenin denetim ve kontrolünde yürütülen bir faaliyet olduğu belgelerle de sabittir. Projeleri onaylayan, parayı veren NED, her durumda önceden Dışişleri Bakanlığı’na bilgi vermek zorundadır. Herhalde Dışişleri Bakanlığı, bu bilgileri arşiv tutmak için istemiyor.
“NED ile (ABD) Dışişleri Bakanlığı, şu konularda anlaşmışlardır: 1) NED herhangi bir proje işine girişip para vermeden önce ABD Dışişleri’ne bilgi verecektir. 2) NED Yönetim Kurulu’nun onayına sunulan tüm proje önerilerinin bir kopyası, ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Yardımcılığı’na verilecektir.”
Soros’un çocukları
Son olarak, Soros’un, bu uluslararası şebeke içindeki yerine de işaret etmek gerekiyor. Soros aslında bu ağın önde gelen öznesi durumundadır. Dünyanın her yerinde Açık Toplum Enstitüsü adıyla örgütlenen, “kadife devrimler”in örgütleyicisi olarak bilinen, Türkiye’de ise daha çok TESEV üzerinden faaliyetlerini sürdüren bir uluslararası oligarktır. NED’in çekirdek örgütü, ABD işadamlarının dünyaya yayılma organı CIPE’nin “global partners” olarak adlandırdığı ortaklarının başında ABD Ticaret Odası, ABD Dış Ülkeler Ticaret Odası, US-AID örgütlerinin yanı sıra İngiliz lordlarının ve bankerlerinin parasını işleten George Soros’un örgütü OSI (Açık Toplum Enstitüsü) yer alıyor. Soros kendi başına bir güç değil, başta ABD olmak üzere uluslararası emperyalist sermayenin koç başlarından biridir ve Türkiye’de Sabancı Holding’le stratejik anlaşmaları vardır.
TESEV, Açık Toplum Enstitüsü, Helsinki Yurttaşlar Derneği, Türk Demokrasi Vakfı, Tarih Vakfı, ARI Derneği, Liberal Düşünce Topluluğu, TOSAV, BİANET, AÇEV, Umut Vakfı vb. kurumlar ile birlikte Bilgi Üniversitesi, Soros kanalı ile NED, IRI, NDI ve CIPE’den beslenen en önde kuruluşlardır.
Ajanlığı gizlemeye gerek duymuyorlar
Bütün bu anlatılanlar göstermektedir ki, emperyalist vakıflardan para alanlar, emperyalist planların aktörleri durumdadır. Bunun farkında olup olunmaması da, işin özünü değiştirmemektedir. Aslında farkında olmayanlar istisnaları, bilinçli bir görev olarak kabul edenler de esası oluşturmaktadır.
Bir başka vurgulanması gereken ise, para alarak veya gönüllü olarak yapılan işin, gerçekte geçmişte emperyalistlerin gizli operasyonlar çerçevesinde yaptıkları iş olduğudur. Bunu, CIA’nın sözcüleri de açıkça dile getirmektedir.
Bu noktada altı çizilmesi gereken bir gerçek de, proje karşılığı iş yapanların gizli tutulmalarına gereksinim duyulmaması, açıklanmasıdır. Yukarıda sözünü ettiğimiz kitaplara bakıldığında, zaten liste halinde, ABD-AB vakıflarından para alanlar görülecektir. Bu, emperyalistlerin artık yaptıkları işi gizlemeye gereksinim duymadığını, dün gizli çalıştıklarını, bugün artık açıktan ajan olmaya zorladıklarını göstermektedir. Bu konuda çarpıcı gelişme Soros’un buradaki temsilcisinin, bir dergiye yaptığı açıklamadır. TESEV Başkanı ve TÜSİAD üyesi Can Paker, Tempo dergisinin “Soros Bombası Patlıyor” başlıklı araştırması için yaptığı tehditle karışık açıklamasında, “Bundan sonra verdiklerimizi bilsinler. Bu bilgiler web sitemizde yer alacak. Yani herkes ona göre alsın, korkuyorsa destek almasın” demesidir.
Para alanların, emperyalist kurumlarla birlikte çalışanların bir kısmı bunu reddetmemektedir. Genelde ise, bu işi açıktan kabul edenler, yaptıkları işi, basit bir işveren-çalışan ilişkisi olarak sunmakta, bir iş yaptığını, karşılığında para kazandığını söylemektedir. Kimileri ise, yaptıkları işi “demokrasi mücadelesi”, “modernleşmeye katkı” olarak sunmakta, politik bir görev yerine getirdiğini iddia etmektedir. Yaptıkları işi de, maddi yardım almayı da savunmaktadır. Bunlara söylenecek fazla bir şey yok. Bunlar, açıktan ezilen ve sömürülen kitlelerin düşmanları olarak mücadele edilmesi gerekenlerdir.
Yüzsüzlük-1: Domuzdan kıl koparıyorlarmış!
Emperyalist kuruluşlardan para alan kimilerinin, “masum”luklarını kanıtlamak için sarıldıkları üç gerekçe vardır.
Birincisi, daha çok AB’den para alanların sığındığı gerekçedir. Bunlar AB’nin verdiği paranın, Türkiye’nin AB’ye verdiği para olduğunu, dolayısıyla aslında başkalarından para alınmadığını, kendi paramızı kullandıklarını söylemektedirler. Daha yüzsüz olanlar ise, emperyalistler bizi sömürüyorlar, sömürdüklerinin bir kısmını geri alıyoruz, “Düşmandan bir kıl koparsak kârdır” gibi savunmalar yapmaktadır.
Bu konuda aslında söylenecek fazla söz yok. AB’den STK’lara verilen paranın, Türkiye’nin AB fonlarına yaptığı katkıyla ilişkisi yoktur. Verilen paralar, AB’nin hibe olarak verdiği ve AB çıkarlarını korumak, tanıtmak, destek kazanmak gibi gerekçelerle bütçeden ayırdığı fonlardır. Burada asıl sorulması gereken soru şudur: Para vermeye zorlayan bir anlaşma olmamasına rağmen AB neden STK’lara milyarlarca Avro para akıtmaktadır? Örneğin, AB’nin genel olarak propaganda çerçevesinde 1998 yılında dağıttığı para 14 milyar Avro’dur. Bu para AB hedefleri doğrultusunda 28 bin kurum ve kişiye dağıtılmıştır. Bir AB yetkilisinin şu sözleri, AB’cilerin işlerini yaparken nasıl bir tablo ile yüz yüze olduklarını çok iyi anlatıyor: “AB programlarında görev alanlar, Avrupa’nın onlara neler vaat ettiğinin çok iyi farkındadırlar.” (Viviane Reiding)
AB, elindeki kaynakları neden kendi bünyesindeki işsizliği önlemek, sokakta yaşayan insanlarına barınacak bir yer bulmak için değil de, Türkiye’deki STK’lara para olarak akıtmaktadır? Bu soru bile, işin hiç de masum bir durum olmadığını, bu paraların bir zorunluluk sonucu ya da emperyalistlerin hayırseverliğinin bir sonucu olarak STK’lara verilmediğini göstermektedir.
Yüzsüzlük-2: “Karşıt grup alacağına biz alalım”
İkinci gerekçe, daha çok “sol”cu, “Kemalist” geçinen şaklabanların gerekçeleridir. Bunlar, emperyalist fonlardan beslenmelerini savunurken; bu paralar nasıl olsa verilmekte, “başka”ları alacağına biz alalım, demektedirler. Sözü edilen başkaları ise, ya açıktan AB savunucusu liberal takımdır ya da onların ifadesi ile “şeriatçı”lardır.
Bu gerekçenin de bir ciddiyeti olmadığı bellidir. Her şeyden önce, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, emperyalistleri para vermeye zorlayan ne bir anlaşma vardır ne de başka bir yükümlülük. Dolayısıyla, “nasıl olsa” verilen bir para yoktur. İkincisi de, bu ülkede yıllardır kanayan bir yara olarak kaşınan, “laikçi-şeriatçı” ikileminin, emperyalistlerle ilişki, onların parasından beslenme olduğunda, hiç de önemsenmediğidir. Gerçekten de, “şeriatçı” olarak bilinen Mazlum-Der’le, “sol”cu, “Kemalist” bilinen İHD, ADD, ÇEV gibi kurumların AB’den para almada, gönül ve güç birliği yaptığı görülmektedir.
Yüzsüzlük-3: AB’yi enayi yerine koyuyorlarmış!
AB’den para alanların gerekçelerinden üçüncüsü, AB’den yararlanıyoruz şeklindedir. Kimileri bunu, “AB’den para alıyorum, ama AB’ye karşı olmaya devam ediyorum” gibi de savunabilmekte, AB’ciliğin kendini etkilemediğine yeminler etmektedir. Bunlar, çoğunlukla, AB’yi enayi yerine koyan savunular yapmaktadır ya da öyle görünmektedir. Uyduruk bir projeyle para alıyoruz, ihtiyaçlarımız için kullanıyoruz gibi basit gerekçelere sarılmaktadırlar. Gerçekten de, bazı proje başlıklarına bakınca, AB’nin “enayi”liğine hükmetmemek olanaklı değil. Örneğin, “Bir Kucak Sevgi” (Çağdaş Eğitim Vakfı), “Üzülme Kendine Bak” (Başak Kültür ve Sanat Vakfı), “Kırmızı, Beyaz, Mavi Kız Kardeşler” (Türk Sosyal Bilimler Derneği), “Gelin Canlar Bir Olalım” (Pir Sultan Abdal Kültür Derneği).
Listeyi uzatmak olanaklı. AB’nin “enayi”, kendine gerekçe yaratanların haklı olup olmadığına ise okur karar versin. Sadece şunu belirtelim; bu ülkenin eğitimiyle, sosyolojisiyle, maneviyatıyla ilgilenenlerin parayı alırken, geçtiğimiz günlerde AB’nin fonlarıyla kanalizasyon yapılması projesi karşısında, Rize köylülerinin sorduğu şu soruyu bile soramayacak durumda olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz:
“AB bizim pisliğimizi neden temizlesin; kim kime karşılıksız para verir ki?”
Neden veriyorlar?
Gerekçeler ve gerçekler bunlar. Bunlardan hareketle, emperyalistlerin para verirken üç temel hareket noktaları olduğunu varsayabiliriz:
Birincisi hizmet karşılığı verilen paralar. Emperyalistler amaçları doğrultusunda satın alınmaya uygun kişi ve kurumları, maddi karşılıklarla kendine bağlamaktadır.
İkincisi, meşruiyet amaçlı yatırımlardır. Sakatlara, ihtiyacı olan kimselere yardım, “haydi kızlar okula” vb. gibi insani görünümlü yatırımlar yapılmaktadır. Bu tür yardımlar genel meşruiyet alanı yarattığı gibi, hedeflenen özel bir bölgede kitle temeli yaratmaya dönük de olabilir.
Üçüncüsü ise, AB ve son dönem IMF politikalarına bağlı olarak, köy emekçilerine dayatılan bir yöntemdir. Türkiye’yi sömürgeleştirme politikasına bağlı olarak tarımsal üretimi tahrip eden ve bu alanda da emperyalizme bağımlılığı getiren politikaları dayatmakta, mevcut hükümet de bu dayatmaları güçlük çıkarmadan kabul etmektedir. Tarımsal üretimde verimli topraklar, emperyalist merkezlerden ithalat yapılsın diye üretim yapılmadan boş durmakta, bu nedenle köylülere, toprak büyüklüğüne bağlı olarak emperyalist kuruluşların fonlarından ödeme yapılmaktadır. Anadolu’da çok şahit olunan bir durumdur. Buna göre, köylüler sıraya girerek, üretim yapmadıkları için, “bedava”dan para almaktadırlar. Bu bedava para köylünün derdine ne derece çare olmaktadır; bu ayrı sorun. Ne var ki, bu yöntem aynı zamanda, “çalışmadan yemek” gibi bir ahlaki düşkünleşmeyi de, emekçi köylülere dayatmaktadır.
Sonuç
Sonuç olarak, STK’cılık emperyalizmin dünyayı, özellikle de bölgemizi yönetme stratejisinin parçasıdır. Kendi kaderini emperyalizmle birleştirmiş olan yerli işbirlikçilerin, STK’cılık ağının bir parçası olmasından doğal bir şey yoktur. Zaten emperyalizm yerli işbirlikçileri olmadan politikalarını uygulayamaz. Ne var ki, STK’cılık sadece açıktan işbirlikçileri kapsayan bir politika ve ağ değildir. Daha da önemlisi ve günceli ise, bu işbirlikçi topluluğunun masum kimliklere bürünerek, etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel kimlikler üzerinden halkları birbirine düşürmesi, düşmanlaştırmasıdır. Kendine “sol”cu, hatta “sosyalist”, “ulusalcı-milliyetçi”, “Müslüman” diyenler, bu ağda esas unsuru oluşturmaktadır. Bunların gerçek yüzünü ortaya çıkarmadan, yüzlerindeki maskeyi düşürmeden, ne emperyalizme karşı, ne de onun temeli olan kapitalizme karşı mücadele edilebilir.
Para alanların, emperyalist kurumlarla birlikte çalışanların bir kısmı bunu reddetmemektedir. Genelde ise, bu işi açıktan kabul edenler, yaptıkları işi, basit bir işveren-çalışan ilişkisi olarak sunmakta, bir iş yaptığını, karşılığında para kazandığını söylemektedir. Kimileri ise, yaptıkları işi “demokrasi mücadelesi”, “modernleşmeye katkı” olarak sunmakta, politik bir görev yerine getirdiğini iddia etmektedir.
STK’larla ilişki kılavuzu:
Unutma! Parayı veren düdüğü çalar!
1) Bugünün dünyasında uluslararası bağlantıları olan örgütlerden uzak dur, illa ilişkiye geçeceksen, hiç değilse google’dan kısa bir araştırma yap. Özellikle, “foundation”, “stiftung”, “vakıf, “NGO”, “fon”, “forum”la biten kuruluşların, yabancı kökenli emperyalizmin doğrudan sivil örgütlenmelerini oluşturduğunu unutma!
2) Başta Bilgi Üniversitesi olmak üzere, Boğaziçi, Sabancı, Bilkent gibi üniversitelerin akademik unvana sahip kişileriyle aynı platformlarda bulunma. İlla bulunmak istersen, yine hiç değilse google’dan “AB’den para alanlar”, “TESEV kurucuları” gibi ana başlıklar üzerinde kısa bir soruşturma yap!
3) Düşmanın parasıyla “sol”culuk, “devrimcilik”, “demokratlık” yapılmayacağını akıldan çıkarma; unutma ki, “düşmanın ekmeğini yiyen, onun kılıcını sallar”.
4) Ben hem düşmanın parasını alırım, hem de ona karşı mücadele ederim safsatalarına inanma. Böyle bir şey, insanın yoldan çıkması demek olan özel mülkiyetin ortaya çıkmasından bu yana bir yalan olmasının ötesinde, ahlaki olarak düşkünlüğü ifade eder.
5) Unutma ki, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin baş düşmanı olan emperyalistlerden para almak, sadece halkların vicdanında suç değildir; suçluyu masum göstermek, ona suç ortaklığı yapmak da suçtur.
6) Emperyalist kurumlardan veya onların yan kuruluşlarından “proje” adı altında para alanları, bu tür kurumlar tarafından desteklendiklerini ilan edenleri, hele hele bunu “solculuk” adına yapanları ayıpla! Yüzlerini kızart! Yüzleri kızarmıyorsa, selamı sabahı kes!
STK’cılığın ilk örnekleri
İngiliz Muhipleri Cemiyeti
Emperyalizm karşısında teslimiyeti savunan kuruluşların hepsinin birleştikleri nokta; “Osmanlı Devleti artık egemen bir devlet halinde yaşayamaz. Varlığını koruması, ancak himaye altına girmesiyle mümkündür” görüşüdür.
Yukarıdaki cümleden hareketle, 20 Mayıs 1919 Salı günü kuruluş beyannamesi Dahiliye Nezareti’ne verilen İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin beyannamesinin sonunda şöyle deniyordu:
"İngiltere devleti fahimesinin muaveneti hayırhahanesiyle memalîk-i Osmaniyenin temin ve vahdeti hukuku için; ‘İngiliz Muhipler Cemiyeti’ namıyla bir cemiyet teşekkül etmiştir”.
İngiliz David Lloyd George’un (1863-1945) Türkiye üzerindeki planlarını gerçekleştirmek için kurulan cemiyetin kurucuları arasında eski Dahiliye Nazırı Memduh Paşa, Şehremini Cemil Paşa, damadı Hazreti şehriyari Ahmet Zülküfül Paşa, Mahkeme-i Temyiz reisi Ali Rüşdi Efendi, sabık Şurayı Devlet azası Said Molla ve İngiliz ajanı Rahip Dr. Robert Rew Frew gibi ünlüler vardı.
Mustafa Kemal Nutuk’ta cemiyetin biri açık diğeri gizli iki amacının olduğunu belirtir ve devamla: “Asıl faaliyeti gizli cehti olup, memleket içinde teşkilat yaparak isyan ve ihtilal çıkarmak, milli şuuru felce uğratmak, ecnebi müdahalesini kolaylaştırmak gibi haince teşebbüsleri vardı” der.
İngiliz casusluğu görevini de yürüten Muhipler Cemiyeti üyeleri, Frew’in talimatıyla, İstanbul’un en yoksul semtlerindeki Türk ailelerine her gün çok miktarda et dağıtarak işe başladı.
İngiliz ekonomik sermayesiyle güçlenen teşkilat, desteklediği diğer yan kuruluşlarla Anadolu’da oluşan Kuvâ-yı Milliye’yi yok etmeye yönelik hareketini hızlandırdı.
Wilson Prensipleri Cemiyeti
Mondros Mütarekesi sonrasında kurulan cemiyetlerden biri de “Wilson Prensipleri Cemiyeti”dir. 4 Aralık 1918 tarihinde İstanbul’da faaliyete başlayan 21 WPC’nin kurucuları Halide Edip, Celalettin Muhtar, Ali Kemal ve Hüseyin Avni Bey’dir. İlk idare heyetinde ise şu isimler yer almaktaydı; Halide Edip, Refik Halit, Ali Kemal, Hüseyin ve Ragıp Nureddin.
Dönemin önemli gazetelerinin başyazar ve sahipleri, Cemiyet’in ileri gelen üyeleri arasında yer almaktaydı. Bu durum başlangıçta Cemiyet’in Türk basını tarafından desteklendiği yönünde bir kanaatin oluşmasına sebep olmuşsa da, özellikle Söz ve Serbesti gibi gazetelerin, Cemiyet’i şiddetli bir şekilde protesto etmeleri, söz konusu havanın kısa zamanda kaybolmasına yol açmıştır.
WPC’nin beyannamesi incelendiğinde tek dayanaklarının Wilson Prensipleri ve ABD olduğu görülmektedir. Cemiyet mensuplarının ABD’de mevcut olan kozmopolit idare ve eşitlik anlayışının Türkiye’de de uygulanmasını istedikleri ortaya çıkmaktadır. Beyannamelerinde bu amaçları şu iki temele dayandırılmaktadır:
a) Türkiye’nin ihtisasa dayanan bir hükümet sistemine kavuşması, sağlam ve emin bir şekilde gelişmesi, Türkiye’nin dünyada itibarlı bir mevki elde edebilmesi buna bağlıdır.
b) Türkiye’de devlet hayatında millet ve din ayrımının ortadan kaldırılması ve bütün vatandaşların güven ve mutluluğun sağlanacağı bir ortam hazırlanması.
Cemiyet mensuplarının ilk icraatlarından biri 5 Aralık 1918’de Wilson’a gönderdikleri muhtıra olmuştur. Muhtırada, Amerika’nın müttefikleri ile Türkiye arasında arabuluculuk yapması isteniyordu. Amerika’nın rehberliği ile ordusuz bir Türkiye’nin varlığı kabul ediliyor ve Türk hükümetinin şeklen mevcudiyetine rıza gösteriliyordu. Onlara göre geçici gördükleri Amerikan mandası sona erdiğinde bünyesindeki çeşitli unsurlarla kaynaşmış hür, müstakil, müreffeh bir Türkiye ortaya çıkacaktır. Halide Edip, Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği 10 Ağustos 1919 tarihli mektupta da aynı görüş ve ideallere yer vermiş, özellikle Amerikan mandasının gerçekleşmesi ile ekalliyetlerin Avrupa destekli ayaklanmalarına son verilebileceği görüşünü savunmuştur.
Helal olsun Rizeli köylülere!
Köylüler AB parasını reddetti
AB fonlarından beslenenlerin giderek çoğaldığı bir dönemde, geçtiğimiz günlerde basına da yansıyan sıra dışı bir olay gerçekleşti. Olay Rize’nin İkizdere ilçesi Şimşirli Köyü’nde yaşandı.
Basına yansıyan haberlere göre, AB hibe fonlarından yararlanılarak yapılmak istenen 350 bin Avro’luk kanalizasyon projesi, köylülerin “AB bize niye bedava para versin? Bunun altında bir şey var” düşüncesi nedeniyle hayata geçirilemedi. Köylüler, olayı daha çarpıcı ifade etmek için kanalizasyon projesine, “AB bizim pisliğimizi neden temizlesin?” diyerek, emperyalizm karşısında teslimiyete karşı çıkıyor, toplumda giderek yaygınlaşan avantadan yaşama, köşe dönme gibi bir ahlaki yozlaşmaya tavır alıyorlardı. Bu olay en azından, bu örnekte köylülerin sorgulama yeteneklerini yitirmediğini, bilinçlerinin dumura uğramadığını gösteriyordu.
İkizdere Kaymakamı Emre Çınar, Avrupa Birliği hibe fonlarından yararlanılarak ilçenin Şimşirli Köyü’ne yapmayı düşündükleri kanalizasyon şebekesi ve arıtma tesisi projesinin, köylülerin tepkisi nedeniyle gerçekleşmediğini anlattı. AB’ye bir proje hazırlayıp sunduklarını, projenin ön elemeden geçtiğini belirten Kaymakam Çınar, olayı şöyle aktardı:
“İlçeden hazırlanıp verilen 10 projeden sadece bu proje ön elemeden geçmişti. 350 bin Avro tutarındaki proje ile Şimşirli Köyü’ne sağlıklı bir kanalizasyon şebekesi ve arıtma tesisi yapılacaktı. 350 bin Avro’nun yüzde 90’ı AB fonlarından hibe olarak karşılanacak, geri kalan kısmını ise biz karşılayacaktık. Proje ön elemeden geçince, ikinci aşama için hazırlıklara başladık. Arıtma tesisinin köyde yapılacağı yerle ilgili araştırma yapmaya başladık. 367 nüfusu olan köy için 367 metrekarelik arazi gerekiyordu. Bunun yapılacağı yeri tespit ettik. Ancak bu sırada köyün 3 mahallesinden birinin sakinleri, ‘Biz AB parasını istemiyoruz’ gibi gerekçelerle projeye karşı çıktılar. Bunun üzerine biz de projeyi diğer iki mahallede yapmaya karar verdik. Ancak bu sefer de arıtma tesisini yapmayı düşündüğümüz arazinin sahiplerinden biri, arazisini vermek istemedi. Bütün ikna girişimlerimize rağmen bir sonuç alamadık. Bölge engebeli arazi yapısına sahip olduğu için tesisi her yerde kurmak mümkün değil. Bu nedenle yapmayı düşündüğümüz projeden vazgeçmek zorunda kaldık.”
- İm (Kod): Tümünü seç
http://bizimdogu.blogcu.com/emperyalizmin-aginda-dans-etmek-stk-cilik_20274691.html