![](http://a.imageshack.us/img824/2319/fuattekce1.png)
Biricik önderimiz Yüce Atatürk ile O’nun silâh ve dava arkadaşlarının Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’ndaki 103 bin 1 şehidimizin kanıyla kutsanmış topraklar üzerinde çilekeş fakat özverili millet ile el ele vererek kurdukları “Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti Türkiye Cumhuriyeti” özellikle son on yıldır küresel emperyalizmin ve işbirlikçisi iç bedhahların sinsi, çok yönlü, yoğun saldırısı altındadır. Ama bu saldırı yeni değil! İlki 1973 ile 1985 yılları arasında emperyalizmin taşaronu ASALA ile yapılmıştı, 1974’ten günümüze dek de yine taşaron PKK ile yapılıyor. Hem bu kez devlet de pervasızcasına tehdit edilerek! Malgalda kül bırakmayan laf edebesi iktidar ise bu tehdit karşısında suskun!
Geçmişte olsun ya da şimdi, söz konusu tüm bu saldırılarda gözetilen amaç devlet ve millet birliğinden oluşan bütünün, tamamlayıcılarına ayrıştırılarak bölünüp parçalanmasıdır. Hedef, Lozan’ın intikamını almak üzere Sevr’i hortlatmaktır ki böylece zaferle sonuçlanmış Türk Kurtuluş Savaşı’nı taçlandıran Türk Devrimi’nden bu yana bölgede istediği üstünlük ve baskıyı kuramayan emperyalizmin önü açılsın. Unutulmasın ki elli, yüz yıl gibi uzun vadeli düşünüp geleceği ona göre planlayan emperyalizm kindardır!
Ancak, özünde Kemalist ruhlu Türk Silahlı Kuvvetleri “TSK”’nın canını verircesine koruyup kolladığı, ortada, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti varken bu işin üstesinden nasıl gelinecek? Hem de öyle bir Türkiye ki Yakın ve Orta Doğu’daki petrol, doğal gaz ve ham madde kaynaklarına çıkan ulaşım yollarınn kavşak noktasında bulunuyor. Kapitalizm ve yavrusu emperyalizm için yaşamsal öneme sahip, göz diktikleri bir jeopolitik!
Türk dünyasının en batı ucundaki Anadolu Türkleri’nin yedi düvel düşmana karşın yalnızca kan ile değil ve fakat kadim ve köklü kültür ve tarihlerinden gelen birikim ve deneyimle de kurdukları son bağımsız Türk devletinin kalım ve varlığını belirleyecek emperyalist parçalama planındaki en kesin ögelerden biri de devlet ve milletin bölünmez birlik ve bütünlüğünü koruyup kollamakla yükümlü ve bu konuda koşullar ne olursa olsun kesinkes kararlı TSK’yı, plandaki yol haritasına göre önce bölüm bölüm itibarsızlaştırıp güçsüzleştirerek sonunda da bütünüyle etkişizleştirmektir. Aynı, I. Dünya Savaşı’nda yenik düşmüş Osmanlı Devleti’nin beklenmedik bir direniş olasılığına karşı Mondros Ateşkesi ile asker ve silahtan arındırılıp ordularının işe yaramaz hâle getirilmesi gibi!
Fakat, TSK’yı etkisizleştirmenin “Şu Çılgın Türkler” için kutsal olan vatan toprağı Türkiye’de silâhla yapılamayacağını ve böyle bir deliliğe cür’et edilirse asker-sivil milletçe hallaç pamuğu gibi atılıp perişan olacağını, küresel emperyalizm henüz daha doksan, yüz yıl önce yaşadığı Anadolu macerası dolayısıyla iyi biliyor. O halde ne yapacak? Antik Roma’dan kalma “Sorun yarat, böl ve egemen ol, yönet!” politikası gereğince önce içeride, mütareke yıllarındaki manda yanlılarına benzer işbirlikçiler bulacak! Ama söz konusu işbirlikçiler genellikle yoksulluk koşullarında büyümüş, bu yüzden de doğal olarak mal ve para canlısı, millî bilinci, birikimi, deneyimi, görgüsü, genel kültürü ve yetişimi yetersiz, dünyaları küçük ve ufukları da dar kimseler olmalıdırlar ki emperyalizmin böldedeki amaçları doğrultusunda istenildiği gibi yönlendirilip kullanılabilsinler. Üstüne üstlük sığ ve hele bir de ikbal düşkünü olurlarsa…
Gerisi malûm: AKP’nin kurulduğu 2001 yılından bu yana anlaşılması güç, kafası karışık, dünya ve yaşam görüşü ağırlıkla din merkezli ve İslamcı olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2003 yılından beri gittikçe kişiselleşip keyfileşen on yıllık iktidarı…
Daha 1994’ten başlayarak egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu laik Tükiye Cumhuriyeti’ne meydan okurcasına “Emhamdülillah şeriatcıyız” ya da aynı doğrultuda “Müslümanın yaratıcısı olan Allah kesin hakimiyet sahibidir” demiş, referanslarının İslam, tek hedeflerinin de İslam devleti olduğunu söyleyerek Atatürk ve İnönü ile Cumhuriyet, Devrimler ve demokrasi karşıtı, hatta bazen hakaretamiz pek çok benzeri düşüncesini de açıkça dile getirmiştir.
Gösterilen yarımağızlı tepkiden cesaret alarak da kuruluş felfesesi demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti değerlerinden oluşan Türkiye Cumhuriyeti’nin somut ve cıvataları, tesettür ve turbanın siyasal getirim hesabıyla sanki dinsel bir gereklikmiş gibi gösterilip bilinçli biçimde yıllar süren bir tartışmaya dönüştürülmesiyle yavaş yavaş gevşetilmeye başlanmıştır.
AB’ye -AKD’deki görmemişliğinin kanıtı olan- güpegündüz havai fişekli üyelik girişimleri, aceleye getirildiği için başarısızlığa mahkûm, gösteri niteliğindeki Kürt açılımları, eski ve teknik açıdan uyumsuz raylar üzerinde sefere konulup da Pamukova’daki gibi bir gün bir yerlerde devrilmesi kaçınılmaz olan sözde hızlı tren örneği “çılgın”, ama gerçekten de çılgın projeler ve 2003’ten beri benzeri güya icrâatlar hep söz konusu gevşetmeyi gizlemek amacına yönelikti.
Oysa, söz konusu demagojik ve populist “çılgın”lıklar yerine onbir yıldır kentlerin alt yapı sorunlarını çözüp her şiddetli yağmurda evleri, iş yerlerini, sokak ve caddeleri su baskınından ve insanları da bitmeyen acı ve ızdıraptan kurtarmak daha doğru ve yerinde olmaz mıydı?
“Yolsuzluğu ortadan kaldıracağız, hortumları keseceğiz” naralarıyla iktidara geldiler ama Frankfurt Yüksek Eyalet Mahkemesi’nin dolandırcılık ve haksız kazanç elde etmek suçundan cezalandırdığı, Almanya’daki Türklerden sosyal yardım bahanesiyle 41 milyon Avro toplayan Deniz Feneri e.V. Derneği’nin Türkiye’ye gönderilen dosyasını hasır altı ettiler. O da ne ki? Sayıştayın mali denetim raporu Anayasa’da öngörülenin tersine TBMM’ye gelmeden, daha doğrusu getirilmeden, hükümet 2013 yılı bütçesini görüştü ve genel kurulda tartışılmadan kabul edildi. Kim bilir milletten yine ne kaçırılmıştır?
Allem edip kalem edip ümmetçi zihniyetlerinin simgesi olan rüküşlük örneği turbanı, içeriği demokrasiden başka her şeye benzeyen demokratikleşme paketiyle “ben dedim oldu”’ya getirip nihayet kamuda da serbestleştirerek 80 yıllık “Andımız”’ı da kaldırdılar. Kaldırdıklarını sanıyorlar ama kahin olmaya gerek yok, kalktı mı, kalkmadı mı?, 29 Ekim’de görecekler!
Başbakan olayları tersyüz edip kendi lehine kullanmasını iyi biliyor. Örneğin, son zamanlarda övünüyordu: “Türkiye’nin IMF’ye olan borcunu bitirdik, artık Türkiye IMF’ye borç veriyor.” Elli iki yıllık borcun bitmesi gayet tabii ki sevinilecek bir olgudur. Ama, ya öteki borçlarımız durumu?
Kısaca: Azalmadı, aksine arttı!
Dış borç stoku 2002’de 129,6 milyar Dolar iken, bu stok 2012’de 336,9 milyar Dolar’a yükseldi. Kamu ve özel sektör olarak iç ve dış borçların aynı dönemdeki toplamı 221, 3 milyar Dolar’dan 533,4 milyar Dolar’a çıktı.
Milletin verdiği vergilerle çırılçıplak ülkede 1923’den bu yana yoktan var edilmiş, kimisi millî savunmada stratejik öneme sahip, 90 yılın alın teri kamu mallarından 124’ü, iki Boğaz köprüsü ile 8 otoyol dahil, özelleştirme adı altında yok pahasına “babalar gibi” satılarak 41 milyar Dolar elde edildi. Acı ama gerçek: Bu gelir iç ve dış borçlar toplamının ancak %13’üdür! Alanlar Alman, Amerikalı, Avusturyalı, Belçikalı, Çek, Dubaili, Kazak kisvesi altında Ermeni, Finli, Fransız, Hollandalı, Hong-Kong’lu, İngiliz, İsrailli, İtalyan, Kanadalı, Kazak, Kuveytli, Lübnanlı ve Rus. Kimi satın alan da alış fiyatının üç katına hemen sattı. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ekonomik kalkınma becerisi! Oldu olacak, geriye ne kaldıysa, dağlarımızı, denizlerimizi, akar sularımızı da satıp kurtulalım bari!
Oysa Atatürk daha 1922 yılında söylemiş: “Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlık ile mümkündür.” Bir de bugünümüze bakalım: Ekonomimiz Türk’ten başka hemen hemen her milletin! Tarım ve hayvancılık ise çoktan sizlere ömür! Dolayısıyla da, ey AKP sen çok yaşa! Efendim, Boğaz’a üçüncü köprü, Marmaray, İzmit Körfezi’ne bir köprü, duble yollar, kentsel dönüşüm, toplu konutlar vs, vs yapıyorlarmış. Ödediği vergilerle millet parasını zaten veriyor. Yapacaksın tabii! İşin ne? Seçimlerde oy isterken sen değil miydin vadeden? Yoksa, lütuf da mı bulunduğunu sanıyorsun?
Bu tablo Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kalkınma yönü. Ya adalet yönü?
__________________________
* Orhun nehri boylarındaki Göktürk Anıtları’ndan Bilge Kağan’ın kardeşi Kültegin için 732 yılında diktirttiği taş yazıttan.
1 Osmanlı tarihçisi İsmail Hakkı Danişmend ile iktisatçı ve araştırmacı tarih yazarı Şevket Süreyya Aydemir’e göre Çanakkale^de 55 bin, Kurtuluş Savaşı’nda 48 bin.
E. Fuat TEKÇE, 22 Ekim 2013