ÖNSÖZ
2009 yılı baharından bugüne kadar, Türk Deniz Kuvvetleri’nin medyada yer almadığı hemen hemen tek bir hafta olmadı. Deniz Kuvvetleri, personeli ile birlikte Türklerin tarihinin hiçbir döneminde yaşamadığı ölçüde aşağılandı ve küçük düşürüldü. Türk halkı bir deniz devleti olan Türkiye’nin denizlerdeki yaşamsal çıkarlarının henüz farkına bile varamadan, sahip olduğu güçlü donanmasının emsali görülmemiş tertiplerle zayıflatılmasına; komuta yapısının neredeyse yok edilmesine seyirci kaldı. Aydınlarımız dahil bu saldırıların başladığı günlerde kimse çıkıp da bu saldırıların neden bir anda başladığını, Cumhuriyet Donanması’nın [1] en seçkin amiral ve denizcilerine yalan ve iftiralara dayalı aşağılık senaryolarla hangi nedenlerle saldırıldığını sorgulamadı. Son dört senede devletin Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’de başta deniz diplerindeki enerji kaynaklarının gelecek nesiller için korunması olmak üzere deniz çıkarlarımızın bir bir kaybedildiğini, birkaç istisna dışında sorgulayan olmadı. Medyada denizcilerimiz isimli sahte davalarla darbeci, terörist, casus, kadın taciri ve her türlü aşağılayıcı tanımlamalar ile paramparça edilirken aslında parçalananın Anadolu’nun ve bu topraklarda yaşayan ve yaşayacak nesillerin denizlerdeki geleceği olduğunu kimse göremedi. Deniz jeopolitiği ve deniz stratejisi alanında yetişmiş ve bu kurguyu görebilecek pek az sayıda insan da korku iklimi içinde susmayı tercih etti.
1Bu kitapta Deniz Kuvvetleri’nin neden hedefte olduğunu, Cumhuriyet Donanması’nın kurulduğu günden bugüne kadar, geçirdiği aşamalar ve önemli olaylar çerçevesinde anlatmaya çalıştım. İşin özü, Türklerin denizden uzaklaştırılmasıdır. Zira denizlerin ve okyanusların tam kontrolü geçmişte olduğu gibi bugün de küresel egemenliğin vazgeçilmezidir.
Tarihin en önemli kilometre taşları deniz suyu ile yıkanmıştır.
Dünya tarihini denizler ve denizde yaşananlar şekillendirmiştir. Kolomb’un Amerika’yı; Vasco Da Gama’nın Hindistan’ı; Macellan’ın batı rotalarını keşfi; Salamis, Preveze, Trafalgar, Jutland, Çanakkale, Leyte Körfezi gibi deniz savaşlarının sonuçları tuzlu suyun dünya siyasi tarihi üzerinde bıraktığı en önemli izlerdir.
Mavi derinlikler dünya siyasetinin şekil almasında daima öncü olmuştur. Zira deniz ticaret, ticaret de zenginlik demektir. Denizleri kontrol edenin, ticareti kontrol edeceğini; denizden gelen istila güçlerinin iktidarları değiştirebileceğini insanoğlu tarım devriminden sonra öğrenmiştir. Denizler böylece devirler açmış, devirler kapatmıştır, Fatih, gemileri karadan yürüterek Haliç’te denize ulaşmış, bir çağı sonlandırarak Avrasya’da Türk hâkimiyetinin kapısını aralamıştır. Nusret’in Çanakkale Boğazı’nı geçilmez kılan, Karanlık Liman’a döşediği 26 mayın, Türk tarihinin geleceğini aydınlatmış, yarattığı sonuçlarla Sovyet devrimini tetiklemiştir. Mili mücadelede Karadeniz üzerinden Sovyetler Birliği’nden sağlanan lojistik destek, bir milletin geleceğinin şekillenmesindeki en önemli unsurlardan biri olmuştur. Atatürk kulağını neden İnebolu’ya yaslamıştı? “Ya İstiklâl ya Ölüm” açmazında, istiklâl yolunun denizden geldiği gerçeğini nasıl da görebilmişti!
Tarih denizler üzerinde şekil alır. Denizi jeopolitik perspektifte görebilen ve yaşayabilenler mutlak hâkimiyete ulaşırken, tarih diğerleri için hep hüzünlü sonları kurgular.
Deniz sadece siyasi tarih üzerinde değil, kültürlerin medeniyetlerin oluşmasında da önemli roller almıştır. Bugün bizi aralarına almak istemeyen batı dediğimiz dünyanın en gelişmiş toplumları denizle iç içe toplumlardır. Thomas More’un ünlü eseri Ütopya’da bile, tarif edilen mükemmel devlet, denizlerle iç içe olan bir ada devletidir. Francis Bacon’un ütopyası, Yeni Atlantis de denizciler tarafından bulunmuş bir adadır. Yani her iki filozof ve devlet adamının hayalindeki medeniyetler denizler üzerinde şekillenmiş, medeniyete denizler üzerinden ulaşmış ve erişmeyi hayal ettikleri yaşam biçimlerini denizlerle iç içe ada devletlerinin üzerinde kurgulamışlardır. Özetle, deniz medeniyettir. Deniz özgürlük ve bağımsızlıktır.
Deniz, aynı zamanda savunma ve güvenlik demektir. İşte bu noktada devreye donanmalar girer. Donanmalar deniz ticaretinin ve denizaşırı sömürgelerin ortaya çıkması ve önce monarşilerin, sonra ulus devletlerin güçlenmeleri paralelinde oluştular. Hem savaş hem de barışta, eşit derecede, ait oldukları devlete hizmet ettiler. Günümüzde küresel, kıtasal ve bölgesel deniz gücü sahipleri de ulus devletlerdir.
Donanmaların savaş zamanında denizler üzerinde kontrol ve güç intikali rollerinde kullanımlarının yanı sıra, barış ve gerginlik dönemlerinde “donanma ve ganbot diplomasisi” görevleri kapsamında güvenlik politikası ile dış politikayı desteklemek üzere, caydırma, sindirme ve kontrol altında tutma rollerinde kullanımları yoğunluk kazanmıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan ve devam eden dönemde savaş gemilerinin çok büyük çoğunluğu bir savaşta fiilen kullanılmamış, bu tip görevlerde kullanılmıştır. Bu şekilde savaş gemileri, yabancı ülke limanlan ve yaklaşma sularında başta tatbikat icra etmek ya da liman ziyaretlerinde bulunmak üzere değişik şekillerde varlık göstererek güç gösterisi yoluyla hükümetlerini politik hedeflerine eriştirebilmişlerdir. Donanmanın güvenlik ve dış politikada kullanımına ben kısaca “Mavi Diplomasi” adını verdim. Bu diplomasinin iki ayrılmaz unsuru savaş gemisi ve denizdir. Bugün Türk Deniz Kuvvetleri’nin hedefte olmasının temelinde yatan sebeplerin kaynağı da onun özellikle son 40 yılda ulusuna ve onun gelecek nesillerine “Mavi Diplomasi” alanında armağan ettiği başarılandır.
Binlerce yıllık medeniyetlerin varisi olduğumuz Anadolu topraklarının tarihi denizle iç içedir. Yanmada coğrafyası ile bir deniz devleti olan Türkiye, kara ülkesinin yarısı kadar deniz ülkesine, yani kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeye (MEB) [2] sahiptir. Bu deniz ülkesine biz “Mavi Vatan” [3] diyoruz. Ege ve Doğu Akdeniz’de henüz “Mavi Vatan”ın sınırlarım tespit etmedik. Zira bu sınırlamalar Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile büyük ihtilaflara neden olacak potansiyele sahiptir. Sorun da burada başlamaktadır. Çevrelendiğimiz denizler, gelecek nesillerin ekonomik gücüne tahminlerin ötesinde katkı sağlayacak kaynaklara sahip. Norveç’in 1969 yılında yaşadığı üzere, deniz dibinden çıkan petrol/doğalgaz nedeniyle fert başına düşen milli gelirimiz birkaç kez artabilir. Günümüzde denizlerin bu ekonomik güç potansiyeli, sahildarların iştahım kabartmakta ve en küçük deniz alanları için ülkeler silahlı çatışmayı göze alabilmektedir. Örnekleri çoktur. Son olarak Arjantin ve İngiltere arasındaki Falkland/Malvinas adaları ile Çin ve Japonya arasındaki Daiyou/Senkoku adacıkları sorunu bu paylaşım savaşlarına en güzel örneklerdir.
Dış ticareti neredeyse tamamen deniz ulaştırmasına bağlı ülkemizin güvenliğinin derinliğine savunma alanı da denizlerdir. Kıtaları birleştiren Anadolu coğrafyasına bir de Türk Boğazlarını eklerseniz o zaman bu coğrafyada yaşayan her devletin neden güçlü bir donanmaya ihtiyaç duyacağı ortaya çıkar. Tarih de bunu göstermektedir. Sadece Türklerin tarihi değil bu topraklar ve çevre denizlerinden medeniyet ve imparatorluklar çıkaran Hitit, Fenike, Frig, Lidya, İyon, Fokai, Halikarnasus, Pers ve Bizans’ın tarihsel süreç içinde yaşadıkları ispat etmektedir ki, bu toprakların sahipleri denizde geri kaldığı sürece tehdit ve istilalara maruz kalmış; güçlü donanmalara sahip olduklarında ise güç ve gönenç sahibi olmuşlardır. İlk Türk amirali Çaka Bey’in İzmir’de donanmasına ilk enerjisini verdiği Türk yurdu, Barbaros Hayreddin ve Atatürk gibi denizi üç boyutlu görebilen stratejistler sayesinde açık denizlere kavuşabilmiştir. Ve bu toprakların sahipleri, açık deniz merkezli bakma yetisini kaybettikleri tüm zaman dilimlerinde, iktidarlarını yitirmişler, donanma kaybedildiğinde Anadolu yarımadası da kaybedilmiştir.
Dolayısıyla bir yarımada coğrafyasına sahip Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenlik ve refahı denizlerle iç içedir. Bu, son on asır boyunca değişmeyen ve gelecekte de değişmeyecek jeopolitik bir kaderdir. Anadolu denizlerden uzaklaştığında bunun jeopolitik bedelini ağır şekilde ödemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun İnebahtı sonrası denizlerde gerilemesi imparatorluğun duraksamasına; denizlerde egemenliği kaybetmesi de toprak kayıpları ile imparatorluğun çöküşüne neden olmuştur.
Donanmanın 1770 yılında yaşadığı Çeşme Baskını sonrası Kırım ve Boğazların tam kontrolünü; 1827 yılında yaşanan Navarin Baskını sonrası Yunanistan’ı; 1853 yılındaki Sinop baskını sonrası batılı devletlerin tam sömürgesine dönüşerek, büyük ekonomik çıkarlarımızı; II. Abdülhamit’in donanmaya düşmanlığı nedeniyle Kıbrıs’ı, Balkanları, Ege adalarını, Oniki Adaları, Girit’i ve Libya’yı kaybettik. En önemlisi donanmasızlık nedeniyle Çanakkale’de anayurdumuz Anadolu’nun işgaline gelen armadayı durduramadık ve Çanakkale Savaşlarında yüz bin vatan evladım şehit verdik.
Ölümsüz Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’ün eseri olan Cumhuriyet Donanması “Mavi Diplomasi”yi, yani donanmayı ulusal çıkarlar uğruna dış politika ve güvenlik politikalarımızın bir unsuru olarak kullanmayı Lozan’dan çeşitli isimler altında sahte davaların sürdürüldüğü 2011 yılına kadar başarıyla uygulayabilmiştir.
Donanma, Avrasya’nın karmaşık güvenlik tablosunda Anadolu coğrafyasının çevre denizlerinde, yani “Mavi Vatan” ve ötesinde devletin deniz çıkarlarını sadece korumakla kalmamış, bu çıkarları geliştirmiş, 20 Temmuz 1974 günü Kıbrıs’ta yaratılan fiili durum ile örneklendiği üzere jeopolitiğimizin en önemli ve vazgeçilmez aktörleri arasına katılmıştır.
Cumhuriyet Donanması’nın hem ruhu, hem de bedeni Atatürk’ün jeopolitik ve stratejik öngörülerinin bir harmanıdır. Dolayısıyla stratejik yönelişi, son 90 yılda onun ifade ettiği gibi “Mükemmel ve kaadir bir Türk Donanmasına malik olmak gayedir” temelinde gerçekleşti.
Türk deniz gücünün neler yaptığı ve yapabileceği yakın tarihimizden bellidir. 1974 yılında, Kıbrıs’taki Rum müdahalesinden sadece beş gün sonra, son 50 yıldır hiç savaşmamış olduğu halde Cumhuriyet Donanması, Girne kıyılarına denizaşırı bir amfibi harekâtı başarabilmiş, deniz piyadelerimiz Nikos Sampson darbesinden 120 saat sonra kıyı başını tutabilmiştir, Bu başarırım bir benzeri dünya deniz tarihinde yoktur. Ocak 1996’da yaşanan Kardak Krizi’nde de Cumhuriyet Donanması, 12 saat içinde savaş konumuna geçebilmiş ve karşı tarafı caydırarak krizde siyasi inisiyatifin Türkiye’ye geçmesini sağlamıştır.
Cumhuriyet Donanması’nın yükselişi Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’in küresel kurgularla şekillenmesini izin vermemiz, onun 2009 yılından itibaren Hint Okyanusu’nda sürekli savaş gemisi bulundurabilen, kendi savaş gemisini, silahını ve sensörünü yapabilen bir kuvvet olmasını sağlamıştır. Daha da ötesi, Cumhuriyet Donanması Türkiye’nin özellikle deniş jeopolitiği boyutunda denizcileşmesinin lokomotifi olmuştur. Cumhuriyet Donanması Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan, “Toprak Gemi” Anadolu’yu sırtında taşıyarak, “Mavi Vatan” denizlerimize yaklaştırmanın ve her ikisini buluşturmanın hayati sorumluluğunu üstlenmiştir.
Cumhuriyet Donanması, Ege’de 1974 yılında başlayan kıta sahanlığı krizinden bu yana Türkiye’nin çıkarları aleyhinde oldubittilere izin vermemiş, 1982 yılında 12 mil, 1987 yıllında kıta sahanlığı ve 1996 yılındaki Kardak Krizi’nde “daha çok Ege” isteyen Yunanistan’a dur denebilmiştir. Cumhuriyet Donanması tarih boyunca Yunanistan’ın jeopolitik ihtiraslarını dengeleyen en önemli faktör olmuştur.
Karadeniz’de İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sırasındaki gerilimlere rağmen Montreux Rejimi’ni koruyabilmiş, 2001’den sonra sahildarlar arasında deniz güvenliği alanında işbirliği ve dayanışma faaliyetlerinin liderliğini üstlenmiş, BLACKSEAFOR, Karadeniz Uyumu Harekatı ve Karadeniz Sahil Güvenlik İşbirliği Forumu girişimleri dünyaya örnek olmuştur. Bu uygulamalar altı sahildarı birbirine yaklaştırarak, Montreux Sözleşmesi’nin de sağladığı hukuki altyapı üzerinden Karadeniz’in Basra Körfezi gibi -nükleer silahlar da taşıyan- değişik devletlere ait 30-40 savaş gemisinin her an faaliyet gösterdiği bir karmaşa denizine dönüşmesini engellemiştir.
Doğu Akdeniz’de zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarının varlığının ortaya çıkmasıyla 2003’ten sonra Kıbrıslı Rumlar (GKRY) tarafından Türkiye ve KKTC’nin çıkarları olan deniz sahalarında tek taraflı ve hukuksuzca ilan edilen münhasır ekonomik bölge içindeki fiili petrol/doğalgaz aramalarını engellemiş ve bu faaliyetler 2009 Türkiye AB İlerleme Raporu’nda şikâyet konusu olmuştur. Buna rağmen donanma, 2011 yılındaki Balyoz tutuklamalarına kadar Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın deniz yetki alanlarımıza yönelik tecavüzlerini caydırmayı başarmıştır.
1990 sonrası gerçek anlamda açık denizlere çıkan Cumhuriyet Donanması hemen hemen tüm filolarını ABD’ye asgari bağımlılıkla modernize etmiş, üstüne üstlük Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası yaşanan Amerikan silah ambargosundan ders alarak, 1980’ler sonrası Avrupa’dan alternatif donanım/silahlanma programlarını başlatmıştır. Ancak bunların çok ötesinde bir planlama ve icraat ile kendi savaş gemisini yapabilecek Ar-Ge çalışmalarını kendi içinde geliştirmiş ve MİLGEM (Milli Gemi) projesinin ilk örneği olan TCG Heybeliada korvetini %70 ulusal katkı ile 27 Eylül 2011 tarihinde İstanbul Tersanesinde tamamlayarak Türk sularıyla buluşturmuştur. Bu şekilde Türkiye’yi dünyada savaş gemisi dizayn ve inşa edebilen 14 ülke arasına sokabilmiştir. Bu aşama, 90 yıl önce değil gemi inşa etmek, toplu iğneyi bile ithal eden bir ülke için mucizevî bir basarı ve aşamadır.
Özetle, Deniz Kuvvetleri 2010 yılında Akdeniz’de Preveze Deniz Zaferi’nden sonraki en yüksek güç seviyesine ulaşmıştır.
Bu kitapta kuruluşundan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderini önemli ölçüde etkileyen Cumhuriyet Donanması’nın ulusal çıkarlarımızın korunması ve geliştirilmesi yönündeki kullanımı ile 2009 yılından sonra başta Balyoz Davası olmak üzere çeşitli isimler altındaki sahte davalar ile nasıl hedef tahtasına oturtulduğunu ortaya koymaya çalıştım.
Cumhuriyet Donanması’na 40 yıllık hizmetimin özellikle son 20 yılında, bir deniz subayı ve amiral olarak pek çok gelişmenin ve girişimin bilfiil içinde bulundum ve tarihe tanıklık ettim. O nedenle bu kitapta, kendi yaşadıklarımı da kronolojiye sadık kalarak, ancak önemli dönüm noktalarını öne çıkararak, geleceğe ışık tutacak tüm gelişmeleriyle aktarmaya çalıştım. Bu kitabı yazarken benimle aynı kaderi paylaşan çok değerli meslektaşlarımın yaşadıkları tecrübelerden de faydalandım. Zaman zaman detaylara girmiş olsam da bu kitabın alanında yazılan ilk kitap olması nedeniyle tarihe not düşmeyi amaçladım.
29 Ekim 1923 tarihinden itibaren Cumhuriyet Donanması’nın dış politika ve güvenlik politikalarımızın bir aracı olarak aktif kullanımım tarihsel örnekler ve değerlendirmeler ile okuyucuya aktaran bu kitap, diğer bir deyişle yaklaşık 90 yılda Türk halkının vergileri ve özverileri ile şekillenen Cumhuriyet Donanması’nın ve ona asıl gücünü veren denizcilerin devlete ve halka yaptığı hizmetlerin de bir dökümünü sunmaktadır. Böylece, kitabın sonunda, okuyucu “Deniz Kuvvetleri neden hedefte” sorusunun cevabını da çok boyutlu bir şekilde almış olacaktır.
Cumhuriyet Donanması’nın hızlı yükselişi, iç ve dış çevrelerde büyük rahatsızlık yaratmış ve 2009 yılından sonra da Deniz Kuvvetleri önce dinci ve neoliberal medyada daha sonra mahkeme salonlarında vicdan ve insaf dışı yoğun asimetrik psikolojik ve asimetrik hukuk saldırılarına uğramıştır.
Günümüzün Türk deniz gücü, Cumhuriyet döneminde başına gelen ilk ve en büyük baskın olan 11 Şubat 2011 Silivri mahkeme salonundaki sözde Balyoz Davası tutuklamalarına kadar altın çağını yaşamaktaydı. Bu güçlü dönemi yaratan emekli ve muvazzaf amiral ve deniz subaylarının çok büyük bir bölümünün başta Balyoz Davası olmak üzere sözde Ergenekon, Amirallere Suikast, Poyrazköy, Kafes, Birinci ve ikinci Casusluk davaları gibi isimli davalar kapsamında, sahte deliller ile tutuklanmasının ardında yatan gerçek, onların bu yükselişteki somut katkılarıydı. Halen söz konusu davalarda sanık durumunda yargılanan 80’i emekli, 400 denizci vardır. Bunların 16’sı muvazaf olmak üzere 40’ı amiraldir.
Bir deniz gücünü oluşturan iki temel yapı vardır. Bunların ilki kuvvet yapısı yani gemiler; diğeri de komuta yapısıdır. Komuta yapısı sadece amirallerden oluşmaz. Birlik ve gemi komutanları da bu yapının unsurlarıdır. Komuta yapısının özü nitelikli insan gücüdür. Yani amiraller, donanma, filo, birlik ve gemi komutanları, mühendislerimiz dahil destek birliklerinin komutanları nitelikli insan gücünün ayrılmaz parçalarıdır. Komuta ve kuvvet yapısı birbirini tamamlar.
Savaş gemileri onların silah, makine ve destek sistemlerini kullanacak iyi adamları olamadan bir hiçtir. Zira gemi kendi çapında bambaşka bir dünyadır. Gemide sadece düşmanla değil aynı zamanda doğa ve teknolojiyle savaş vardır. O gemide iyi denizciler ile teknolojiyi kullanacak personeliniz yoksa milyarlık savaş gemisinin bir anlamı olmaz. Ama tüm bunların ötesinde eğer o savaş gemisinin komutanı, komodoru, filo komutanı, donanma komutanı ve denizdeki bir savaşı destekleyecek karadaki diğer birlik subayları yeteri bilgi ve tecrübe birikimiyle kurumsal hafızaya sahip değillerse o zaman eldeki kuvvet yapısının etkin olarak kullanılması olanaksız hale gelir. Örneğin Suudi Arabistan kağıt üzerinde çok modern ve donanmaya sahiptir ancak, ondan çok daha küçük İsrail Donanması Suudi deniz gücü ile kıyaslanamayacak savaş etkinliğine sahiptir. Burada temel unsur insandır.
Amiraller ile seçilmiş birlik ve gemi komutanları aranan köşe yazarları gibidir. Kolay yetişmezler. Kolay yetişenler görev aldığında olacaklar tarihte yazılıdır. Türk donanmasının tarihinde yediği bütün baskınlarda başında iyi yetişmiş amiralleri ve komutanları olmamıştır.
Günümüzde bir firkateyn 500 milyon dolar, bir denizaltı 400 milyon dolar, bir hücumbot 120 milyon dolar maliyete sahiptir. Biz amiraller denize sefere çıkacak gemi komutanlarına direktif verirken “Unutmayın size bir baraj değerinde firkateyn ve değeri hiçbir şekilde ölçülemeyecek 225 personel ile hepsinden önemlisi milletin ve devletin onurunu emanet ediyoruz” deriz. Cumhuriyet Donanması 11 Şubat 2011 öncesinde sayısal olarak, 16 fırkateyn, 14 denizaltı, 19 hücumbot ile sadece Akdeniz’in değil dünyanın sayılı güçlü donanmaları arasındaydı. Ancak 2009 yılından sonra başlayan başta Balyoz davası olmak üzere tüm isimli davalar sonucu komuta yapısı altüst edildiğinden bugün için aynı etkinlikten bahsedemeyiz.
Dünya deniz tarihinde kendi devletinin, hükümetinin ve parlamentosunun gözleri önünde, ABD’de konuşlu din motifli bir çetenin desteklediği sahte davalarla bir deniz gücünün komuta kademesinin gelecek otuz yılının yok edilmesine dair bir başka olay gözlenmemiştir. 2009 sonrasında dinci ve neo-liberal ve hatta bazı anaakım medyanın da yardımı ile Deniz Kuvvetleri’nin en seçkin, en iyi amiralleri gemi komutanları, komodorları, filo komutanları ve mühendisleri darbeci, terörist, casus, fuhuşçu ve benzeri en aşağılayıcı itibarsızlaştırma kampanyalarıyla önce medyada linç, sonra da mahkeme salonlarında tasfiye edilmişlerdir. Bununla da yetinilmeyip, görevdekilere ve gelecek nesillere gözdağı vermek amacıyla ağır hapis cezalarıyla sadece onlar değil, aileleri de perişan edilmiştir. En üzücüsü, bir avuç aydın, yazar, avukat ve sanatçı dışında Türk halkı ile onun temsilcisi parlamentonun bu süreçte kılı kıpırdamamıştır.
Cumhuriyet Donanmasının güçlenmesinin, Soğuk Savaş sonrası küçülen Avrupa donanmalarını tedirgin ettiği bir gerçektir. Ulusal çıkarlar uğrunda kullanılan ve kendi savaş gemisini inşa ederek güçlenen donanmanın küresel deniz gücü olan ABD’yi de tedirgin etmiş olduğu da bir gerçektir. Amerikalı stratejist George Friedman şöyle söylüyor: [4]
“Amerikan gücünün temeli okyanuslar. Okyanuslara egemen olması diğer devletlerin ABD’ye saldırmasını önlüyor, gerektiğinde ABD’nin müdahale etmesine imkân tanıyor ve ABD’ye uluslararası ticaretin kontrolünü veriyor. ABD’nin bu gücü kullanmasına gerek yok. Ama başka herhangi birinin kullanmasına da izin vermemeli. Küresel ticaret okyanuslara bağımlıdır. Okyanusları kim kontrol ediyorsa küresel ticareti de o kontrol eder. Güç dengesi stratejisi, bir çeşit deniz savaşı ve Amerika’nın görevi denizleri kontrol etmesini tehdit edecek meydan okuyucuların güçlenmesini engellemektir. [5] ...ABD’nin fiziki güvenliğini sağlamak için dünya okyanuslarının üzerinde tam hâkimiyeti ve uluslararası ticaret sistemi üzerinde kontrolü güvence altına almak esastır. ABD tüm okyanusları kontrol etmektedir. Tarihte hiçbir güç bunu yapamamıştır. Bu kontrol sadece ABD güvenliğinin değil aynı zamanda uluslararası sisteme şekil verme gücünün de temelini oluşturur. Eğer ABD onay vermezse hiç kimse denizlerde hiçbir yere gidemez. Günün sonunda dünya okyanuslarının kontrolünü sürdürmek ABD için en önemli jeopolitik bir hedeftir.”
Başta Karadeniz olmak üzere çevre denizlerimizde deniz çıkarları etkilenen ABD ile Doğu Akdeniz’de enerji kaynaklarına yönelik girişimleri engellenen Avrupalı müttefiklerimizin ya da kısaca Avrupa-Atlantik Bloku’nun Türk deniz gücünün örselenmesinden endişe duyduğunu söylemek olası değildir. Bu süreçte Avrupa-Atlantik Bloku içindeki bazı güç odaklarının rolü ve etkinliği de şüphesiz eninde sonunda aydınlığa çıkacaktır.
Aynı stratejist, [6] “Bir donanma gücü oluşturmak, gerekli teknolojiyi üretmek için değil, ama iyi amiraller ortaya çıkaran birikmiş bir tecrübenin devredilmesi gerektiği için, nesiller alır”, değerlendirmesini yapmaktadır.
Evet, tecrübe birikimi ve kurumsal hafızanın nesiller arası transferi için komuta zincirinin kırılmadan sürdürülmesi ve nesiller arası vardiya değişiminin aksatılmadan yürütülmesi esastır. İsimli sahte davalar sonucu yapılan tasfiyeler ile donanmanın 90 yıllık birikimi ortadan kaldırılıyor ve bu durum nesiller arasında kırılan bir nevi fay hattı etkisi yaratıyor. Unutulmamalıdır ki, bir savaş gemisi, yeni inşa edildiği takdirde üç yıl içerisinde temin edilebilir. Ancak buna kumanda edebilecek gemi komutanı 15 yılda, komodor 20 yılda, amiral ise 25 yılda yetişmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yegâne muharip deniz subayı kaynağı olan Deniz Harp Okulu’ndan, donanmanın büyüklüğü ve modellerinin gereksinimi olarak her sene 150-220 deniz teğmen mezun olur. Her sınıftan en fazla 10 kişi amiral, 15 kişi komodor 20 kişi gemi komutanı ve 15 kişi de mühendis olabilir. Bu durum Deniz Kuvvetleri’ndeki hassas liyakat sistemi ve teknik gereksinimlerin sonucudur.
Türkiye Cumhuriyeti devlet varlıkları içinde hareket halindeki en pahalı milli servet savaş gemisidir. Tanesi yarım milyar dolar olan bir firkateynin, yani milli servetin devlet adına tek bir kişiye -gemi komutanına- emanet edildiği bir başka meslek örneği yoktur. Devlet imbikten süzülerek geçen yarbay rütbesindeki firkateyn komutanına yarım milyar dolarlık firkateyni emanet ediyor ve o gemiyi Hint Okyanusuna, Atlantik Okyanusuna güvenerek gönderiyor. Şimdi bu seçkin gemi ve birlik komutanlarının 400’e yakını darbeci, terörist, casus ve fuhuşçu olarak hapishanelere tıkılıyor.
Bir firkateyne geçici görev ile hücumbot komutam, bir denizaltıya vekâleten firkateyn komutam verilemez. Benzer şekilde günümüzün operatif, taktik ve teknik gereksinimleri paralelinde üsteğmen ve yüzbaşılardan amiral yapılamaz. Bazı bilgisizlerin “TSK’da boşluklar doldurulur” demesiyle, yani kelle hesabıyla donanma yürütülemez. 2012 yılı sonunda Yunan Deniz Kuvvetleri Komutanı, mali kriz nedeniyle zorla emekliye sevk edilen personeli için isyan etmiş ve savaş gemilerinin personel olmadan bir hiç olduğunu söylemişti, Hazindir ki bunu haber yapan Türk anaakım medyasının gazetecileri Cumhuriyet Donanması’nın yaşadığı amiral ve denizci katliamından bir cümleyle de olsa bahsetmemişti.
Hint Okyanusu’ndan Atlantik’e kadar çıkarlarımız olan her deniz alanında büyük başarı ve etkinlikle görev yapan amirallerimiz, komodorlarımız ve savaş gemilerinin komutanları büyük sınavlar, ailece yaşanan ayrılık ve zorluklar, alın teri ve bilek hakkıyla söz konusu görevlere layık görülmüş, büyük rekabet sisteminin yarattığı seçkin ve rafine şahsiyetlerdir. Hepsinin aileleri ile birlikte ayrı bir başarı ve yükselme hikâyesi vardır. Bu denizcilerin sahte davalar ile tasfiye edilmeleri ve böylece 90 yıllık nesilden nesle geçen kurumsal hafıza birikiminin kesintiye uğratılması, vicdanlara ve hukuka sığamayacak kadar ağır; hesabı verilemeyecek kadar büyük bir ihanettir.
Halen tutsak ve sanık durumundaki 400 denizcinin 40 amiral dışında kalanları arasında gerek icra ettikleri görevler ve gerekse sicil liyakati itibarıyla sınıflarının sicilen ilk beşi içinde yer alan amiral olma potansiyeli çok yüksek 30 civarında albay vardır. Ayrıca 50 civarında muhrip, hücumbot, denizaltı, mayın karşı tedbirleri (MKT) gemisi ve diğer tip gemilerin komodor adayı, dört deniz piyade tugay komutam (amiral) adayı, hepsi ABD’de yüksek lisans yapmış MILGEM (milli korvet projesi), GENESİS (milli savaş yönetim sistemi projesi), milli torpido, ve benzeri pek çok deniz projelerinde görevli mühendis amiral adayı, seçkin 15 deniz yüksek mühendis ile iki deniz kurmay albay ikmal subayı bulunmaktadır. Bu subayların pek çoğunun Deniz Kuvvetleri’nin ana ast komutanlıklarına bağlı üs ve deniz birlik komutanı ve başta Deniz Kuvvetleri Karargâhı olmak üzere büyük komutanlıklarda daire başkanı veya şube müdürü olmaları da dikkat çekicidir.
Bu subayların dışında kalanların da firkateyn, hücumbot, denizaltı, MKT gemisi komutanı, ikinci komutam veya bölüm amiri ile Deniz Hava Filosu’nda filo komutanları, SAT komando birliklerinde grup komutanı, Amfibi Tugay’da kurmay başkanlığı ya da komutan yardımcılığı görevlerinde bulunan çok seçkin subaylar olması dikkat çekicidir. Halen Akdeniz’in en güçlü filosu sayılan denizaltı filomuzun 25’e yakın en yetenekli komodor ve gemi komutanlarının da bu davalar nedeniyle tutsak olduğunu, Denizaltı filomuzun Türkiye’nin savunmasında en kritik ve stratejik filo olduğunu da vurgulamak gerekir.
Bu istatistikten çıkan çok acı gerçek şudur. Cumhuriyet Donanması’nın gelecek 30 yılının “A takımı” göz göre göre tasfiye edilmektedir. Bu, deniz tarihimizde önceden yaşanan ve nitelikli denizci insan gücünün kaybına neden olan tarihsel trajediler zincirinde, Cumhuriyet döneminin en büyük kansız baskınıdır. Bu durumda, “50 amirali ve 5.000 subayı olan Deniz Kuvvetleri’nde 400 denizcinin tasfiyesi ne değiştirir” denemez, Zira bu 400 kişi deniz kuvvetlerinin geleceğini teslim etmek üzere uzun süreli eğitimler, büyük sorumluluk isteyen görevler ve liyakat ile zorlu sınavlar sonunda tepeye çıkmış, en azı 20 yıllık tecrübe emek ve bilgi birikimine ve hepsinden önemlisi kurumsal hafızaya sahip bir kesimi oluşturmaktadır.
Bu saldırılar açıkça, Cumhuriyet Donanması’nın gelecekteki komuta yapısı ile en az 30 yıllık tecrübe birikimi ve hepsinden önemlisi nesilden nesile geçen kurumsal hafızasının ortadan kaldırılmasına hizmet etmektedir.
İsimli sahte davalarda sanık olarak yargılanan ve tutsak edilenler dışında isimli sahte davalarda adı geçen ve her an tutuklama listelerine eklenebilecek binlerce isim olduğunu da unutmamak gerekir. Sadece sözde Balyoz Davası’nda bu şekilde değişik listelerde adı geçen 1.800 denizci vardı. Bu şekilde görevde kalan subay ve astsubaylar üzerinde moral ve motivasyon çöküntüsü yaratılarak, gemi ve silah arkadaşlığı dayanışması, görev aşkı ve iş disiplini ortadan kaldırılmakta, yeni fay hatları oluşturulmaktadır.
Gelinen bu durum çerçevesinde Donanma Komutanı Oramiral’in sahte davalara eklenme tehdidi altında “bana da komplo kurulabilir” endişesi ile 24 Ocak 2013 tarihinde istifa etmesinin ardından Başbakan’ın bir televizyon programında sarf ettiği şu cümleler de yaşanan vahameti gözler önüne seriyor: “...Şimdi bizim bu kadar firkateynimiz, gemilerimiz vesaire ...neredeyse komuta kademesinde oralara götürecek subayımız kalmıyor.Ya böyle şey olmaz...”
O zaman şunu sormak gerekir. Bu sahte davaları üreten, sahte delilleri yaratan ve sahte davaları yürüten emniyet birimleri ve mahkemeler başka bir devlete mi aitti?
21. yüzyıla girişte Türkiye’de asıl çelme takılan kurum Cumhuriyet Donanması olmuştur. Türkler 20. yüzyıla II. Abdülhamit sayesinde donanmasız girmiş ve bedelini çok ağır ödemiştir. 21. yüzyıla ve üçüncü milenyuma da tarihimizde ilk kez amiralsiz girmekteyiz.
Bu çerçevede ABD’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından CFR [7] ’nin 2012 Mayısı’nda yayımlanan kapsamlı Türkiye raporunda çevrelendiğimiz üç deniz alanına ve Türkiye’nin bu alanlardaki çıkarlarına özel ilgi gösterilirken, bu çıkarları koruyan Cumhuriyet Donanması’nın amiral ve subaylarının çoğunun sahte deliller ve fezlekeler ile Hasdal, Maltepe, Hadımköy, Şirinyer ve Silivri’de esir edilmelerine kamuoyunun tepkisizliği, siyasi tarihimizde hak ettiği karanlık yeri alacaktır.
11 Şubat 2011 sonrası, ulusal çıkar odaklı ve “Mustafa Kemal Atatürk’ün Amiralleri” olarak öne çıkan, Deniz Kuvvetleri komuta yapısının yarısını oluşturan amirallerin tasfiye edilmesi sonrası, gelecek yıllarda Cumhuriyet Donanması’nın ne şekilde kullanılacağını zaman gösterecektir.
Sahte delillerle tutuklamaların en yoğun yaşandığı 2011 kış ve bahar aylarında devam eden Libya Krizi’nde, Deniz Kuvvetleri’mizin ortada Meclis kararı dahi yokken NATO müttefikleri içinde en fazla sayıda savaş gemisi görevlendirmesiyle görev alması ve bir iç savaşın tarafı olması, gelecekteki kullanıma yönelik ipuçlarını vermektedir. Kuşadası Körfezi’nde Kardak benzeri egemenliği tartışmalı Bulamaç (Farmakonisi) ve Eşek (Gaidoros) adacıkları üzerinde Yunanistan devlet uygulamalarının Balyoz tutuklamaları sonrası olağanüstü artış göstermesi ve sözde Balyoz Davası’nın gerekçeli kararının açıklandığı 7 Ocak 2013 tarihinde Yunanistan’ın Ege ve Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge (MEB) ilam hazırlığı içinde olması tesadüflerle izah edilemez. Benzer şekilde Doğu Akdeniz’de büyük özen ve kıskançlıkla gelecek nesiller için koruduğumuz gerek KKTC gerekse Türkiye’ye ait başta enerji kaynakları olmak üzere, deniz ilgi ve çıkarlarımızın Balyoz tutuklamalarından sonra düştüğü acıklı durumun somut göstergeleri Türk basınında yer almıştır.
2011 yılından itibaren Suriye ile yaşananlar ise Türk tarihinin gelecekte belleğinden silmek isteyeceği, geçmişine ve geleneklerine tamamen ters kapsam ve boyuttadır. Osmanlının çöküş dönemi dahil, Türk tarihinin hiçbir döneminde devlet mekanizması emperyal güçlerin saldırgan kurgularının bu krizde olduğu gibi enstrümanı olmamıştı. Şüphe yok ki, Balyoz tutuklamaları olmasaydı, Suriye ile yaşananlarla Türkiye’nin bölünmesini tetikleyecek gelişmelerin hayata geçirilmesi mümkün olamazdı. Ne yazık ki Balyoz ve benzeri isimli davalar ile esir alınan amiral, general ve subaylar üzerinden Türk ordusu, donanması ve hava kuvveti vesayet altına alınmış, yüksek komutanlık bu şantaja boyun eğmiştir.
Yakın ve uzak tarihimiz, geçmişte yapılan jeopolitik hataların, on yıllar boyunca düzeltilemediğinin örnekleri ile doludur. Donanmalar, devletin dış politika ve güvenlik politikası paralelinde, deniz tarafı savunma ve güvenliğin temini ile başta deniz ulaştırması, balıkçılık ve deniz diplerindeki değerli madenlerin çıkarılması olmak üzere denizdeki çıkarları korumak ve geliştirmek için oluşturulurlar. Cumhuriyet Donanması’na halkın vergileriyle bugüne kadar yapılan trilyonlarca lira yatırımın temel nedeni budur. Unutmayın, Türkiye dış ticaretinin %90’ını deniz yolu ile yapıyor. Deniz ulaştırması kesintiye uğradığında Türk ekonomisinin dayanma gücü kırılır.
Donanma pahalı bir yatırımdır. Hiçbir yatırım iflas etmek için yapılmaz. Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’de çıkarlarını koruyamayan bir devletin donanması iflas eder. Donanmayı milletin çıkarları doğrultusunda ayakta tutmak, geliştirmek ve kullanmak devletin görevidir. Bugün ülkemizde devlet olanakları ile sürdürülen sahte davalar ile hükümetin gözü önünde donanmanın en değerli kaynağı olan insan gücü ve komuta yapısının yok edilmesinin jeopolitik çıkarlarımızın kaybına kadar gidebileceği görülmüyor mu?
Gelecek nesilleri için jeopolitik çıkarları koruyamayan ve geliştiremeyen devletler devlet sayılmaz. Onlar sadece geçmiş nesillerden devraldıkları coğrafyada kiracı olurlar. Bir gün de evden atılırlar. Türkiye için Anadolu ne ise, çevrelendiği deniz yetki alanları -yani “Mavi Vatan”- da odur.
Umut ederim, söz konusu sahte davalar sonrası özellikle Doğu Akdeniz’de yaşanan ve çıkar kayıplarımızla sonuçlanan gelişmeler, diğer denizlere de bulaşmaz, Ege’de yeni çıkar kayıplarını tetiklemez ve özellikle Karadeniz’de Montreux Sözleşmesi ile belirlenmiş ve son 76 yıldır dünyaya örnek teşkil eden, Karadeniz deniz güvenliği rejimini ortadan kaldırmaz ve bu deniz, Basra Körfezi’ne dönüşmez.
Donanmaya ömrünün 40 yılını vermiş ve yaşadığı tüm acılara ve zorluklara rağmen aklı, kalbi ve ruhuyla ona tam bağlı bir amiral olarak arzum ve inancım, Cumhuriyet Donanmasının, cumhuriyet ruhunu ve Atatürk ideolojisini koruması ve savaş gemilerimizin pusulalarının daima onu göstereceği gerçeğinin değişmemesidir.
Balyoz ve diğer isimli davalar sonucu tasfiyeler yaşansa da Cumhuriyet Donanması’nın, siyasi bir parti veya görüşün çekim alanına girmeden, Atatürk ideolojisini koruyarak partiler ve siyaset üstü konumunu devam ettireceğine inanmak durumundayız. Aksini düşünmek sadece Cumhuriyet Donanması’nı değil, tüm Silahlı Kuvvetleri Yunanistan’da olduğu gibi siyasi bir parti ve ideolojinin silahlı kuvveti haline getirir ki bu durum sadece Atatürk Cumhuriyeti’nin geleceğini yok etmez, Türk halkını karanlığa ve adaletsizliğe mahkûm eder.
Dilerim bu kitap “Mavi Vatan”ın ve Cumhuriyet Donanması’nın kullanımına güçlü bir temel ve örnek teşkil eder. Umarım gelecek nesiller, Cumhuriyet Donanması’nın kurucusu Atatürk’ün gözlerinde somutlaşan denizci stratejisini, “Mavi Vatan”la enginleştirir.
“Vatan”, “Mavi Vatan” ve “Mavi Diplomasi” uğruna, “Toprak Gemi” Anadolu’dan ebediyen ayrılan şehitlerimizin ve gazilerimizin aziz hatıraları önünde başım dik, alnım açık tazimle eğilerek...
Dipçe:
[1] Cumhuriyet Donanma 29 Ekim 1923 günü kuruldu. 1949 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı kurulunca Cumhuriyet Donanması onun bir ana as komutanlığına dönüşmüştür. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Türk deniz gücünün deniz ve karadaki tüm unsur ve teşkilatın kapsarken, Cumhuriyet Donanma sadece denizde savaşacak unsurlar ve birlikleri kapsar. Cumhuriyet Donanması tabiri donanmanın cumhuriyetçi ruhunu ve aidiyetini temsil eder. Bu nedenledir ki her savaş gemimizin başında da TCG, Türkiye Cumhuriyeti Gemisi kısaltması yer alır. Deniz Kuvvetleri’mizin rumuzu da TCB’dir: Türkiye Cumhuriyeti Bahriyesi.
[2] Karasularının ötesinde 200 mile -ya da orta hatta- kadar uzanan münhasır ekonomik bölge, denizlerin sadece içindeki canlı kaynakları değil, dibinde ve dibin altındaki tüm canlı ve cansız kaynakları da, dolayısıyla deniz diplerindeki altın gibi değerli metaller dahil, petrol ve doğalgaz kaynakları da bu sahayı ilan eden devlete aittir. Akdeniz’de Türkiye’nin yüzlerce değil binlerce yıl ihtiyacını karşılayacak doğalgaz yatakları ile zengin kayagazı rezervleri olduğu biliniyor. Bu sahaların sınırları karşılıklı sahildarların karşılıklı görüşme ve anlaşması ile belirlenir.
[3] “Mavi Vatan”, ilk kez 2006 yılında, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Plan Prensipler Başkanı iken “Karadeniz Deniz Güvenliği” sempozyumunda kullandığım bir kavram idi. Karasularımız ve kıta sahanlığı ile münhasır ekonomik bölgelerimizden oluşan deniz yetki alanlarımızı kapsayan ve yaklaşık Türkiye yüzölçümünün yarısı kadar bir alana eşit, deniz ve deniz dibi hacmini ifade eden bu kavram ile denklerdeki hak ve çıkarlarımızın en az anavatandakiler kadar değerli, hayati ve vazgeçilmez olduğunu ifade etmeye çalışmıştım.
[4] George Friedman, Gelecek 100 Yıl, çev. Enver Günsel ve İbrahim Şener, Pegasus Yay., İstanbul 2010, s. 71.
[5] George Friedman, Gelecek 100 Yıl, çev. Tayfun Törüner, Pegasus Yay., İstanbul 2010, s. 311.
[6] Age, s. 233
[7] CFR Indepenedent Task Force Report, No: 69, “US-Turkey Relations-A New Partnership”, Washington DC, Mayıs 2012.
[1] Cumhuriyet Donanma 29 Ekim 1923 günü kuruldu. 1949 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı kurulunca Cumhuriyet Donanması onun bir ana as komutanlığına dönüşmüştür. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Türk deniz gücünün deniz ve karadaki tüm unsur ve teşkilatın kapsarken, Cumhuriyet Donanma sadece denizde savaşacak unsurlar ve birlikleri kapsar. Cumhuriyet Donanması tabiri donanmanın cumhuriyetçi ruhunu ve aidiyetini temsil eder. Bu nedenledir ki her savaş gemimizin başında da TCG, Türkiye Cumhuriyeti Gemisi kısaltması yer alır. Deniz Kuvvetleri’mizin rumuzu da TCB’dir: Türkiye Cumhuriyeti Bahriyesi.
[2] Karasularının ötesinde 200 mile -ya da orta hatta- kadar uzanan münhasır ekonomik bölge, denizlerin sadece içindeki canlı kaynakları değil, dibinde ve dibin altındaki tüm canlı ve cansız kaynakları da, dolayısıyla deniz diplerindeki altın gibi değerli metaller dahil, petrol ve doğalgaz kaynakları da bu sahayı ilan eden devlete aittir. Akdeniz’de Türkiye’nin yüzlerce değil binlerce yıl ihtiyacını karşılayacak doğalgaz yatakları ile zengin kayagazı rezervleri olduğu biliniyor. Bu sahaların sınırları karşılıklı sahildarların karşılıklı görüşme ve anlaşması ile belirlenir.
[3] “Mavi Vatan”, ilk kez 2006 yılında, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Plan Prensipler Başkanı iken “Karadeniz Deniz Güvenliği” sempozyumunda kullandığım bir kavram idi. Karasularımız ve kıta sahanlığı ile münhasır ekonomik bölgelerimizden oluşan deniz yetki alanlarımızı kapsayan ve yaklaşık Türkiye yüzölçümünün yarısı kadar bir alana eşit, deniz ve deniz dibi hacmini ifade eden bu kavram ile denklerdeki hak ve çıkarlarımızın en az anavatandakiler kadar değerli, hayati ve vazgeçilmez olduğunu ifade etmeye çalışmıştım.
[4] George Friedman, Gelecek 100 Yıl, çev. Enver Günsel ve İbrahim Şener, Pegasus Yay., İstanbul 2010, s. 71.
[5] George Friedman, Gelecek 100 Yıl, çev. Tayfun Törüner, Pegasus Yay., İstanbul 2010, s. 311.
[6] Age, s. 233
[7] CFR Indepenedent Task Force Report, No: 69, “US-Turkey Relations-A New Partnership”, Washington DC, Mayıs 2012.
Amiral Cem GÜRDENİZ
4 Şubat 2013
Silivri Cezaevi-İstanbul