
Çetelerin, cinayetlerin, şehit cenazelerinin, seçimlerin, mitinglerin yoğun bir şekilde yer aldığı şu karmaşık günlerde "milliyetçiliğin yükseliyor olduğuna" dair yaygın bir inanış var.
Ancak, TESEV'in desteğiyle yaptığımız ve geçtiğimiz günlerde tamamladığımız "Türkiye'de milliyetçilik" araştırması, bu oldukça yüzeysel gözlemle uyuşmayan ve pek iç açıcı olmayan sonuçlar ortaya koydu. Evet, ortalıkta "milliyetçilik" olarak adlandırılan bir ruh hali var; ancak bu ruh hali "milliyetçilik"ten beklenen bir bütünleştirmeden ziyade parçalayıcı bir işlev görüyor ve toplumun bütün katmanlarında insanların birbirlerinden kopuşunun sadece adı ve kolaylaştırıcısı olarak belirginleşiyor. Öncelikle, içinde yaşadığımız zaman dilimi bir yandan küreselleşmenin, diğer yandan toplumsal değişimin getirdiği derin bir güvensizlik duygusuna tanıklık ediyor. Modernitenin hem öncesine giden; ama aynı zamanda moderniteyle birlikte bir ileri aşamaya geçen küreselleşme büyük bir kibirle -aynı modernitede olduğu gibi- girdiği her yeri dönüştürüyor; olanakları çoğaltıyor, toplumların, kültürlerin kendi üzerlerine düşünmelerini provoke ediyor. Ama aynı zamanda -gene modernitede olduğu gibi-, karşılaştığı her kültürü, bazen doğrudan bazen dolaylı olarak fiilen aşağılıyor.
Dili ve muhatabı olmayan adalet talebi
Bütün dünyada olduğu gibi, insanların içinde yaşadıkları ve en azından görünürde içselleştirdikleri ulus-devlet yapıları, başta seküler milliyetçilik olmak üzere, bütün türevleriyle birlikte, hem dışarıdan hem içeriden yıpranıyor. Yani Avrupa'da güçlü toplumların iktidar ilişkileri içinde icat edilip, diğer toplumlara da dayatılan, ihraç edilen 200-300 yıllık bir "birlik modeli" ya da "kurgusu" Türkiye'de de ciddi bir meşruiyet krizi yaşıyor. Bu kriz, söz konusu ithal birlik modelini bir "ev" gibi benimsemeyi "öğrenmiş" insanları doğrudan etkiliyor. Bir yandan yeni toplumsal hareketler, yükselen sınıflar ve kültürlerle talepler, ifade yolları farklılaşırken, diğer yandan 20. yüzyılın başından itibaren kurgulanan eski nirengi noktalarının kaybolmasıyla korkular da yükseliyor.
İşte bu "denge bozan" farklılaşma süreci karşısında modern ulus-devlet kurgusu altında yerleşikleşmiş iktidar ilişkilerindeki egemen zümreler, bütün güçleri ve silahlarıyla, yıpranmakta olana yeni bir hayat vermeye çalışıyor. Yükselmekte olan yeni aktör ve toplumsal grupları, ulus-devletin milliyetçilik stratejisinin ikili kutuplar yaratma mekanizmalarıyla, "biz" ve "onları" tanımlama araçları ve sembolleriyle kontrol etmeye çalışıyorlar.
Ancak tahakküm mekanizmalarının bu operasyonlarının ötesinde, gerçekleştirdiğimiz araştırmanın ışık tuttuğu çok daha önemli bir durum söz konusu. Devletin, devlet içindeki çeşitli güç odaklarının ya da toplumda güç sahibi sınıf ve kurumların, birlik adına, kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymış gibi göstererek yürüttükleri tüm bu operasyonların bütünü -milliyetçilik stratejisi- beklenmedik sonuçlar yaratıyor. İnsanlar maruz kaldıkları bu "stratejinin" altında kendi "taktiklerini" (cevaplarını ve yorumlarını) üretiyorlar. Başka bir deyişle, günümüzde "Türk milliyetçiliği" olarak adlandırılan söylem, operasyon yapanların denetiminden çıkıyor; tüketilirken çok farklılaşmış biçimler altında yeniden üretiliyor. 20. yüzyıl başındaki fetheden, önü açık milliyetçiliği yerine, korkular ve güvensizliklerle bezenmiş "milliyetçiliklere" dönüşüyor. Bu anlamda, milliyetçilik, strateji karşısında taktikler dünyasının bir cevabı olarak belirginleşiyor. Buna karşılık, strateji de bu cevaplardan muaf kalmıyor; 20. yüzyılın başında şekillenmiş modern seküler milliyetçilik stratejisi, geçen süre içinde bu stratejinin altında yaşamış ve yaşayan bireylerin taktikleri karşısında tutunma ve sahip olduğu yeri çaresizce denetleme çabası içine giriyor.
Var olan egemenlik ilişkilerini korumaya ve bu ilişkilerin "normal" kabul edilmesine çabalayan ulus-devlet ve milliyetçilik ideolojisi altında, kapitalizmin küresel dinamikleri, ayrışan sınıflar, derinleşen sosyal adalet sorunu dile gelemiyor. İnsanların gelecekleri hakkında yaşamış oldukları endişeler ve derin güvensizlik duygusu liberalizm ve postmodernizmin kardeş söylemleri altında ifade olunamıyor. Güvensizliğin nedenleri değil, sadece güvensizliğe en azından görüntüde neden olarak gösterilebilecek en kolay cevaplar milliyetçilik stratejisi tarafından kullanıma sokuluyor. Bu kolay cevaplar Avrupa'da bütün sorunların kaynağı olarak gösterilen göçmen işçilere yönelik ırkçı tepkiler eşliğinde verilirken, Türkiye'de Kürtler, Ermeniler, misyonerler, İslamcılar, başörtülü öğrenciler, eşcinseller vb. bu kolay cevaplara malzeme olarak kullanılıyorlar. Toplum, bütün katmanlarıyla küreselleşme eşliğinde değişirken, değişimin getirdiği riskler karşısında zayıf toplumsal kesimler "günah keçisi" olarak ötekileştiriliyorlar.
Ancak bu "ötekileştirme" sadece "ulusal" düzeyde gerçekleşmiyor. Milliyetçilik her ne kadar "genel"e ilişkin konuşsa da, küreselleşmenin evlerin en özel alanlarına girmesine bağlı olarak, liberal kapitalist ilişkiler içinde başka dili kalmayan bireyler düzeyinde de bir anlatım yolu haline dönüşüyor. Hayat milliyetçilik ideolojisi ve "kimliği" altında sürdürülüyor; hayatta kalma mücadelesi veriliyor. Verilen hayat mücadelesi, bir tanımlama, gözetleme ve kontrol aracı olarak, bir strateji olarak milliyetçilikten besleniyor. Çünkü stratejinin gücü tam olarak bireyin kelimelerine, diline girmiş olmasında yatıyor... Hayatta nasıl kalınacağı bu dilden öğreniliyor; hatta ona karşı nasıl mücadele edileceği bile o dilden öğreniliyor. Bugün giderek belirsizleşen dünya ve toplum ilişkilerinde ortaya çıkan güvensizlik duygusuna karşı, başta sosyal adalet sorunu olmak üzere, her şeyin üzerini örten, insanların kendiliklerini yaşayamamasına neden olan milliyetçilik stratejisine karşı, milliyetçilik stratejisinin diliyle cevap veriyor. Bu cevap, içinde, uğranılan haksızlıkları, acılarla örülmüş bellek ve hatıraları, "korku"yu, hakim olunamayan bir gelecek endişesini taşıyor.
Mikro düzeylerde üretilen milliyetçilikler
Milliyetçilik, öğrenilen kurguda değil, pratiklerde yaşanıyor. Gerçekleşen milliyetçilikte bir öz ya da "doğru milliyetçilik"i bulma imkânı kalmıyor. Adı konulan bir aidiyetten çok, söz konusu aidiyetin "nasıl" yaşandığı önem kazanıyor. Örneğin üst sosyoekonomik statüye sahip, "bayrak sevgisiyle dolu olan", kendini "iyi bir milliyetçi" olarak tanımlayan İstanbullu bir kadın, Türk ordusuna olan güvenini, karşılaştığı Türk subayların meşhur Amerikan filmi Top Gun'ın kahramanı Tom Cruise'a olan benzerlikleriyle anlatıyor. Öte yandan, başka biri, "vatanseverliğini" Türk milletine yapılmış "çuval geçirme" gibi aşağılamaların intikamını alan Polat Alemdar'da (Kurtlar Vadisi) temsil ediyor. Birinci örnekte, Türk milliyetçiliğine Amerikan hayranlığı (ve neredeyse Amerikan milliyetçiliği) eşliğinde bakılırken, ikinci örnekte "Amerikan mafya-Türk erkeklik" bileşiminde bir milliyetçilik belirginleşiyor. Kısaca, ortak bir ad altında bireyler oldukça çeşitli "yollar" izliyorlar; yöntemler kullanıyorlar. Kimliği yapan bu yollar aynı zamanda kurgunun da nasıl yapıldığını ve zaman içinde nasıl değiştiğini gösteriyor.
Modenitenin "aştığı" dinsel kimliklerin yerine, şimdi milliyetçilikler kurgulanıyor. Örneğin, uzun yıllar boyunca homojenleşmeyi amaçlayan; fakat bunu başaramayan Türk milliyetçi stratejisi bugün kendini yeniden üretmek için, Kürtlerin "ayrıksılığından" beslenirken, toplumun çok farklı kesimlerindeki bireyler, Kürtlerle "farklılıklarını öğreniyorlar". Ancak bu farklılığın ve "biz" ve "onlar" ayrımının "öğrenilme" süreci sadece Kürtlerle sınırlı kalmıyor. Milliyetçi söylemin inşasında bol miktarda "ortak bir tarih"ten bahsedilse de, daha çok kişisel tecrübelerinden esinlenerek ve var olan tarih yazımlarıyla "konuşarak" inşa edilen farklı "tarihler" ortaya çıkıyor. Tarih, stratejinin "bugünkü" kutuplaşmalarına bağlı olarak şekilleniyor. Benzer şekilde, kimlikler, yeni cemaatler ve "kimlik kurguları" sıradanlığın önüne geçiyor. Temel referansı ne olursa olsun, etnik (Gürcülük, Terekemelik, Azerilik vb.), dinsel (Sünni, Alevi, Arap Alevi vb.), kültürel (laik, dindar, "İstanbullu", "Anadolulu" vb.) siyasal cemaat kurguları toplum içinde, hatta dünya üzerinde bir "yer edinme" arayışına tekabül ediyor. Kat kat, aileden ulusal yapıya kadar uzanan cemaat ya da "cemaatimsi" yapılar bir yer ya da "ev" duygusu veriyor; cemaat kültürü vasıtasıyla bireyler yaşadıkları dünyayı anlamlandırmaya çalışıyorlar. Söylem düzeyinde dile getirilen "bir arada yaşama" ya da "bölünmeme" yönünde güçlü bir arzuya rağmen, bu arzunun dile getiriliş yolları paradoksal sonuçlar yaratıyor. Bir yandan bu "bir arada yaşama"nın tanımı ve içeriğinde, diğer yandan bir arada yaşama arzusunun dile getiriliş biçimindeki farklılıklarda, söylemin alt bileşenlerinde, aynı güçte dile gelen "parçalayıcı" bir dil, bir "parçalanma duygusu" ortaya çıkıyor.
Ülke çapında "asgari müşterekler azalırken", diğerlerinin "ötekileştirmesinden" korkan kimlikler savunmaya geçip, aynı zamanda diğerlerini "ötekileştirirken", belki daha da çarpıcı bir özellik olarak, bölgelerde, çok daha küçük birimlerde, komşu kentler arasında ("Çorum milliyetçiliği", "Erzurum milliyetçiliği", "Trabzon milliyetçiliği" vb.), hatta bir alt-stratejinin etkili olduğu aynı kent içinde bile asgari müşterekler gücünü kaybediyor. Milliyetçi stratejinin genel dili ulusal düzeyde yarattığı sonucu kentte de yaratıyor. "Ülke üzerine oynanan oyunlar" retoriği "kent üzerine oynanan oyunlar" retoriğine dönüşüyor. Ve bu "oyunları oynayanlar", ülke üzerine oynayanlar gibi gene "dışarıdakiler" oluyor. Ülke çapında duyulan güvenlik sorunu kent düzeyinde de yaşanıyor; kent birlik-bütünlük söylemleri altında parçalanıyor.
"Her şeyi açıklayan" milliyetçi retorik ve onun farklı düzeylerde yeniden üretiminde "savaş halinde olan bir dünya" resmediliyor. Retorik, her şeyi çıkarlarla açıklayan komplo kurgusundan ve savaştan besleniyor ve savaşı besliyor. Makro düzeyde oluşan bu savaş kurgusu toplumun kılcal damarlarına kadar savaş halini sokuyor. Milliyetçilik stratejisi sadece dışarıda değil, içeride de düşmanlar yaratan kurgusu vasıtasıyla "bölüyor" ve "parçalıyor". Başka bir deyişle, devlet, okul, askerlik, medya gibi ulusal kimlik üretim merkezlerinde üretilmiş olan modern milliyetçi söylem ve ona bağlı olan modern kurgular gündelik hayattaki melezliği yok ediyor. Gündelik hayatın dışında, başka yerlerde üretilmiş bu zihinsel kurgular ve buradan sağlanan bilgiler sonunda, bizzat pratikler yok oluyor. Bu bir anlamda evsizleşme, kendi tecrübesinin dışına çıkmak; kendi toprağı yerine başkasının kurgusu üzerinde çatışmak anlamına geliyor. Modern milliyetçiliğin bir arada tutamadığı insanlara ve sağlayamadığı ortak tahayyüle yeni ve "çoğalmış milliyetçilikler" cevap veriyor; yalnız ve çaresiz kalan insanlar "kendi milliyetçiliklerini" kuruyorlar. Karmaşıklık karşısındaki çaresizlik içinde, aranan çare, "yoğunlaştırılmış" ve "en özet" şekilde kendini gösteren sembolleri taşıyan bir otoritede aranıyor ve "bulunuyor". Basitleştirmenin aracı olarak semboller ve erkeklikle beslenen linçler ve cinayetler devreye giriyor; karşı semboller aracılığıyla, ötekilik her yerde kurulabiliyor. Semboller "otorite" etkisi yaparken, bireyler o otoriteye uygun harekete geçiyorlar. Bir yandan düşman tespiti yapılırken, bu düşmanın "gücü" karşısında "kendi insanına" da güven duyulamıyor. Korkularla oluşan milliyetçilikler aynı zamanda kendi karşısında da farklı korkularla beslenen kesimleri yaratıyor.
Milliyetçiliğin ne olduğundan ziyade milliyetçilik altında ne yapıldığı, nasıl yapıldığı önem kazanıyor. Hem ülke çapında, hem kent çapında hem mezhep çapında "milliyetçiliğin" performe edildiği, yani milliyetçiliğin her şeyi açıklayan bir kimlik olarak yaşandığı bir ortamda milliyetçilik hiçbir şeyi anlatamayan bir kelime niteliği kazanıyor. Hatta son iki yüzyıllık bir kurgunun adı olan ve bugünkü iktidar ilişkilerini görünmez kılan bu stratejik kavramın altının ve içinin boş olduğunu, artık "milliyetçilik" diye bir şey olmadığını kabul etmek gerekiyor.
Türk milliyetçiliği parçalıyor...
Her değişim çabasından sonra, darbelerle, fırçalarla, kibirli dillerle yerine oturtulan toplum, değil başkasına, kendine bile güvenemez hale geldi. Hiçbir zaman kendi sıradan küçük ütopyalarının ve de faaliyetinin birikimini ve sonucunu göremedi. Bir türlü kendi olamadı; yukarıdan dayatılan stratejik dil, sonunda sıradanlığı ve gündeliği de kendine benzetti. Sıradan insanlar, tepedekiler kendilerine nasıl davranıyorsa, en sıradan ilişkilerinde bile benzer teknikleri taklit etmeye başladılar. Milliyetçilik stratejisinin dilinden beslenerek, farklı kurgular altında "ev" arayan insanların "milliyetçiliklerinin" birbirlerine düşman görünmeleri aslında sadece daha derinlerdeki gerçek hayatı görünmez kılmaktan başka bir işlev taşımıyor. Bu gerçek hayatta, insanlar ortak bir alanı, korkuları ve acıları paylaşıyorlar ve her halükârda hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Ancak kamusal alana çıktığında sadece "kendine", kendi içine, tanımlanmış sembolik cemaatine hoşgörüyle bakan, "kendini" affeden, unutan ve kendini öne çıkaran kimliklerin istedikleri kadar "birlikte yaşayalım" desinler, bunu becermeleri mümkün görünmüyor. İçine düşülen, güvensizlik duygusuyla baş etmenin kolay, adeta "doğal" bir yolu olarak görünen "milliyetçiliğin" hangi "kanat"tan olursak olalım, hepimizi kendine benzettiğinin farkına varıp, kurgulanan kanatların dışına çıkıp konuşmak, stratejinin oyununu bozmak anlamına geliyor. Bu yönde farklı bir iletişim düşünmek; kimliklerin asgari düzeyde kaldığı gündelik hayata ve oradaki "muhabbet"e dönüp bakmak gerekiyor.
Ara alanları, iç içe geçişleri, ötekisinde kendini görecek, onunla muhabbet etmeye imkân sağlayacak "yeni bir dil", yeni bir kurgu gerekiyor. Ancak bu kurgu, karşılaşmayı ve dinlemeyi, beraber yazmayı, yazmanın kendisini öne koyacak ve ucu açık bir kurgu olabilir. Yazılacak nihai kurguyu değil; bitmiş, sınırları çizilmiş ve hapishaneye dönen ve her farklı ses duyduğunda, başka takımların farklı rengini, kıyafetini gördüğünde "ihanet", "tehdit" ve "düşman" gören bir kurgu değil; ötekinde kendinden bir parçayı keşfetmeyi sağlayacak sürecin kendisini öne çıkaran bir kurgu gerekli... Çünkü ancak o zaman dilsiz, sessiz, gösterişsiz hareketleri keşfedebilir; dayanışma gibi unuttuğumuz birtakım duyguları yeniden keşfedebiliriz. Bunun için de aslında insanların değil, kurguların çatıştığını görmek; dolayısıyla kurguların değil, insanların konuşmasını sağlamak yetecek.
DOÇ. DR. FERHAT KENTEL - BİLGİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
25 Haziran 2007, Pazartesi
KAYNAK:ZAMAN