Türk-Arap İlişkileri (1-3) / Metin AYDOĞAN

Türk-Arap İlişkileri (1-3) / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Cum May 02, 2014 11:16

Türk-Arap İlişkileri -1

Arap ülkeleri ve yöneticileriyle ilişki kurmak, son dönemde moda oldu. Üst düzey devlet yetkilileri, Arap coğrafyasındaki hemen her olaya ilgi gösteriyor, resmi ya da özel ilişkiler kuruyor; kamuya açıklanmayan görüşmeler yapıyor. Din inancıyla sarmalanmış Arapçılık, Türkiye’de yeniden yayılıyor, yayılma ideolojik düzeyi aşarak günlük yaşamı etkileyen baskı unsuru haline geliyor. Bu olumsuz gelişmenin geçmişten gelen dayanakları vardır. Türk-Arap ilişkileri, 13 yüzyıllık uzun bir süreci kapsar ve bu süreç Türkler için acı dolu dönemler içerir. Oysa, bunlar pek bilinmez. Arapçılığın bugün yeniden yayılması nedeniyle konu günceldir ve özellikle 20.yüzyıldaki ilişkiler, ders alınması gereken özelliğe sahiptir.

Emeviler ve Orta Asya

Bin yılı aşkın geçmişi olan ve etkisi süren Türk-Arap ilişkisi, çoğunlukla gerçeği yansıtmayan ve nesnelliğe dayanmayan bir yaklaşımla ele alınmış, genellikle inançsal ya da siyasal öncelikler öne çıkarılarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle bilimsel içerikten yoksun bir konu olarak kalmıştır. Türkiye’de ise, Türk-Arap ilişkilerini, gerçek boyutuyla ve nesnel bir tutumla ele alanlar, din öğesinin konunun içine girmiş olması nedeniyle, kendilerini her zaman baskı altında hissetmiştir.

Türk-Arap ilişkilerini, Batılı ya da Arap tarihçilerin çoğunluğu, sürekli duruma getirdikleri Türk karşıtlığına dayandırarak ele almışlar, yaklaşım biçiminin sonucu olarak, tarihsel gerçeklerden tümüyle uzaklaşmışlardır. Bilim dışı bu tutum, eskiye giden tarihsel bir geleneğe dönüştürülerek günümüze dek gelmiştir. İşin ilginç yanı, Arap etkisiyle yetişmiş kimi Türk tarihçinin, konuya dinsel boyut vererek, belki de herkesten çok Arap yanlısı davranması; açık ya da örtülü olarak Türk karşıtlığı yapabilmesidir. Geniş bir araştırmacı kümesi, konu Türk-Arap ilişkileri olduğunda, tarih ve din arasında sıkışıp kalmaktadır.

Türk-İslam İlişkisi

İslamiyeti 9.yüzyıldan sonra kabul etmeye başlayan Türkler, büyük bir çoğunlukla, bin yılı aşkın bir süredir, bu dine bağlı olarak yaşamaktadır. Çatışmalarla dolu, uzun bir süreçten geçerek benimsedikleri bu dinin edilgen inananları olmamış, Müslüman olan diğer milletlerden ayrımlı olarak, bu dini çok geniş bir coğrafyaya yayarak kurumsallaştırmış ve korumuşlardır.

Peygamber’in söz ve davranışlarından oluşan “Hadis’lerin toparlanmasını” Türkler sağlamış, “Sunni mezhebinin oluşumunu” Türkler gerçekleştirmiştir. 1  “İslam dünyasının en büyük ve en seçkin” bilim adamları, “en parlak iki düşünürü”, “İlk Müslüman matematikçi” Orta Asyalı’dır. 2  Haçlı seferlerine karşı koyanlar, İstanbul’u alanlar, İslamiyet’i Avrupa’nın ortasına dek götürenler Türkler’dir.

Türkler, İslamiyetten çok şey alıp ona çok şey verdiler; onunla bütünleşip gerçek temsilcileri ve yayıcıları oldular. Konumları ve temsil ettikleri güç nedeniyle, Türk-Arap ilişkilerinde din açısından üzerlerinde baskı oluşturacak hiçbir eksikleri yoktu. Bu konuda yapılacak incelemeler, varılacak yargılar, din değil bir tarih sorunuydu; tarih ise inanca değil, bilime bağlı olarak ele alınmalıydı. Ancak, ne ilginçtir ki, Türkiye’de böyle yapılmadı, tarih çoğunlukla dine bağlı olarak yorumlandı. Bu yaklaşım biçimiyle, Türk tarihinin bozulmaya uğraması kaçınılmazdı, öyle de oldu.

İlk İlişki; Emevi Saldırısı

Türk-Arap ilişkileri, İslamiyet’ten sonra 8.yüzyılda, Emeviler’in Türk bölgelerine saldırısıyla başladı ve hemen tüm Türk boyları, kendilerini yoğun bir şiddet içinde buldular. Saldırılarda kullanılan ideolojik gerekçe İslam’ın yayılması, gizlenen gerçek amaç ise, varsıl Türk ve Acem bölgelerinin yağma edilmesiydi. Emeviler, Ortadoğu’yu yağmalamak için Hıristiyanlığı kullanan Haçlılar gibi, yöneldikleri eylemin din için savaş (cihat) olduğunu söylüyor, Emeviler’in Orta Asya ve İran Yaylası’nda yaptıklarını görmezlikten gelmek, üstelik bunu inanç adına yapmak; tarihe olduğu kadar, herhalde ondan daha çok, dine karşı saygısızlık olacaktır.

İslamiyet ve Emeviler

Emeviler’in İslam içindeki konumları, tutum ve davranışları oldukça tartışmalıdır. “Arap ve İslam geleneğine aykırı olarak, Halifeliği babadan oğula geçen bir hanedanlık” 3  yapan, “tam olarak inanmadıkları İslamiyet’i, çoğu kez hor gören” 4  halifeler çıkaran, “din dışı görünüm veren bir devlet” 5  kuran, “Halifelik için Mekke’ye saldırıp Kabe’yi yıkan” 6  Emevilerin, İslamiyet’ten çok kendi çıkarlarını düşünmeleri ve bunun için yağmaya girişmeleri bilinmeyen bir sonuç değildir.

Emevi siyaseti, İslamiyet’in temel ilkelerine aykırı olarak, Araplar’ın başka kavim ve topluluklara üstün olduğu düşüncesine dayanıyordu. Bu ırkçı siyasete göre; “Arap hükmetmek, geri kalan herkes ona hizmet etmek için yaratılmıştır”, bu nedenle “Araplar yalnızca yönetim ve siyaset işleriyle uğraşmalıdır” 7 ; “köleleri, küfürden imana çıkaran” onlardır, bu nedenle Türk, İranlı ya da diğer Müslüman kavimler, kendilerini bu duruma yükselttiği için “Araplar’a sonsuz bir minnet (borçluluk duygusu y.n.) duymalıdırlar”, çünkü “kölenin görevi efendisine mutlak itaattır”. 8  Arap olmayan Müslümanlar “künye (soy adı y.n.) alamazlar, künye almak yalnızca Araplar’ın hakkıdır.” 9  (Türkler, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına dek soyadı almamışlar, soyadı ilk kez 1934 yılında çıkarılan 2525 sayılı yasayla alınmıştır.)

Emeviler; Arap olmayanlar’ın (mevali) arkasında namaz kılmaz, birlikte dolaşmaz, onlara ikinci sınıf insan ya da köle gözüyle bakar; “Türkler’in mal ve canlarını kendilerine helal” sayardı. 10  Ele geçirilen yerlerde, servete el koyma, Arapça’yı zorunlu kılma ve zora dayalı eritme (asimilasyon) Emevi politikasının değişmez ilkeleriydi. Arap olmayan anneden doğan prensler tahta çıkamaz, kadı (hakim) olamazdı. Kitabe, mezar, anıt, dinsel yapı ve heykel gibi sanat yapıtlarını, put diyerek yok ederlerdi. 11 

Emeviler, Arap olmayan halklara o denli kötü davranmışlardı ki, değişik milletten Arap karşıtları, siyasi örgütler kurdular ve İslam tarihinde şuubiye adı verilen bu örgütler aracılığıyla, Emevilere karşı savaştılar. 12  Şuubiye savaşımı ve bu savaşıma neden olan Emevi tutumu, daha sonra ortadan kalktı ancak olumsuz etkileri belki de bugüne dek gelen, tarihsel bir birikim yarattı. Zeine, Araplar’ın diğer Müslüman halklara bakışı konusunda şunları söylemektedir: “İslam; Farslılar, Hintliler (ve Türkler y.n.) gibi Arap olmayan ulusların da dini haline gelince, Araplar hala Arapçılıkları konusunda bilinçli olmayı sürdürdüler ve kendilerini ‘müşteki’ uluslardan üstün gördüler. Arap Müslümanların ‘yabancı’ Müslümanlar’a, onları ‘inançsızlıktan kurtararak’ büyük bir lütufta bulunduklarına inanıyorlardı.” 13 

Orta Asya’nın Varsıllığı

Emeviler, önce Türk bölgelerine saldırdılar. Kendi açılarından haklıydılar. Orta Asya’nın Güneybatısı’nda yer alan Toharistan ve Maveraünnehir bölgeleri, o dönemde yüksek bir uygarlık ve gönenç dönemi yaşıyordu. Çin, Hint, İran ve Bizans arasındaki ticaret, tümüyle bu bölgenin elindeydi. Yalnızca Buhara Hanlığı’nda 40 büyük kent, değişik büyüklükte 1000’den çok köy vardı. 14  Semerkant, Baykent, Herat, Belh gibi kentler göz kamaştıran bir varsıllık içindeydi. Buhara’da kağıt fabrikaları, ipekli kumaş ve halı tezgahları, değerli taşlar ve maden işleyen atölyeler, durmadan çalışıyor ve yalnızca kendi bölgesine değil, çok uzak yerlere de mal gönderiyordu.

Çin belgelerine göre, Buhara ve Kusaniye’deki Türk evleri birer sanat şahaseriydi, Tusi tapınağındaki altın ve gümüş heykeller, pırlanta, zümrüt ve yakutla işlenen süs eşyaları, benzersiz ve hayret vericiydi. 15  Maveraünnehir’de eğitim o denli gelişmişti ki, Suğdakların her köyünde bir okul vardı. Bilim, bilgelik ve kültür alanlarında, yalnızca çevre ülkeleri değil, Mısır ve Anadolu’ya dek, çok geniş bir bölgeyi etkileyen ve örnek alınan yapıtlar veriliyordu. 730 yılında diplomatik bir kurulla Tohoristan’dan Çin’e gönderilen Nanto adlı Türk bilim adamının beraberinde götürdüğü tıbbi malzeme ve ilaçları, Çin hekimleri o güne dek hiç görmemişlerdi. 16 

Emevi Vahşeti

8.yüzyılın ortalarına dek süren yetmiş yıllık Emevi saldırısı, Türkler için, şiddet ve acıyla dolu kanlı bir dönemdir. Kent ve köyler yakılıp yıkılmış, servetler yağmalanmış, onbinlerce insan öldürülmüş, bir o kadarı da tutsak edilerek pazarlarda satılmıştı. Okullar kapatılmış, bilim adamları ya ölmüş ya da başka yerlere gitmişti.

Arapça öğrenmek ve yazmak zorunlu kılınmış, bu zorunluluk ödünsüz bir biçimde uygulanmıştı. (O dönemden sonra yapıtlarını Arapça yazmak zorunda kalan ünlü Türk bilim adamı ve düşünürler, bu nedenle hep Arap sayılmıştır.)

Döneminde dünyanın en ileri bölgelerinden olan Horasan ve Maveraünnehir yıkıntı haline gelmişti. Kentler öyle yağmalanmıştı ki ünlü İranlı tarihçi ve din bilgini Taberi’nin (838-923) aktarımına göre, “Baykent’ten elde edilen ‘hadsiz hesapsız’ ganimet o denli çoktu ki; Katipler bunları saya saya bitiremiyordu.” 17  Türk bölgelerinin eski varsıl durumuna erişebilmesi için, uzunca bir süre gerekecektir.

Kırım ve Yağma

Emevi Sultanı Abdülmelik bin Mervan’ın halifeliği döneminde (685-705) Irak valisi yaptığı Haccac bin Yusuf ve Horasan valisi yaptığı Kuteybe bin Müslim, Türk toplumuna büyük zarar vermiştir.

Halk arasında zalim olarak anılan ve tarihe bu tanımla geçen Haccac, Müslüman olmayan Türk kadar, Müslüman Arap da öldürmüş bir kişidir. 692’de Mekke’yi kuşattığında, yedi ay süren kuşatma boyunca ölçüsüz şiddet kullanmış ve binlerce Müslüman Arap öldürmüştü. Kenti savunan ve Hicret’ten sonra doğan ilk Müslüman çocuğu olduğu için, Hz.Muhammed’in çok sevdiği Abdullah bin Zübeyr’i, 70 yaşında olmasına karşın öldürtmüştü. 18  Irak valiliği sırasında, ilk İslam mezhebi olan Hariciliğin 120 bin taraftarını kılıçtan geçirmişti. 19 

Tarihçi J.Welhausen’in “başarılarını vicdansızlığına borçlu olduğunu” söylediği 20  Kuteybe, Haccac’ın uyguladığı şiddet yöntemlerini daha da geliştirerek, tümüyle Türkler üzerinde uyguladı. Bölgenin en “güzel” yerleşim yeri olan Baykent’e, “kentin zarar görmemesi için” direnilmemesine ve bu konuda “anlaşma yapılmasına” karşın; serbestçe girdiği kenti yağmalayarak yakıp yıkmış, “eli silah tutan erkeklerin tümünü” öldürtmüş, kadın ve çocukları tutsak pazarlarına yollatmıştı. 21 

Köle Pazarları

Kuteybe, Buhara’da 50 bin, Semerkant’ta 30 bin genç insanı tutsak etti, bunları satılmak üzere Irak ve Mısır’a yolladı. 22  Türk köleler Arap ülkelerinde çok tutuluyor ve yüksek bedellerle satılıyordu; sağlıklı herhangi bir kölenin fiyatı 300 dinar’ken Türk köle 600 dinara alıcı buluyordu. 23 

10.yüzyıl Arap coğrafyacısı İbn Havkal seyahatnamesinde, Türk kölelerin “güzelliğinden” ve “pahalılığından” söz eder ve şunları söyler: “En değerli köleler, Türk topraklarından gelenlerdir. Dünyadaki bütün köleler içinde Türkler’in bir eşi daha yoktur. Çok değerlidirler ve güzellikte üzerlerine yoktur. Horasan’da bir Türk çocuğunun 3 bin dinara satıldığını gördüm. Türk köle kızlarının fiyatı hep 3 bin dinardır.” 24 

Emeviler’in kural tanımayan kırımı, bir başka varsıl Türk kenti Talkan’da sürdü. Talkan Kağanı Şehrek’in kenti terk etmesi nedeniyle savaşmadan başeğen (teslim olan) Türk halkı, ibret olsun diye ayırımsız kılıçtan geçirildi, kalanlar da kent girişindeki yolun iki yanına asıldılar. Asılanların oluşturduğu yolun uzunluğu 4 fersah (24 kilometre) tutuyordu. 25  Buhara ele geçirildikten sonra Araplaşmayı sağlamak için, halkın günlük yaşamı üzerinde ağır bir baskı kurdu; koyulan kurallara uyulup uyulmadığını denetlemek ve durumu yönetime bildirmek için, her eve bir Arap yerleştirdi. 26 

Türklerin Müslüman Olması

Türk halkı, Emevi yıkımının ağır sonuçlarına karşın, toplumsal geleneklerini ve kimliklerini korumayı sürdürdüler. Zora boyun eğmeyen yapıları nedeniyle Müslümanlığı kabul etmeleri, Emevi baskısıyla değil, daha sonra kendi istek ve bilinçli seçimleriyle oldu.

Orta Asyalı sufi dervişlerin bilgesel olgunluğu olan barışçı çağrıları, İslam’ın eşitliği öne çıkaran ilkeleri ve Abbasi döneminde oluşan olumlu ortam, bu süreci hızlandırdı. İslam’ın; “toprağı Tanrı’nın mülkü sayan”, onu “eşit paylaştıran”, savaş gelirlerinin beşte birini “savaşa katılamayan bakıma muhtaç insanlara ayıran” v.b. ilkeleri, kamucu bir geleneğe sahip Türkler’e uygun geliyor ve Emevi baskısı dışındaki gerçek İslam’ı öğrendikçe ona katılıyorlardı.

Hikmet Kıvılcımlı (1902-1971) konuyla ilgili şu saptamayı yapmaktadır: “İlk fütühatçı (zafer kazanan y.n.) gazi Müslüman ululardan hangisi dünya malına mülküne metelik verdi? Cennetle müjdelenmiş ilk İslam halifelerinden hangisi, zengin ganimetlerden, halife hakkıdır diye herkese düşen paydan başka bir leblebi tanesi fazlasını aldı? Hangisi kişi özel mülkü diyerek kamunun ortak malına el uzattı. Bizim atalarımızın gönül verdikleri İslamlık buydu. Bugün Türkiye’nin dağdaki, çöldeki yalın ayak köylüleri, İslamlığa bunun için hala canla başla bağlıdırlar. Atalarımıza karşı duyulan sevgi ve saygı da bu kaynaktan fışkırır...” 27 

Bilimin Gücü

Türkler, daha sonra giderek artan biçimde Arap topraklarının içine girdiler ve her yerde olduğu gibi Araplar içinde de etkili bir unsur oldular. Kabul edip sahiplendikleri Müslümanlığı yaymakla kalmadılar, ilahiyat ve hukuk başta olmak üzere, ona düşünsel katkıda bulundular.

“Kuran’dan sonra gelen ve en sağlam hadis kitabı olan” Sahihi Buhari’yi Buharalı bir Türk bilgini olan Mehmet İsmail yazdı. Türk bilim adamı ve düşünürleri; bilgelik, bilim, din, hukuk alanlarında önemli yapıtlar ürettiler, usul kitapları yazdılar. Günümüze dek elden ele dolaşan Hidaye’yi Merginanlı bir Türk yazdı. Hint bilim ve bilgeliğini, İslam dünyasına ve Avrupa’ya tanıtan Ebu Reyhani Biruni Harzemli bir Türktü. “Türkler’in Müslüman olduktan sonra İslamiyet’e katkıları, Araplar’dan çok oldu”. 28 

Abbasiler ve Yükselen Türk Etkisi

Emevi Devleti 750’de yıkıldı. Haşimi soyundan Ebu’l Abbas, II.Mervan’ı yenerek Emevi egemenliğine son verdi. Bilim ve düşüncede gelişmeye açık, yeni bir dönem başlatacak Abbasi Devleti’ni kurdu. Abbasi döneminde Türk-Arap ilişkileri, birbirini tamamlayan bir bütünlüğe ulaşarak yeni bir döneme girdi.

Türkler, İslam tarihinin en parlak dönemini yaratan Abbasi Devleti’nin hem kuruluşunda hem de sürdürülmesinde, belirleyici güç olarak yer aldılar. Tarihte 8.yüzyıldan 13.yüzyıla dek 500 yıl yaşamış görünen ancak Arap yönetimindeki “gerçek yaşam süresi yalnızca 83 yıl olan” Abbasi Devleti, geri kalan dönemde “Türkler’in eline geçti ve Araplar devletteki yönetim erkini yitirdiler”. 29 

Halifeliği Emevilerden alarak Abbasiler’e veren ve halk öykülerinde destansı anlatımlarla bir söylence kahramanı haline gelen Ebu Müslim Horasani (719-755) bir Türk komutanıydı. Devletin yaşatılması ve Halifeliğin 500 yıl Abbasi sultanlarının elinde kalabilmesi, Türkler’in “koruyucu siyasetiyle” mümkün olabilmişti. Bizans sınırına yerleşen Türk boyları, Abbasi Devleti için en büyük güvenceydi. Halifenin Hassa Ordusu (hükümdarı korumakla görevli özel ordu), Horasan ve Samarra garnizonları, tümüyle Türk askerlerden oluşuyordu. 30 

754’de Başvezir olan ve Abbasi Devleti’nin mimarı kabul edilen Halit İbn Bermek Belhli bir Türk’tü. 31  Bermek, kısa bir süre içinde devletin işleyişini örgütledi, yeni bir akçalı düzen geliştirdi, orduyu yeniden yapılandırdı ve iç ayaklanmaları bastırdı. Kendinden sonra oğlu Yahya İbn Bermek, uygulamaları sürdürmüş ve İstanbul’u almak için, İslam ordularının başında Üsküdar’a dek gelen, ünlü Harun Reşit’i (766-809) yetiştirmişti. Halife Mutasım dönemine gelindiğinde, Hassa Ordusu’ndan ayrı olarak devletin hemen tüm üst düzey siyasal ve yönetsel kadroları Türkler’in elinde bulunuyordu.

Mutasım, Bağdat’ın yakınında yalnızca Türkler’in kalabileceği Samra kentini kurmuş, kendini güvende hissettiği için yaşamını, ölene dek bu kentin ortasında sürdürmüştü. Türklere o denli güveniyor ve Türk kültürüne öyle önem veriyordu ki, askerlerin Orta Asya geleneklerinden kaynaklanan “milli özellik ve sağlamlıklarını yitirmemeleri için” özel kurallar koymuştu. Bu kurallara göre, Hassa askerleri ancak Türk kızlarıyla evlenecek ve onları hiçbir nedenle boşayamayacaktı. Askerlerle evlenen kızlar, yaşamları boyunca devlet hazinesinden aylık alacak, buna karşılık “ailelerinden aldıkları terbiyeyi” evlerinde sürdüreceklerdi. 32 

“Arapların Herodot’u” olarak tanımlanan ünlü tarihçi Hüseyin El-Mesudi (9.yüzyıl), Abbasi Hassa Ordusu’ndan şöyle söz etmektedir: “Bu ordu genç, dinç, güzel ve levent askerlerden oluşuyordu. Ordu erleri; ipekli elbiseleri, sırmalı kumaşları, sırmalı kılıç askılarıyla herkesin beğenisini ve saygısını kazanıyordu. Bu Türkler sayesindedir ki, Abbasi Devleti’nin etkisi kökleşti, İslam şevketi (büyüklüğü y.n.) yükseldi.” 33 

Türkler “Yönetici Sınıf” Oluyor

Türkler’in, İspanya’dan Horasan’a dek yayılmış olan Abbasi İmparatorluğu’nda, yönetici sınıf haline gelerek İslam toplumuyla kaynaşması, Orta Asya’da geniş ilgi uyandırdı. Türkler artık, Emevi döneminde olduğu gibi köle kabul edilmiyor, İslam toplumunun saygın üyeleri oluyordu. Bu nedenle Fergana, Sağdiyan, Üsrusana ya da Tohoristan’daki Türk boyları Abbasi halifeliğinin uyruğu olmakta artık alçaltıcı bir durum görmüyorlardı. Çünkü bu İmparatorlukta gerçek egemenler Araplar değil, Türklerdi.

Bu egemenlik o denli gerçekti ki; örneğin, 862’yle 872 arasındaki on yılda tam dört halife, Türkler tarafından tahttan indirilmiş ve onların yerine başkaları çıkarılmıştı. Bu dönemde Türk kumandanlar, Bağdat halifelerini hemen tümüyle kendilerine bağlamışlar onları yönetir duruma gelmişlerdi.  

Yedisu bölgesiyle Seyhun’un doğu ve kuzeyindeki Karluklar, Seyhun’un aşağılarına dek gelen Oğuzlar, Batıdaki bu gelişmelere kayıtsız kalmadılar, “Seyhun boylarından Irak’a doğru” bir “Türk akını” başladı. İslam tarihinin düşünce ve inanç özgürlüğü bakımından en parlak dönemi olan Halife Vasık devrinde, bu akın üst düzeye çıktı; Memun’un Doğu eyaletlerini yönetirken uyguladığı barışçı siyaset, Müslümanlığın Türkler arasında yayılmasını hızlandırdı. 35 

Abbasi dönemiyle birlikte Emevi yıkımını atlatmaya çalışan Türkler, Türk-Arap ilişkilerinin yönünü belki bilmeden değiştirdiler ve kısa bir süre içinde yönetimi ele geçirdiler. Kültürel gelişkinlik, siyasi-askeri örgütlenme yeteneği ve eğitim düzeyleri; bu olanağı onlara veriyordu. 10.yüzyılda değişik biçimlerde belirginleşen bu üstünlük, 20.yüzyıla dek bin yıl sürdü. Bu süre içinde kurulan çok sayıda devlette her zaman Türkler yöneten, Araplar ise yönetilen konumda oldular.

Yöneticilikten Devlet Kurmaya

Arapların yaşadığı topraklarda kurulan ilk Türk devleti, Mısır’da kurulan Tolunoğulları’ydı (868-905). Daha sonra yine Mısır’da Akşit (935-969) ve Memluk (1250-1517) devletleri kuruldu. Samanoğulları (874-999), Karahanlılar (932-1212), Gazneliler (962-1183), Gorlulular (1148-1215); İran Yaylası ile Orta Asya’da kurulan ve Araplarla ilişki geliştiren diğer Müslüman Türk devletleriydi.

Büyük Selçuklular, Mısır dışındaki Abbasi topraklarının tümünü egemenlikleri altına aldılar, egemenliklerini daha sonra Anadolu’ya dek genişlettiler.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde; Arabistan, Mısır, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu, yani Araplar’ın yaşadığı toprakların tümünü ele geçirdiler. Müslümanlığı, Hindistan’dan Avrupa’nın içlerine dek, çok geniş bir alana yaydılar.

İranlı tarihçi Yahya Armajani, 1970 yılında İngilizce olarak yayımladığı Middle Eeast, Past and Present adlı yapıtında, bin yıllık Türk egemenlik döneminin, Araplar ve İslamiyet için taşıdığı önemi şöyle dile getirecektir: “İslam, Türkler’e çok şey borçludur. Eğer Türkler tarih sahnesinde görülmemiş olsalardı, Müslümanlığın başına neler geleceğini görmek zor değildir. Selçuklu Türkleri; Abbasi yönetimini, bir yandan Şii Fatımilere, diğer yandan Haçlılar’a karşı korumuşlardır. Anadolu’ya İslam’ı yerleştirenler onlardır; İslam bayrağını Viyana kapılarına dek götürenler, yine onlardır.” 36 

Abbasi Aydınlığı

Abbasiler’den 20.yüzyıla dek bin yıl Türk yönetimi altında yaşayan Araplar, bu uzun süre içinde tarihlerinin en çatışmasız ve huzurlu dönemini geçirdi. Egemenlik altına aldığı her topluma gelişmeye dayanan yasal haklar tanıyan Türk yönetimi, Araplar’a herkesten daha çok, hatta kendi halkına bile tanımadığı ayrıcalıklar verdi. Osmanlı yönetimi, dörtyüz yıl boyunca onları dış saldırılardan korudu; Arap vilayetlerine kimseye vermediği özerklik hakları tanıdı 37 ; Arap unsurunu “incitmemek” için her şeyi yaptı.

Prof.Zeine, Türklerin egemenliği altına aldığı toplumlara ve Araplar’a karşı tutumu için şunları söyleyecektir: “Türkler İmparatorluklarındaki Türk olmayan unsurları sindirmek için hiçbir girişimde bulunmamışlardır. Araplar, bu unsurların arasında en büyük olanıydı. Öyle ki, Arap vilayetlerinde Türkler ‘yabancı’ gibi kalıyorlardı.” 38 

Osmanlı İmparatorluğu’nda Araplar, Müslüman oldukları için Hıristiyan uyrukluların verdiği haraç ve cizye vergileri ödemiyor, askere gitmiyor, angaryada çalıştırılmıyorlardı. Kavm-i necip (soyu temiz kavim) denilerek yüksek saygı görüyorlar, korunmaya layık halkların en başında yer alıyorlar ve dünyanın hiçbir devleti tarafından rahatsız edilemiyorlardı. “Kutsal yerlerin bakımı için” Mekke emirine düzenli ve yüksek para yardımı yapılıyordu.

Araplar’a o dönemde tanınan bu ayrıcalıklar, günümüzde Amerikalılar’ın Irak’ta, İsrailliler’in Filistin’de yaptıkları ile karşılaştırıldığında Türk yönetiminin niteliği daha iyi anlaşılacaktır. Arap dünyasının bugünkü parçalanmışlığı gözönüne getirilirse, bu karşılaştırma daha da önem kazanacak ve Türk yönetiminin Araplar için ne anlama geldiği daha iyi görülecektir.


 1  “Orta Asya”, Jean Paul Roux, Kabalcı Yay., 1999, sf.277
 2  a.g.e. sf.277
 3  Büyük Larousse, Gelişim Yay., 6.Cilt, sf.3669
 4  “Tarih II. Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 1997, 3.Bas., sf.146
 5  Ana Britannica, 11.Cilt, sf.232
 6  a.g.e. 1.Cilt, sf.19
 7  “Türk-Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Zeine N.Zeine, Gelenek Yay., 203, sf.126
 8  “Türkler’in Dini”, Fuat Bozkurt, Cem Yay., 1995, sf.157
 9  a.g.e. sf.157
 10  “İslam Tarihi”, Doç. Bahriye Üçok, Ankara 1983, sf. 56; ak. Fuat Bozkurt “Türklerin Dini” Cem Yay., 1995, sf.184
 11  “Tarih II. Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 1997, sf.147
 12  “Tarih II. Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 1997, sf.147
 13  “Türk Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Zeine N.Zeine, Gelenek Yay., 2003, sf.122
 14  “Tarih II. Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 1997, 3.Bas., sf.141
 15  a.g.e. sf.142
 16  a.g.e. sf.142
 17  “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi” Ebû Câfer Teberî, Milli Eğitim Yay., ak; Zekeriya Kitapçı
 18  Ana Biritannica 1.Cilt, sf.19
 19  a.g.e. 14.Cilt, sf.275
 20  “Nasıl Müslüman Olduk” Erdoğan Aydın, Başak Yay., 3.Bas. 1994, sf.71
 21  “Tarih II. Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.144
 22  “Yeni İslam Tarihi ve Türkistan” Zekeriya Kitapçı, 1.Cilt, sf. 287; ak. Erdoğan Aydın
 23  “Türklerin Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, Tekin Yay., 1995, sf. 1176
 24  “The Ghaznavides”, Boswort, sf.209; ak.D.Avcıoğlu, 3.Cilt, Tekin Yay., 1995, sf.1176
 25  İbn Dahkan'dan akt. Zekeriya Kitapçı, “Yeni İslam Tarihi ve Türkistan” 1.Cilt, sf.249; ak. Erdoğan Aydın, “Nasıl Müslüman Olduk” Başak Yay., 3.Basım, 1994, sf.84
 26  Nasıl Müslüman Olduk” Erdoğan Aydın, Başak Yay., 3.Bas.1994, sf.75
 27  “Osmanlı Tarihinin Maddesi” Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarihsel Maddecilik Yay. 1974, sf.14
 28  “Tarih II. Kemalist Eğitimin Tarih Kitabı” Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.163
 29  “Türkler’in Dini”, Fuat Bozkurt, Cem Yay., 1995, sf.189
 30  Ana Britannica, 1.Cilt, sf.13
 31  “Tarih II. Kemalist Eğitimin Tarih Kitabı” Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.149
 32  a.g.e. sf.149, 151 ve 160
 33  a.g.e. sf.157
 34  a.g.e. sf.151
 35  a.g.e. sf.156
 36  “Middle East, Post and Present” Yahya Armajani, Prentice Hall Inc. NewJarsey, 1970, sf. 157 ak; a.g.e., sf.233-234
 37  “Türk Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Z.N.Zeine, “Türk Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Gelenek Yay., 2003, sf.19
 38  “The Resources of Turkey” J. Lewis Farley, sf. 2, 3; ak. Z.N. Zeine, “Türk Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Gelenek Yay., 2003, sf.19


Metin AYDOĞAN, 2 Mayıs 2014
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Türk-Arap İlişkileri (1-3) / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt May 05, 2014 14:40

Türk-Arap İlişkileri -2

Arap ülkeleri ve yöneticileriyle ilişki kurmak, son dönemde moda oldu. Üst düzey devlet yetkilileri, Arap coğrafyasındaki hemen her olaya ilgi gösteriyor, resmi ya da özel ilişkiler kuruyor; kamuya açıklanmayan görüşmeler yapıyor. Din inancıyla sarmalanmış Arapçılık, Türkiye’de yeniden yayılıyor, yayılma ideolojik düzeyi aşarak günlük yaşamı etkileyen baskı unsuru haline geliyor. Bu olumsuz gelişmenin geçmişten gelen dayanakları vardır. Türk-Arap ilişkileri, 13 yüzyıllık uzun bir süreci kapsar ve bu süreç Türkler için acı dolu dönemler içerir. Oysa, bunlar pek bilinmez. Arapçılığın bugün yeniden yayılması nedeniyle konu günceldir ve özellikle 20.yüzyıldaki ilişkiler, ders alınması gereken özelliğe sahiptir.

Batının Arap Politikası ve Arap Ayaklanmaları

Araplar, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşten çöküşe evrildiği 19.yüzyılda, Batının kışkırtma ve desteğiyle ve kendilerini nasıl bir sonun beklediğini anlamadan, Osmanlı yönetimine karşı savaşım vermeye başladılar.

Savaşımın öncüleri, başlangıçta özgürlük ve eşitlik sözleri ediyorlardı. Ancak, Türk devletinde, Türk unsurlardan bile daha özgür oldukları için, bu tür söylemler önceleri Arap halkı içinde etkili olmadı. Girişimler 19.yüzyıl boyunca, genellikle siyasi propaganda düzeyini aşamadı.

Emperyalist çatışmanın yoğunlaştığı ve petrolün önem kazandığı 20.yüzyılla birlikte Arap ajanları ortaya çıktı ve yayıldı. Ayaklanmalar, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin içinde oluşan bir ihanet hareketine dönüştü. Ayaklanmacıların uyguladığı yöntemler, Emevi uygulamalarını aratmayacak denli vahşi, insanlık suçu oluşturacak denli şiddet içeriyordu. Batılılarla işbirliğine dayanan Arap ayaklanmaları nedeniyle, Arabistan çölleri onbinlerce Anadolu gencine mezar olacaktır.

Osmanlı yönetimine karşı ilk karşı çıkış, 19.yüzyıl başlarında Vahabiler tarafından başlatıldı; Emir Muhammed Suud, Osmanlı birliklerinin hiç ummadığı bir anda Mekke’ye saldırdı ve 1806 yılında muzaffer bir kumandan görüntüsüyle kente girdi. I.Selim’in (Yavuz) halifeliği İstanbul’a aldığı 1517’den beri Osmanlı padişahları adına okunan Mekke Hutbesi, III.Selim değil, Muhammed Suud adına okundu.

Suudlar; III.Selim’in giriştiği yenileşme çabalarına karşı çıkıyor, Osmanlı Hükümeti’nin ve Padişah’ın bizzat kendisinin, “Frenk kafirlerinin kirli amaçlarına doğru Allah’ın buyruklarına aykırı eğilim” içinde olduğunu ileri sürüyor ve “reform adına dini gevşeklik ve çürümeye” neden olduğunu söylüyordu. 1 

İngiltere ve Fransa Kışkırtıcılığı

Muhammed Suud, o güne dek hiçbir Arap ileri geleninin düşünmediği, düşünse de göze alamadığı böylesi bir girişimin cesaretini, İngiltere ve Fransa’nın bölgeye yönelik politikalarından alıyordu. Bu iki devlet, o dönemde sömürgeler için sert bir rekabete girişmiş; bu rekabete yön veren politikalar, bölgedeki siyasi dengeyi bozma amacına yönelmişti.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Hicaz bölgesindeki etkisini kırmak için; İngilizler Basra kıyılarına, Fransızlar ise Sina’ya girmeye başlamışlardı. Fransa’nın Bağdat Büyükelçisi Jean Raymond, o günlerde Paris’e gönderdiği gizli raporda şunları yazıyordu: “Fetih ruhu Araplar arasında yayılmaktadır. Geçmişteki Arap gücünün hatırası ve kavmin kendi prenslerince yönetilme ümidi, en zayıf kalplerde bile yeniden diriliyor. Vahabiler, bir Arabı tekrar hilafet makamında göreceğimiz gün yaklaşıyor; çok uzun zamandır, bir zorbanın (Osmanlı padişahının y.n.) boyunduruğu altında acı çektik diyorlar.” 2 

Muhammed Suud ayaklanması, kapsadığı alan ve halkın katılımı bakımından değil, niteliği nedeniyle önemlidir. Araplar, Osmanlı yönetimine karşı ilk kez, siyasi içerikli silahlı savaşıma girişmişler ve Mekke’yi ele geçirecek kadar başarılı olmuşlardı. Buna ek olarak, Avrupalı büyük devletler, Osmanlı İmparatorluğu içinde, dinsel kışkırtmayı siyasal amaçla ilk kez kullanıyor ve bunda da son derece başarılı oluyordu. Hıristiyan olmalarına karşın, paranın gücüne ve işbirlikçilere dayanarak Müslümanı Müslümana kırdırıyor, üstelik bunu çok ustalıklı bir biçimde yapıyorlardı.

Günümüzde de süren bu politika, son ikiyüz yıl boyunca hem Türkler’in hem Araplar’ın bağımsızlıktan yana tüm yenileşme girişimlerinin karşısına çıkarılmıştır. İngilizler, Fransızlar ya da Almanların (şimdi Amerikalıların da) Doğu politikaları tümüyle, dinin politik araç olarak kullanılması üzerine kuruludur. Suud ayaklanması ve halifelik sorunu, bunun dolaylı örneklerinden biridir.

1806’da, yeniden elde etmek için uğrunda ayaklanılan halifelik, yüzyıl sonra 1922’de Türkiye’den çıkarıldığında; hemen tümü Batılılarca kurulmuş olan hiçbir Arap devleti tarafından sahiplenilmemiş ve ortada kalmıştı. Dinin siyasi amaçlı kullanımı bugün, artık büyük yatırım yapılan bir “sanayi” ve değer verilen bir siyasi uzmanlık alanı olmuştur. Büyük devletlerin tümünün, Müslüman ülkelere karşı uyguladığı politikaların temeli, bu politika üzerine oturtulmuştur. 1806 ayaklanması, Türk-Arap ilişkilerinde bu sürecin başladığı tarihtir; tarihsel önemi buradan gelir.

1810 ve 1817’de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa tarafından iki kez yenilgiye uğratılıp Medine’den çıkarılan Vahabi’ler, Türk yönetimine olan karşıtlıklarını değişik yoğunluklarla sürdürdüler. Osmanlılar’dan sonra Mekke Emiri olan, bir başka Arap Şerif Hüseyin’i, 1924 yılında yenilgiye uğratıp Mekke’yi ele geçirdiler. Yüzyıllık bu süre içinde Türk karşıtlığında yalnız kalmadılar; 1806 yılında III.Selim’i, kafirlerle işbirliği yapıyor diye eleştiren Vahabi Suudlar, 1924’den bugüne dek önce İngilizlerle, daha sonra Amerikalılarla işbirliği içinde oldular.

Batı Destekli Türk Karşıtlığı

Türk karşıtlığı, Arap Yarımadası’yla sınırlı kalmadı. Özellikle 19.yüzyılın ikinci yarısından sonra, o dönemde birer Osmanlı eyaleti olan Mısır, Suriye ya da Irak’ta birçok Arap örgütü ortaya çıktı. Kendilerine Arap milliyetçisi diyen ancak büyük çoğunlukla Batılı devletlerle ilişkili olan insanlar; dernek, parti, vakıf ya da tarikatlar içinde örgütleniyor ve buralarda Türk yönetimine karşı siyasi savaşım yürütüyorlardı. Osmanlı Devleti’ne karşı çıkmak, son derece kârlı bir iş ve geçerli bir meslek olmuştu.

Hemen her örgüt, hem İngiliz ve Fransızlar’dan, hem de “Arap muhalefetini kazanmaya çalışan” padişahtan para alıyor ancak hemen tümü, Osmanlı Devleti’ne karşı savaşım veriyorlardı. İşin ilginç yanı, İngiliz ya da Fransızlar ödedikleri paranın karşılığını alırken; Osmanlı Devleti, kendini yıkmaya çalışan düşmanına yardım eder konuma düşüyordu. Para, pahalı armağanlar, aşırı cömert ağırlamalar, yüksek görevlere atanmak, Boğaz’da değerli yalılar edinmek, 3  sonucu pek değiştirmiyordu.

Suriye’de, “Türkler’in kötü yönetimine karşı”, belgesi saptanabilen ilk karşı çıkış, 1858 tarihlidir. İngiltere’nin Halep Konsolosu J.H.Skene tarafından, İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliğine gönderilen bir belgede; Arapların yürüttüğü yönetim karşıtlığına, “1826’da kapatılan ve sayıları 25 bini bulan yeniçeri kalıntılarının da” katıldığı ileri sürülmekte ve şunlar söylenmektedir: “Kuzey Suriye limanlarındaki Müslüman nüfus içinde, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmayı ve Mekke Şerifleri’nin hükümdarlığında yeni bir Arap devletinin kurulmasını ümit eden düşünceler ortaya çıkmaktadır. Arapların duyduğu nefret, genellikle yozlaşmış Müslümanlar olarak gördükleri Türk askerlerine ve memurlarına yönelmiştir.” 4 

“Arap Milli Komitesi”

19.yüzyılın sonlarına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu, Batı Trakya dışındaki (onu da 1912’de yitirecektir) tüm Avrupa topraklarını yitirmiş; Kıbrıs, Girit, Sisam, Ege Adaları, Tunus, Cezayir, Mısır ve Aden üzerindeki egemenlik haklarını başkalarına bırakmıştı.

Bu gelişmeler, Batının desteğini alan Ermenileri, kimi Kürt aşiretlerini ve özellikle Arap ayrılıkçılarını yüreklendirmiş, onları daha atak bir savaşım içine sokmuştu. Arap Milli Komitesi adlı örgüt, yayımladığı bildirilerde, sürekli ve yoğun bir Türk düşmanlığı işliyor, Osmanlı Devleti yönetimindeki başka milliyetlere bu yönde çağrılar yapıyordu.

Bu bildirilerden birinde şunlar söyleniyordu: “Araplar olarak biz, bir kez Türkler’den kurtulacak olursak, baskı altında tuttukları diğer milletler de, yani Ermeniler, Kürtler ve Arnavutlar da bağımsızlıklarına kavuşacaklardır. Çünkü Türkler; Arnavutlara egemen olmak için Araplar’ı, Bulgarlar’ı ezmek için Arnavutlar’ı, Kürtler’e baskı yapmak için Arapları ve Ermeniler’i ezmek için de Kürtler’i kullanmışlardır.” 5 

Parçalama ve Sınır Yenileme

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Arapların yaşadığı Osmanlı toprakları, gizli-açık haber alma örgütlerinin cirit attığı, tam bir cadı kazanıdır. Ortadoğu ve Anadolu’yla ilgilenmeyen ve bölgede etkin siyaset yürütmeyen büyük devlet kalmamış gibidir. Herkes, bölgedeki Türk egemenliğine karşı kitlesel bir taban oluşturabilmek için; Arapların, Kürtlerin, Rum ve Ermenilerin peşindedir. Diplomatlar, yerli-yabancı gizmenler (ajanlar) ve misyonerler yoğun bir çalışma içindedir.

Amaç, Türkler’in Anadolu’nun ortasına sıkıştırılarak sınırların yeniden çizilmesi ve bu geniş alanın paylaşılmasıdır. Bu amaç için, maddi-manevi her yol kullanılarak; Araplar başta olmak üzere tüm milliyetlerle, Türk karşıtı ortak ve birleşik bir cephe oluşturulacaktır. Müslüman ve Hıristiyan Araplar’ın ortak paydası Arapçılık (urûbe) duyguları işlenerek oluşturulacak bu cephe, silah dahil her yöntemi kullanacaktır. Gerçekten de dinsel inançlar, etnik duygular, akçeli ilişkiler, hatta masonluk işin içine girecek; Müslüman ya da Hıristiyan Araplar’ın “seçkin genç temsilcileri” Beyrut, Şam ya da Kahire Mason Localarına alınacaktır. 6 

İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, Şubat 1915’de Fransa Büyükelçisi M.Cambon’a şunları söyler: “Osmanlı egemenliği, İstanbul ve boğazlarda ortadan kalkınca, bir başka yerde, İslami kurallara dayanan, bağımsız bir Müslüman siyasi birimin oluşturulması gerektiğini eskiden beri söylüyorum. Bu birimin merkezi doğal olarak, Müslümanların kutsal mekanları olacak ve tüm Arabistan’ı içerecektir. Buraya Mezopotamya’nın (Irak y.n) ya da başka bir yerin dahil edilip edilmeyeceğine karar vermeliyiz.” 7 

Petrol ve Suveyş

İngiltere, Mezopotamya’nın nereye ve nasıl katılacağına çabuk karar verdi. İngiliz Hükümeti, Hindistan Dairesi Askeri Sekreteri Sir Edmund Barron’un hazırladığı raporu ve bu raporda yapılan önerileri değiştirmeden kabul etti. Petrolce zengin Mezopotamya ile Süveyş Kanalı için önemli olan Mısır’ı kendisine ayırarak Arap Yarımadası’nda, Suud egemenliğinde yeni bir dini merkez oluşturmaya yöneldi.

Bu işler için, alt yapısını yıllarca önce kurmuş olduğu Arap İşbirlikçiliğini yoğun biçimde kullandı. Sir Edmund Barron, 26 Eylül 1914 tarihli raporunda bu kullanımın yöntemleri için şunları öneriyordu: “Şu anda girişeceğimiz beklenmedik bir darbenin, çok şaşırtıcı sonuçları olacaktır. Bu darbe, Türk entrikalarını alt edecek ve gücümüzü gösterecektir. Araplar’ı bizi destekleme konusunda teşvik edecek, Muhammara ve Kuveyt şeyhlerini (Türk karşıtı y.n.) ittifaklarında güçlendirecektir. Mısır’ı güvenlik altına alacak ve Arap desteğinden yoksun kalan Türkler’in askeri başarısı imkansız hale gelecektir. Abadan’daki petrol tesisleri, etkili biçimde korunacaktır.” 8 

Fransa ve Almanya Talandan Pay İstiyor

İngiliz gizli belgelerinde işlenen konular, hemen aynısıyla ve kendi çıkarlarına uygun olarak Fransız ve Alman belgelerinde de işlendi. Bugün olduğu gibi, o dönemde de tüm büyük devletler, bu toprakları paylaşma ya da kullanmanın peşindedir. Fransızlar, Arap desteğiyle Lübnan ve Suriye’yi; Almanlar, ittihatçı desteğiyle tüm Ortadoğu’yu elegeçirmeye çalışmaktadır. Her ikisinin de üzerinde durduğu ortak konu, Araplar’la kurulacak ilişkinin niteliğidir. Fransa Başbakanı Reymond Poincaré, 1912’de Senato’da şunları söyler: “Lübnan ve Suriye’de, (herkesçe y.n.) saygı duyulduğunu görmemiz gereken özel ve uzun vadeli çıkarlarımız vardır. İngiliz Hükümeti, en dostane davranışla, bu bölgeler için herhangi bir siyasi emelinin olmadığını bildirmiştir.” 9 

1913 tarihli belgeler; Almanya’nın Osmanlı topraklarının tümünün peşinde olduğunu, bunu gerçekleştirmek için “savaşın kazanılmasının” beklendiğini ortaya koyar. O dönemde dile getirilen görüşler içinde, Almanya’nın Londra Büyükelçisi G.Goschen’in, İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey’e söyledikleri, Araplar’ın davranışını ortaya koyması bakımından ilginçtir. Bu sözler, kimi Arap örgüt yöneticilerinin para ve altın için nasıl her şeye açık olduğunu gösterir. Bu örgütler; İngiliz, Fransız ve Osmanlılardan sonra Almanlar’dan da, siyasi destek karşılığı para istemektedir. Sir Grey, henüz savaş çıkmamışken, 27 Haziran 1913 tarihli belgede, önce Türkiye hakkında görüşler ileri sürer, daha sonra Almanya’nın Londra Büyükelçisinin kendisine söylediği sözleri aktarır: “... Diğer bir tutumumuz, Asyalı Türkiye’nin topraklarını çıkar alanlarına bölmektir. Bu bölünme Türk İmparatorluğu’nun tümüyle ortadan kalkmasına yol açacaktır... Alman Büyükelçi bana ‘Araplar epeyce huzursuz görünüyorlar. Necid’li bir Arap lider, bize Türk egemenliğinin bozulduğu varsayımıyla bazı tekliflerde bulundu bile. Biz onun tekliflerini değerlendirmeyi reddettik’ dedi.” 10 

İngilizler, elli yıllık Arap politikasının meyvelerini Birinci Dünya Savaşında topladılar ve Araplar’ı Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yoğun bir biçimde kullandılar. Araplara yönelen ve oldukça uzun süren çalışmalar, İngilizleri, Ortadoğu’da etkili bir güç haline getirmişti; savaş çıktığında, geniş bir Türk karşıtı cephe hazırdı.

İngiltere Kazanıyor

30 Ekim 1914’te Greenwich saatiyle 17:05’te, Londra’dan, İngiliz donanmasının tüm birimlerine şu telgraf çekildi: “Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan tüm gemilere: Türkiye’ye karşı derhal çarpışmalara başlayın. Haberi aldığınızı bildirin.” 11  On üç sözcüklük bu telgraf, Osmanlı İmparatorluğu’nun eylemsel olarak dağıtılmasının ve Ortadoğu’da bugünkü Arap devletlerinin ortaya çıkışının başlangıcı oldu. İngiliz basını, önceden kurgulanmış bir oyunu tamamlayan yayınlar yaptı. 3 Kasım 1914’de The Times; “Türkiye müttefik güçlere karşı ahlaksız bir savaşa girerek İslam’ın çıkarlarına ihanet etmiş, bu davranışıyla kendi ölüm fermanını imzalamıştır” derken, Daily Mail 23 Kasım’da; “Avrupa’ya kılıçla gelen Osmanlı, şimdi kılıçla yok oluyor; bundan hiç kuşkumuz yok.” 12 


 1  “The Resources of Turkey” J. Lewis Farley, sf.2, 3; ak. Z.N. Zeine, “Türk Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Gelenek Yay., 2003, sf.42
 2  “Memoire sur l’origine des Wahabys, sur la naissance et sur l’influence dont ils jouissent comme nation (1806)” Kahire 1925, sf. 34; ak. a.g.e. sf.43
 3  Büyük Britanya, Dış İlişkiler Dairesi, “British Documents on the Origins of war, 5:7–20” ak. a.g.e. sf.54
 4  Büyük Britanya, Dış İlişkiler Dairesi, 78/1389, 1858, No:20 ve 1858 no:33; ak. a.g.e. sf.65
 5  “Tamu Yelleri” Esat K. Ertur, Türk Tarih Kurumu Basımevi 1994, sf.64
 6  “Freemasonry in the Holy Land” Robert Morris, (New York 1873), sf.470; ak. a.g.e. sf.59
 7  “Twenty-Five Years” Sir Edward Grey, (New York 1925) 2:236; ak. a.g.e. sf.103-104
 8  “Report of the Commission Appointed by Act of Parliament to Enquire into the Operation of war in Mesopotamia” (Londra, H.M.S.Q., 1917), sf. 12; ak. a.g.e. sf.104
 9  “The Memoirs of Raymond Poincare” Sir George Arthur (Londra 1926) I. 336, 338; ak. a.g.e. sf.101
 10  “British Documents on the Origins Of the War” 10.Cilt, Bölüm I., sf.456-466; ak. a.g.e. sf.102
 11  “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı Arap Örgütleri” Arba Yay., 2.Basım 1993, sf.103
 12  a.g.e. sf.103

Metin AYDOĞAN, 4 Mayıs 2014
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Türk-Arap İlişkileri (1-3) / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Çrş May 07, 2014 11:14

Türk-Arap İlişkileri -3

Arap ülkeleri ve yöneticileriyle ilişki kurmak, son dönemde moda oldu. Üst düzey devlet yetkilileri, Arap coğrafyasındaki hemen her olaya ilgi gösteriyor, resmi ya da özel ilişkiler kuruyor; kamuya açıklanmayan görüşmeler yapıyor. Din inancıyla sarmalanmış Arapçılık, Türkiye’de yeniden yayılıyor, yayılma ideolojik düzeyi aşarak günlük yaşamı etkileyen baskı unsuru haline geliyor. Bu olumsuz gelişmenin geçmişten gelen dayanakları vardır. Türk-Arap ilişkileri, 13 yüzyıllık uzun bir süreci kapsar ve bu süreç Türkler için acı dolu dönemler içerir. Oysa, bunlar pek bilinmez. Arapçılığın bugün yeniden yayılması nedeniyle konu günceldir ve özellikle 20.yüzyıldaki ilişkiler, ders alınması gereken özelliğe sahiptir.

Birinci Dünya Savaşı’nda Araplar

Türk Ordusu, 1914’de başlayan Birinci Dünya Savaşı’nda, Çanakkale’den Hicaz’a (Arabistan’ın Batısı), Kafkasya’dan Basra’ya dek geniş bir coğrafyada çok ağır bir savaşa girdi. Yetersiz bütçe ve donanımla girilen ve yükünü, Anadolu’daki 12 milyonluk Türk nüfusun yüklendiği bu savaşta, dünyanın en büyük askeri güçleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya’yla savaşıldı. Teknolojiden çok; insan gücüne, inanca, direnme gücüne ve savaşkanlığa dayanılarak sürdürülen bu büyük savaşta, kimsenin ummadığı bir direnç gösterildi, genel bir yenilgiye uğranılmadı. Tam tersi, Çanakkale’de İngilizler ve bağlaşıkları yenildi, Bağdat’ı almaya kalkan İngiliz Ordusu Kutü’l-Amare’de teslim alındı.

Ermeni ve Arap İhaneti

1.Dünya Savaşı’nın dört yıllık ağır ve kanlı savaş süresince Türk Ordusu, emperyalist kışkırtmaya dayalı iki ihanet hareketiyle arkadan vuruldu; Ermeni ve Arap örgütleri, düşmanla anlaşarak Türkler’e karşı silahlı savaşım yürüttüler ve önemli düzeyde can ve mal yitiklerine neden oldular. Yüzlerce yıl Türk yönetimi altında özel ayrıcalıklarla yaşayan insanların, özellikle de aynı dine sahip Araplar’ın girişimleri, tarihsel olduğu kadar insan ilişkileri açısından da kabul edilemez nitelikteydi.

Arap örgütlerinin çalışmaları; Arapçılığı işleyen ideolojik propaganda, İngiliz ve Fransızlara hizmet eden haber edinme (istihbarat), Türk Ordusu içinde dinsel kışkırtma ve doğrudan çatışmaya katılmaya dayanıyordu. Oldukça iyi örgütlenmişlerdi ve donanımlıydılar. Örgütlenme ve donanımı sağlayan, geliştiren ve destekleyen İngiliz ve Fransızlardı. Bu gerçeği ortaya koyan ve artık yayınlanmış olan çok sayıda bilgi ve belge bulunmaktadır. Belli merkezlerde hazırlanan ve İngiliz desteğiyle dağıtılan bildirilerde, “İngiltere ve müttefiklerinin savaşa, Araplara karşı değil, onları Türk despotların baskısından kurtarmak için girdiği” yazılıyor ve Arap halkı “müttefik güçleri desteklemeye çağrılıyordu.” 1 

Cemiyet es-Suriye el Arabiye adlı örgüt, Mısır’lı Aziz Ali tarafından kurulmuştu. Aziz Ali orduyu isyana teşvik suçlamasıyla tutuklanıp İstanbul’da yargılanan ve idama mahkum edilen ancak İngilizler’in istemi üzerine; Enver Paşa’nın önerisi, Padişah V.Mehmet’in kararıyla serbest bırakılan İngiliz yanlısı bir Mısırlı’ydı. 2  Bu örgüt, Birinci Dünya Savaşı’ndan yalnızca 1,5 ay önce, 11 Haziran 1914’de yayımladığı bildiride şunları söylüyordu: “Türk düşmanlığının anlamını şimdi daha iyi anlamaya başlıyoruz. Bunu geçmişte anlamış olan bir Arap şairi ‘ağaran saçlarımda, Türk düşmanlığı ile Ebu Cesel kini yer tuttu’ demişti. Evet, Türk devletinin bize olan düşmanlığı, ‘Ebu Cesel’ hayvanının yavrusuna beslediği düşmanlık gibidir. ‘Ebu Cesel yavrularını nasıl yerse Türk Devleti de çocuklarını öyle yer... Ey! Damarlarında yurdunu seven gençlik kanı akanlar, biz her ilde birbiri ardınca üç Türk valisi öldürsek, ülkemize atanacak valiler, artık her zaman isteklerimizi yerine getirecektir... Ey ahali, güçlü çeteler oluşturunuz, zalim Türk Devleti’nin adamlarından, ülkemizde kimi bulursanız öldürünüz.” 3 

Arap İhtilali Cemiyeti adlı bir başka örgüt, savaş sürerken 1916’da dağıttığı bildirilerle, Arap halkını Türk Ordusuna karşı ayaklanmaya çağırıyor ve Ermeniler’in yaptığı kırımları savunarak, onların yaptıklarının örnek alınmasını istiyordu. Bildiri şöyleydi; “Ey kahtan (ezilen y. n.) çocukları! Uykuda mısınız ve ne vakte kadar uyuyacaksınız, çevrenizdeki ümmetlerin (milletlerin y.n.) sesleri kulakları sağır ederken, siz derin uykunuza nasıl devam ediyorsunuz? Kendi ülkenizde, insafsız zalimlere (Türkler’e y.n.) köle oldunuz. Arap öldürmeyi ve Arap’ın malını gasp etmeyi din kabul edenlerin elinde oyuncak olduğunuzu hâlâ anlamıyorsunuz. Siz onların gözünde ‘yünü alınır sütü içilir, eti yenir’ bir sürüsünüz, ülkenizi babalarından kalan miras gibi görürler. Size göre sayıları çok az olduğu halde, Ermeniler bağımsız bir yönetime kavuştular, artık özgürler... Bilmiyor musunuz ki, ceset kana boyanmadıkça şeref ezadan kurtulmaz. Bu sözün doğruluğunu, Türkler’in, artık önlerinde saygıyla eğildikleri Ermeniler’de görürsünüz... Ey Araplar kalkınız, kılıçlarınızı kınından çıkarınız. Kendinize, ırkınıza, dilinize düşmanlık gösterenleri, sizi aşağılayanları ülkenizden temizleyiniz. Ey Müslüman Araplar, eğer bu zalim hükümeti (Osmanlı Hükümeti y.n.) İslam hükümeti zannediyorsanız çok aldanıyorsunuz. Tarihteki şerefinizi yeniden kazanmak için, Arap hukukunun silinmesine neden olan kurnaz tilkilerin (Türkler’in y.n.) merkezi yönetiminden kurtulmak ve merkez dışı Arap devletleri kurmak gerekir.” 4 

Orduyu Arkadan Hançerlemek

Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Ordusunun karşılaştığı ihanet, “sinir bozucu” bir acıyı içerir. Bir yandan ileri teknoloji ile donatılmış İngiliz Ordusuyla savaşılırken, öte yandan bu orduyla bağlantılı Arap çetelerinin saldırılarıyla uğraşıldı. Olanaksızlıklar ve karşılaşılan vahşet, her türlü öngörünün üzerindeydi; yüzyıllarca birlikte yaşayan insanlar, açıklanması zor bir acımasızlıkla Türk Ordusunun “din kardeşi” subay ve erlerine saldırıyor ve ele geçirdiklerinin tümünü öldürüyorlardı. Şevket Süreyya Aydemir’in tanımıyla; “Arap çölleri Anadolu gençliğinin mezarı” haline gelmişti. 5 

1916 yılında Suriye, Sina-Filistin ve Hicaz’da görev yapan Osmanlı Seyyar Ordusu’nun (Kuvva-i Seferiye ), 700 bin askeri ve 368 bin tüfeği vardı. Yoğun çarpışmaların olduğu Suriye (173 bin kişi ) ve Filistin-Sina (100 bin kişi) cephelerinden ayrı olarak 35 bin kişi 2000 kilometrelik Mekke demir yolunu korumak için ayrılmış, Medine’yi koruyan 8 bin askerlik gücün “savunmayı kendi olanaklarıyla yapmasına” karar verilmişti. 1917’de demir yolunu savunan birliklerin büyük bölümü ile Medine savunmasına katılan Türk askerlerinin tümü yok olmuştu. Cemal Paşa, kendi karargahının koruması dahil olmak üzere, güçleri bir araya toplamaya çalıştığında, tüm Lübnan’da elinde yalnızca bir piyade taburu kalmıştı, o da 800 kişiydi. 6 

Çölde Akan Türk Kanı

Kızıldeniz kenarındaki Elvecih’i, Arap ayaklanmacılarının silah ve parayla beslendiği bir üs yapan İngilizler; Lawrence adlı ajanlarının örgütlediği çeteleri, demiryolu boyunca dağılmış olan Türk birliklerine saldırttılar. Demiryolunun tahrip edilmesi ya da kum fırtınalarıyla örtülmesi nedeniyle ulaşım sürekli kesiliyor, çok geniş bir alana yayılmış olan Türk birlikleri yardım alamadığı için; açlık, hastalık ya da çatışmalar içinde yok olup gidiyordu. Medine’yi savunan Türk birliği hiçbir yardım almadan, bu kutsal kenti tam iki yıl savunmuş, burada insanlık için eşine az rastlanır bir acıklıdurum (dram) yaşanmıştır. Tek ulaşım aracı olan develer kesilip yenmiş, o da tükenince çöl çekirgeleriyle beslenilmeye çalışılmıştı. 7 

Savaştan sonra, Medine-Medayin Salih arasındaki demiryolunda görev yapan J.E.Dayton adlı bir İngiliz mühendisi, anılarında şunları yazacaktır: “Sıcaklık gün ortasında 65 dereceyi buluyor ve ortalıkta büyük akrep ve örümcekler dolaşıyor... Yol boyunca Türk müstahkem mevkileri vardı. Çoğunda çok sayıda mezar ve açıkta kalmış iskeletler bulunuyordu. Bunlar, öyle anlaşılıyor ki ikmal yüklü Şam treninin bu karakollara ulaşamaması nedeniyle açlıktan ölmüşlerdi.” 8 

Fahri Paşa ve Mekke Direnişi

Mekke Şerifi Hüseyin, 10 Haziran 1916’da ayaklandı ve İngiliz desteğiyle Mekke’nin bağımsızlığını ilan etti; Lawrence’in yol göstericiliğinde Hicaz ve Güney Suriye’deki Osmanlı birliklerine baskınlar düzenledi. Mekke’yi ele geçirdiğinde, hastanedeki yaralı ve hastalara dek tüm Türk askerlerini öldürttü. Medine’de Fahri Paşa komutasındaki küçük kuvvet, direnişini Peygamber’in kabrini korumak için, savaşı bitiren silah bırakışmasından sonra da sürdürdü. Bu direniş, yalnızca Birinci Dünya Savaşı’nın değil, belki de tüm zamanların en acılı savunmasıydı. Fahri Paşa karşılaştığı vahşet ve ihanetten o denli etkilenir ki, bir gün subaylarını yanına alır ve Hz.Muhammet’in kabrine gider. Türk bayrağına sarınır, namazını kılar, dualarını okur ve sonra şöyle haykırır: “Kalk, kalk yâ Muhammet!.. Allah’ın Resulü kalk ve sana inanan, senin için burada savaşanlara görün! Allah’ın yardımını onlara ulaştır..” 9 

Fahri Paşa’yı bu denli etkileyen olayları yaratan Mekke Şerifi Hüseyin, Peygamber sülalesinden geldiğine inanılan bir soya sahipti. Bunlar Osmanlı Devleti’ne vergi vermez, askere gitmezlerdi. İstanbul, her yıl bunlara önemli miktarda altın gönderir; bu altınlar, değerli padişah armağanlarıyla birlikte, en şerefli görev sayılarak Surra Alayı tarafından, gösterişli törenlerle Şerifle’e ulaştırılırdı. Şerifler, aldıklarının karşılığı olarak, Surra emini aracılığıyla padişaha “hayır dualarını” gönderirlerdi. Şerif ailesinden birçok kişi, İstanbul’da Ayan üyesi olarak ancak Ayan’a uğramadan aylıklarını alırlardı. Hepsinin Boğaziçi’nde muhteşem yalıları, köşkleri vardı. İngilizler’le anlaşıp Türkler’e bu denli ölçüsüz şiddet uygulayan Şerif Hüseyin’in, Osmanlı katında böyle bir ayrıcalığı vardı. 10 

Altın Savaşları

Arabistan’a altın gönderme işi, tüm yoksunluğa karşın savaş sırasında da aksamadan sürdürüldü. “Enver Paşa ile Cemal Paşa arasında en sıkıntılı yazışmalar” altın yetiştirme üzerine oluyordu. 11  Almanya’dan alınan altınlar Şerif’e aktarılıyor, Almanlar da bu altınları Osmanlı Devletine borç yazıyordu. Üstelik Şerif Hüseyin İngilizler’den de altın alıyordu. Açıklanan İngiliz belgeleri, “Arap ayaklanmasında” ne kadar altın kullanıldığını açıklamaktadır. Bu tür işlerle görevli Sir Ronald Storrs, “Arap ayaklanmasının İngiliz vergi mükelleflerine maliyetinin toplam 11 milyon sterlin” olduğunu belirterek şunları söyler: “Benim verdiğim ilk miktardan ayrı olarak, Şerif Hüseyin 8 Ağustos’tan sonra, her ay 125 bin sterlin aldı. Bunun toplamı 1 milyon sterlinden biraz daha azdı. Geriye kalan 10 milyonluk miktar, askeri harekatlar ve İngiltere’den getirilen malzemelerin sonucudur.” 12 

Şerif Hüseyin’in, Türkler ve İngilizler’den ayrı olarak Fransızlar’dan da altın aldığı, Fransız belgelerinde görülmektedir. Yarbay Edouard Bremond, yanına Cezayir, Tunus, Fransız Batı Afrikası’ndan getirttiği “seçkin bir Müslüman heyeti” alarak 20 Eylül 1916’da Cidde’ye gitmiş ve burada Şerif Hüseyin’e, 1 milyon 250 bin altın frank vermişti. Bunu, kısa bir süre sonra küçük bir Fransız askeri gücünün; makinalı silahlar, sahra topları ve tüfekler getirmesi izledi. 13 

Türkler’in dağıttığı altın miktarı konusunda, Enver Paşa’nın 10 Ekim 1916’da tuttuğu şu kayıt bir fikir vermektedir: “Halil Paşa, Güney’deki aşiretler için 50 bin altın istiyor, 2. ve 6. Ordu’nun ihtiyacı için bana ayda 200 bin altın gerekiyor. Ancak, maliyeye verilmekte olan 250 bin altından Maliye Nazırı bana bir şey vermiyor. Çünkü o da, gerek Mekke Şerifi’nin, gerek diğer emirler ile elde tutulması kesinlikle şart olan diğer Arap şeyhleri için altın para ödemeye mecburdur. Rica ederim, Hindenburg Cenaplarına yazınız. Savaşın sürdürülmesine bizce çok etkisi olacak bir miktar altın parayı mutlaka temin buyursunlar.” 14 

Altın: Arap’a Var Orduya Yok

Arabistan’a bu denli yoğun altın akışı varken, Kafkasya Cephesini tutan 3.Ordu’ya bütün savaş boyunca bir tek altın lira bile gönderilmemiş 15 , koskoca ordu açlık ve donanımsızlık nedeniyle onbinlerce ölü vermişti. 16  1917 yılında Mekke Şerifi’ne altın ve armağan götüren kurulun başkanı (surra emini) olan Yüksek Yargıç Hüseyin Kamil Ertur, anılarında şunları yazacaktır: “Osmanlı Devleti her yıl Araplar’a binlerce altın gönderiyordu. Hazinesi tamtakır olduğu, kendi askerine savaş alanlarında bir lokma yiyecek veremediği, düşmana atacak kurşun sağlayamadığı ve çıplak ayaklarına giydirecek bir çift çarık bulamadığı günlerde bile, Galata bankerlerinden borç alarak Araplar’a altın gönderiliyordu. Din kardeşliği ya da Hilafet kurumuyla kendimize bağlı tutamadığımız Araplar’ı, altın ve parayla besleyerek kazanmaya çalışıyorduk. Ne var ki, Arap’ın gözü doymuyordu; bizim verebildiğimizden daha çoğunu ‘Müslüman düşmanı’ İngilizler verebiliyordu. Hem bizden hem onlardan para almanın daha kârlı olduğunu görüyor ve ona göre davranıyordu.” 17 

Mekke Emiri Şerif Hüseyin’e sürekli altın gönderilirken, surra emini olarak Arabistan’a altın götüren Hüseyin Kamil’in de belirttiği gibi, Türk askeri çoğu çöl olan cephelerde sıradışı yoksunluklar, açlık, donanımsızlık ve ağır bir Arap ihaneti altında savaşıyordu. Doğan Koloğlu’nun aktarımına göre bir Türk subayı cephe koşullarını şöyle anlatıyordu: “Erlerin giysileri, yamanamayacak durumda, yırtık pırtık paçavralar haline gelmiştir Ayağa giyilen çizme, potin ve yemeniler parça parçadır ve askerin tümünde bunlar da yoktur. Çıplak ayaklara mahmuz (çizme ve potinin arkasına takılan ve atları dürtüp hızlandıran demir parça y.n.) takıyoruz... Geçen gün Araplar tarafından soyularak tümüyle çıplak hale getirilen altı subayla dörtyüz kadar er geldi. Tümen, bunların hiç olmazsa avret yerlerinin (insanın görülmesi ayıp olan yerleri y.n.) örtülmesi için çaba harcadı... Elimizdeki bitkin erat ve atla herhalde mağlup olacağız, sonuçta hepimiz, Araplar tarafından çırılçıplak soyulup rezil olacağız...” 18 

Para Gücü: Yöntem Değişmiyor

Birinci Dünya Savaşı’nda özellikle Araplar üzerinde uygulanan, para ve işbirlikçiliğe dayalı siyaset; araçları değişen, içeriği aynı kalan yeni yöntemlerle, günümüzde de geçerlidir. Bugün, dünyanın birçok ülkesinde mali, siyasi ya da askeri güçle işbirlikçiler yaratılmakta ve bunlar aracılığıyla ülkeler yönetilmektedir. Halkı temsil etmeyen ayrılıkçı örgütler, dinsel görünümlü siyasi topluluklar, işveren örgütleri ya da iletişim olanaklarıyla yaratılan karmaşık ortam; küresel güçlerin azgelişmiş ülkeleri denetim altında tutmasını sağlayan, yaşam alanlarıdır. Bugün dünyanın her yerini sarmış olan uluslararası ilişkiler ağının temelleri, sömürgeciliğe dek gider. Ancak, bu konudaki gerçek birikim, 20.yüzyılda Osmanlı topraklarında geliştirilmiştir. İşbirlikçiliğin emperyalist devletler açısından değeri, tüm boyutlarıyla bu dönemde görülmüş ve yarı-sömürgecilik, yarı-bağımlılık ya da küresel entegrasyon adı verilen egemenlik biçimi, bu dönemin derslerine dayanılarak geliştirilmiştir.

Halklar Barışçıdır

Ayrılıkçı Arap örgütlerinin, Türkler’e yönelttiği düşman davranışı ve gerçekleştirdiği ihanet saldırısı, Arap halkının sorumluluğunun olmadığı bir azınlık hareketidir; emperyalizmin kışkırttığı bir eylemdir. Tüm halklar gibi Arap halkı da, her zaman dostluğa dayalı barışa eğilimli olmuştur. Köklü bir tarihe sahiptir. Aynı dini paylaştığı ve bin yıl birlikte yaşadığı Türk halkıyla ve Türk yönetimiyle bir sorunu olmamıştır. Arap halkı, Atatürk’ün emperyalizme karşı savaşımını coşkuyla karşılamış ve örnek almıştır. Cezayir, Tunus, Mısır bu yoldan giderek, büyük başarılar sağlamıştır. 20.yüzyıl başında emperyalist kışkırtma ile gerçekleştirilen insanlık dışı saldırıların yıkıcı sonuçları, Türkler’e olduğu kadar Arap halkına da acı çektirmiştir. Türkler, Cumhuriyet’le kendilerini kurtarıp yaralarını sarmayı başardı ancak Araplar bu acıyı, Irak’ta, Filistin’de hâlâ çekiyor.


 1  “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı Arap Örgütleri” Arba Yay., 2.Basım 1993, sf.132
 2  a.g.e. sf.32–33
 3  a.g.e. sf.35–36
 4  a.g.e. sf.37–39
 5  “Enver Paşa” Şevket Süreyya Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 1978, sf.264
 6  a.g.e. sf.268 ve 272
 7  “Bedevi Lawrens, Arap Türk” Orhan Koloğlu, Arba Yay., İst. 1993, sf.75
 8  a.g.e. sf.221
 9  “Enver Paşa” Şevket Süreyya Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 1978, sf.271
 10  a.g.e. sf.263
 11  a.g.e. sf.264
 12  “Orientations” Sir Ronald Storrs, sf.153, No.2; ak. Z.N.Zeine “Türk-Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Gelenek Yay., 2003, sf.114
 13  “Le Hedjaz dans la guerre mondiale” Eduard Bremond (Paris 1931) sf.48-53, 64-67, 348-49; ak. a.g.e. sf.114
 14  “Enver Paşa” Şevket Süreyya Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit. 1978, sf.288
 15  a.g.e. sf.288
 16  “Bir Yedek Subayın Anıları” Faik Tonguç, T.İş.Ban. Yay., 2.Bas. 2001, sf.127
 17  “Tamu Yelleri” Esat K.Ertürk, TTK Basımevi 1994, sf.117-118
 18  “Bedevi, Lawrens, Arap, Türk” Orhan Koloğlu, Arba Yay., 1993, sf.126–127


Metin AYDOĞAN, 6 Mayıs 2014
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!


Şu dizine dön: Metin AYDOĞAN

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 5 konuk

x