ZAMAN Geldi: Sevr'i Yeniden Tartışmaya Açalım!

ZAMAN Geldi: Sevr'i Yeniden Tartışmaya Açalım!

İletigönderen Deli Haydar » Pzt Tem 19, 2010 14:28

ZAMAN Geldi: Sevr'i Yeniden Tartışmaya Açalım!
Odatv / 19 Temmuz 2010


Cemaatin yayın organı Zaman Gazetesi yazarı Mustafa Armağan dün "Sevr'i tartışmaya açma zamanı geldi mi?" başlıklı bir yazı yazdı. Armağan yazısında herkesi kızdıracak ifadeler kullandı.

Atatürk'ü Samsun'a çıkaran Bandırma Gemisi'ne "hain" diyen Armağan, Sevr'i de bir "barış projesi" olarak tanımladı. Armağan Sevr'i Türkiye'nin değil İngilizler'in yırttığını söylerken, Sevr'i imzalayan Vahdettin'i Türkiye'ye zaman kazandırdığı için övdü.

Mustafa Armağan Lozan ile Sevr arasında büyük bir farkın olmadığını iddia ettiği yazısında şu ifadeleri de kullandı: "İnsanı söyletecekler: Sanki Lozan'da hareket noktası olarak Sevr'i almamışız, sanki Sevr'in bir çok maddesi Lozan'da güle oynaya kabul edilmemiş gibi..."

Mustafa Armağan "yurtta sulh cihanda sulh" sözünü söyleyen Mustafa Kemal'in aslında bu sözlerle İngilizler'İn projelerini kabul ettiğini söylerken, Sevr'in AKP döneminde Ortadoğu ile yeniden ilişki kurularak 90 yıl sonra yırtıldığını iddia etti.

Mustafa Armağan'ın yazısı nedeniyle Zaman Gazetesi tüm gün boyunca protesto edildi. Cemaatin yazarının Türkiye'yi parçalayan Sevr Anlaşması'nı Türkiye'nin kuruluşunu sağlayan Lozan ile eşdeğer tutması, Milli Mücadele'yi küçümsemesi okuyucular tarafından protesto edildi.

İşte cemaat yazarı Mustafa Armağan'ın Sevr'i tartışmaya açmayı öneren yazısı:

"Bandırma vapuru" denilince aklınıza ne gelir? Tabii ki, şu dümeni kırık, pusulası bozuk, Atatürk'ü Samsun'a çıkaran "gazi" gemi.

İyi ama, aynı Bandırma'nın Samsun'dan dönünce "işgal İstanbulu"nda çeşitli hizmetlerde kullanıldığını, 9 ay sonra bu defa Milli Mücadele'nin öncülerinden Yahya Kaptan ve çetesini yakalayıp öldürecek olan birlikleri Hereke limanına çıkaran "hain" gemi olduğu neden eklenmez? "Gazi" olunca iyi de, "hain" olunca kötü mü oldu Bandırma?

Tarih bizde olduğu gibi "seçmece" usulünde yazılınca, olgular da ister istemez iyi ve kötü diye ikiye ayrılır. "İyiler" çekmecesine girenler, öbürlerinden atılır, sonradan "ihanet" edenler de "kahramanlık" zirvesinden tepe takla yuvarlanırlar.

Bunları yaşadık yakın tarihte. Rauf Orbay gibi bir kahraman bile 10 yıl 'kürek' cezası almamış mıydı anlı şanlı İstiklal Mahkemesinden? Neyse, şimdilik bunları bırakalım da, şu günlerde 90. yıldönümü vesilesiyle yeniden gündeme getirilen Sevr'i neden hala tartışamadığımızı soralım.

Sevr Barış Projesi'nin tamamını okuyan var mıdır aramızda? (Bu arada Ankara Ticaret Odası Sevr'in tamamını Lozan'la beraber yayınladı, meraklılar kaçırmasın.)

'Barış projesi mi?' dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, yanlış okumadınız, Sevr bir 'barış projesi'ydi? Nereden mi çıkartıyorum? Hani şu hepinizin elinin altında olan ama bir türlü sonuna kadar okuyamadığınız "Nutuk"tan (ya da şimdilerde kesilip biçilerek iyice sulandırılan 'Söylev'den). Üzerinde yazdığı adıyla Gazi Mustafa Kemal "Nutuk"un sonlarında hem de 4-5 yerde Sevr'den 'proje' ("Söylev"de 'tasarı') olarak söz eder. Neden acaba?

Bunun sebebini Prof. Sina Akşin, 1983'te "Yaba" dergisine şöyle açıklamış:

"ABD 1919 sonunda Avrupa siyasetinden elini eteğini çekmek kararını aldı. İngiltere, Müslüman sömürgelerine ibret olsun diye Yunanistan'ı kendi uydusu yapıp Türkiye'yi ezmek kararındaydı. Fransa ve İtalya, onun müttefiki olarak bu karara katılıyor görünüyorlardı. Nitekim Sevres Antlaşması'nı birlikte yaptılar. Fakat anlaşılan kimse Sevres'i ciddiye almıyordu ki hiçbir devlet bu antlaşmayı onaylamadı. Sevres'i, garip bir şekilde, bile bile ölü doğurdular."

Kafanız mı karıştı? Olabilir. "Türkiye'nin Önünde Üç Model" adıyla 1997'de çıkan kitabının 42. sayfasında aynen böyle yazıyor Kemalist tarihçi Akşin.

Demek Sevr'i kimse, yani ne İngiltere, ne Fransa, ne de İtalya ciddiye almamış ve "garip bir şekilde bile bile ölü doğur"muşlar öyle mi? 'Öyleyse şimdiye kadar okuduklarımız masal mıydı?' diye sormayacak mıyız? Peki ya şu can sıkıcı gerçeklere ne diyeceksiniz?

  1. Paris'e giden Osmanlı barış heyeti başkanı Tevfik Paşa bu 'antlaşma (muahede) projesi'nin 'bağımsızlık' ve hatta 'devlet' kavramlarıyla bağdaşmasının mümkün olmadığını söylemiştir.

  2. Sevr şartlarının Türkiye'ye bildirilmesinin üzerinden sadece 10 gün geçmiştir ki, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Sultanahmet meydanında düzenlenen mitingde kürsüye çıkıp ateşli bir konuşma yapmış ve projedeki şartların asla kabul edilemeyeceğini haykırmıştır.

  3. Sonradan adı haine çıkartılacak olan Ali Kemal "Peyam-ı Sabah"ta Sevr şartlarını lanetlemiş, Veliahd Abdülmecid Sevr'in Türkiye'yi köleleştireceğini iddia ederek karşı çıkmış, Sultan Vahdettin ise ondan "mecelle-i mesâib", yani 'musibetler belgesi' diye söz etmiştir. Gördüğünüz gibi içeride de Sevr'den memnun olan yok, dışarıda da. Öyleyse neden zorla imzalatıldı Sevr? Demek ki, Sevr'i Sevr'in içinde kalarak anlayamayız. Sevr'in dışında bir "Arşimed noktası" yakalamak zorundayız onu hakkıyla değerlendirebilmek için.

Şimdi gelelim Vahdettin'in Sevr'i imzalayıp imzalamadığı meselesine. İsterseniz bu konuyu ben değil, yukarıdaki bilgileri aktardığım Kemalist tarihçi Sina Akşin açıklasın ("İç Savaş ve Sevr'de Ölüm", T. İş Bankası Yayınları, 2010, s. 220 vd.):

"Vahdettin imzalattığı Sevr Antlaşması'nı hiçbir zaman onaylamadı (...) İlginç olan başka bir şey, sonbaharda Vahdettin'in kendisi de feragat "silahını" kullanmaya başladı. (...) De Robeck bu olasılık karşısında hayli heyecanlandı, çünkü [eğer Vahdettin tahttan çekilirse] Abdülmecit'e bu antlaşmayı onaylatmak çok zor olacaktı. (...) Vahdettin San Remo'da dikte ettiği anılarında Sevr'i zorunluluktan ve zaman kazanmak amacıyla imzalattığını, ama onaylamaya hiç niyeti olmadığını söylemiştir."

Gerçi Akşin hoca Vahdettin'in onaylamayışını son tahlilde Milli Mücadele'nin başarısına bağlamak istemişse de (ki bunda haklılık payı var), Sevr'in neden bir 'antlaşma' değil de, bir 'proje' olduğunu açıklamaktan kaçınmamıştır (s. 219). Akşin haklı olarak uluslararası antlaşmaların onay süreci tamamlanmadan yürürlüğe girmediğini, dolayısıyla Sevr projesinin Osmanlı heyetince imzalanmış bile olsa 'antlaşma' kimliğini kazanabilmesi için meclis ve padişahın onayından geçmesi gerektiğini yazıyor. Ne var ki, o sırada meclis kapalıydı ve üstelik padişah İngilizlere ayak diriyordu.

Nitekim İngiltere Parlamentosu tutanaklarında yapılan bir araştırmada üyelerden birinin Sevr'i "insanlık kibrinin ve ahmaklığının anıtı" saydığını görüyoruz. Bir şeyi daha: Lozan görüşmelerini kabul etmek suretiyle Sevr'i "yırtan taraf" olarak İngiliz hükümetini tebrik ettiğini görüyoruz. (M. Çufalı, "Lozan konferansı ve...", ATAM, Temmuz 2000, s. 564.) Biliyorsunuz, Sevr'i bizim yırttığımızı söyler dururuz. Öğreniyoruz ki, İngilizler de ondan şikayetçiymiş.

Atatürk Sevr'e 'proje' (tasarı) diyor, uyanmıyorlar. Akşin 'kimse ciddiye almadı' diyor, fark etmiyorlar. Bizzat İngilizler 'Hangi ahmak yaptı bu antlaşmayı?' diyorlar, duymuyoruz. Şeyhülislamından Padişahına kadar kimsenin kabul etmediğini yazıyorsunuz, yine tutturuyorlar 'Sevr'de bizi parçalamak istediler'.

İnsanı söyletecekler: Sanki Lozan'da hareket noktası olarak Sevr'i almamışız, sanki Sevr'in bir çok maddesi Lozan'da güle oynaya kabul edilmemiş gibi...

Elbette Osmanlı Devleti'ni parçalamak istediler ama neden? Devletleri parçalama sadizmi mi kaplamıştı İngilizleri, yoksa bir gaye için miydi bu? "Yurtta sulh, cihanda sulh"un bu gayeyle bir ilgisi var mıydı? İşgal altındaki Müslümanlarla bütün ilişkinizi keseceksiniz emrini veren Sevr'in 139. maddesinin 90 yıl sonra yırtılmaya başladığını söylemek neden cesaret ister?


1928 yılında Genelkurmay Harp Tarihi Encümeni'nin hazırladığı bu ilginç harita, Mondros, Sevr ve Lozan'da çizilen sınırların mukayese edilebilmesi amacıyla hazırlanmıştır.
Feragat-ı nefs.
İstihkar-ı hayat.
Kullanıcı küçük betizi
Deli Haydar
Meydan Delisi
Meydan Delisi
 
İletiler: 714
Kayıt: Çrş Eki 14, 2009 11:21

Re: ZAMAN Geldi: Sevr'i Yeniden Tartışmaya Açalım!

İletigönderen Deli Haydar » Pzt Tem 19, 2010 15:14

Aşağıdan yukarıdan yolun sonu görünüyor...
Bunların olacağı, bunların yaşanacağı zaten söylenmişti bizlere...

Acaba Osmanlı İmparatorluğu Balkanlar'da neden tonla toprağı bir çırpıda yitirdi!
Acaba Osmanlı İmparatorluğu yok yere Birinci Dünya Savaşı'na girdi de Almanya yenildi diye mi yenik sayıldı! Acaba "Ermeni Tehciri" yasasının çıkması için yırtınan Mehmet Talat Paşa bilinen ilk büyük üstat mıdır! Ve tabii Ermeni göçü çıktığı dönemde Osmanlı Devleti'nin Genelkurmay Başkanı Alman mı idi!

Anlatsanıza Mustafa Bey heyecanlı oluyor!
Alın bu da bizden size armağan olsun:

Sevr Barış Projesi'nin ek haritaları!

Resim

Şöyle yazalım* altına da örneğin:

Birinci Dünya Savaşı sonunda uygar İngiltere, uygar Fransa, uygar İtalya ve uygar Yunanistan'ın orduları, biz "hayvan Türkleri uygarlık ışığı ile aydınlatmak" gibi yüce bir amaç ile, bin yıldır işgal altında tuttuğumuz bu topraklara, gökten süzülmüş melekler gibi, çevrelerine ışıklar saçarak ayak bastılar.

Fakat uygarlaştırılmak istemeyen yabani atalarımız, vahşice Ankara'da toplanıp uygarlığa karşı acımasızca savaş açtılar ve binlerce masum Avrupa askerini gaddarca doğradılar.

Eğer kendilerine "Kuvayı Milliye" adını yakıştıran vahşi atalarımız olmasa idi, Avrupa'nın uygar askerleri ninelerimizi hamile bırakıp bizleri vahşi genlerimizden arındırarak, bu topraklarda yeni ve uygar bir kuşağın yetişmesini sağlayabilirlerdi...


*
Cengiz Özakıncı
Derin Yahudi. İstanbul: Otopsi Yayınları, 2006. s.170-171
Feragat-ı nefs.
İstihkar-ı hayat.
Kullanıcı küçük betizi
Deli Haydar
Meydan Delisi
Meydan Delisi
 
İletiler: 714
Kayıt: Çrş Eki 14, 2009 11:21

Re: ZAMAN Geldi: Sevr'i Yeniden Tartışmaya Açalım!

İletigönderen Osman_Pasa » Sal Tem 20, 2010 1:08

sozde Islami gazetelerde yazanlar kadar cahilini okul gazetelerinde bulamazsin , a be gerizekali kardesim . Haritalara bir bak gorursun .

Yani kotu niyet ile gerizekalilik arasinda ki cizgi o kadarda ince degil bunlar harbiden salak
biri birsey diyor hepsi inaniyor ...
Kullanıcı küçük betizi
Osman_Pasa
Üye
Üye
 
İletiler: 108
Kayıt: Çrş Şub 03, 2010 1:16

Re: ZAMAN Geldi: Sevr'i Yeniden Tartışmaya Açalım!

İletigönderen Urunguj » Sal Tem 20, 2010 1:31

Adamın biri tarihçi modunda bir yazı yazmış, ve bu yazısına bol miktarda Kemalist tarihçi dediği Sina Akşin'den alıntılar yapmış.

Tarihçi olmamama rağmen, benim bu yaşıma kadar edindiğim entellektüel birikime aykırı olduğunu anladığım bu yazıya gerçek bir tarihçi tarafından cevap verilemez mi?
Kullanıcı küçük betizi
Urunguj
Üye
Üye
 
İletiler: 222
Kayıt: Cmt Ara 05, 2009 0:44

Re: ZAMAN Geldi: Sevr'i Yeniden Tartışmaya Açalım!

İletigönderen Başkomutan » Çrş Tem 21, 2010 6:53

Resim

BUGÜN SEVR’İ SAVUNAN DİNCİLER 90 SENE ÖNCE DE AYNIYDI


“Tarih tekerrür eder” derler eskiler… “Tecrübeyle sabittir…” diye de eklerler… Evet! Tarih tekerrür eder etmesine de, hep “tarihten ders almayan milletlerin tarihi tekerrür eder.”

Geçmişi unutan,

Toplumsal belleği silinen,

Özellikle de “ulusal duygusu yok edilen” milletlerin tarihi tekerrür eder….

Çünkü çok basit; ders almazsan, ders alıp önlem almazsan, geçmişte yaşanan sorunların gelecekte de yaşanması kaçınılmaz olur…

İşte Türkiye’nin bugün yaşadıklarının arka planında tam da bu tür bir “geçmişten ders almamazlık durumu“ vardır. Türkiye “toplumsal bellek kaybı” yaşamış gibidir. 2010 Türkiyesi’nde, 1919 Türkiyesi’ndeki sorunların yaşanmaya başlanmasını başka türlü açıklamak olanaksızdır.

Yakın tarihte şöyle kısa bir göz atınca, her şey bir yana, 1919’un işbirlikçileriyle 2010’un işbirlikçileri arasındaki benzerlik insanı “şaşırtacak” türdendir.

TARİH: 1919


BİRİLERİ ORDUDAN RAHATSIZ!

Padişah Vahdettin, “İngilizleri memnun etme” politikası gereği, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan hemen sonra, 5 Kasım 1918’de ordunun onda dokuzunun terhis edilerek, erlerin memleketlerine gönderilmesine yönelik kararnameyi hiç tereddüt etmeden imzalamıştır.(1) Ayrıca İngilizlerin, Ali İhsan Paşa ve Yakup Şevki Paşa gibi başarılı komutanları tutuklayarak Malta’ya sürgün etmesine ses çıkarmamıştır.

Özellikle, 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgal edilip Meclisi Mebusan’ın dağıtılmasından sonra İstanbul’da bütün ipler işgal kuvvetlerinin eline geçmiştir. İngilizler, sözde Ermeni soykırımından sorumlu tuttukları “eski İttihatçıları” ve işgallere direniş gösteren “ulusalcı asker-sivilleri” tutuklatmışlardır. İngilizleri gücendirmek ve tedirgin etmek istemeyen Padişah Vahdetin ve onun taşeronu durumundaki Sadrazam Damat Ferit, İngilizlerin verdikleri tutuklama listelerindeki kişilere göz açtırmamışlardır.

29/30 Ocak gecesi ilk geniş çaplı tutuklamalar gerçekleştirilmiştir. İngilizlerin düzenlediği 60 kişilik tutuklama listesinden ilk aşamada 27 kişi tutuklanarak Bekirağa Bölüğü’ne koyulmuştur.


Amiral Webb’in Londra’ya gönderdiği bir rapordaki şu ifadeler, tutuklamaların İngilizler için ne anlama geldiğini çok iyi göstermektedir:

“Tutuklamalar, bu zamana dek olmuş en sevindirici olaydır… Hükümet başladığı bu uygulamayı sürdürecek olursa, taşradaki edilgen direnişin çoğu çöker, hükümet sözünü geçirebilir..” (2)

Satılmış Mütareke basını da tutuklamalara alkış tutmuş; Alemdar, Sabah, Söz gazeteleri tutuklamaların daha da artırılmasını istemiştir. Örneğin, 2 Şubat 1919 tarihli Alemdar gazetesinde Refi Cevat, “Hepsi bu kadar mı?” diye sormuştur.(3)

Damat Ferit iktidara gelir gelmez İstanbul’da adeta bir “İttihatçı avı” başlatmıştır. Eski bakanlar, birçok subaylar, eski İttihat ve Terakkiciler, hatta İttihat ve Terakki’ye bağlı olmamakla birlikte “ulusalcı” olarak tanınalar da tutuklanmıştır. Kısa sürede tutuklanan asker-sivil ulusalcıların sayısı 200’ü aşmıştır.

Zaman içinde tutuklamalarla da yetinilmemiş idamlar da başlamıştır. Örneğin, Boğazlayan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili Kemal Bey idam edilmiştir.

Özellikle, İsmail Canbulat, Sabri Bey ve Fethi Bey gibi tanınmış eski İttihatçıların tutuklanması, “vatanseverleri” sindirmeye yönelik bir harekettir. Prof. Sina Akşin’in ifadesiyle, “Bu kampanya İttihat Terakki’ye ve ulusçulara karşı topyekün bir sindirme hareketi niteliğine bürünüyordu.”(4)

İsmail Canbulat’tan sonra Fethi Bey’in de tutuklanması, sıranın Atatürk’e ve Rauf Bey’e geldiği şeklinde yorumlanmıştır. Hatta o günlerde bazı gazetelerde yakında Atatürk’ün de tutuklanacağı haberi çıkmıştır. (5)

İngilizlerin isteği doğrultusunda orduyu güçsüzleştirme politikası uygulayan Vahdettin, daha sonra da Kuvayı Milliye’ye yardım eden Cemal Paşa ve Cevat Paşa gibi komutanların görevden alınmalarına da göz yummuştur. Vahdettin, ordudaki “ulusalcı subayları”, Süleyman Şefik Paşa aracılığıyla tasfiye etmiştir.


Vahdettin, bir taraftan aktif orduları dağıtırken ve ulusalcı subayları etkisizleştirirken, diğer taraftan İngiliz isteklerine karşı çıkmayacak, padişah ve hükümetin muhafızlığını yapacak ordular kurmuştur. Örneğin, İstanbul Muhafızlığı ve 25. Kolordu Komutanlığı bu tür bir ordudur. Bütün umudu, İngilizlere ve Paris Barış Konferansı’na bağlayan bu ordu, hiçbir zaman Atatürk’ten ve Temsil Heyeti’nden emir almamıştır. Bu muhafızlığın ve ordunun görevi, İstanbul’da asayişin sağlanması, Padişahın korunması, İttihatçıların ve ulusalcıların tutuklanmasıdır (6).

Bu tür yapay ordulardan biri de Askeri Nigehban Cemiyeti’dir. Milli harekete karşı olan bu teşkilat, İzmir’in işgali sonrasında Ege’de oluşan direniş cemiyetlerini ve subayların bunlara destek olmasını ağır bir şekilde eleştirerek, ordunun ve subayların çete savaşlarına katılmasının uygun olmadığını bildirmiştir.(7)

Güdümlü orduların en önemlisi, Milli hareketi yok etmek için kurulan Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)’dir.


Bu tür “ihanet” ordularının sonuncusu ise Kuvayı Seferiye adlı ordudur.

ORDUNUN GÖREVİ ORUÇ TUTMAKMIŞ!

Vahdettin, orduyu etkisizleştirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır.

Örneğin, Vahdettin’in Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, İzmir’in işgalinden 15 gün sonra yayımladığı bir demeçte, “Ordunun görevi oruç tutmaktır!” demiştir.(8)

Şeyhülislamın, bu demecinden üç ay sonra, Alemdar’da yayımlanan bir yazıda, “Ordunun beş vakit namazda Padişah’a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır” denilmiştir.(9)

Ali Kemal de yazılarında sıkça, “Artık harp ve darp ile yapılacak bir şey yoktur” demiştir.

İstanbul Müftüsü Dürrizade ise, 11 Nisan 1920’de yayınladığı bir fetvada ulusalcı paşaların öldürülmelerinin dinen “caiz” olduğunu ve Kuvayı Milliye’ye karşı mücadele ederken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını bildirmiştir.

Ayrıca, ulusalcı subayların rütbeleri indirilmiş, hatta Atatürk’ün nişan ve madalyaları bile geri alınmıştır.

Ordu müfettişlikleri kaldırılmış,

Kuvayı Milliyeci subayların telgraf hizmetlerinden yararlanması yasaklanmıştır.

İçişleri Bakanı Ali Kemal, 26 Haziran 1919’da yayınladığı bir genelgeyle, valilerin, komutanların verdikleri emirlere uymamasını, uyanların şiddetle cezalandırılacağını bildirmiştir.(10)

Anadolu’daki ulusalcı subaylar türlü vadelerle İstanbul’a çağrılmış, Atatürk’ün “zorla asker topladığı” dedikoduları yayılarak düzenli ordunun kurulması engellenmek istenmiştir.

Anadolu’ya gönderilen “inceleme kurullarıyla” ordu denetim altına alınmaya çalışılmıştır.
(11)

TARİH: 2010


BİRİLERİ YİNE ORDUDAN RAHATSIZ!

28 Şubat sürecinden sonra Türkiye’de, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerle, Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusal orduyu denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerin benzerliği çok dikkat çekicidir.

O günlerde “din, iman, hilafet” diyerek emperyalizmle kol kola giren işbirlikçiler, bugünlerde de yine “din, iman, hilafet” diyerek emperyalizmle kol kola girmiştir.

İşbirlikçiler, o gün olduğu gibi bugün de ulusalcı asker ve sivillerin ortadan kaldırılmasını, tutuklanmasını istiyorlar.

İşbirlikçiler, o gün olduğu gibi bugün de “egemen güçle” birlikte çalışıyorlar. İki farkla: Bir, o gün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar, “Ermeni tehcirine karışmak!” iddiasıyla tutuklanırken, bugün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar, “Ergenekon örgütüne karışmak!” iddiasından tutuklanıyorlar. İki, o gün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar Bekirağa Zindanları’na tıkılırken, bugün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar Silivri Zindanları’na tıkılıyor…

İşbirlikçiler, o gün olduğu gibi bugünde yabancıların isteklerine uygun hareket ediyorlar.

Ve işbirlikçiler o gün olduğu gibi bugün de en çok ORDUDAN rahatsız oluyorlar.

O günün, Alemdar, Söz, Sabah gazetelerinin ORDU KARŞITI yazılarını bugünün Taraf, Zaman, Vakit, Yeni Şafak, Sabah gazetelerinde görüyoruz.

Soruyorum size, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak, Fehmi Koru, Mümtazer Türköne ve diğerlerinin Ali Kemal ve Refi Cevat gibilerden ne farkları var?



“TSK’yı lağvedelim…” diyen Mümtazer Türköne, Ergenekon tutuklusu olarak Silivri’de yatan gazeteciler için “Onlara acımıyorum! hak ettiler!..” diyen Perihan Mağden ve “Şunlarda tutuklanmalı…” diyerek hedef gösteren Şamil Tayyar, İstanbul’da ulusalcıların tutuklanıp Bekirağa Zindanlarına atılmaları karşısında “Hepsi bu kadar mı?” diye soran Refi Cevat’tan daha mı gerideler?

Ya da, “TSK darbe yapacak! Kendi halkına saldıracak! Cami bombalayacak!” diyen Taraf gazetesi, “Ordunun beş vakit namazda Padişah’a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır” diyen Alemdar gazetesinden daha mı geridir?

Yok canım!

Haksızlık etmeyin ama!..

İŞBİRLİKÇİ RUHLAR

Sanki zaman durmuş, akmayı unutmuş!

Sanki “işbirlikçi ruhlar” başka isimlerle yeniden bedenlenip geri gelmiş!

Sanki Mütareke basını hortlayıp, mezardan çıkmış ve bir kere daha Türkiye’nin üstüne karabasan gibi çökmüş!

Ne diyelim?

Allahım! Sen bizi bu zombilerden koru!

“Amin!..”

ÖZEL ORDU İSTEĞİNİN ARDINDA NE GİZLİ?

Son günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Özel ordu”dan bahseder oldu! Herkesin merakla, “Askerlik kalkıyor mu? Özel ordu da ne ola ki?” diye birbirine sorduğu bu günlerde, “Vahdettin’in de bir zamanlar “özel ordular” kurduğunu lütfen aklınızdan çıkarmayın:

İstanbul Muhafızlığı ve 25. Kolordu Komutanlığı.

Askeri Nigehban Cemiyeti.

Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu).

Kuvayı Sferiye…

Bütün bu ordular, Padişah Vahdettin tarafından, Anadolu’da “kelle koltukta” emperyalistlerle vuruşan Atatürk’ün “Düzenli Ordusu”na karşı kurdurulmuştur.

Başbakan’ın “özel ordu” isteğine, CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi, "Bu uzman birlikler TSK yapılanması içinde olmalıdır." diyerek önemli bir noktanın altını çizmiştir. .

Yakın tarihimizdeki “özel ordu” deneyimleri, Hamzaçebi’nin şu açıklamalarını değerli kılmaktadır:

“…Özel ordu dediğiniz zaman TSK’nın yapılanması dışında, onun emir ve komuta hiyerarşisi dışında bir başka oluşumdan bahsediyorsunuz demektir. İlke olarak doğru bulmuyorum. Özel birlik olabilir. Terör konusunda eğitilmiş bölgeyi iyi bilen, işin psikolojik ve sosyolojik yanlarını da tartabilen ve bu yönde silahlı mücadeleyi yürüten uzman birlikler tabi olabilir. Ama bu uzman birlikler TSK yapılanması içinde olmalıdır. Aksi takdirde terörle mücadelede güçlü bir oluşum yaratalım derken daha zayıf bir oluşum yaratmış oluruz. Ayrı bir yapılanmayı doğru bulmam.

Terörle mücadele terör örgütüyle silahlı mücadelenin yanı sıra sadece silahla çözülebilecek bir mesele de değildir. 1983 yılından beri Türkiye sınır ötesi harekatlar yapmıştır, zaman zaman başarılı olunmuştur, terör örgütünün sindirildiği, yok edildiğinin zannedildiği dönemler olmuştur ama bu örgüt halen vardır.

Bu örgütün dış desteklerini, bağlantılarını da unutmayalım. Kuzey Irak’taki federe oluşumdan güç alan bir terör örgütü Türkiye’nin dış politika alanında bu desteği yok etmediği sürece Türkiye de faaliyetlerine devam edebilir. Biz istediğimiz kadar bu birlikleri kuralım önemli olan Kuzey Irak’taki desteği de yok etmektir.”

Bugün “özel ordu” kurmak isteyenler, geçmişte özel ordu kuranlar gibi TSK’yı etkisizleştirmek niyetinde olmasınlar sakın? Özel Ordu, TSK’yı tasfiye hayalinin bir uzantısı olmasın!..

odatv.com / Sinan Meydan


Dipnotlar:

(1) Tarih Vesikaları Dergisi, 3387; Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, S.29, belge, 745; Minber, Ati, 6,7 Kasım 1918. Vahdettin’in Türk ordularının dağıtılma kararını imzaladığı o gün Atatürk, Adana’dan İstanbul’a, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği bir telgrafta (2) FO 371/4172, 13694. (24. 1. 1919 tarihli telgraf) Akşin, age, s.152, 153.

(3) Alemdar, 2 Şubat, 1919.

(4) Akşin, age, s.198.

(5) Yeni Gazete, 14 Mart 1919.

(6) Sarıhan, Kurtuluş Savaşı’nda İkili İktidar, s.37.

(7) Alemdar, Türkçe İstanbul, 7 Temmuz 1919.

(8) Sarıhan, age, s.71.

(9) Alemdar, 27 Ağustos 1919.

(10) Cebesoy, Milli Mücadele Hatırları, s.79.

(11) İlk kurul, 17 Ağustos 1919’da Fevzi Paşa başkanlığında Trabzon ve Erzurum’a gönderilmiştir.





Lütfen dipnotu okuyunuz!..

Prof.Dr Sina AKŞİN röportajı
Türkiye bağımsızlığını yitirmiş durumda...





İHANET BASINI 90 YIL ÖNCESİ
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: ZAMAN Geldi: Sevr'i Yeniden Tartışmaya Açalım!

İletigönderen Başkomutan » Prş Tem 22, 2010 23:33


Sevr Muhipleri Cemiyeti

Başlığı görünce bazılarınız hemen söylenecek. Tarihte böyle bir cemiyet yoktu ki, bu da nereden çıktı.

Aslına bakarsanız gerçek anlamda resmen kurulmuş böyle bir cemiyet yok ama dincisiyle bölücüsüyle Sevr’i benimseyen, onu savunan o kadar kişi olunca…


Bari onları tek bir ad altında toplayabilelim istedim.

Farkında mısınız son günlerde Sevr konusu ne çok tartışılır oldu, işte benim bu Sevr muhipleri dediğim kesim…

Gün geçtikçe Sevr’in yeni yeni faziletlerini akılları sıra bulup ortaya koymaya çalışmaktadırlar.

Hatta bazıları son günlerde çıkan yazılarında diyor ki “Sevr bir barış anlaşmasıdır.”


Günaydın!

İki ya da daha fazla ülkenin karıştığı savaşların sonucunda imzalanan anlaşmalara her zaman barış anlaşması denilmez mi?

Siz şimdiye kadar savaş anlaşması adı verilen herhangi bir anlaşma falan duydunuz mu?

Böyle bir garabet olabilir mi?

Zaten savaş anlaşması falan olmaz, savaş anlaşmayla falan da olmaz. Savaş ilan edilir.

Kaldı ki savaş sonunda imzalanan tüm anlaşmalar barış anlaşmasıdır da…

Sadece farkı…

Kuralları yenen taraf koyar…

Mondros’da ateşkes anlaşmasıydı ama bizim teslim olmamızı içermiyor muydu?

İşte aynen öyle.

Sevr’de bir barış anlaşmasıdır ama kuralları yenen taraf yani o zamanki adıyla itilaf devletleri denilen ülkeler koymuştur.

Ve dahası bu anlaşma ülkemizin barış içerisinde parçalanmasını içeren birçok maddeyle de doludur.


    İşin en ilginç yanı da, o günün Sevr anlaşması ile çizilmek istenilen haritayla bu gün BOP adı altında oluşturulmak istenilen harita, ülkemizin doğu ve güneydoğusu dikkate alındığında birbirine oldukça benzemektedir.

    Tek farkı, O günün galipleri İngiltere, Fransa, İtalya iken bu günün görünürdeki galibi ABD’dir.

    Hani bu gün BDP’li belediyelerce de dillendirilen demokratik özerklik, etnik nüfus sayımı gibi öneriler de esas olarak kaynağını Sevr’den almaktadır.

Ayrıca…

Sevr’in Kürt konusuna yer veren esas olarak 62 ve 64.maddelerine biraz göz atmak kanımca bu günü anlayabilmek için oldukça büyük bir önem taşımaktadır.

Ne diyor 62.madde:

    ” Fırat’ın doğusunda, ileride saptanacak Ermenistan’ın güney sınırının güneyinde ve (…) Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, işbu Antlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde, İstanbul’da toplanan ve İngiliz, Fransız ve İtalyan Hükümetlerinden her birinin atadığı üç üyeden oluşan bir Komisyon hazırlayacaktır.”

Ya 64. madde o ne diyor:

    ”İşbu Antlaşmanın yürürlüğe konuşundan bir yıl sonra, 62. Maddede belirtilen bölgelerdeki Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Konseyine başvururlarsa ve Konsey de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’ye salık verirse, Türkiye, bu öğütlemeye [tavsiyeye] uymağı ve bu bölgeler üzerinde bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeği, şimdiden yükümlenir…

…Bu vazgeçme gerçekleşirse (…) Kürdistan’ın şimdiye dek Musul İlinde kalmış kesiminde oturan Kürtlerin, bu bağımsız Kürt Devletine kendi istekleriyle katılmalarına, Başlıca Müttefik Devletlerce hiçbir karşı çıkışta bulunulmayacaktır.

Sizce de başka bir yoruma ihtiyaç var mı?



Nusret KEBAPÇI / Anayurt
23 Temmuz 2010 Cuma








Emperyalizmin kuklası olmak...



Geçtiğimiz günlerde PKK’nın kuzey Irak’ta bulunan lideri bir açıklama yaptı açıklamasında “devletin bir ateşkese evet demesi ve Türkiye’deki Kürt’lere daha fazla siyasi ve kültürel haklar verilmesi karşılığında, Birleşmiş Milletler gözetiminde silah bırakmaları için militanlara çağrı yapmaya hazır olduğunu, ancak devletin bunu reddetmesi durumunda ise bağımsızlık ilan etmek zorunda kalacaklarını” söyledi.

Aslında böylece Karayılan esas yapmak istediklerini de ilk ağızdan açıklamış oldu.

“Bağımsızlık.”

Bu gün ülkemizde olup bitenleri anlayabilmek için mutlaka bölgede hâkimiyet mücadelesi veren emperyalizmi dikkate almak durumundayız

Yoksa emperyalizmden uzak durarak olayları kendi içinde açıklama çabası sadece ve sadece bizi hayalle meşgul etmeye yarayacaktır o kadar.

Onun için ülkemizde yaşananları doğru algılamak, çözüm yolunu da beraberinde getirecektir.

Dikkat ettiniz mi?

Son günlerde terör olayları çok büyük bir ivme kazandı.

Hem olaylar aşırı şekilde yoğunlaştı.

Hem de saldırılan hedefler önemli ölçüde büyüdü.

Bu gün durum o hale geldi ki artık küçük karakollar değil, büyük birilikler de hedef alınmaya başlanılmıştır.

Ve tüm topluma şu mesaj verilmeye çalışılmaktadır.

Bakın biz artık büyük bir gücüz. Artık sizin ordunuzu doğrudan bile hedef alabilmekteyiz.

E sonra

Sonrası şu: Karayılan’ da diyor ya “eğer şehitler olmasın terör dursun diyorsanız bizimle ateşkes imzalamak zorundasınız.

İstenilen bu anlaşmada elbette bu konuyla ilgili bir sürü talep de yer alacaktır ancak kazın ayağı o kadar değil.

Bu ateşkes Birleşmiş Milletler gözetiminde olacaktır.

Yani tam deyim yerindeyse iki ayrı devlet gibi.

Zaten Birleşmiş Milletler denetiminde olmasının amacı, bu konuyu uluslar arası boyuta taşımak ve Türk devletinden taleplerine resmiyet kazandırmaktır.

O zaman şimdi sıkı durun

Sevr anlaşmasıyla Türkiye’den ne isteniyordu: ” Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Konseyine başvururlarsa ve Konsey de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’ye salık verirse, Türkiye, bu tavsiyeye uymağı ve bu bölgeler üzerinde bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeği, şimdiden yükümlenir…

Gelelim günümüze

1966 tarihinde BM tarafından kabul edilen “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi 1976 tarihinde yürürlüğe giriyor…

Türkiye bu sözleşmeyi 15 Ağustos 2000 yılında imzalıyor.

Ancak bu sözleşmenin meclisten geçerek yürürlüğe girdiği tarih ise 4 Haziran 2003.

Bu sözleşmenin en önemli yanı Sevr anlaşmasıyla önemli ölçüde benzerlik arz etmesidir.

Ne diyor sözleşmede madde 1: ” Tüm halkların kendi yazgılarını belirleme hakları vardır. Bu haktan ötürü, siyasal statülerini özgürce saptayarak ekonomik toplumsal ve kültürel gelişmelerini özgürce gözetebilirler.”

Madde 2: ” Tüm halklar kendi doğal zenginlik ve kaynaklarını kendi amaçları için özgürce kullanabilirler.”

Bir yerde yasayan insanların halk olup olmadığı nasıl belli olacaktır.

O da son derece açık

Etnik kimliğe dayalı bir nüfus sayımıyla.

Sonra

Sonrası şu, bölünmüş bir Türkiye, Birleşmiş Milletler gözetiminde bağımsız bir Kürdistan.


Nusret KEBAPÇI
24 Temmuz 2010 Cumartesi
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24


Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 5 konuk

cron

x