Gabar'da Türkiye'nin en seçkin komando taburundan 18 asker nasıl pusuya düşer; nasıl 13'ü şehit edilir? Olayın operasyonel skandal boyutunu okumaya hazır mısınız?
Yönetemiyorlar
.
Devlet, denize düşmüş bir tahta parçası değildir.
Her küçük dalgayla yön değiştirmez.
Tabii, bu gerçek bir devlet için böyledir.
Eğer devlet taklidi yapan tuhaf bir örgütlenmeden söz ediyorsak onun sürekli olarak bir o yana bir bu yana çalkalanması kaçınılmaz.
Anayasa Mahkemesi hukuku yok sayan kararlar alıyorsa, Yargıtay'ının içinden çete uzantıları çıkıyorsa, askeri siyasetin göbeğindeyse, bombalamaların arkasından devlet görevlilerin gölgesi gözüküyorsa, siyasi iktidarı iktidarsızsa, bir yağmur yağdığında ülkenin en büyük kentinde insanlar boğularak ölüyorsa orada devletin varlığına pek rastlanılmaz.
Tuhaftır, devlet ne kadar eksilirse kutsal devlet lafı da o kadar çoğalır.
Bu yapı tartışılmasın, gerçek ortaya çıkmasın diye yasaklar, tabular doldurulur hayatın içine.
Bizim gerçek bir devletimiz olmadığından son zamanlarda bizi suya düşmüş tahta parçası gibi bir o yana bir bu yana oynatıyorlar.
Gabar Dağı'ndaki yüz silahlı adamı yakalayacak askeri bir başarıyı gösteremediğimiz için uluslarası dengeleri altüst edecek sınırötesi operasyonlara itiliriz.
Bütün ülkeyi yasa boğan bir saldırıda dağda öldürülen 13 askerimiz nasıl öldü diye sormaz kimse.
Halbuki uzmanlara sorsanız işin garipliğini anlarsınız.
Öldürülen askerlerimiz ülkenin en seçkin komando taburundan.
Büyük bir birliğin ardçılığını yapan 18 kişilik bir güvenlik timinin içinde görevliler.
18 asker, dağda görev yaparken, askeri usullere göre onar metre aralıklarla tek sıra halinde yürürler, bu, 180 metreye yayılmaları anlamına gelir. 180 metreye yayılmış bir timi kuşatmak içinse en aşağı 500 kişi gerekir.
Eğer orada 500 kişilik bir PKK gücü yoksa o askerlerin kuşatmaya düşmesi ve o kadar kayıp vermesi imkansızdır.
Bir çatışmaya girebilirler. O çatışma sırasında da, önde giden ana kuvvet geri dönerek ardçılarını kurtarır.
Peki, 18 kişilik o ardçı birliğin 13 askeri nasıl öldürüldü?
Ya çatışmaya girdiler ve öndeki kuvvet onlara yardıma gelmedi
Ya da başlarındaki görevli onları kurallara uygun bir biçimde yürütmüyordu.
İki durumda da askeri bir zaaf söz konusudur.
Ve o asker çocuklarımızın ölümü soruşturulur.
Biz, bunun sorumlularını bulmadan, nedenlerini tartışmadan, sadece öfkelenerek sınırötesi operasyonlara girişirsek başımıza daha kötü şeyler de gelebilir.
Ama bizde böyle konular geçiştirilir.
Çocuklar ölür, öfkeli nutuklar atılır ve konu araştırılmaz.
Biz de bunu tartışmamak için bütün ülkenin geleceğini ilgilendiren bir maceraya itiliriz.
Denize düşmüş tahta parçası gibi sürükleniriz.
Ya da Amerika Ermeni soykırımıyla ilgili bir tasarıyı karara bağlamaya kalkar
Irak'daki operasyonunu eline yüzüne bulaştıran bir ülkenin 1915'deki bir olayı görüşmesindeki komedinin bir parçası haline nasıl geldiğimizi sormayız.
Kendi tarihimizi araştırmayız.
Osmanlı İmparatorluğunu batıran İttihatçıların günahını sırtlanırız.
İttihatçıların neler yaptığını araştırmak yerine ülkede bunun konuşulmasını yasaklarız.
Bu yetmez, dünyanın da bunu konuşmasını yasaklamaya kalkarız.
Gücümüz yetmez.
Öfkeleniriz.
Bütün dünyayı karşımıza alarak yeni bir maceraya sürükleniriz.
Durduk yerde denize düşmüş tahta parçası gibi bir o yana bir bu yana çalkalanırız.
Canı isteyen, istediği zaman bizi istediği yere yönlendirir.
Çok açık ki Türkiye bir belanın içine çekiliyor.
Bunu önlemenin yolu, bizi bir tahta parçasına döndüren zaaflarımızı, günahlarımızı açıkça konuşmak, tartışmak ve çözümler aramak.
Ama böyle bir şey yapmak istemiyoruz.
Konuşmuyoruz, tartışmıyoruz.
Sadece sürükleniyoruz.
Olaylara bizim irademiz yön vermiyor, tam aksine başkalarının iradesi bizim rotamızı belirliyor.
Bize gerçek bir devlet gerek.
Bütün kurumları şeffaf olan, bütün zaafları tartışılıp düzeltilen, aydınlık, güçlü bir devlet.
Eğer bunu beceremezsek, bir tahta parçası gibi oraya buraya sürüklenip sonunda kayalara bindirerek parçalanacağız.
Akıntı kuvvetlendi
Kayalıklara da çok yaklaştık...
Ahmet Altan/Gazetem.net