15 TEMMUZ FIKRASI
Daha önce bir başka nedenle anlatmış olabilirim, ama bu kez 15 Temmuz için anlatayım:
Mehmet askere gider, artık Kars mı Ağrı mıdır önemli değil bir sınır karakolunda nöbete gönderilir.
Gecenin ikisi ya da üçüdür. Her taraf bembeyaz karla kaplıdır. Öyle ki, her hangi bir canlı üç-beş km’den ayırdedilebilir durumdadır.
Mehmet de, komutan gelse bile, ben onun geleceği süreye kadar uyanırım diye düşünürken uykuya dalar.
Bir ara komutanın -Mehmet uyan diye kendisini dürttüğünü farkeder.
Uyandığında, komutan sert bir dille -silahın nerede diye sormaz mı?
Mehmet sağa bakar sola bakar, silahı alınmıştır.
Bu kez komutana dönüp -başınızı kıçınızı boşuna sallamayın komutanım, benim silahımı olsa olsa siz alıp saklamış olabilirsiniz der.
Tam bir 15 Temmuz fıkrasıdır.
Her 15 Temmuz’da, yeni yeni savlar, ifşaatlar ve söylenceler ileri sürülmektedir ki, artık kendi payıma gına getirdi diyebilirim.
15 Temmuz askerleri (ve bir o kadar Fetöcü olmayan sivil militanlar!) fıkradaki Mehmet’e benzetilebilir.
Onlara silahları veren ve nöbete gönderen komutan, onun da komutanı ve onun da komutanı olan başkomutan, 15 Temmuz-16 Temmuz’da verilen silahları zorla geri almış ve silaha sahip çıkmadığı ya da başka amaçlarla kullanıldığı için onları ‘hain’ ilan etmişlerdir.
Hainlikse, silahların verilen amaçların dışında kullanılması gerçekten ‘vatan hainliği’dir.
Ancak o silahların 15-16 Temmuz gecesi kullanılacağını, komutan biliyordu, komutanın komutanı biliyordu, onların da komutanı bi-li-yor-lar-dı.
Bildikleri için, her olasılığa karşı asker olmayan karşıt militan grupları da silahlandırmış ve o gece için ha-zı-la-mış-lar-dı.
Bu konuda benim daha fazla bir şey yazmam, farklı bir yoruma sıcak bakmam mümkün değildir, nokta.
***
Gelelim şu onbeş Temmuz sıcağında kaynatılan Levent Gültekin/Kemal Kılıçdaroğlu fıkrasına.
Levent Gültekin dahil, bir dizi sağcı yazarı izlerim. Hatta Fatih Altaylı ve Fatih Portakal kadar yurtiçi ve yurtdışı Fetöcü yazarı da izlerim.
Ne ki, artık Hulki Cevizoğlu ve benzerlerini izlemyi bıraktım.
Demem o ki, karakterleri ne olursa olsun, şu konularda ‘ne’ diyorlar diye bakarım.
Yine, daha önceki bir yazımda değindiğim üzere Levent Gültekin’in Kasırga başlıklı kitabında ileri sürdüğü tez, bence, benim diyen siyaset doktorunun doçentlik ya da profesörlük tezi olabilecek bir ‘akademik nitelik’ taşımaktadır.
Öz olarak, bu teze göre, Türkiye’de bir gizli el, 2015’den itibaren kesintisiz bir trendle oy kaybı yaşıyan AKP ve her geçen gün güvenirlik kaybı yaşayan onun genel başkanının, seçim ya da halkoylaması yapıldığı tarihlerde, inanılmaz bir başarım göstermesini sağlamaktadır.
Sanki, adamda bir ‘şeytan tüyü’ vardır.
Tez budur ve benim Levent Gültekin’de gördüğüm cevher de bu kadardır.
Ancak, her seçim ve halkoylaması sırasında kaybedenlerin ad ve nitelikleri ile, kaybediş biçimleri ayrı konular olup, ayrıca değerlendirilmesi gerekir diye düşünürüm.
O arada, Dr mühendis Yavuz Dedegil’in son yazısında dikkat çektiği bir konu var ki, şu ya da bu biçimde bilinmekte idi.
Yavuz Dedigil diyor ki “1945 Ankara, 1946 Kahire ve Ankara antlaşmalarımız ile, sadece askerlerimizin değil bütün Türk vatandaşlarının kafasına çuval geçirilmiştir.”
“Özellikle: (1946) ABD’den alınan borçların taksitleri TC-Merkez bankasında açılan bir ABD hesabına TL olarak yatırılıyor ve bu parayı ABD Türkiye’de istediği gibi kullanıyor; hatta 1953’e kadar, Yeşilköy/Ístanbuldaki MÍT merkezi memurlarının maaşları bile ABD tarafından zarflar içinde elden ödeniyor. (Bkz. Yassıada gizli oturum protokolleri, Haydar Tunçkanat’ın „Íkili anlaşmalarımızın iç yüzü kitabı) »
Fetullah Gülen hocaefendileri ise ta 1960’lı yıllardan buyana ‘siyaset arenası’nda boy göstermektedir.
Yani, ne 15 Temmuz’ların komutanları ne Levent Gültekin’in ‘gizli eli’ ve ne de MİT’le içli-dışlı zamanın ülkücüleri ya da bugünün ASAD, ÖSO ve benzeri ‘yasadışı yapılanmalar’ın bir ‘giz’i bulunmaktadır.
Sadece bu ‘giz’i gizleyebilenler ‘iktidar’ olabilmektedirler.
Açığa çıktıklarında ise doğal olarak ‘hain’ ilan edilebilmektedirler.
Geçen gün Süreyya Önder Meclis kürsüsünden benzer şeyler söylemedi mi?
Türkiye’de ‘iktidar’ olmak ile hain olarak hapishanede olmak arasında sadece bir bıçak sırtı fark vardır.
Taraf olmak ya da bertaraf olmak da zaten bu demek değil miydi?