16 no'lu ülke Türkiye ve Graham Fuller

16 no'lu ülke Türkiye ve Graham Fuller

İletigönderen tuba » Pzt Ağu 18, 2008 3:22

Yılmaz Polat’ın kitabı

Gazeteci Yılmaz Polat, 28 yıldır Washington’da,Türk-ABD ilişkilerini izliyor... Polat bu süre içerisinde hem mesleğini hem kendisini korumayı bildi, söz konusu ilişkiler nedeniyle ruhunu Pentagon’a kiralamadı... Bu yüzden köşeyi dönemedi, ceberutların muteber adamı olarak ülkesi aleyhine kurulan oyunlarda rol almadı, yurtsever bir onurlu kişi olmayı seçti...

Kitap yazıyor...

Yazdığı kitaplarda da, doğruları yansıtıyor... Son kitabı “CIA’nın muteber adamı” Ulus Dağı Yayınları tarafından basılıp piyasaya sürüldü... Mutlaka okumalısınız... Ben, lafı uzatmadan kitaptan bazı bölümleri sunacağım...

Polat, kitabında ABD derininin bir “Çalışma dosyasını” şöyle tanıtıyor...

“Siyahla karalanmış sayfalarda, ad verilmeden ‘16 No’lu ülke’ olarak tanıtılan bir ülke vardı. ‘16 No’lu ülke’ Türkiye idi...”

Şimdi bu “16 nolu ülke” ile ilgili olarak, 1992 yılında CIA’nın hazırladığı bir Kürt raporunda “En Muhtemel Senaryo” bölümümden satırlara bakalım...

“Türkiye’deki, Irak’taki ve daha az bir düzeyde de İran’daki Kürtler’in, merkezi hükümetlerden daha çok özerklik ve siyasal olarak tanınma isteklerini sürdürmelerini bekliyoruz. Ancak onlar her üç durumda özellikle kendi ulusal davaları çerçevesinde hareket edeceklerdir. Zamanla ortak çıkarılan genişledikçe ve birbirlerine bağımlılıkları artıkça, işbirliği yapmaları da daha önemli bir hale gelebilir. Ancak kısa dönemde bunun yapılmasını önemli gerginlikler ve rekabetler olduğunu görüyoruz. Bütün bunlara bakarak, Iraklı Kürtler daha güçlü bir durumda olacaktır. Çekiç Güç’ün varlığı sürdükçe, Bagdat’ta güçlü bir merkezi hükümet kurulsa bile, Kürtler kendi kurdukları yeni kurumları ve oldu bittiye getirdikleri otonomiyi korumayı başaracaklardır.”

Rapor tarihi, doksanların başı ve gelinen noktaya dikkat ediniz...

Yılmaz Polat, kitabında ABD gizli servisi adına Türkiye’de oyun kuran muhteremin adını da veriyor: Graham Fuller... Bakınız bu Bay Fuller kimmiş?..

“Yirmi yıl CIA Ortadoğu bölge sorumlusu oldu. 1964-67 arası Türkiye’deki CIA şefi oldu, ülkesine dönünce CIA’nın Ulusal İstihbarat Kurulu Başkan Yardımcılığı’na kadar yükseldi. Türkiye’ye ilgisi hiç bir zaman azalmadı. Ekmeğini Türkiye’deki Müslüman’lıkla oynayarak kazandı. Başının üzeri keldi, yan taraftan uzattığı saçları ve uzun sakalıyla ajanlığını gizlemeye ve kendisine bir entelektüel görünümü vermeye çalıştı. Sakallı hali, Türkiye’deki aşırı dincilerin de hoşuna gitti, Kürt ve İslam uzmanı oldu. Türk-Kürt-İslam sentezini birleştirip Türkiye’nin jeopolitik yapısını irdeledi. CIA’dan emekli olduktan sonra da bağlantısını kesmedi. Merkezi Kaliforniya’da olan Rand Corporation adlı araştırma kurumunda bölge uzmanı olarak çalışmaya başladı ve kendisi iyice Türkiye’deki İslam’a verdi. Yazdığı raporlar, tarikatlar için umut ışığı, Türkiye’de şeriat rejimini görmek isteyenler için yol haritası oldu...”

Bundan sonraki satırlar sizlere “Pek tanıdık” gelecektir!..

“Graham Fuller, 1920’lerde Türkiye’nin ayakta kalma mücadelesi sırasında Atatürk’ün tarihsel rolüne çok büyük saygı duyduğunu; ancak George Washington, Nehru, Lenin ve Gandi gibi liderlerin bile sonsuza kadar yaşayabilecek bir ürün vermediğini ve zaman içinde bellerden silinebileceklerini söylüyordu. Fuller’e göre İncil ve Kur’an kalıcıydı. Liderler ölüyor önce bedenleri, zaman içinde de düşünceleri yok oluyordu. Oysa Kur’an ve İncil yaşıyordu.

Geçmişteki radikal laiklik politikaları döneminde İslam’ın yaşamımızdan nasıl dışlanacağı adeta bir fikri sabit haline gelmişti. Bence bu, bugün daha az lazım olan bir tepki.

Fuller’in sözleri, soğuk savaş sonrası CIA’nın dikkatlerini Türkiye’ye çevireceğinin önemli işaretiydi. Belli ki yeni çalışmalar, İslam ve Kürtçü’lük ağırlıklı olacaktı.

Fuller’in iddiasına göre, Türkiye’nin sorunu Atatürkçülük’ten kaynaklanıyordu...”

Kitaba yarın devam edeceğim...


Kaynak


Bay Fuller’in marifetleri!.

Türkiye'nin başına gelenleri Gazeteci Yılmaz Polat’ın “CIA’nın muteber adamı” kitabından öğrenmeyi sürdürelim... Graham Fuller nam muhteremi okuyorduk!.. Bu bey USA'ya CIA merkezine dönmüştü ve...

“Fuller, çalışmalarını Müslüman ülkeleri laik sisteme dönüştürerek değil, Türkiye’yi Ilımlı İslam’a çevirip model yapma üzerine yoğunlaştırdı!..”

Ne zaman?.. 1990’lı yılların başında, raporunu sunduğunu okuyup, bu zamanı tahmin edebiliriz...

Fuller’in “Türkiye’deki İslamcı Akımlar” raporu Türkiye’nin İslami düşünce ve eğilimleri konusunda daha esnek olabileceğini savunuyordu. Proje AB temelleri üzerine inşa edilecekti; ama Türkiye’nin önünde üyelik için ciddi engeller vardı. Özellikle yaratılan bu sorunların özünde, kemikleşmiş Kemalizm’in yattığı iddia ediliyordu. Fuller, Atatürk İlkeleri arasında yer alan devletçiliğin, bugün, geniş anlamıyla, Türkiye’nin gelişmesinin önünde en büyük engel oluşturduğunu yazdı. T.C. Anayasası’nın ilk cümlesi olan “Türk Devleti ebedidir” sözünün Orwell dilini anımsatan daha eski bir dönemi çağrıştırdığını savunuyor, şöyle diyordu: “Liberal olmayan bir düzen, Türkiye’nin demokratik değişimini engellemekte, İslamcılık ve Kürtler gibi iki ana sorunun çözümü de zorlaştırmaktadır. Birincisi din meselesidir. Türkiye laik bir devlet olarak ülkedeki tek ve aynı zamanda en büyük İslamcı partiyi yasaklamaya devam ediyordu. Türkiye laik sistemi sürdürmelidir; ancak bu sistem kilise ve devletin ayrıldığı gibi gerçek laiklik olmalı. Fransız tepeden inmeci anlayışında ve Türkiye’de de olduğu gibi devletin din üzerinde kesin bir kontrol uyguladığı bir sistem olmamalı. Türkiye’nin ikinci büyük bir krizi de Kürt sorunu. Homojen bir ulus kurma kaygısı içinde , Kemalist devlet Türkler dışında hiçbir kimliği tanımamak üzerine inşa edilmiştir.

Fuller’e göre Kemalizm olarak adlandırılan devlet doktrini, sorunun çözmediği gibi, Türkiye’ye çok pahalıya mal oluyordu. Fuller, bir yandan da fikirlerini eyleme dönüştürmek için yakın çalışma arkadaşlarıyla hedef belirliyordu. Türkiye’deki İslamla ilgili fikirleri, Fuller’i, İslamcıların vazgeçilmez konuşmacıları arasına soktu. Sık sık İstanbul’a çağrılıyordu. Fuller de çağrıları yanıtsız bırakmadı; Saidi Nursi konferanslarında boy gösterdi. En gözde konuşmacılar arasına girmeyi başardı. CIA’cı aynı zamanda Amerika’daki Ilımlı İslamcı yanlarını kendi kafasına göre örgütlüyordu. Fuller’in çalışma arkadaşları arasında Türkiye’de doğup büyüyen Washington’a CIA bağlantılı Henry Barkey de vardı; İstanbul’dan Washington’a gelmiş ve Fuller’in asistanı oluvermişti. Barkey artık Fuller’in güvendiği, ona en yakın kişilerden biriydi.

Graham Fuller Türkiye’nin sorununun Atatürkçülükten kaynaklandığı konusunda ısrarcıydı. Üç ayda bir yayınlanan National Interest “Atatürk ve Sonrası” başlıklı bir makale yazdı. Atatürk’ün düşüncelerinin yeniden yorumlanmasına ihtiyaç olduğunu savundu. Fuller’in görüşleri, Türkiye’de İkinci Cumhuriyetçi olduğunu söyleyen bir grup eski komünist yeni dinci yazar aydın-akademisyen tarafından çabucak benimsenip desteklendi. Bu destek raslantısal değildi. Kapalı kapılar ardında Ilımlı İslam tezi, Kürtçülüğü de içine alarak ağını planlı biçimde örüyordu...”

Polat, Fuller'in bir başka “arkadaşını” daha bize şöyle tanıtıyor...

“Pentagon için hazırlanan 80 sayfalık raporun mimarlarından biri de Profesör Sabri Sayarı. Profesör Sayarı İstanbul’da Boğaziçi Üniversitesi’nde, Washington’da Georgetown Üniversitesi’nde öğretim üyeliği RAND’de araştırmacılık ve Washington’da Heath Lowry’den sonra Türk Araştırmaları Enstitüsü’nde başkanlık yaptı. Daha sonra Washington’dan ayrılıp İstanbul’a Sabancı Üniversitesi’ne geldi...”

Bu kitabı okuyunuz, daha neler var neler!!


Kaynak
Kullanıcı küçük betizi
tuba
Üye
Üye
 
İletiler: 1113
Kayıt: Cmt Ara 29, 2007 21:09
Konum: Güneşin doğduğu yerden...

Siyonist ABD'li Graham Fuller-PENTAGON ERGENEKON HATTI

İletigönderen borabey » Pzt Ağu 18, 2008 11:38

Siyonist ABD'li Graham Fuller-PENTAGON ERGENEKON HATTI -Bayram YÖNEM

--------------------------------------------------------------------------------Siyonist ABD'li Graham Fuller-PENTAGON ERGENEKON HATTI -Bayram YÖNEM

--------------------------------------------------------------------------------

Siyonist ABD'li Graham Fuller:

"Sizden bana bir iyilik yapmanızı istiyorum." "Bir süre için CIA görevlisi olarak Türkiye'de çalıştığımı ve 14 yıl örgütün Türkiye ve Ortadoğu sorumlusu olduğumu unutun ve yazdıklarımı öyle okuyun..." diyordu.



Aktüel Dergisi'ne, çıkacak kitabı "Yeni Türkiye Cumhuriyeti"ni anlatırken söylüyor bu sözleri...

Fuller, CIA'in 14 yıl Türkiye ve Ortadoğu masası şefliğini yaptı ...

60'lı yıllarda Türkiye'de bizzat CIA görevlisi olarak bulundu...

Kızının adını Ankara koyacak kadar, Türkiye'ye yakın ve ilgilidir...

Şimdi "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" kitabında şöyle diyor; "Türkiye'nin laik bir devlet olarak kalacağı neredeyse kesin olsa bile, Türkiye içinde laikliğin anlamı evriliyor... AKP, İslam ile arasında herhangi bir formel bağ kurmaktan uzak durmasına ve Laisizmi demokrasinin bir önşartı olarak kabul etmesine rağmen, ılımlı İslamcı bir partidir...

Daha da önemlisi, dini değerlerin siyasal yaşamla bütünleştirilmesinin ne anlama geldiğini keşfetmeye çalışan İslamcı bir parti olarak görüyorum AKP'yi..."

AKP'yi destekliyor çünkü "Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin İslam ülkeleri için yeni bir örnek olacağı inancında..."

Fuller'i herhangi bir CIA'ci olarak görürseniz çok hata edersiniz...

O, "Soğuk Savaş döneminde Sovyet komünizmine karşı radikal ve siyasal İslam'ı harekete geçiren Yeşil Hat projesinin mimarlarından ve hararetli savunucularındandı.."

Dört yıl önce Vatan Gazetesi için röportaj yapan Devrim Sevimay'la aralarında şu konuşma geçmişti:

Yeşil Kuşak ilk kimin fikriydi ABD'nin değil mi?..

· Radikal İslam'ı, siyasal İslam'ı ilk olarak biz icat etmedik... Bütün dünya radikal İslam'ı Sovyetlere karşı kullanmak istedi... Sovyetlerin güneye doğru yayılmasını önlemek içindi... Fikir herhalde bizimdi...

Türkiye'de bu fikrin en ateşli savunucusu olarak siz biliniyorsunuz?..

· Benim için şeref sayılabilir... Ama kabul etmiyorum... Suudi Arabistan'ın da büyük katkısı vardı... Herhalde babası ben değilim... Ama kim bilir babası kimdir?..

Peki Türkiye'yi niye kattınız bu kuşağın içine?.. Tam da Türkiye'de laik bir reform oturtulmaya çalışırken?..

· Çünkü Türkiye'de çok kuvvetli bir sol vardı... Aynı zamanda İran'da da... Komünizm hareketi iki ülkede de çok kuvvetliydi, 50'lerde, 60'larda, 70'lerde... İslam zayıf, sol güçlüydü..." cevabını veriyordu. Zamanında Türkiye'de solu yıkmak için, bölgedeki radikal ve siyasal İslam'ın egemen olduğu devletlerle Türkiye ve İran'ı alarak "Yeşil Kuşak"ı oluşturan isimlerden biri olan Graham Fuller..."[1]

İşte bu Siyonist Graham Fuller'in teşkilatının yetiştirmesi Tucay Güney, Devletten ve MİT'ten güçlü müydü?

Kendi itiraf ve ifadesiyle:

· Göçmen bir aileden, sabataist (Yahudi asıllı) oluyormuş...

· Jitem'den PKK'ya, Ergenekondan Pentagon'a her şeyi biliyormuş...

· ABD vizesiyle, CIA adına çalışıyormuş...

· İsmailağa Tarikatına sızıyormuş...

· Sonra Fetullahçılara katılıp yükseliyormuş...

· Samanyolu TV'de programlar yapıyor, Çiller ve Ecevit'i bile konuk ediyormuş...

· Emekli General Veli Küçük'le 100 sefer (V.K. 15 sefer) görüştüğünü söylüyormuş...

· Sık sık Kuzey Irak'a gidip Talabani ve Barzani'yle buluşuyormuş...

· Bekaa'ya gidip A. Öcalan'la görüşüyor. Doğu Perinçek fotoğraflarını getirip MİT'e veriyormuş...

· Büyük Birlik Partisinin kurulması için Fetullah Gülen'den aldığı parayı getirip, bizzat Muhsin Yazıcıoğlu'na verdiğini söylüyormuş...

· Sahte kimlik ve diploma düzenlemekten, rüşvet aracılığı yürütmeye, köy meralarını zaptedip resmi kurumlara satılmış göstermeye, İslam öncesi Türklerin Şamanlık dinini benimsetmekten erkeklerle birlikteliğe ve burada ağza alınmayacak her türlü mel'anetlere bulaşıyor ve bunları bir bir sorgusunda anlatıyormuş...

· Ve şuanda Kanada Toronto'da bir Sinagok'ta Haham yardımcılığı yapıyormuş!?

Şimdi soralım:

Ülkemiz, bölgemiz ve dünya çapında bu denli etkili ve tehlikeli görevleri: 1972 Çorum-Kargı ilçesi doğumlu bir çocuk kotarırken.

Bizim MİT'imiz, Emniyetimiz, Askeri İstihbarat yetkililerimizi ne yapıyordu?

Veya şöyle mi soralım: Türkiye'yi kimler yönetip yönlendiriyordu? Ve işte buna demokrasi deniliyordu!..

Gladyo'nun gayesi Genelkurmay'ı karıştırmak mı?

Ergenekon Belgelerinde, örgütün "ağzından" şöyle deniyor: "Kontrol Dairesinde görevlendirilecek ajanlar, mutlaka Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinden ve özel operasyon ünitelerinden, çok dürüst, güvenilir kişilerden seçilmelidir. Bu ajanlar, merhametsiz olmalı ve bağımsız görev yapabilmelidirler. Emirleri doğrudan Ergenekon komutanından almalıdırlar... Gereğinde 'naylon terör grupları' oluşturularak, terör dünyasına yön verilmelidir."

2006 yılından bu yana, Fethullahçı medya ve AKP yanlısı basın organları "Ergenekon" kelimesini, sürekli olarak haber ve yorumlarında kullanıyorlar. Bu haber ve yorumların içerisinde de sık sık "Ergenekon Belgeleri"nden söz ediyorlar. Savcı Zekeriya Öz, soruşturmanın başlangıcında, soruşturma dosyasındaki bütün belgeleri, "gizli" hale getiren bir karar aldırdığı için, bu belgelerin içeriğinde neler bulunduğu tam olarak ortaya çıkmadı. Fethullahçı ve AKP'ci medya, bundan yararlanarak, bu belgelerin içeriğini, istediği gibi çarpıtarak, yayınlarına devam edebiliyorlar. Fethullahçı medya ve AKP yanlısı basın organlarında yinelenen "Ergenekon" ve "Ergenekon belgeleri" hakkında verilen bilgiler, şaşılacak derecede aynı. Çünkü, operasyonun medya ayağı, "Ergenekon Belgeleri"ni sürekli "kesip-biçerek" Fetullahçı Gladyo'nun hazırladığı senaryonun aşamalarına uygun olarak kullanıyor.

Oysa "Ergenekon" denilen, örgüte ait olduğunu iddia edilen belgelerde öyle bölümler var ki, tertibi ve tertibin hedefini açıkça ortaya koyuyor. Ancak, Fethullahçı ve AKP'ci medya bu bölümleri şimdilik "sır gibi" saklıyor. İddianın en önemli belgesi denilen belgelerde, Fethullahçı-AKP medyasının, "şimdilik" gizli tuttuğu bölümler, kurum olarak TSK'yı zan altında bırakacak iddiaları içeriyor. Fethullahçıların, CIA denetiminde, 2000 yılında ürettiği Ergenekon Belgelerine, örgütün "ağzından" yapılıyor görüntüsü ile yerleştirilen iddialar özetle şöyle:

"Ergenekon örgütü, Silahlı Kuvvetler bünyesinde gizli faaliyet yürütüyor.

Kendi kontrolümüzde mafya grubu kuracağız.

Örgütümüzü sistemle kavgalı kişilerden oluşturacağız.

Örgüt yapımızda, Masonik Bilderberg organizasyonundan, Nazilerden, İngiliz istihbaratından ilham aldık"!?...

Gizlenen Bölümler Tertipçileri Ele Veriyor

Siz, Türkiye'de "Kemalist darbe" ile iktidarı ele almayı amaçlayan bir gizli örgüt kuracaksınız ve belgelerinize şöyle yazacaksınız:

"21.yüzyıl Türkiye'sinde, Ergenekon'un kontrolündeki Lobi, Kemalizm'i savunmazsa, 'Kemalizm'in; yalnızca silahlı kuvvetler mensuplarının savunması ve dayatmaları ile ayakta tutmaya çalıştığı bir rejim ve "izm" olarak gösterilmesinin önüne geçilemeyecektir.

"Türk toplumu, gerçekte siyasi liderlerin çıkarları adına hareketlerinden kaynaklanan hatalardan ötürü, Kemalizm'i sorumlu tutarak yargılamaya yönelmiştir. Türk halkı, toplumsal geri kalmışlık, mutsuzluk ve umutsuzluğun kaynağı olarak Kemalizm'i sorumlu tutar hale gelmiştir.

"Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bünyesinde faaliyet gösteren Ergenekon'un kontrolünde Lobi'nin yapacağı çok yönlü faaliyetlere gereksinim kesindir."

"Lobinin tüm çalışma ve faaliyetlerinde gizlilik prensiplerine riayet edilecektir."

"Ergenekon'un denetiminde faaliyet gösterecek olan Lobi adı verilen gizli-örgütsel yapı, fundamentalist, bölücü, yıkıcı unsurların tasfiye edilmesi işlevini görecektir.

"Lobi, sendikaların tepkisel ve kitlesel eylemlerini endirekt metotlarla yönlendirecektir.

"Lobi, mafya gruplarını tümüyle gözden geçirmeli, mevcut grupların karşısında yeni ve güçlü bir grup meydana getirmelidir."

"Lobi'nin merkezinde göreve atanan beş sivil yönetici, gizlilik prensiplerine sadık kalarak, organizasyonu yönetecektir.

"Lobi örgütlenmesinde her tür eleman profilinden yararlanılmasından kaçınılmamalıdır. Özellikle, sistemle barışık olmayan, aradığını bulamamış yapıdaki kişilikler seçilmelidir."

Gizlenen bölümlerde tekrarlanan ifadeler:

Ergenekon gizli bir örgüttür ve Silahlı Kuvvetler bünyesinde faaliyet göstermektedir.

Halk, bu güne kadar çektiği sıkıntılar nedeniyle Kemalizm'i suçlu görmektedir. Ergenekon Örgütü de Kemalizm'i savunduğu için gizli örgüt kurmak mecburiyetindedir.

Ergenekon gizli örgütü, kitlesel ve tepkisel eylemleri yönlendirecektir.

Ergenekon gizli örgütü, yeni ve güçlü bir mafya grubu kurarak, mafyanın bütününü kontrol edecektir.

Ergenekon gizli örgütü, sistemle kavgalı, aradığını bulamamış kişiler de dahil, her tür elemandan yararlanma yoluna gidecektir.

Ergenekon gizli örgütü, Masonik Bilderberg organizasyonundan, Alman Nazi Örgütlenmesinden, İngiliz istihbaratının örtülü örgütlenme modellerinden, Doğu kaynaklı bazı istihbarat ve siyasal örgütlenmelerden ilham alınarak oluşturulmuş bir harekettir....

CIA Türkçe'si ile Fethullahçılık Cehaleti Karışınca

"Lobi, kısa süre içerisinde belirleyeceği alanlarda arka-arkaya şirketler kurup yönetecek; giderek artan finanse ("Finanse" kelimesi, Fethullahçı yazarın kavramı yanlış kullanma örneği olsa gerek) kaynakları'na sahip olarak; bu yatırımlar sonucunda holdingler oluşturularak, uluslar arası ticari faaliyet girişimlerine geçilebilecektir. (Cümlenin yazılışı, Türkçe bakımından o kadar "bozuk" ki, düzeltmek mümkün değil. Tam da CIA Türkçesi. EO)

"Fundamentalist faaliyetler doğrultusunda kurulan çeşitli vakıfların yurt içi ve yurt dışında halktan para toplayarak güçlenmesinin önüne geçilebilmesi için de aynı kulvarda kurulacak naylon bir vakıfla önlenebilmesi mümkün kılınacaktır.

"Emir ve tensiplerinize sunulan bu çalışmamıza masonik Bilderberg örgütü, Alman Nazi örgütlenişi, İngiliz İstihbaratının örtülü örgütlenme modelleri ve bazı Avrupa ülkelerinin sivil toplum örgütlenişleri ile Doğu kaynaklı bazı istihbarat ve siyasal örgütlenmeleri kaynaklık etmiş ise de yapılandırılmasının planlaması ile hiçbir benzerliği olmamasına özen gösterilmiştir.

"Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösteren Ergenekon'un Lobi adını verdiğimiz örgütsel organizasyonun faaliyetlerine önümüzdeki zaman dilimi içinde çok daha fazla gereksinimi olacağı görüşünde haddimizin sınırlarını zorlayan ısrarcılıktaki ifade ve işaretlerimizin amacı, konunun öneminden kaynaklanmaktadır."

Bu alıntıların "Türkçe"sine bakıldığında bile, "CIA Türkçe'si" sırıtıyor.

Ergenekon Belgesi, Tuncay Güney'den önce Fehmi Koru'nun elindeydi!

"Ergenekon Belgeleri"nin ilk defa Tuncay Güney'in yakalanması ile ortaya çıktığı, her yerde yazılıp-çiziliyor. Ancak, Taha Kıvanç, "nam-ı diğer" Fehmi Koru, "Ergenekon: Analiz-Yeniden yapılanma, yönetim ve geliştirme projesi" denilen belgeye, Tuncay Güney'den önce sahip olmuş. Bu Fethullahçı ve AKP işbirlikçisi basın organlarına soruyoruz:

Bu durum, kendi haber-yazısı ile de belgeli. Nasıl mı? Taha Kıvanç "takma adıyla" 30 Nisan 2001 tarihli haber-yazısından okuyalım: "Sadece bir öneri" sanıp fazla önemsemediğim bir proje, galiba, hayata geçirilmiş... Çünkü elimden geçen o belgede, yeniden kurulması talep edilen 'gizli birim' için düşünülen görevlerin başında, 'Bilgisayar korsanları kullanılarak hassas bilgi toplanması' geliyor... Raporun ilgili satırlarını okuyalım: "21. yüzyılda, güçlü bir istihbarat örgütünün anahtarı, uluslararası finansal organizasyonları engellemek olacaktır. (..) Ergenekon, kaçınılmaz bir biçimde çağın ve koşulların gereği olarak ekonomi alanında çok etkin faaliyetler uygulamaya koymak ve para akışını kontrol altına almak zorunluluğu ile karşı karşıyadır."

Bu satırları aldığım rapor 24 sayfa. "Ergenekon: Analiz-Yeniden yapılanma, yönetim ve geliştirme projesi" başlığını taşıyor. Üzerine, "İstanbul / 29 Ekim 1999" tarihi düşülmüş. Raporu yazanın adı sonunda yer alıyor. Raporun müellifi, "Bu çalışmanın amacı, Ergenekon'un reorganizasyonuna katkıda bulunabilmektedir' cümlesiyle açıklamakta..."

Şimdi hafızalarımızı tazeleyelim:

Tuncay Güney, 2 Mart 2001 günü gözaltına alındı. Fehmi Koru ise, haber-yazısını, Yeni Şafak'ta yayımlanmasından bir gün önce, 29 Nisan günü yazmış olmalı. Ne var ki, yine bu yazıda belirtildiği gibi; 29 Nisan 2001'den önce, bu belge Fehmi Koru'nun elindeymiş. Dahası, Fehmi Koru, bu belgeyi okumuş ama "unutmak üzere" iken, Cüneyt Ülsever'in 25 Nisan 2001 günlü Hürriyet'teki yazısı ile anımsamış. Eğer Fehmi Koru, "ebleh" değilse, bu gün "fırtınalar yaratan" böyle bir belgeyi okuyup, bir kenara atmış olamaz. Fehmi Koru'nun, "aklına takılan" satırları, belge-raporun 22. sayfasında bulduk. Oysa, 22. sayfaya gelene kadar, bu belgede neler var neler...

Fehmi Koru'nun elindeki belge, yıllardır Fethullah-AKP medyasının elinde. Mesela, Sabah Gazetesi Temsilciliğinden, 13 Ocak 2007 tarihinde, 03122...... nolu faks'a gönderilen "Ergenekon: Analiz-Yeniden yapılanma, yönetim ve geliştirme projesi"nin bir nüshası Aydınlık'ın eline geçti.

"Naylon terör örgütü kurup, teröre yön vereceğiz"

Belgenin ikinci sayfasındaki şu cümle, nedense Fehmi Koru tarafından, "atlanmış" oluyor. Okuyalım: TSK bünyesinde faaliyet göstermekte olan Ergenekon'un yeni bir yapılanmaya yönelme zorunluluğu vardır. Bu çalışmada, TSK bünyesi içinde faaliyet gösteren Ergenekon'un sorunlarının belirlenmesi ile yetinilmeyip, yepyeni bir yapılanma örneği önerilmektedir".

Aynı sayfada şu cümle de bulunuyor: "21. yüzyılda yepyeni bir yapılanma ile değerli TSK mensuplarının yanı sıra sivillerden de sonuna değin yararlanılması gereği ve zorunluluğuna yer verilmiştir. Ergenekon içinde yer alan değerli TSK mensupları ile Kemalizm'e ve ülkesine bağlı her meslekten sivillerin organizasyonu ile ortaya çıkacak olan yeni yapılanma gerçekte geç kalınmış bir girişim olarak görülmelidir. Belge-rapor'un dördüncü sayfasında şu cümle göze çarpıyor: "Ergenekon, faaliyetlerini yeni ve gelişmiş yöntemlerle sürdürmek zorunda olduğu gibi, kaçınılmaz olarak faaliyet alanlarını da geliştirmek zorunluluğu ile karşı-karşıyadır."

Yedinci sayfada, yine dikkat çekici bir cümle: "Ergenekon, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin değerli personeli dışında entelektüel ve her meslekten seçkinlerin de içinde yer alacağı 'sivil' personelden yararlanmakla; karşılaştığı en önemli sorunların üstesinden gelmekte güçlük çekmeyecektir."

Dokuzuncu sayfadaki cümle, tam anlamı ile müthiş: "21. yüzyılda en önemli sorunlardan birisi de 'terör' olacaktır... Bu nedenle terör grupları mutlaka kontrol altında tutulmalı, gereğinde 'naylon terör grupları' oluşturularak, terör dünyasına yön verilmelidir."

"Yakalananları öldüreceğiz"!

Belge-rapor'da, "Kontrol Dairesi" başlığı altında şunlar yazıyor:

"Operasyonlarda yer alması zorunlu olan bu dairede yer alan ajanların ilk görevi; operasyon alanı içinde bulunmak, operasyon esnasında temizleme ve ortadan kaldırma gibi işlemlerde doğabilecek sorunları çözümlemektir. İkinci bir görevleri, karşı istihbarat örgütlerine geçen, yakalanan veya operasyon amacına aykırı hareket eden herhangi bir ajanı öldürmektir. Kontrol Dairesinde görevlendirilecek ajanlar, mutlaka Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinden ve özel operasyon ünitelerinden, çok dürüst, güvenilir kişilerden seçilmelidir. Bu ajanlar, merhametsiz olmalı ve bağımsız görev yapabilmelidirler. Emirleri doğrudan Ergenekon komutanından almalıdırlar."

Ciddiye almak zor...

Hukukçu olmak şart değil!

BOP Eşbaşkanı veya danışmanları yapılmamışsanız,

Ya da Buş'tan özel bir emir almamışsanız,

Fethullahçılar kadar "gözünüz kararmamışsa",

Yahut AKP İktidarı gibi, ABD ve AB ile gizli hizmet sözleşmeleri imzalamamışsanız; kısacası, "aklı başında" bir kişi iseniz; Ergenekon belgelerini ciddiye almanız zor. Çünkü "Ergenekon Belgeleri" 1999 yılında 4422 sayılı "Çıkar Amaçlı Suç Örgütleri" yasanın yürürlüğe girmesinden sonra, CIA tarafından görevlendirilen, "sersem-sepelek" adamların, Fethullahçıları kurtarmak için hazırladığı belgelerden ibaret. Bu belgelere dayanarak ortaya atılan iddiaları davaya dönüştürmek zor. Nitekim Savcılık bir yıla yaklaşan sürede, halen iddianamesini yazamadı.[2]

PKK'lı itirafçı:

Şemdinli PKK'nın Komplosuydu!

PKK'nın Kandil Dağı'ndaki kamplarından kaçarak güvenlik güçlerine teslim olan U.T, Şemdinli'de eski PKK hükümlüsü Seferi Yılmaz'a ait Umut Kitabevi'nin bombalanması olayının PKK'nın bir komplosu olduğunu itiraf etti. Saldırının PKK tarafından yapıldığını söyleyen "Pir Kemal İlgaz" kod adlı PKK itirafçısı, şunları anlattı:

"Gare Kampı sorumlusu 'Sadun' Mersin'deki yangının talimatını verdi. Ayrıca iki kamp sorumlusu kendi aralarında konuşurken, Şemdinli olaylarını örgütün özel kuvvetler biriminin yaptığını anlatıyordu ve 'Bak Mersin olayı çok iyi oldu. Ama Şemdinli'yi yapanlar az kalsın yüzlerine bulaştıracaktı. Neredeyse komplo deşifre olacaktı' diyorlardı. Bahsettikleri olay uzun süre basının gündeminde kalan istihbaratçıların tutuklandığı olaydı. Ayrıca Şırnak Beşağaç köyünde 12 köylünün öldürülmesi olayında grup sorumlumuz Perver gülerek 'bizimkilerin işidir' diyordu".

1 kişinin öldüğü, 5 kişinin de yaralandığı tertip sonucu, astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile PKK itirafçısı Veysel Ateş uzun süre tutuklu kalmıştı.

Şemdinli davası Türkiye'yi sarsan bir hukuk skandalına dönüşmüş, konuyla ilgili soruşturmayı yürüten Savcı Ferhat Sarıkaya, hazırladığı iddianamede söz konusu olayın devlet içindeki bazı güçlerle bağlantılı olarak yapıldığını ileri sürmüş ve dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ı da bu çeteyle ilişkili olarak göstermişti. Ferhat Sarıkaya, daha sonra soruşturmadaki yanlı tutumu nedeniyle Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu'nca meslekten men edilmişti.
__________________


Siyonist ABD'li Graham Fuller:

"Sizden bana bir iyilik yapmanızı istiyorum." "Bir süre için CIA görevlisi olarak Türkiye'de çalıştığımı ve 14 yıl örgütün Türkiye ve Ortadoğu sorumlusu olduğumu unutun ve yazdıklarımı öyle okuyun..." diyordu.



Aktüel Dergisi'ne, çıkacak kitabı "Yeni Türkiye Cumhuriyeti"ni anlatırken söylüyor bu sözleri...

Fuller, CIA'in 14 yıl Türkiye ve Ortadoğu masası şefliğini yaptı ...

60'lı yıllarda Türkiye'de bizzat CIA görevlisi olarak bulundu...

Kızının adını Ankara koyacak kadar, Türkiye'ye yakın ve ilgilidir...

Şimdi "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" kitabında şöyle diyor; "Türkiye'nin laik bir devlet olarak kalacağı neredeyse kesin olsa bile, Türkiye içinde laikliğin anlamı evriliyor... AKP, İslam ile arasında herhangi bir formel bağ kurmaktan uzak durmasına ve Laisizmi demokrasinin bir önşartı olarak kabul etmesine rağmen, ılımlı İslamcı bir partidir...

Daha da önemlisi, dini değerlerin siyasal yaşamla bütünleştirilmesinin ne anlama geldiğini keşfetmeye çalışan İslamcı bir parti olarak görüyorum AKP'yi..."

AKP'yi destekliyor çünkü "Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin İslam ülkeleri için yeni bir örnek olacağı inancında..."

Fuller'i herhangi bir CIA'ci olarak görürseniz çok hata edersiniz...

O, "Soğuk Savaş döneminde Sovyet komünizmine karşı radikal ve siyasal İslam'ı harekete geçiren Yeşil Hat projesinin mimarlarından ve hararetli savunucularındandı.."

Dört yıl önce Vatan Gazetesi için röportaj yapan Devrim Sevimay'la aralarında şu konuşma geçmişti:

Yeşil Kuşak ilk kimin fikriydi ABD'nin değil mi?..

· Radikal İslam'ı, siyasal İslam'ı ilk olarak biz icat etmedik... Bütün dünya radikal İslam'ı Sovyetlere karşı kullanmak istedi... Sovyetlerin güneye doğru yayılmasını önlemek içindi... Fikir herhalde bizimdi...

Türkiye'de bu fikrin en ateşli savunucusu olarak siz biliniyorsunuz?..

· Benim için şeref sayılabilir... Ama kabul etmiyorum... Suudi Arabistan'ın da büyük katkısı vardı... Herhalde babası ben değilim... Ama kim bilir babası kimdir?..

Peki Türkiye'yi niye kattınız bu kuşağın içine?.. Tam da Türkiye'de laik bir reform oturtulmaya çalışırken?..

· Çünkü Türkiye'de çok kuvvetli bir sol vardı... Aynı zamanda İran'da da... Komünizm hareketi iki ülkede de çok kuvvetliydi, 50'lerde, 60'larda, 70'lerde... İslam zayıf, sol güçlüydü..." cevabını veriyordu. Zamanında Türkiye'de solu yıkmak için, bölgedeki radikal ve siyasal İslam'ın egemen olduğu devletlerle Türkiye ve İran'ı alarak "Yeşil Kuşak"ı oluşturan isimlerden biri olan Graham Fuller..."[1]

İşte bu Siyonist Graham Fuller'in teşkilatının yetiştirmesi Tucay Güney, Devletten ve MİT'ten güçlü müydü?

Kendi itiraf ve ifadesiyle:

· Göçmen bir aileden, sabataist (Yahudi asıllı) oluyormuş...

· Jitem'den PKK'ya, Ergenekondan Pentagon'a her şeyi biliyormuş...

· ABD vizesiyle, CIA adına çalışıyormuş...

· İsmailağa Tarikatına sızıyormuş...

· Sonra Fetullahçılara katılıp yükseliyormuş...

· Samanyolu TV'de programlar yapıyor, Çiller ve Ecevit'i bile konuk ediyormuş...

· Emekli General Veli Küçük'le 100 sefer (V.K. 15 sefer) görüştüğünü söylüyormuş...

· Sık sık Kuzey Irak'a gidip Talabani ve Barzani'yle buluşuyormuş...

· Bekaa'ya gidip A. Öcalan'la görüşüyor. Doğu Perinçek fotoğraflarını getirip MİT'e veriyormuş...

· Büyük Birlik Partisinin kurulması için Fetullah Gülen'den aldığı parayı getirip, bizzat Muhsin Yazıcıoğlu'na verdiğini söylüyormuş...

· Sahte kimlik ve diploma düzenlemekten, rüşvet aracılığı yürütmeye, köy meralarını zaptedip resmi kurumlara satılmış göstermeye, İslam öncesi Türklerin Şamanlık dinini benimsetmekten erkeklerle birlikteliğe ve burada ağza alınmayacak her türlü mel'anetlere bulaşıyor ve bunları bir bir sorgusunda anlatıyormuş...

· Ve şuanda Kanada Toronto'da bir Sinagok'ta Haham yardımcılığı yapıyormuş!?

Şimdi soralım:

Ülkemiz, bölgemiz ve dünya çapında bu denli etkili ve tehlikeli görevleri: 1972 Çorum-Kargı ilçesi doğumlu bir çocuk kotarırken.

Bizim MİT'imiz, Emniyetimiz, Askeri İstihbarat yetkililerimizi ne yapıyordu?

Veya şöyle mi soralım: Türkiye'yi kimler yönetip yönlendiriyordu? Ve işte buna demokrasi deniliyordu!..

Gladyo'nun gayesi Genelkurmay'ı karıştırmak mı?

Ergenekon Belgelerinde, örgütün "ağzından" şöyle deniyor: "Kontrol Dairesinde görevlendirilecek ajanlar, mutlaka Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinden ve özel operasyon ünitelerinden, çok dürüst, güvenilir kişilerden seçilmelidir. Bu ajanlar, merhametsiz olmalı ve bağımsız görev yapabilmelidirler. Emirleri doğrudan Ergenekon komutanından almalıdırlar... Gereğinde 'naylon terör grupları' oluşturularak, terör dünyasına yön verilmelidir."

2006 yılından bu yana, Fethullahçı medya ve AKP yanlısı basın organları "Ergenekon" kelimesini, sürekli olarak haber ve yorumlarında kullanıyorlar. Bu haber ve yorumların içerisinde de sık sık "Ergenekon Belgeleri"nden söz ediyorlar. Savcı Zekeriya Öz, soruşturmanın başlangıcında, soruşturma dosyasındaki bütün belgeleri, "gizli" hale getiren bir karar aldırdığı için, bu belgelerin içeriğinde neler bulunduğu tam olarak ortaya çıkmadı. Fethullahçı ve AKP'ci medya, bundan yararlanarak, bu belgelerin içeriğini, istediği gibi çarpıtarak, yayınlarına devam edebiliyorlar. Fethullahçı medya ve AKP yanlısı basın organlarında yinelenen "Ergenekon" ve "Ergenekon belgeleri" hakkında verilen bilgiler, şaşılacak derecede aynı. Çünkü, operasyonun medya ayağı, "Ergenekon Belgeleri"ni sürekli "kesip-biçerek" Fetullahçı Gladyo'nun hazırladığı senaryonun aşamalarına uygun olarak kullanıyor.

Oysa "Ergenekon" denilen, örgüte ait olduğunu iddia edilen belgelerde öyle bölümler var ki, tertibi ve tertibin hedefini açıkça ortaya koyuyor. Ancak, Fethullahçı ve AKP'ci medya bu bölümleri şimdilik "sır gibi" saklıyor. İddianın en önemli belgesi denilen belgelerde, Fethullahçı-AKP medyasının, "şimdilik" gizli tuttuğu bölümler, kurum olarak TSK'yı zan altında bırakacak iddiaları içeriyor. Fethullahçıların, CIA denetiminde, 2000 yılında ürettiği Ergenekon Belgelerine, örgütün "ağzından" yapılıyor görüntüsü ile yerleştirilen iddialar özetle şöyle:

"Ergenekon örgütü, Silahlı Kuvvetler bünyesinde gizli faaliyet yürütüyor.

Kendi kontrolümüzde mafya grubu kuracağız.

Örgütümüzü sistemle kavgalı kişilerden oluşturacağız.

Örgüt yapımızda, Masonik Bilderberg organizasyonundan, Nazilerden, İngiliz istihbaratından ilham aldık"!?...

Gizlenen Bölümler Tertipçileri Ele Veriyor

Siz, Türkiye'de "Kemalist darbe" ile iktidarı ele almayı amaçlayan bir gizli örgüt kuracaksınız ve belgelerinize şöyle yazacaksınız:

"21.yüzyıl Türkiye'sinde, Ergenekon'un kontrolündeki Lobi, Kemalizm'i savunmazsa, 'Kemalizm'in; yalnızca silahlı kuvvetler mensuplarının savunması ve dayatmaları ile ayakta tutmaya çalıştığı bir rejim ve "izm" olarak gösterilmesinin önüne geçilemeyecektir.

"Türk toplumu, gerçekte siyasi liderlerin çıkarları adına hareketlerinden kaynaklanan hatalardan ötürü, Kemalizm'i sorumlu tutarak yargılamaya yönelmiştir. Türk halkı, toplumsal geri kalmışlık, mutsuzluk ve umutsuzluğun kaynağı olarak Kemalizm'i sorumlu tutar hale gelmiştir.

"Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bünyesinde faaliyet gösteren Ergenekon'un kontrolünde Lobi'nin yapacağı çok yönlü faaliyetlere gereksinim kesindir."

"Lobinin tüm çalışma ve faaliyetlerinde gizlilik prensiplerine riayet edilecektir."

"Ergenekon'un denetiminde faaliyet gösterecek olan Lobi adı verilen gizli-örgütsel yapı, fundamentalist, bölücü, yıkıcı unsurların tasfiye edilmesi işlevini görecektir.

"Lobi, sendikaların tepkisel ve kitlesel eylemlerini endirekt metotlarla yönlendirecektir.

"Lobi, mafya gruplarını tümüyle gözden geçirmeli, mevcut grupların karşısında yeni ve güçlü bir grup meydana getirmelidir."

"Lobi'nin merkezinde göreve atanan beş sivil yönetici, gizlilik prensiplerine sadık kalarak, organizasyonu yönetecektir.

"Lobi örgütlenmesinde her tür eleman profilinden yararlanılmasından kaçınılmamalıdır. Özellikle, sistemle barışık olmayan, aradığını bulamamış yapıdaki kişilikler seçilmelidir."

Gizlenen bölümlerde tekrarlanan ifadeler:

Ergenekon gizli bir örgüttür ve Silahlı Kuvvetler bünyesinde faaliyet göstermektedir.

Halk, bu güne kadar çektiği sıkıntılar nedeniyle Kemalizm'i suçlu görmektedir. Ergenekon Örgütü de Kemalizm'i savunduğu için gizli örgüt kurmak mecburiyetindedir.

Ergenekon gizli örgütü, kitlesel ve tepkisel eylemleri yönlendirecektir.

Ergenekon gizli örgütü, yeni ve güçlü bir mafya grubu kurarak, mafyanın bütününü kontrol edecektir.

Ergenekon gizli örgütü, sistemle kavgalı, aradığını bulamamış kişiler de dahil, her tür elemandan yararlanma yoluna gidecektir.

Ergenekon gizli örgütü, Masonik Bilderberg organizasyonundan, Alman Nazi Örgütlenmesinden, İngiliz istihbaratının örtülü örgütlenme modellerinden, Doğu kaynaklı bazı istihbarat ve siyasal örgütlenmelerden ilham alınarak oluşturulmuş bir harekettir....

CIA Türkçe'si ile Fethullahçılık Cehaleti Karışınca

"Lobi, kısa süre içerisinde belirleyeceği alanlarda arka-arkaya şirketler kurup yönetecek; giderek artan finanse ("Finanse" kelimesi, Fethullahçı yazarın kavramı yanlış kullanma örneği olsa gerek) kaynakları'na sahip olarak; bu yatırımlar sonucunda holdingler oluşturularak, uluslar arası ticari faaliyet girişimlerine geçilebilecektir. (Cümlenin yazılışı, Türkçe bakımından o kadar "bozuk" ki, düzeltmek mümkün değil. Tam da CIA Türkçesi. EO)

"Fundamentalist faaliyetler doğrultusunda kurulan çeşitli vakıfların yurt içi ve yurt dışında halktan para toplayarak güçlenmesinin önüne geçilebilmesi için de aynı kulvarda kurulacak naylon bir vakıfla önlenebilmesi mümkün kılınacaktır.

"Emir ve tensiplerinize sunulan bu çalışmamıza masonik Bilderberg örgütü, Alman Nazi örgütlenişi, İngiliz İstihbaratının örtülü örgütlenme modelleri ve bazı Avrupa ülkelerinin sivil toplum örgütlenişleri ile Doğu kaynaklı bazı istihbarat ve siyasal örgütlenmeleri kaynaklık etmiş ise de yapılandırılmasının planlaması ile hiçbir benzerliği olmamasına özen gösterilmiştir.

"Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösteren Ergenekon'un Lobi adını verdiğimiz örgütsel organizasyonun faaliyetlerine önümüzdeki zaman dilimi içinde çok daha fazla gereksinimi olacağı görüşünde haddimizin sınırlarını zorlayan ısrarcılıktaki ifade ve işaretlerimizin amacı, konunun öneminden kaynaklanmaktadır."

Bu alıntıların "Türkçe"sine bakıldığında bile, "CIA Türkçe'si" sırıtıyor.

Ergenekon Belgesi, Tuncay Güney'den önce Fehmi Koru'nun elindeydi!

"Ergenekon Belgeleri"nin ilk defa Tuncay Güney'in yakalanması ile ortaya çıktığı, her yerde yazılıp-çiziliyor. Ancak, Taha Kıvanç, "nam-ı diğer" Fehmi Koru, "Ergenekon: Analiz-Yeniden yapılanma, yönetim ve geliştirme projesi" denilen belgeye, Tuncay Güney'den önce sahip olmuş. Bu Fethullahçı ve AKP işbirlikçisi basın organlarına soruyoruz:

Bu durum, kendi haber-yazısı ile de belgeli. Nasıl mı? Taha Kıvanç "takma adıyla" 30 Nisan 2001 tarihli haber-yazısından okuyalım: "Sadece bir öneri" sanıp fazla önemsemediğim bir proje, galiba, hayata geçirilmiş... Çünkü elimden geçen o belgede, yeniden kurulması talep edilen 'gizli birim' için düşünülen görevlerin başında, 'Bilgisayar korsanları kullanılarak hassas bilgi toplanması' geliyor... Raporun ilgili satırlarını okuyalım: "21. yüzyılda, güçlü bir istihbarat örgütünün anahtarı, uluslararası finansal organizasyonları engellemek olacaktır. (..) Ergenekon, kaçınılmaz bir biçimde çağın ve koşulların gereği olarak ekonomi alanında çok etkin faaliyetler uygulamaya koymak ve para akışını kontrol altına almak zorunluluğu ile karşı karşıyadır."

Bu satırları aldığım rapor 24 sayfa. "Ergenekon: Analiz-Yeniden yapılanma, yönetim ve geliştirme projesi" başlığını taşıyor. Üzerine, "İstanbul / 29 Ekim 1999" tarihi düşülmüş. Raporu yazanın adı sonunda yer alıyor. Raporun müellifi, "Bu çalışmanın amacı, Ergenekon'un reorganizasyonuna katkıda bulunabilmektedir' cümlesiyle açıklamakta..."

Şimdi hafızalarımızı tazeleyelim:

Tuncay Güney, 2 Mart 2001 günü gözaltına alındı. Fehmi Koru ise, haber-yazısını, Yeni Şafak'ta yayımlanmasından bir gün önce, 29 Nisan günü yazmış olmalı. Ne var ki, yine bu yazıda belirtildiği gibi; 29 Nisan 2001'den önce, bu belge Fehmi Koru'nun elindeymiş. Dahası, Fehmi Koru, bu belgeyi okumuş ama "unutmak üzere" iken, Cüneyt Ülsever'in 25 Nisan 2001 günlü Hürriyet'teki yazısı ile anımsamış. Eğer Fehmi Koru, "ebleh" değilse, bu gün "fırtınalar yaratan" böyle bir belgeyi okuyup, bir kenara atmış olamaz. Fehmi Koru'nun, "aklına takılan" satırları, belge-raporun 22. sayfasında bulduk. Oysa, 22. sayfaya gelene kadar, bu belgede neler var neler...

Fehmi Koru'nun elindeki belge, yıllardır Fethullah-AKP medyasının elinde. Mesela, Sabah Gazetesi Temsilciliğinden, 13 Ocak 2007 tarihinde, 03122...... nolu faks'a gönderilen "Ergenekon: Analiz-Yeniden yapılanma, yönetim ve geliştirme projesi"nin bir nüshası Aydınlık'ın eline geçti.

"Naylon terör örgütü kurup, teröre yön vereceğiz"

Belgenin ikinci sayfasındaki şu cümle, nedense Fehmi Koru tarafından, "atlanmış" oluyor. Okuyalım: TSK bünyesinde faaliyet göstermekte olan Ergenekon'un yeni bir yapılanmaya yönelme zorunluluğu vardır. Bu çalışmada, TSK bünyesi içinde faaliyet gösteren Ergenekon'un sorunlarının belirlenmesi ile yetinilmeyip, yepyeni bir yapılanma örneği önerilmektedir".

Aynı sayfada şu cümle de bulunuyor: "21. yüzyılda yepyeni bir yapılanma ile değerli TSK mensuplarının yanı sıra sivillerden de sonuna değin yararlanılması gereği ve zorunluluğuna yer verilmiştir. Ergenekon içinde yer alan değerli TSK mensupları ile Kemalizm'e ve ülkesine bağlı her meslekten sivillerin organizasyonu ile ortaya çıkacak olan yeni yapılanma gerçekte geç kalınmış bir girişim olarak görülmelidir. Belge-rapor'un dördüncü sayfasında şu cümle göze çarpıyor: "Ergenekon, faaliyetlerini yeni ve gelişmiş yöntemlerle sürdürmek zorunda olduğu gibi, kaçınılmaz olarak faaliyet alanlarını da geliştirmek zorunluluğu ile karşı-karşıyadır."

Yedinci sayfada, yine dikkat çekici bir cümle: "Ergenekon, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin değerli personeli dışında entelektüel ve her meslekten seçkinlerin de içinde yer alacağı 'sivil' personelden yararlanmakla; karşılaştığı en önemli sorunların üstesinden gelmekte güçlük çekmeyecektir."

Dokuzuncu sayfadaki cümle, tam anlamı ile müthiş: "21. yüzyılda en önemli sorunlardan birisi de 'terör' olacaktır... Bu nedenle terör grupları mutlaka kontrol altında tutulmalı, gereğinde 'naylon terör grupları' oluşturularak, terör dünyasına yön verilmelidir."

"Yakalananları öldüreceğiz"!

Belge-rapor'da, "Kontrol Dairesi" başlığı altında şunlar yazıyor:

"Operasyonlarda yer alması zorunlu olan bu dairede yer alan ajanların ilk görevi; operasyon alanı içinde bulunmak, operasyon esnasında temizleme ve ortadan kaldırma gibi işlemlerde doğabilecek sorunları çözümlemektir. İkinci bir görevleri, karşı istihbarat örgütlerine geçen, yakalanan veya operasyon amacına aykırı hareket eden herhangi bir ajanı öldürmektir. Kontrol Dairesinde görevlendirilecek ajanlar, mutlaka Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinden ve özel operasyon ünitelerinden, çok dürüst, güvenilir kişilerden seçilmelidir. Bu ajanlar, merhametsiz olmalı ve bağımsız görev yapabilmelidirler. Emirleri doğrudan Ergenekon komutanından almalıdırlar."

Ciddiye almak zor...

Hukukçu olmak şart değil!

BOP Eşbaşkanı veya danışmanları yapılmamışsanız,

Ya da Buş'tan özel bir emir almamışsanız,

Fethullahçılar kadar "gözünüz kararmamışsa",

Yahut AKP İktidarı gibi, ABD ve AB ile gizli hizmet sözleşmeleri imzalamamışsanız; kısacası, "aklı başında" bir kişi iseniz; Ergenekon belgelerini ciddiye almanız zor. Çünkü "Ergenekon Belgeleri" 1999 yılında 4422 sayılı "Çıkar Amaçlı Suç Örgütleri" yasanın yürürlüğe girmesinden sonra, CIA tarafından görevlendirilen, "sersem-sepelek" adamların, Fethullahçıları kurtarmak için hazırladığı belgelerden ibaret. Bu belgelere dayanarak ortaya atılan iddiaları davaya dönüştürmek zor. Nitekim Savcılık bir yıla yaklaşan sürede, halen iddianamesini yazamadı.[2]

PKK'lı itirafçı:

Şemdinli PKK'nın Komplosuydu!

PKK'nın Kandil Dağı'ndaki kamplarından kaçarak güvenlik güçlerine teslim olan U.T, Şemdinli'de eski PKK hükümlüsü Seferi Yılmaz'a ait Umut Kitabevi'nin bombalanması olayının PKK'nın bir komplosu olduğunu itiraf etti. Saldırının PKK tarafından yapıldığını söyleyen "Pir Kemal İlgaz" kod adlı PKK itirafçısı, şunları anlattı:

"Gare Kampı sorumlusu 'Sadun' Mersin'deki yangının talimatını verdi. Ayrıca iki kamp sorumlusu kendi aralarında konuşurken, Şemdinli olaylarını örgütün özel kuvvetler biriminin yaptığını anlatıyordu ve 'Bak Mersin olayı çok iyi oldu. Ama Şemdinli'yi yapanlar az kalsın yüzlerine bulaştıracaktı. Neredeyse komplo deşifre olacaktı' diyorlardı. Bahsettikleri olay uzun süre basının gündeminde kalan istihbaratçıların tutuklandığı olaydı. Ayrıca Şırnak Beşağaç köyünde 12 köylünün öldürülmesi olayında grup sorumlumuz Perver gülerek 'bizimkilerin işidir' diyordu".

1 kişinin öldüğü, 5 kişinin de yaralandığı tertip sonucu, astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile PKK itirafçısı Veysel Ateş uzun süre tutuklu kalmıştı.

Şemdinli davası Türkiye'yi sarsan bir hukuk skandalına dönüşmüş, konuyla ilgili soruşturmayı yürüten Savcı Ferhat Sarıkaya, hazırladığı iddianamede söz konusu olayın devlet içindeki bazı güçlerle bağlantılı olarak yapıldığını ileri sürmüş ve dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ı da bu çeteyle ilişkili olarak göstermişti. Ferhat Sarıkaya, daha sonra soruşturmadaki yanlı tutumu nedeniyle Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu'nca meslekten men edilmişti.
__________________
Kullanıcı küçük betizi
borabey
Üye
Üye
 
İletiler: 333
Kayıt: Çrş Haz 25, 2008 14:06

İletigönderen borabey » Pzt Ağu 18, 2008 11:56

CIA’nın Ortadoğu ve Türkiye Masası şefleri olan Paul Henze ve Graham Fuller, Mustafa Kemal’in Tam Bağımsızlık ve laiklik ilkesinin artık demode olduğunu, “Türkiye için en iyisinin Ilımlı İslam” olduğunu yıllarca önce çok açık olarak ifade etmişlerdir. Graham Fuller, Vatan Gazetesinden Devrim Sevimay’a verdiği bir röportajda; Siyasal İslâmın yaratıcısının da AB-D olduğunu itiraf ediyordu:

“Devrim Sevimay: Peki bu cihatçılar sorununu başımıza ABD açmadı mı? Hatta CIA’nın Ortadoğu Masası Şefi olarak sorumlusu bizzat siz değil misiniz?

“Graham Fuller: Efendim, zannederim radikal İslam’ı, siyasal İslam’ı ilk olarak biz yaratmadık. Biz icat etmedik. Ayrıca bütün dünya radikal İslam’ı Sovyetler’e karşı kullanmak istedi. Sadece ABD değil. Bütün Arap dünyası, Avrupalılar, herkes Sovyetler bir hezimete uğrasın diye yardım ettiler. Parayla, silahla... Her şekilde...

“Devrim Sevimay: Yeşil Kuşak ilk kimin fikriydi peki? ABD’nin değil mi?

“Graham Fuller: Soğuk Savaş zamanında Sovyetler’in güneye doğru yayılmasını önlemek içindi. Fikir herhalde bizimdi. Ama o zamanlar bütün İslam devletleri de komünizme karşı Müslümanlığın çok güçlü bir duvar olduğunu anlamışlardı.

“Devrim Sevimay: Türkiye’de bu fikrin en ateşli savunucusu olarak siz biliniyorsunuz?..

“Graham Fuller: Benim için şeref sayılabilir ama ben kabul etmiyorum. Tek bir kişi olarak bunu sahiplenemem. Suudi Arabistan’ın da büyük katkısı vardı. Herhalde babası ben değildim. Ama babasını kim bilir?

“Devrim Sevimay: CIA’nin Ortadoğu Masası Şefi sizdiniz. En azından büyük katkı size ait değil mi?

“Graham Fuller: Oldu tabii, belki bu kavram hakkında en çok konuşan bendim. Çok da haklı bir tezdi. Çok çok doğruydu. Komünizme karşı gerçek bir duvar oluyordu İslam.

“Devrim Sevimay: Bu yüzden siz de bölgede sürekli radikal İslam’ı pompaladınız?..

“Graham Fuller: Pompalamadık. Bizden evvel Suudi Arabistan yaptı bunu. ABD’nin Afganistan üzerindeki rolü daha büyüktü.

“Devrim Sevimay: Peki Türkiye’yi niye kattınız bu kuşağın içine? Tam da Türkiye’de laik bir reform oturtulmaya çalışılırken?..

“Graham Fuller: Çünkü Türkiye’de çok kuvvetli bir sol vardı. Aynı şekilde İran’da da... Hem 1950, 1960’larda hem 70’lerde... Komünizm hareketi çok kuvvetliydi. Ve Türkiye’de İslam komünizme karşı çok efektif değildi. İslam zayıf ama solculuk güçlüydü.” (Aktaran: Halkın Kurtuluş Partisi /www.kurtuluspartisi.org)

Siyasal İslam, Sovyetler Birliği’ni yumuşak alt karnından kuşatmak için AB-D tarafından yaratılan-oluşturulan “Yeşil Kuşak Projesi”nin bir ürünüdür.

Bu emperyalist proje, hem Sovyetler’i alttan kuşatmak hem de Ortadoğu ve Asya ülkelerindeki devrimci, ilerici ve yurtsever, antiemperyalist hareketleri boğmak, engellemek, bu ülkelerin halklarını ideolojice karantinaya almak için oluşturulmuş ve uygulamaya konulmuştu.

İkinci Emperyalist Paylaşım ve Talan Savaşı sonrasında yaratılan bu projenin gereği olarak Türkiye de, sayısı 600’e yaklaşan İHL’yle, on bine yaklaşan resmi ve gayriresmi Kur’an Kurslarıyla ve hepsi de özbeöz Ortaçağ kurumu olan sürüsepet Tarikatlarla donatıldı. Bu çağdışı kurumlar, bir kanserin metastaz urları gibi en ücra köylerimize dek uzanarak, oralardaki yoksul, cahil, saf insanlarımızı temiz din duygularını sömürerek ağları üzerine düşürdü. Onları Ortaçağın ideolojisiyle doktrine ederek, bilime, laikliğe, demokrasiye ve her türden ilerlemeye düşman hale getirdi. Bu gerçeği aşağıda başka alıntılarla açıklayacağız.

CIA’nın bir yan kuruluşu olan Rand Corporation’ın 2007 yılında yayımladığı “ILIMLI İSLAM AĞININ İNŞASI” (Building of Moderate Muslim Network) adlı kitap, ABD ile Şeriatçılar arasındaki ilişkiyi anlamamız için önemli ipuçları veriyor. Kitabı yazanlar, iyi eğitimli, doktoralı CIA ajanları: Angel Rabasa, Cheryl Benard, Lowell H. Schwartz, Peter Sickle. Kitabın özetinde şöyle diyor CIA ajanları:

“Bu raporda ilk olarak Soğuk Savaş sırasında nasıl ağ oluşturulduğunu (ABD’nin işbirlikçileri nasıl tanıdığını ve onları tehlikeye atmaksızın desteklediğini - http://www.kurtulusyolu.org) açıklıyoruz. İkinci olarak, Soğuk Savaş ortamı ile bugünkü Radikal İslam’a karşı mücadele ve Ilımlı İslam ağı oluşturma arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları inceliyoruz. Üçüncü olarak, Müslüman dünya konusunda ABD’nin bugünkü stratejisini ve programını araştırıyoruz. Son olarak, Soğuk Savaş sırasında yapılan çalışmaların ve RAND tarafından daha önce Müslüman dünyadaki ideolojik eğilimlerin ışığında, Ilımlı İslam ağı ve örgütlerinin kuruluşunda gerekli bir “yol haritası” veriyoruz.”

Yazarlarının ağzından şunları söylüyordu emperyalistler, “Potansiyel İşbirlikçiler” başlığında:

“ABD ve Batının İslam dünyasındaki ideolojik eğilimler yelpazesinde aşırı islamcılıkla mücadele edebilecek özellikte işbirlikçiler bulabileceği üç büyük kesim vardır. Laikler, liberal Müslümanlar, tarikatçılığı da içini alan ılımlı gelenekçiler…” (agy., s. 70)

Bu kesimlerden ise laiklerin istedikleri amaca ulaşmaya elverişli olmadığını ifade ediyorlardı:

“Kitle tabanlı örgütlerde kök salan toplumun en alt kesiminde geniş bir toplum kesimine ulaşabilecek kapasitede bir hareket oluşturmaktır ki, şehirlerdeki LAİK GRUPLAR BUNU YAPAMAZ.” (agy., s. 81-82)

Rand Corporation ajanları daha sonra AKP’yi, “Türkiye’de AKP, çoğulculuk ve sorumluluk normlarına uygun çalışan din temelli bir parti” olarak tanımlayacaklardı. (Angel Rabasa ve diğerleri, 11 Eylül Sonrası İslam Dünyası, Rand Corporation 2004, s. 26)

Sonuç olarak, ABD ve AB Emperyalizmlerinin, ülkemizdeki “Ilımlı İslam” projesinin mimarları olduğu ve bu iş için de AKP’yi seçtikleri bugün artık gün gibi ortadadır.

Nitekim bu gerçekliği, Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman YALÇINKAYA da AKP’nin kapatılması istemli iddianamesinde şu şekilde ifade etmiştir:

“Özellikle Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkilerde ise bu bakış açısı resmi söylemlere de yansımış, başta eski ABD Dışişleri Bakanı (Colin L. Powell) olmak üzere birçok ABD yetkilisi Türkiye’nin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu gerçeğini görmezden gelerek ülkemizi bir ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ olarak tanımlamışlar, bu söylemlerindeki cüretkârlığı “bir ABD projesi olan ve kapsamındaki ülkeleri ılımlı İslami rejimlerle yönetmeyi amaç edinen “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı olduğunu her fırsatta tekrarlayan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın söyleminden ve davalı parti iktidarlarının dini istismara dayalı icraatlarından, kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya karıştırmalarından devleti dini esaslara göre şekillendirme amaç ve faaliyetlerinden” aldıkları gözlenmiştir.

“Yukarıda irdelenen tüm bu eylemler, davalı siyasi parti tarafından algılanan ve savunulan İslami toplum modelinin açık bir resmidir.” (AK Parti İddianamesi, Elips Yayınları, s. 174, Ankara, Mart 2008)
Kullanıcı küçük betizi
borabey
Üye
Üye
 
İletiler: 333
Kayıt: Çrş Haz 25, 2008 14:06

İletigönderen borabey » Pzt Ağu 18, 2008 11:58

Fuller'den masallar
25.06.2008 17:30 - Bu haber 128 kez okundu..









CIA'nın eski Ortadoğu İstasyon şeflerinden Graham Fuller'in ismi yakın tarihimizle ilgili birçok olayda karşımıza çıkacaktır. 12 Eylül darbesinin mimarlarındandır. Daha sonra CIA'nın Ulusal İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcılığı görevinde bulunmuş; ABD yönetimine danışmanlık yapan Rand Corporation için politik analizler yapmıştır.

'İşin içerisinde Fuller varsa, her türlü politik hesap göz önünde tutulmalıdır. ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'ni ilan ettiği bir dönemde Fuller'in Türkiye'yi 'yükselen bölgesel faktör' ilan etmesi son derece manidardır'

CIA'nın eski Ortadoğu İstasyon şeflerinden Graham Fuller'in ismi yakın tarihimizle ilgili birçok olayda karşımıza çıkacaktır. 12 Eylül darbesinin mimarlarındandır. Daha sonra CIA'nın Ulusal İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcılığı görevinde bulunmuş; ABD yönetimine danışmanlık yapan Rand Corporation için politik analizler yapmıştır. Fuller aynı zamanda 1980'den sonra milletçe başımıza gelen birçok felaketin nedeni olan Ilımlı İslam formülünün de yaratıcısıdır.

Fuller'in bir diğer işiyse hazırladığı raporları kitap haline getirmektir. Geçen günlerde yayımlanan Yeni Türkiye Cumhuriyeti-Yükselen Bölgesel Politika isimli çalışmasını da bu türden bir rapor-kitap saymak yerinde olacaktır. Fuller, Türkçe çeviriye önsözde, yeni kitabını herhangi bir ABD politikasını veya istihbarat gündemini savunmak için yazmadığını iddia etmekte ve devamla Türkiyeli okuyucudan kendisinin CIA'da çalıştığını göz ardı etmesini istemektedir. Bu saçma iddiayı ciddiye almak, doğal olarak, mümkün değildir. Fuller'in yazdığı her şeyi, onun berbat mazisinin süzgecinden geçirmek gerekmektedir. Bu gereksinim kuru bir vehimden kaynaklanmamaktadır. Hukukta buna 'makul şüphe' denmektedir. İşin içerisinde Fuller varsa, her türlü politik hesap göz önünde tutulmalıdır. ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'ni ilan ettiği bir dönemde Fuller'in Türkiye'yi 'yükselen bölgesel faktör' ilan etmesi son derece manidardır.

Yasal tacizden kaçarken
Fuller'e göre Türkiye uzun bir izolasyondan sonra Ortadoğu siyasetinin bir parçası haline gelmeye başlamıştır. Söz konusu izolasyonun nedeni Kemalist düşüncedir. Yeni dönemde Türkiye bir lider arayışındaki İslam dünyası için iki önemli hareket üretmiştir. Bunlardan birincisi ılımlı İslamcı sayılması gereken AKP'dir. AKP politikaları Türkiye'nin Müslüman dünyadaki bağlarını ve nüfuzunu tahkim etmek için girişilen ciddi bir inisiyatifler birikimini temsil etmektedir. İkincisi ise 'daha fazla yasal tacizden kaçınmak için on yıla yakın süredir ABD'de kendi tercihiyle sürgün hayatı yaşayan' Fethullah Gülen'in etrafında şekillenen harekettir.

Fuller için geçerli olan 'makul şüphe' onun yeni politik özneleri için de geçerli olmak durumundadır. Gerek AKP'nin gerekse de Fethullah Gülen hareketinin hem Fuller hem de ABD ile ilişkileri meselesi uzun zamandır kamuoyunu meşgul etmektedir. Örneğin Fuller'in çalıştığı Rand Corporation'ın 1996 yılından itibaren Erdoğan'ın başbakan, Gül'ün dışişleri bakanı olmasını hedefleyen senaryolar kurguladığı bilinmektedir. Nitekim Fuller'in bu ekibe ilgisi Fazilet Partisi zamanına dayanmaktadır.

Ya fethullah gülen...
Aynı şeyleri Fethullah Gülen için de söylemek mümkündür. Muhabbet karşılıklıdır. Fuller, yeni kitabında, Gülen'den sitayişle bahsetmekte; Gülen de, internette, Fuller'in kendisi için verdiği 'Radikal değildir' fetvasıyla övünmektedir. Fuller, Gülen'in hakkında bir sürü tartışma yaşanan okulları hakkında da yanlış bilgi vermektedir. Örneğin Özbekistan'ın bu okulları kapatmasını İslam Kerimov'un huysuzluğuyla açıklamaya çalışmakta; söz konusu dönemde Kerimov'a yönelik suikast girişimine çeşitli cemaat üyelerinin de karıştığı iddialarından bahsetmemeyi yeğlemektedir.

Fuller'e göre AKP'nin 'Amerikan Partisi' olarak suçlanması ironiktir. Bu çarpıtmanın nedeni kuşkusuz Fuller'in ironi anlayışındaki tuhaflık değildir. Türkiye'de ABD'ye karşı toplumun her kesiminden büyük bir tepki yükselmektedir. Fuller ise el çabukluğuyla bütün bu tepkileri AKP'nin hanesine yazmak niyetindedir. Örneğin ona göre 1 Mart Tezkeresi'ni 'çoğunluğu AKP'li olan Meclis' reddetmiştir. Fuller, utanmasa, tezkereyi AKP'nin reddettiğini söyleyecektir.

Fuller yakın tarihi ve gerçekleri çarpıtarak aktarmakta, işine gelmeyen yerlerdeyse sessiz kalmayı tercih etmektedir. Örneğin 28 Şubat'ı 'hukuk dışı' diye nitelendirmekte; ama 80'li yılları anlatırken 12 Eylül'den hiç bahsetmemektedir. Fuller'in hukuk dersi vermeye kalkmasının hafızayla değil edeple ilgili bir sorun olduğu ortadadır.



Kaynak: haberx
Kullanıcı küçük betizi
borabey
Üye
Üye
 
İletiler: 333
Kayıt: Çrş Haz 25, 2008 14:06

İletigönderen borabey » Pzt Ağu 18, 2008 13:57

Ortadoğulaşan Bir Dünya

Doç. Dr. Sedat LAÇİNER


Ortadoğu sorununu çözemeyen dünya adeta Ortadoğululaşıyor. Bölge tüm sorunları ve karakteristikleriyle genişlemeye devam ediyor. Batı demokrasisini ve insan hakları karnesini tüm dünyaya yaymak yerine sorunlarla karşılaşınca eski standartlarını aşağı çekiyor. Terörle mücadele devletleri teröristlerin yöntemlerine yaklaştırdıkça radikalizm ve şiddet prim yapıyor. Bu sürecin bu bölümde sadece bir kısmına değinebiliyoruz:

1. IRAK: BİR SEÇİMDEN DİĞERİNE

2005 yılında da tüm Ortadoğu’nun Filistinleşmesi ve dünyanın Ortadoğululaşması tehlikesi artarak devam etti. Irak’ta artan Amerikan kayıpları özellikle ABD’de Bush Yönetimi’ne karşı ciddi tepkilere yol açarken Bush’a duyulan güven de % 50’nin altına düştü. Seçimlerin hemen ardından başlayan bu süreçte Amerikan kamuoyunda da ciddi kutuplaşmalar yaşanmaya başlandı. Ülkenin dört bir tarafını Amerikan bayraklarıyla donatan, arabalarına sarı kurdeleler asarak işgale destek verenler kadar aynı düzeyde tepki duyanlar Amerikan toplumundaki bölünmenin ne derece derin olduğunu kanıtladı. Gelinen noktada Amerikan seçimlerinde Cumhuriyetçilerin hiçbir şanslarının kalmadığı, Bush’un ardından kimi aday gösterirlerse kaybedecekleri tahminleri yapılıyor. Bir diğer yorum ise ABD’nin aslında Irak’tan çıkmak istediği, ancak ‘çıkış kapısı’nı bulamadığı yönünde. Çünkü ABD’nin çekilmesinin ardından ülkede El Kaide benzeri bir örgütün başarılı olması, ya da ikinci bir İran’ın ortaya çıkması Washington’da endişelere yol açıyor. Ancak ABD’nin Irak’ta tamamen başarısız olduğu, ya da Irak’ın Bush ve ekibinin şahsi tercihlerinin sonucunda ortaya çıkmış bir macera olduğu yorumları tek başına abartılı olur. Diğer bir ifade ile Irak müdahalesi ve ABD’nin Büyük Ortadoğu yaklaşımı sadece Bush Doktrini’ne bağlanamaz. Söylemlerinde önemli farklar varmış gibi dursa da 2. Dünya Savaşı’ndan Bush’a kadar gelmiş geçmiş tüm ABD başkanlarının Ortadoğu politikaları bir diğerini tamamlar niteliktedir. Hedefler Carter’dan Bush’a, Nixon’dan Clinton’a kadar hemen hemen aynıdır, sadece araçlar ve üslupta farklar vardır. Bu çerçevede Bush’un Amerikan dış politikasında bir sapma olduğu tespitini abartmamak gerekir ve Bush sonrası Amerikan yönetiminin Ortadoğu politikalarında radikal değişiklikler beklememek gerekir. Bu çerçevede Bush ile Clinton karşılaştırması sıklıkla yapılmakta ve Clinton’ın Bush’tan çok farklı bir başkan olduğu tekrar edilmektedir. Oysa ki Irak’ı yıllarca havadan bombalayan ve Irak’ın üç parça haline gelmesini sağlayan Amerikan Başkanı Bill Clinton’dır. Bu dönemde Clinton sadece Irak’a değil, İran’a karşı da sert önlemler almıştır. Libya ve İran’a ambargo kararı Clinton döneminin uygulamalarıdır.

Irak’a dönecek olur isek 2005 yılında tam 3 kez halk sandığa gitti ve Amerika, Irak’a demokrasi getirdiğini kanıtlayabilmek için bu seçimleri kanıt olarak kullandı. Oysa ki Irak gibi güvenliğin olmadığı bir ülkede değil 3, bir tek seçim dahi yapmak sağlıklı değildir. Seçimler bu tür koşullarda toplumsal uyumdan çok toplumsal bölünmeyi tetikler. Nitekim Irak’ta olan da buydu. Ocak’ta yapılan ve geçici Meclis’i belirleyen seçimlere Sünni Araplar katılmadılar. Hatta seçimlerin yapılamaması için silahlı Sünni Arap gruplar bombalı saldırılarda bulundular. Sonuçta seçimleri beklendiği üzere Şiiler ve Kürtler kazandı. Böylece Irak tarihinde ilk defa olarak merkez dışı güçler iktidara gelmiş oldular. Ülkenin bütünlüğünün teminatı olarak görülen Sünniler ise ilk defa olarak iktidarın dışına itildiler. Bunun en önemli tehlikesi Şiilerin ve Kürtlerin Irak’ın bütünlüğüne yeterince inanmamaları veya birliği sağlayacak yetenekten uzak olmalarıydı. Kürtler kuzeyde ayrı bir devlet isterken, Şiiler tekrar Sünnilerin yönetimi altına girmemelerini sağlayacak düzenlemelerin peşinde oldular. Bu çerçevede her iki grup da Meclis’teki ve Hükümet’teki güçlerini ülkenin birliği yönünde kullanamadılar. Buna bir de Şiilerin kendi içinde güç mücadeleleri eklendiğinde tablo daha karanlık bir hal aldı. Cumhurbaşkanının Iraklı bir Kürt olması ve Kuzey Irak’ta Kürtlerin neredeyse tüm en önemli görevleri ABD’nin desteği ile ele geçirmeleri sonucunda Kürtler ilk hedef olarak Kerkük ve çevresini Kürtleştirmeyi hedeflediler. Bu bölgelerdeki Türkmenlerin ve Arapların diğer bölgelere göçe zorlanması kadar diğer bölgelerden, özellikle de dağ köylerinden Kürtlerin iş ve kalacak yer vaadiyle bölgeye transferi de önemli bir yöntem oldu. Nüfus kayıtlarındaki tahribat devam ederken, 2005’deki tüm seçimlerde de kayıtlar ile oynandı, Kürtler dışında kalan etnik grupların oy vermesi engellenmeye, verilen farklı oylar yok sayılmaya çalışıldı. Bu da doğal olarak Kürtler ile diğer etnik gruplar arasında düşmanlık hattının derinleşmesine neden oldu. Diğer taraftan Kürtler kuzeyde bağımsız bir devlet oluşturmak için kurumsallaşmalarını sürdürdüler. Havaalanları, üniversite vd. yapılanmaları tamamlamak için hummalı bir çalışma sürdür. Üstelik bu çalışmaların önemli bir kısmını Türk işadamları gerçekleştirdi. Kürtlere karşı Irak’ta tepkiyi arttıran bir diğer faaliyet ise Kürt Peşmergeler’in Amerikan operasyonlarına ve Irak Ordusu’na verdiği destek oldu. Felluce başta olmak üzere ABD’nin yaptığı hemen hemen tüm askeri operasyonlarda Kürtler de kullanıldı. Bu da olası bir iç savaşta Iraklı Kürtleri ilk hedeflerden biri haline getirdi.

Şiiler ise iktidarda güçlenmek yerine iç çekişmelere girdiler. Bu ‘geçici’ dönemde her grup diğerine karşı güçlenmeye çalıştığından önemli bir çatışma yaşanmadıysa da Şii gruplar özellikle ülkenin güneyinde iktidar bölgeleri elde etmeye çalışıyorlar. Şiilerin İran ile güçlü bağlantısı, seküler, dindar ve radikal dinci Şiiler arasındaki uçurum olası bir iç savaşta Şiilerin diğer etnik gruplardan çok kendi mezhebinden gruplar ile savaşa yaşamasının yüksek bir olasılık olduğunu da gösterdi.

Bu arada dikkat çekici bir diğer gelişme de Sünnilerin ve Şiilerin kutsal saydıkları mekanlara saldırıların yoğunlaşarak devam etmesi oldu. Resmi açıklamalara göre Sünni militanlar Şiileri tahrik ederek onları iç savaşa çekmeye çalışıyorlar. Diğer taraftan bunun bir ABD komplosu olduğu ve Sünni-Şii iç savaşını başlatarak hedef olmaktan çıkmak istediği de iddialar arasında. Bu yaklaşıma göre Irak’ta iç savaş olması halinde ABD, İsrail ve İngiltere dikkat çekmeden Irak’ta dilediği kadar kalabilir ve her türlü operasyonu burada nispeten sorunsuz bir şekilde yapabilir.

Seçimlere dönecek olur isek Irak’ta Ocak seçimlerini kazanan gruplar ulusal mutabakat arayışından çok Amerikalılar Irak’ta iken sonrasına hazırlıklarını sürdürdüler ve özellikle Anayasa’ya kendi çıkarlarını koruyacak maddeler koydurdular. Kürtler Bağdat’ın etkisini kuzeyde kıracak maddelerde ısrar ederken dini Şiiler bir din devleti için yorumlanabilecek muğlak ifadeleri Anayasa’ya yerleştirdiler. Son anda denkleme dahil edilen Sünniler ise merkezi güçlendirecek yorumlara imkan sağlayacak ifadeler buldular. Anayasa’da Asuriler ev Türkmenler gibi grupların kültürel, siyasi ve diğer haklarına ilişkin düzenlemeler de yapıldı. Kağıt üzerinde her şey mükemmel görünse de Anayasa biraz önce belirtildiği üzere gizli niyetlerin birer saatli bomba gibi yerleştirildiği bir belge oldu. Bu anlamda Irak’ta istikrarı getireceği ümitlerinin boş olduğu referandumun hemen ardından anlaşıldı. 2005 Sonbaharı’nda yapılan referandumda Sünniler Anayasa’yı engellemek istediler anacak başarılı olamadılar. Gerçi bunda pek de demokratik olmayan düzenlemelerin önemli bir etkisi de olmuşsa da, Sünniler referandumda bir yenilgi daha almış oldular. Ancak referandum ve bir önceki seçim Sünnilere Irak’ta bir şeyleri engellemek için en önemli araçlardan birinin seçimler olduğunu gösterdi. Diğer bir deyişle Sünniler de diğer gruplar gibi savaşmayı bir süreliğine de olsa ertelemenin, seçimlerle elde edilecek postların diğerlerine karşı ne kadar etkili olduğunu anladılar. Bunun bir sonucu olarak Sünniler de Aralık 2005 seçimlerine katılma kararı aldılar. Bu kararın alınmasında Türkiye’nin de çabası olduğu belirtilmektedir. Ancak Türkiye’nin çabaları ne kadar taktir edilirse edilsin, söz konusu kararın sadece bu etkenle açıklanamayacağı ortadadır.

Aralık 2005 seçimleri böylece Irak’taki tüm grupların katıldığı bir seçim oldu. Ancak Sünniler seçimlerde büyük oranda hile yapıldığını ve oylarının geçersiz sayıldığını iddia ettiler. Hile iddiaları hemen her bölgede olmakla birlikte Bağdat ve Kuzey Irak’ta daha yoğundu. Bu nedenle seçim sonuçları ancak Ocak ayının sonlarına doğru açıklanabildi. Buna göre Irak parlamentosunda 275 sandalyenin dağılımı şu şekilde gerçekleşti: Şii İttifakı (Birleşik Irak İttifakı) 128 sandalye aldı ki bu çoğunluğun 10 sandalye eksiği anlamına geliyor. Kürdistan İttifakı bu seçimde 53 milletvekili çıkardı. Daha önceki seçimde Barzani ve Talabani ile hareket eden Kürdistan İslami Birliği ise bu kez ayrı katıldığı seçimlerde 5 milletvekili aldı. Bu parti seçim öncesinde silahlı saldırı da dahil olmak üzere büyük bir baskı altındaydı. Bazı taraftarları öldürülürken binası kundaklandı. Bu da Talabani ve Barzani’nin demokrasiyi bir araç olarak gördü, henüz özümseyemedi yönünde önemli bir delil oluşturdu. En önemli Sünni siyasi partisi Irak Uzlaşma Cephesi ise 44 milletvekilinde kaldı. Seçim sonuçlarına en büyük tepki Sünnilerden umduğunu bulamayan partilerden ve doğal olarak siyasi gruplardan geldi. Böylece, ABD’nin Sünnilerin zaferine asla izin vermeyeceğini savunan silahlı gruplar seçimlerin ardından silahlı saldırıları için yeni gerekçeler de bulmuş oldular. Seçimde diğer partilerin aldıkları oylarsa şöyle: Irak Ulusal Listesi 25 milletvekili, Ulusal Diyalog İçin Irak cephesi 11 milletvekili ve diğer partiler 9 milletvekili.

Özetleyecek olur isek Irak’ta bir yılda 2 seçim 1 de referandum yapıldı ve belki de Irak 2005’de en çok sandık başına giden ülke oldu. Ancak Irak’a demokrasi gelmedi. Aksine seçimler bölünme ve çatışma zeminini güçlendirdi.

2. İRAN

Irak’ta çatışmalar devam ederken İran’da da Ahmedinejad’ın işbaşına gelmesi etkisini kısa sürede gösterdi. Humeyni benzeri bir siyaset izlemeyi ve ülkedeki ‘kirlenmeyi’ önlemeyi hedefleyen ‘idealist’ Ahmedinajad ABD’nin tehditlerinin yoğunlaştığı bir dönemde üst üste radikal çıkışlar yaptı. Önce İsrail’in ve Siyonist rejimin haritadan silinmesinden bahseden Ahmedinejad ardından ‘aslında Yahudi soykırımı (Holokost) diye bir şey olmamıştır’ iddiasını gündeme getirdi. İsrail’in Almanya veya Avusturya’ya taşınmasını öneren Ahmedinajd aslında arı kovanına çomak sokmaktan başka bir şey yapmıyordu. Çünkü güçlü Yahudi lobisine ek olarak Batı’nın en büyük günahlarının biri de Holokost’tur ve Batı dünyası bu konunun tekrar tartışılmasını istemez. İran tam da bunu yaptı. Sadece İsrail’e ve Holokost iddialarına saldırmadı, aynı zamanda Batı’ya da saldırmış oldu. Oysa ki ABD ile yaşadığı sorunlarda Avrupa, İran için önemli bir dengeleyici unsurdu. İran sorunu dağıtarak İran üzerindeki baskıyı azaltmak istemiş olabilir. Ne var ki Saddam Hüseyin’in de izlediği bu yöntem bir kez daha başarısız olduğunu kanıtladı ve İran üzerindeki baskılar daha da arttı.

İran’da Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler

Washington’ın İran’a dostça duygular beslemediği herkesin malumu. ABD 11 Eylül’den sonra her düzeyde İran’ı tehdit etti. Silahlı müdahalenin her an olabileceğini söyledi, rejimi değiştirmesi için İranlılara ayaklanma çağrısında bulundu vs. Bizzat ülkenin Başkan’ı, Dışişleri ve Savunma Bakanları açıktan İran’ı hedef gösterdi, ‘şer üçgeni’nin parçası ilan etti. Tüm bu uyarılara ve tehditlere rağmen ABD’nin İran’ı vurması olasılığı bir çok uzmanca hafife alındı. En önemli gerekçe olarak da Irak’taki başarısızlık gösterildi. Bush’un Irak’ta ‘ikinci Vietnam’ı yaşadığı ve İran’a saldırmaya cesaret edemeyeceği iddia edildi. Oysa ki ne Irak’taki Amerikan varlığı sadece Bush’un politikalarıdır, ne de Irak başarısızlığı İran’da bir operasyonu engelleyebilir. Çünkü ABD’nin Irak ve İran’ı da içine alan Ortadoğu politikaları 2. Dünya Savaşı sonrasında herhangi bir sapma göstermemiştir. Üsluptaki değişikliklere rağmen Bush’un Irak, İran ve Suriye politikaları Carter’dan Clinton’a kadar hiçbir başkanın temel hedefleriyle çelişmemiştir. Üslupta bazı aşırılıklar olsa da ABD’nin öncelikli bölge politikası askeri üsler ile bölgeye yerleşmektir. Tüm dünyada 700’den fazla bilinen askeri üssü bulunan ABD için Basra Körfezi en hayati bölgelerden biri olmuştur ve Körfez Savaşı’ndan önce bölgede ABD’nin üs kuramadığı sadece iki ülke vardı: Irak ve İran. Bunlardan Irak’ın nasıl düştüğü aslında İran için de ipuçları veriyor.

ABD daha çok küçük ve savunması çok zayıflatılmış ülkelere karşı askeri operasyonlar düzenlemekte, hedef ülkenin savunmasını ve ekonomisini çökertmeden ona saldırmamaktadır. Honduras’tan, Irak’a kadar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tüm örnekler bunun açık örnekleriyle doludur. Vietnam bir iş kazası sayılabilir. Bu nedenle İran’a ani bir saldırı ve işgal beklemek doğru değildir. Ancak ABD’nin böyle bir yola gitmeyecek olması İran’a saldırmayacağı anlamına da gelmiyor. Aslında İran, İran-Irak Savaşı’ndan bu yana kontrollü bir saldırı altında. Savaşta Saddam Hüseyin’i destekleyen, ona istihbarattan silaha kadar her türlü stratejik desteği sağlayan ABD bu sayede İran’ın da savunmasını ve ekonomisini zayıflattı. Eğer İran, Irak ile savaşa girmemiş olsa idi karşımızda ekonomisi ve ordusu ile baş edilmesi güç bir dev haline gelecekti. Benzeri bir süreç Irak’ta da yaşandı. Önce İran ile yıpranan Irak, borç batağına saplandı ve Körfez Savaşı’nda öncelikle hava gücü bitirildi. 1990’lar boyunca Baba Bush ve Clinton yönetimleri Irak’ı sürekli olarak havadan bombaladılar. Ambargo Irak’ın ekonomisi kadar savunmasını da bitirdi. Hava gücü tamamen kaybolurken tanklar ve diğer zırhlı silahlar yedek parça sıkıntısı nedeniyle hareket edemez bir hale geldi. Böylece Irak, 2003’deki savaşa neredeyse tüfekler ve birkaç ağır silah ile girdi. ‘Salam taktiği’ de denebilecek bu strateji rakibini bir hamlede yutmama ilkesine dayanmaktadır. Bu kadar yıpratmaya rağmen Irak’ın, Amerika için neden olduğu sorunlara dikkate alınacak olur ise Washington’ın şu ana kadar sürekli olarak uyguladığı bu yöntemden İran’da vazgeçeceği düşünülemez.

Bu çerçevede önümüzdeki günlerde İran’ı yıpratma operasyonları devam edecektir ve bu operasyonlar yer yer sıcak çatışmaya da dönebilir. Hava saldırısı, bazı tesislerin vurulması, Körfez’deki İran ekonomik çıkarlarının zarar görmesi ve olası bir ambargo Amerika’nın listesinde üst sıralarda yer almaktadır. Özellikle uluslar arası toplumun tamamının destekleyeceği bir ambargo İran’a ölümcül darbeler vuracaktır. Şu anda bir çok pazardan mal alabilmesine rağmen İran’ın hava savunması ve diğer alanlarda Batı ile stratejik ticaret yapamaması ciddi zaaflara yol açmaktadır. Yakın dönemde birincisinde içi gazeteci, ikincisinde ise generallerle dolu iki İran uçağının düşmesi dikkat çekicidir. Yine iç ayaklanmalar ve terör saldırıları da yakın dönemde beklenmesi gereken gelişmelerdir. ABD uzun süredir İran’daki silahlı muhalifleri desteklemektedir. Irak’ın kuzeyindeki Kürt ayrılıkçılığı en büyük etkilerinden birini İran’ın Kürt bölgeleri üzerinde göstermektedir ve ABD bu süreci desteklemektedir. PKK da bu süreçte İranlı Kürt gruplar gibi rol alma arzusundadır. İran Kürtleri de Barzani gibi ABD politikaları sayesinde kolay bir zafer istemektedirler. İran’ın, Türkiye ile kıyaslanamayacak kadar heterojen bir ülke olduğu, yüzlerce etnik grubun ve bir çok farklı dini inanışın olduğu düşünülecek olur ise İran’da çıkabilecek karışıklıklar kimseyi şaşırtmayacaktır.

ABD’nin İran’daki Seçenekleri

Daha önce de söylediğimiz gibi ABD’nin İran Operasyonu başlayalı çok oluyor ve yakın dönemde silahlı çatışma veya diplomatik yöntemlerle devam edecek. Ne zamana kadar? İran, ABD’nin ‘küresel haklarına’ itaat edene, en azından meydan okumasını sona erdirene kadar. ABD’nin İran’ı yıpratma operasyonunu sürdürürken doğrudan son darbeyi vurmada 3 ayrı seçeneği bulunuyor:

1. İsrail-İran Çatışması: ABD bölgesel çatışmalarda hiçbir zaman İsrail’i kullanmadı. Ona tehdit oluşturan ülkeleri bizzat kendisi devre dışı bıraktı. Irak ve Lübnan bunun açık örnekleri. Çünkü 1970’li yıllarda netleştiği üzere ABD’nin bölgedeki en önemli dış politika öncelikleri arasında bizzat ABD başkanları İsrail’in güvenliğini de sayıyor. Buna rağmen Osirak Operasyonu’nda (Irak) olduğu gibi İsrail uçakları İran’ın nükleer ve uzay tesislerini vurabilir. Ancak böyle bir operasyon Irak’a karşı 1981’de düzenlenen ve Irak’ın nükleer tesisi Osirak’ı vurmaya benzememektedir. Osirak’a göre, hem askeri hem de siyasi açıdan daha risklidir. her şeyden önce vurulacak tesis sayısı çok fazladır ve İran savunma sistemi hala diridir. Daha da önemlisi böyle bir operasyonun İsrail’e bölgede siyasi fatura getireceği açıktır.

2. Doğrudan ABD Müdahalesi: Irak Savaşı’na benzer topyekün bir işgalle bitecek bir savaşı kısa dönemde İran’da beklememek gerekir. Bunun yerine Körfez’den, Hint Okyanusu’ndan ve Akdeniz’den hava-füze saldırıları ve kontrollü askeri çatışmalar olasıdır. ABD İran savunma sistemini zayıflatmadan doğrudan büyük operasyonlardan kaçınacaktır.

3. İran’ın Komşu Ülkeler İle Savaşması: ABD ne zaman bir düşmanla karşılaşsa o düşmanın düşmanı ortaya çıkar ve savaş farklı bir şekle döner. 1979 İran Devrimi’nden sonra ABD’nin en büyük ihtiyacı İran’ı oyalayacak ve zayıflatacak bir savaştı ve Irak bu görevi üstlendi. İran-Irak Savaşı’ndan sonra aşırı güçlenen Irak’ı zayıflatmak için yeni bir savaş gerekiyordu, Saddam Hüseyin, Kuveyt’i işgal ederek tüm dünya koalisyonunu karşısında buldu. Washington’dan bakınca İran için de en iyi seçenek İran’ın bir komşusu ile savaşmasıdır. Ancak bugünkü tabloda İran’ın savaşabileceği komşular içinde Irak, Hindistan, Tükmenistan, Azerbaycan ve Ermenistan çeşitli nedenlerden dolayı bu işlevi üstelenebilecek konumda değillerdir. Mevcut tabloda en uygun aday olarak Türkiye durmaktadır. İran-Irak Savaşı benzeri bir savaşı Türkiye ile İran arasında kimse beklemese de, Türkiye ve İran’ı daha farklı formatlarda ve çapta silahlı çatışmalarda karşı karşıya getirmek olasıdır. İran’ın Azerbaycan ile olan sorunları, İran’ın silahlanması, İran’ın radikal İslamcılığı, Kürt sorunu ve diğer gerekçeler rahatlıkla iki ülkeyi karşı karşıya getirebilecek potansiyele sahiptir. İran’daki mevcut yönetim de bunu kolaylaştırmaktadır. NATO üyesi Türkiye ile tüm dünyanın şüphe ile yaklaştığı İran’ın mücadelesinde İran’ı her açıdan zayıflatabilecek çok sayıda gerekçe ve yöntem ortaya çıkacaktır.

İran’ın Hesap Hataları

İran’ın başına Ahmedinejad’ın gelmesine belki de en çok ABD Yönetimi sevinmiştir. Çünkü Ahmedinejad belki de İkinci Humeyni olma arzusuyla öylesine duygusal-tepkisel açıklamalar yapmaktadır ki, İran’ı dünya kamuoyunda ABD’nin istediği köşeye çekmek çok da zor olmamaktadır. Ahmedinejad’ın nükleer programda ısrar etmesi, ABD ve İsrail’i tehdit etmesi dünya tarafından anlayışla karşılanabilirdi belki. Nihayetinde İran bunu yıllardır yapıyordu. Hatta İsrail’de rejimin değiştirilmesini, hatta yok edilmesini istemesi dahi bardağı taşıran son damla olmazdı. Çünkü İsrail ve ABD de İran’daki rejimin silahla veya barış yoluyla ortadan kaldırılmasından bahsetmiyor muydu? Ancak Holokost’un (Yahudi Soykırımı) olmadığını söylemek, saldırı oklarını Almanya ve Avusturya gibi Avrupa ülkelerine göndermek bardağı taşıran en son damlalar oldu. En çok ihtiyaç duyduğu anda İran, Avrupa’yı kaybetti. İsrail’in Avrupa’ya taşınması gibi fantezilerini tüm dünya ile paylaşma çılgınlığının ardından Rusya ve Çin’in de BM Güvenlik Konseyi uyarısına katılma kararları geldi. İran’ın hesaplamadaki hatası Yahudi Soykırımı’nın olmadığını söylemek ve Avrupa’ya ırkçılığını saldırgan bir dille hatırlatmak oldu. Tahran rejimi Avrupa ve ABD’nin birlik olduğu hiçbir olayda Çin ve Rusya’nın muhalefete edemeyeceğini anlayamadı. Çünkü hem Rusya hem de Çin ekonomik açıdan Batı sermayesi ile hayati bağlara sahiptir. İran’ın bir diğer hesap hatası ise Almanya’da Angela Merkel’in işbaşına gelişidir. Amerikan Başkanı George W. Bush ile bir çok noktada aynı düşünen Merkel Batı dünyasını bir ‘aile’ olarak görmektedir ve İran’ın Batı dünyasını birleştiren açıklamalarına en az Bush kadar tepki göstermektedir. Merkel Almanyası’na göre İran Batı’yı tehdit etmektedir ve bu tehditler ile nasıl mücadele edileceğine Avrupa ve Amerika birlikte karar vereceklerdir. ABD’ye yaklaşan Almanya’nın Rusya ve Çin üzerinde de etkisi olmaktadır. Nitekim Angela Merkel son olarak Rus lider Putin’i İran’a baskı yapmak için ABD ve Avrupa Birliği’ne katılmaya çağırmıştır. ABD’nin olası İran operasyonlarında Merkezl’in, eski Başbakan Schröder’e nazaran daha istekli davranacağı açıktır. Almanya’nın ABD’ye kaydığı bir ortamda tek başına kalan Fransa’nın sert muhalefet yapması ise zordur. Zaten Ahmedinejad’lı bir İran’ı savunmak da hiçbir ülke için kolay olmayacaktır. Denebilir ki İran’ın güvenliğini asıl tehdit eden rejimi ve nükleer silahları değil, yeni başkanı Ahmedinejad’dır.

Türkiye: Yeni Bir Kabus?

Körfez ve Irak savaşlarında en çok zorlanan ülke Türkiye olmuştu. Bir komşusu ateş altındayken, müttefikleri de o komşuyu işgal ediyordu. Hiçbir ülke için kolay olmayan bu karar alma sürecini Ankara bir kez daha yaşayabilir. Üstelik bu kez her şey daha zor olacak. Hatta Türkiye’nin bizzat ateş hattına inmesi de kendisinden beklenebilir. Batı2da İran’a karşı yakınlaşma arttıkça, İran’ın tehditkar açıklamaları sürdükçe Türkiye’nin komşusunu savunması gittikçe güçleşmektedir. En kötüsü ise İran ile Türkiye’nin karşı karşıya gelmesi olacaktır. Çünkü böyle bir yüzleşme ABD’yi bir çok yükten kurtarmaktadır. Türkiye’nin AB üyeliğini Almanya ve Avrupa için açık bir tehlike olarak gören Merkel için ise Türkiye’nin AB umutlarını İran sınırında söndürmek üzücü olmasa gerektir. Elbette şimdiden Almanya’nın böyle bir komplo içinde olduğunu söylemek istemiyoruz. Söylemek istediğimiz Türkiye ile İran’ın arası gerginleştikçe Türkiye’yi Tahran’a karşı cesaretlendirecek çok sayıda ülke olduğunu söylüyoruz.

Nitekim son günlerde artan ABD, İsrail ve İngiltere'den Türkiye'ye artan resmi ziyaretlerde Türkiye sürekli olarak İran'a karşı' kışkırtılıyor'. Güvenlik lobisi de İsrail'in savunma programlarının Türkiye'yi de tehdit ettiğini sürekli olarak pompalıyor. En son gelen haberlere göre Türkiye, İran'a karşı Amerikan Patriot, Amerikan-İsrail ortak yapımı Arrow-2 ve Rus yapımı S-300 füzeleri üzerinde duruyor. Milyarlarca dolarlık bu hava savunma sistemi elbette kredi ile alınacak. Uğur Ergan'ın haberine göre (Hürriyet, 15 Ocak 2006) Hava Kuvvetleri Komutanlığı gerekli yazıyı Hazine'ye gönderdi bile. Diğer bir deyişle ABD-İran gerilimi tırmandıkça üzerimizdeki faiz yükü de tırmanacak...

Aman dikkat... Çevremizde yeni alevler yükselmek üzere... Kimse elini ateşe sokmak istemiyor. Bir yandan alevleri körüklüyorlar, diğer taraftan maşalar arıyorlar.

3. MERKEL FAKTÖRÜ: MERKEL YENİ BUSH MU?

İran ve Ortadoğu dengeleri ve hatta dünya açısından Ahmedinejad’ın yeni liderlik anlayışının önemli bir rol oynayacağı açık. Ahmedinajad ülkesi kadar bölgeyi de riske sokuyor. Ancak bu dengelerde not edilmesi gereken diğer bir lider daha var, o da Almanya’nın yeni lideri Angela Merkel:

Soğuk Savaş’ın ardından ABD, Avrupa’da kendisine asıl stratejik ortak olarak Almanya’yı seçmişti. Bush da, Clinton da birleşik Almanya’nın İngiltere’den daha önemli olduğunu düşünüyordu. Bu tutum İngiltere’ye karşı bir tavır olmaktan çok Almanya’nın önemini teslim etmekti. Zaten İngiltere’nin hemen her koşulda Washington’ı desteklediği düşünüldüğünde Almanya üzerinde odaklanmak daha akıllıcaydı. Ancak Almanya’da Helmut Kohl’ün gidişi ve yerine Sosyal Demokrat Schröder’in gelişi dengeleri değiştirdi. 11 Eylül Saldırıları ve Bush Doktirini ise Almanya ve ABD’nin yollarını ciddi ve belirgin bir şekilde ve ayırdı. Bu ortamda ABD’nin Irak Savaşı’ndaki ‘küresel yalnızlığı’nda görünmez kahraman Almanya idi: Almanyasız bir Fransa ABD’ye bu kadar açıktan meydan okumakta zorlanırdı. Rusya ve Çin ise ABD ve İngiltere’den sonra bir de Almanya’yı karşısına almak istemezdi. Kısacası Almanya’nın suskunluğu dahi diğer bir çok ülkenin konuşmasından daha etkiliydi ve Schröder Almanya’yı Irak konusunda ABD’nin karşısında konumlandırdı.

Fakat şimdi bambaşka bir tablo ile karşı karşıyayız. Almanya’nın başında yeniden Hristiyan demokrat bir Şansölye var: Angela Merkel. Merkel, iktidara geldiği ilk günden bu yana Schröder’in dış politikadaki izlerini silmekle meşgul: Öncelikle Avrupa’dan başladı. Fransa-Almanya ittifakını zayıflattı ve bundan sonra AB’de kararların bu hatta oluşmayacağının işaretlerini verdi. Schröder’in çözemediği AB bütçe krizinin mimarı oldu. ABD’ye yaptığı ziyaret de geçmişin izlerinin silinmesi anlamına geliyordu. Schöder’in nispeten soğuk ABD politikası yerini daha sıcak bir dile bıraktı. Zamanında Irak Savaşı’nda Almanya’nın ABD’nin yanında yer alması gerektiğini savunan Merkel, Bush’a onu daha çok mutlu edecek bir tarzda hitap etti. Almanya’nın, terörle mücadele ve ‘serseri devletler’le mücadelede ABD’nin yanında yer alacağının işaretlerini verdi. Dünya özellikle İran konusunda bu kadar net bir ‘Amerikancı’ Almanya gördü. ABD’den sonra Rusya’ya yönelen Merkel burada da Schröder’in kurduğu dostluğun aynı çizgide sürmeyeceğinin işaretlerini verdi. her şeyden önce Ukrayna Krizi nedeniyle Almanya daha şüpheciydi ve Merkel emekliliğinde bir Rus doğalgaz şirketinde çalışmayı planlayan bir lider gibi değildi. Herkesin üzerinde mutabık olduğu gibi Merkel Almanya’nın enerjide Ruslara bu kadar bağımlı olmasından memnun değil. Dahası Ruslara açılan kredi ve diğer bazı finansal ilişkilerde de daha sıkı politikalardan yana. En önemlisi Merkel Moskova’da ABD’den daha net bir şekilde İran karşıtı tutumunu yeniledi. İran bir tehlikeydi ve durdurulması gerekiyordu. Rusya da bu işbirliğinde yer almalıydı. Merkel İran karşıtı söylemini İsrail ziyaretinde zirveye çıkardı. “İran demokratik dünya için bir tehlikedir”[1] diyen Merkel’e göre İran’ın yeni devlet başkanı sadece İsrail’i değil, tüm Batı dünyasını tehdit ediyordu. Doğrusu Almanya’nın İran ve genel olarak Ortadoğu konusunda İngiltere ve ABD’den ayrılan özel duruşu dikkate alındığında Merkel’in çıkışı önemli bir sapmadır. Merkel İran’a karşı oluşan batı koalisyonunda sadece ABD’ye destek vermekle ve Rusya nezdinde lobi yapmakla kalmadı, Fransa’yı da İran konusunda ABD çizgisine yaklaştırdı.

Yap-bozun parçaları birleştikçe Merkel liderliğindeki bir Almanya ile ABD ikilisinin neler yapabileceği daha bir netlik kazanıyor. Böylesine radikal operasyonlar için belki Bush’un başkanlık süresi yetmeyebilir. Ancak Bush’dan sonra gelecek ABD başkanının da terör ve güvenlik paronayasından kolayca çıkamayacağı ortada. Bu durumda Irak Savaşı’na benzer maceraları İran’da, Suriye’de veya başka bir Ortadoğu coğrafyasında yaşadığımızda ABD’nin bu kez yalnız olmayacağını söyleyebiliriz. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi olmasa da Almanya sadece ABD’ye aktif destek vermekle kalmayacak Fransa, Rusya ve Çin’in tarafsızlığının temininde de önemli bir rol oynayacaktır.

Özetle Merkel için yeni bir Bush demek zorsa da, bir çok konuda, özellikle medeniyetler çatışması ve ‘terörle mücadele’ konularında Bush’tan farklı düşünmediği ortadadır. Merkel liderliğindeki Almanya hızla ABD’ye yaklaşıyor. Tek sorun ABD’nin Almanya’ya ne kadar yaklaşabileceği. Çünkü CIA’in ve FBA’ın terörle mücadelede Guantanamo, Afganistan ve Irak’ta izlediği yöntemler Merkel için bile oldukça fazla. Eğer Bush da Merkel’e bir adım yaklaşabilirse bu ikili dünyanın yeni korkulu rüyası olacaktır.

Bu arada hatırlatalım, Schröder’in Fransa, AB, ABD, Rusya ve Ortadoğu politikalarını adeta yerle bir etmekte olan Merkel adım adım Türkiye politikasına yaklaşıyor.

4. HAMAS VE RADİKALLEŞEN FİLİSTİN

Son dönemin en önemli sürprizi belki de HAMAS’ın Filistin seçimlerinden galibiyetle çıkması oldu.[2] Fetih’i geçerek oyların yarıdan fazlasını kazanan Hamas İsrail ve ABD’nin terörist saydığı bir oluşum. Elinden silahı düşürmüyor, intihar saldırılarının bir çoğu organize eden bir yapı. İsrail’i haritadan silmek en önemli hedefi. Seçimlerde başarılı olması bekleniyordu, ancak bu kadar başarılı olmasına kimse ihtimal vermiyordu. Seçimlerin yapılması için İsrail’e baskı yapan ABD dahi sonuçları şaşkınlık verici buldu. Nitekim ABD ve Batı basınında özellikle neo-con ve sağ Yahudi gruplar ABD’nin Ortadoğu’da demokratikleşmeyi savunarak büyük bir hata yaptığını, bu hatanın en önemli göstergesinin de Hamas olduğunu söylediler. Buna göre Ortadoğu’da demokrasi İslamcı ve Batı-karşıtı radikalleri işbaşına getiren bir araçtı.[3] Ancak görünen o ki Hamas’ın Filistin seçimlerinde başarılı olmasının ve diğer bazı ülkelerde seçimlerin dinci veya dindar grupları ön plana çıkarmasının temel nedeni ABD’nin demokrasiyi desteklemesi değil, aksine desteklememesi.[4] Filistin örneğinde Arafat’ı ve arkadaşlarını ortadan kaldıran İsrail ve ABD, diğer taraftan Filistin ekonomisini çökertecek çok sayıda eyleme de onay verdi. Bir yandan Filistinli yöneticilerin acziyeti arttırılırken, diğer taraftan terör örgütlerinin kullandığı yöntemlere yakın araçları kullanan İsrail Filistin halkındaki tepkileri doruk noktasına çıkardır. En basit ihtiyaçlar dahi radikallik ve teröristlikle suçlandı. Böylece Filistin’de ılımlı siyasetin altı oyuldu, kitleler radikallerin kucağına itildi. Gelinen noktada Filistin’in tamamına yakını radikal ve hatta İsrail’in tanımlamasıyla ‘terörist’.

Hamas’ın başarısı Filistin’de iç savaşı da getirebilir. Ancak şurası kesin ki Batı’nın politikaları ve İsrail’in uzlaşmaz duruşu radikalizmi besliyor. Hamas’ın zaferinden sonra El fetih karıştı. ABD ve AB ise Hamas’tan değişmesini talep etti. ‘Önce İsrail’i tanı’ baskısı sürüyor.[5] Başbakan Tayyip Erdoğan da önyargıların bir yana bırakılarak Hamas’a bir şans verilmesini istedi. Gerçekten de Hamas Filistin sorununun hallinde bir şans da olabilir. Böylesine radikal bir grubun görüşmelere katılması Filistin içindeki silahlı grupların kontrolünde yardımcı olabilir. Hamas gerçek bir değişim ile legal bir düzeye çekilebilir.

5. CIA’İN SORGU UÇAKLARI[6]

Sadece 2005’in değil terörle mücadelenin de tarihine geçecek bir gelişmeydi CIA’in sorgu uçakları ve hapishaneleri. Guantanamo, Ebu Gureyb ve Afganistan’daki insan hakları ihlalleri ile birleştirildiğinde CIA’in ABD dışında sorgu merkezleri, hapishaneler ve kimilerine göre ‘işkence merkezleri’ kurması, bazı kişileri işkence yapılacağını bile bile diğer ülke hapishanelerine göndermesi sıcak tartışmalardan sonra adeta unutuldu veya üstü kapatılmak istendi. Oysa konu üstü kapatılamayacak kadar önemli:

Klasik bir istihbarat örgütü sorgu yapar, sorgu odaları oluşturur. Bunun için diğer ülke istihbarat ve güvenlik birimleri ile işbirliği yapıp, onların imkanlarından da faydalanabilir. Ancak aynı anda sayıları yüzlerce kişiyi bulan mahkumları olan ve dünyanın bir çok ülkesinde hapishaneler kurmak, bu hapishanelerde zanlı kişileri aylarca tutmak tipik bir istihbarat faaliyeti değildir. Yasal veya insani olmadığı zaten tartışılamaz bile. Hem ulusal, hem de evrensel yasal düzenlemeler bu tür uygulamalara cevaz vermez. Zanlı hangi nedenle olursa olsun yakınlarından habersiz, ne ile suçlandığı kendisine bildirilmeden, hatta kim tarafından gözaltına alındığını dahi bilmeden günlerce hatta aylarca bir yerde tutulamaz. Bu anlamda Amerikan CIA teşkilatının yaptığının terörle mücadele ile uzaktan yakından ilgisi olmadığı muhakkaktır.

Derin Devlet, Devlet Olursa

CIA’in sorgu merkezleri, ya da hapishaneleri bugünün olayı değildir. Temelde 11 Eylül’den sonra gelişen bir fikirdir. Bu fikrin merkezinde de yasal sınırlar içinde terör ile mücadele edilemeyeceği, Amerika’nın güvende tutulamayacağı varsayımı vardır. Başkan George W. Bush ve ekibi için ‘ulusal güvenlik’ tüm yöntemleri mubah kılmaktadır. Amerikan yasalarına sıkı sıkıya bağlı kalarak başarılı olmak ise mümkün değildir. Çünkü teröristler şeytani planlara sahiptirler ve ABD yasal sistemi bununla mücadele edecek bir anlayışa sahip değildir. Tanrı’dan emir aldığını düşünen bir ekip için Kongre ve yasalar ayak bağıdır. Bir anlamda daha çok derin devletlerde görülen bir mantık devletin zirvesine tırmanmıştır.

İlk etapta CIA yasadışılığı yasal hale getirmeye çalışmıştır. CIA ve diğer bazı güvenlik personelinin belli yasal düzenlemelerden etkilenmemesi için imtiyaz yasaları çıkarılmak istenmiş, ancak bu talep Kongre tarafından olumlu bulunmamıştır. Amerika sınırları içinde istedikleri hareket serbestisine kavuşamayacağını anlayan Bush ekibi operasyonlarını Amerikan toprakları dışına taşımaya karar vermişlerdir. CIA’in 11 Eylül sonrasında elinde “en önemli hedefler listesi” vardır ve ilk başta bu isimlerin tek tek vurulması gündeme gelmiştir. Bunun için suikast timleri kurulacak ve El Kaide çökertilecektir. Nitekim 11 Eylül’den sadece 6 gün sonra Başkan Bush dünyanın neresinde olursa olsun CIA’e El Kaide üyelerini öldürme yetkisi vermiştir. Ancak sonradan bu kişilerin yakalanarak canlı tutulmalarının gelecekteki terör saldırılarının önlenmesine yardımcı olacağına karar verilmiştir.

Bu çerçevede ilk olarak zanlıların gemilerde, uluslar arası sularda tutulması düşünülmüştür. Fakat güvenlik nedenleri ve teknik zorluklar bu fikrin uygulanmasına engel olmuştur. Ayrcıa denizlerde dolaşan gemilerin medya tarafından keşfi de başka zorluklar çıkarabilirdi. Gemilerden sonra akla küçük, terkedilmiş ya da gözden ırak topraklar geldi.Alcatraz Adası, Zambiya’daki Lake Kariba bunlar arasındaydı. Ormanlar ve sarp kayalıklar içindeki Lake Kariba temel ihtiyaçları dahi karşılayamadığı için düşünülmedi. Sorgu merkezi kurulamayacak kadar vahşiydi. Ayrıca Zambiya hükümetinin böylesine üst düzey bir sır için ne kadar güvenilir olacağı da tartışmalıydı. Geçici bir çözüm olarak yakalanan zanlıların bir kısmı Mısır ve Ürdün istihbaratlarına gönderildi. Afganistan’a Amerikan ordularının girmesiyle birlikte CIA’in de elinde yüzlerce zanlı vardı. Amerikan askerleri her uzun sakallıyı terör zanlısı olarak tutuyordu. Ayrıca ABD’ye şirin görünmek isteyen bazı Afgan güçlerde kendilerince terörist bir çok kişiyi ABD’ye teslim etti. Yakalananlar Bargam Hava Üssü’nde metal konteynırlarda en üst düzey güvenlik altında tutuldular. Ancak CIA de bu kadar çok kişi ile ne yapacağını bilemiyordu. WP’un verdiği bilgilere göre bu konteynırların, özellikle de Afgan müttefiklerdekilerin içindeki bir kısmındaki mahkumların önemli bir kısmı havasızlık vb. nedenlerden dolayı öldü. Bunun üzerine CIA Kongre’den Afganistan’da bir hapishane sistemi için gerekli kaynağı aldı. Bu şekilde kurulan sistemin en büyük hapishanesinin kod adı Salt Pit’di. Burası Kabil’in hemen dışında yer alıyordu. 2002 Kasım’ında bir CIA yetkilisi göz altındaki zanlılardan birine zorla striptiz yaptırdı ve çırılçıplak soydu. Zincire vurulan ve insanlık dışı muamelelere maruz kalan bu zanlı geceyi bu şekilde battaniyesiz ve zeminde yatarak geçirince donarak öldü. Olayı 4 Amerikan Hükümet görevlisi de teyid ediyor. Salt Pit daha sonra Bargam Hava Üssü’ne taşındı. Afganistan’ın çok fazla ‘göz önü’ olması ve diğer nedenlerden dolayı 2002 ortasında Tayland ve Doğu Avrupa’ya yönelindi. Afganistan dışında Guantanamo ve Irak da ilk hapishane kurulacak yerler olmuştur. Ancak tıpkı Afganistan gibi buralar da kısa sürede medyanın ve Kongre’nin dikkatini çekti. Hatta Irak’ta yakalanan bir çok zanlı CIA tarafından başka hapishanelere taşındı.

Doğu Avrupa’daki yerler arasında Bulgaristan ve Romanya’nın ismi sıklıkla geçmektedir. Muhtemelen NATO’ya geçiş aşamasında ABD Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri üzerinde çeşitli baskılar kurmuş, ya da bu ülkeler ABD’ye yakınlaşabilmek için gelen taleplere kendiliklerinden sıcak yaklaşmışlardır. Irak Savaşı’nda Avrupa Birliği’ni bölercesine bu ülkelerin İngiltere, İtalya ve İspanya ile birlikte ABD’nin yanında yer alması fotoğrafı tamamlamaktadır. Son dönemde CIA uçaklarının en sıklıkla görüldüğü ülkeler de bu adı geçen ülkelerdir.

ABC'nin önceki günkü haberlerine göre halen Avrupa hapishanlerinde bir çok kişi bulunuyor ve 11 El Kaide zanlısı buralardan CIA'in Kuzey Afrika'daki tesislerine götürüldü.

CIA’in bu birinci grup sorgu merkezlerine ek olarak bir de ikinci grup merkezler vardır. Bunlar arasında Mısır, Ürdün ve Fas gibi daha çok Ortadoğu ülkeleri bulunmaktadır. Buralarda CIA bazı sorgulamalarda bulunmakta, evsahibi ülkenin yakaladığı kişilerin sorgularına CIA ajanları da katılmaktadır. Ancak bu ülkelerin asıl işlevi CIA’in başka ülkelerde veya ABD’de yakaladığı zanlıları sorgulamada ve hapsetmekte ortaya çıkmaktadır. İnsan hakları ihlalleri artık kanıksanmış olan bu ülke hapishanelerinde her türlü yöntemi kullanmak pratikte mümkündür. Üstelik bu yöntemler dolayısıyla herhangi bir Amerikan vatandaşı suçlu durumuna da düşmeyecektir. Bu bağlamda çok sayıda zanlının ABD ve Avrupa’dan Ortadoğu’nun baskıcı rejimlerine gönderildiği biliniyordu. Böylece ABD bir yandan adı geçen ülkeleri kamuoyu önünde insan haklarına saygı görstermeye, hapishanelerini reform etmeye ve demokratikleşmeye çağırırken, diğer taraftan bu rejimlerin sert ve hukuk tanımazlığından kendi operasyonları için yararlanmaya çalışmıştır.

Kara Noktalar

Beyaz Saray’a yakın Washington Post gazetesine göre adı geçen merkezler ‘black sites’ (kara noktalar) olarak kodlanmıştır ve bunlardan Amerikan yönetiminde çok az kişinin haberi vardır. Amerikan ve Avrupa medyasında ‘gizli hapishaneler’ iddiası birkaç yıldır ara ara yazılmışsa da CIA bu iddiaları hep reddetmiştir. Çünkü Amerikan yasalarına göre bu olaylara karışanların suçlu bulunması, hatta zincirin Savunma Bakanı’na, hatta Başkan’a kadar uzaması mümkündür. Ebu Gureyb Hapishanesi’ndeki insanlık dışı uygulamaların bir kaç asker ile kapatılmak istenmesinin nedeni de budur.

Afganistan, Tayland ve Ortadoğu’daki hapishaneler uzunca bir süredir tartışılıyordu. Bu hapishanelerin Avrupa kamuoyu da farkındaydı. Hatta İtalya sokaklarından gündüz gözüyle bir Mısırlı ‘din adamı’nın kaçırılışı ve zorla Mısır’a götürülmesi de dünya kamuoyunun bilgisi dahilindeydi. Ancak Avrupa ve Amerika kamuoylarının bilinç altında ‘ikinci sınıf dünya’ olan bu yerlerde insan haklarının böylesine hoyratça ihlal ediliyor olması sorun oluşturmuyordu. Ne zamanki CIA uçakları Avrupa semalarında sıklıkla görülmeye başlandı işte o zaman Avrupa şoke oldu. Aslına bakılırsa bu haberlerin kaynağı da daha çok Amerikan medyasıydı. Yani Avrupa’yı harekete geçiren de Amerikalılar oldu. Bush’a karşı alevlenen kampanyanın bir sonucu olarak Amerika Amerika’yla savaşmaya başladı. Zaten Ebu Gureyb’deki işkence görüntülerini tüm dünyaya duyuran da ABD medyası olmadı mı? Amerikan sisteminde bir kişinin üstü çizildiğinde, yani düğmeye basıldığında o kişi ve ekibi çok zor durumda kalabiliyor. CNN’nin geçtiğimiz günlerde ABD Başkan Yardımcısı Cheney’nin üstüne çarpı atması belki kişisel bir saldırıydı, ancak Bush ve ekibinin Amerikan siyasal ve ekonomik sistemi karşısındaki durumunu en güzel şekilde ortaya koyuyordu.

CIA Sorgu Merkezleri Yararlı Oldu mu?

Aslında bu sistem bir çok açılardan ABD’ye ve CIA’ye zarar veriyor. Bu zarar elbette ilk önce meşruiyette ortaya çıkıyor. Yasaları ve özgürlükleri korumak için yasaları ve özgürlükleri hiçe saymak inandırıcılığı ortadan kaldırıyor. ABD ile El Kaide arasındaki farkları belirsizleştiriyor.Üstelik çiğnene kurallar en temel hukuk kuralları. Yani ilkçağlarda dahi meşru olduğunu iddia eden hiçbir yasal güç sorgusuz-süalsiz bir kimseyi, hiçbir yakınına haber vermeden, avukat tutmasına izin vermeksizin, ne ile suçlandığını kendisine söylemeksizin, hatta kendisini gözaltına altığı kişiye tanıtmaksızın gözaltına alamaz. Aylarca suçunu bilmeden karanlık bir odada kalan ve fiziksel-ruhsal işkencelere maruz kalan kişi Roma İmparatorluğu’nda da, Hun İmparatorluğu’nda da mağdur sayılırdı, bunu yapan kişilere ise zalim denirdi.

İkinci olarak CIA’in tüm dünyaya yayılmış bir sorgu-hapishane ağı kurmuş olması onun istihbarat faaliyetlerine de zarar vermiştir. İlk etapta günlerce terör zanlılarını gözaltında tutmak, bunlar üzerinde istediğiniz yöntemi uygulamak iyi bir istihbarat toplama yöntemi gibi görünse de yüzlerce (belki de binlerce) kişilik küresel bir hapishane sistemini yürütmek bürokrasi ve farklı bir uzmanlık gerektirir. Bir süre sonra dünyanın en önemli istihbarat birimlerinden biri gardiyanlık yapar hale gelir. Nitekim ABD’nin terörle mücadelede 11 Eylül’den bugüne müthiş bir istihbarat başarısından söz edilemez. Aksine Amerika’nın istihbarat zaaflarının geçen bu sürede arttığı genelde ortak bir kanaattir. İstihbarat sadece kişileri belli merkezlere toplayarak elde edilemez. Sorgu ve gözaltı istihbaratın en son kısmıdır ve ondan önce yapılması gereken saha çalışmaları ve açık bilgilerin analizi gerekir.

Üçüncü olarak ABD bu şekilde davranarak sadece ulusal ve evrensel yasaları hiçe saymıyor, müttefiklerinde de güven bunalımına yol açıyor. Dünyanın dört bir yanında karanlık işler yapan Amerikan uçakları ve Avrupa’nın merkezine kadar giren Amerikan işkence odaları tüm dünya kamuoyunda ABD’nin tüm inandırıcılığını ortadan kaldırıyor. Müttefikleri ile ABD arasındaki bağları da zayıflatıyor. En son AB-ABD gerginliğinde ulusal hükümetlerin CIA uçuşlarından ve üslerinden haberdar oldukları anlaşılıyor. En sert tepkileri hükümet başkanları değil, AB bürokratları ve AP milletvekilleri verdi. Hatta İspanya, İtalya, Romanya ve Polonya başbakanları olayın üstünü örtmeye çalışıyorlar. Ancak yüzlerce, belki de binlerce uçuşu dünyanın gözünden kaçırmak imkansız. Tüm dünya yayılmış bir hapishane ağını saklayamazsınız. Gerçekleri saklamak bir süreliğine mümkün, ancak dedikodular ve zanlar altında saklanan gerçekler, tüm samimiyetiyle yapılacak itiraflardan daha yıkıcı olmaktadır. Avrupa medyası, yargısı ve muhalefeti belki mevcut hükümetler ile ABD arasındaki bağları zayıflatmıyor, ancak gelecekteki ABD-Avrupa ve ABD-diğer müttefikler arasındaki ilişkilere kalıcı zararlar veriyor.

Son gelişmeler bize göstermektedir ki ABD küresel terör mücadelesinde en önemli hususu, düşmanlarını gerçekten anlama işini göz ardı etmektedir. Garip bir snopluk içinde “kimse beni anlayamaz. Ben en güçlüyüm ve ne istersem onu yaparım” edası içinde kürenin dört bir yanında hatalar yapmaktadır. Terörle mücadelede diğer ulusların işbirliği olmadan başarı imkansız görünmektedir. Üsame bin Ladin’i ve terörün kaynaklarını anlamayan ABD fiziksel gücünü sonuna kadar kullanarak saldırmaktadır. Oysa gittiği yer uçurum gibi durmaktadır. Son anda bunu fark etse bile geç olabilir.

ABD Dışişleri Bakanı Rice “terörle mücadelemiz sert, ama yasal” diyor… Amerikalılar işkence yapmadıklarının altını özenle çiziyorlar… Fakat artık çok geç… Irak Savaşı için söylenen yalanlar Amerikalılara inanmayı imkansız hale getiriyor. Bush ve mevcut politikalarla çok zor. Artık ABD ağzıyla kuş tutsa inandırıcı olamaz. Ne kadar küresel güç olursa olsun, salt kaba güçle bu konumunu uzun süre muhafaza edemez… Bir gerçek kendisini tekrar tekrar doğruluyor: Güçlü olan haklı görünebilir, ancak uzun vadede haklı olmak güçlü olmanın en önemli unsurudur…



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Louis Charbonneau, ‘Merkel Says Iran Thretens Democratic World’, Reuters, 29 January 2006.

[2] ‘Hamas Shock in the Middle East’, Journal of Turkish Weekly (JTW), 27 January 2006.

[3] Barbara Slavin, ‘Mideast Democracy Boosts Islamists, US Pushes Elections; Fundamentalists Gain’, USA Today, 25 January 2006.

[4] ‘Hamas Victory is Result of Israeli and American policies’, Journal of Turkish Weekly (JTW), 27 January 2006.

[5] ‘EU: Hamas Must Recognize Israel’, Journal of Turkish Weekly (JTW), 27 January 2006.

[6] Bu konuda ayrıca bakınız: ‘Europe’s Silence on CIA Flights’, Spiegel (Almanya); 25 January 2006; Rory Watson ve Philip Webster, ‘Europe will Investigate CIA Terror Flights’, The Times (Londra), 14 December 2005; ‘Italy Seks CIA Kidnap Agents’, Journal of Turkish Weekly (JTW), 26 June 2005; ‘CIA Planes Landed in Turkey More Than Twice’, Journal of Turkish Weekly (JTW), 14 December 2005; Sedat Laçiner, ‘CIA’in Sorgu Uçakları’, USAK Stratejik Gündem, 6 Aralık 2005; ‘Avrupa Konseyi: CIA İşkencesi Doğru’, USAK Stratejik Gündem, 14 Aralık 2005.
Kullanıcı küçük betizi
borabey
Üye
Üye
 
İletiler: 333
Kayıt: Çrş Haz 25, 2008 14:06

İletigönderen Çetin Taş » Pzt Ağu 18, 2008 16:16

Borabey ve Tuba arkadaşlara alıntılar için teşekkür ediyorum.
AYDINLIK dergsini takip edenler GRAHAM FULLER isimli adamın yediği haltları gayet yakından bilirler.
Kemalistim.Vatanımı her şeyden çok seviyorum.
Kullanıcı küçük betizi
Çetin Taş
Üye
Üye
 
İletiler: 2354
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 22:02


Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 4 konuk

cron

x