23 Nisan 1920'ye Doğru…
Mustafa Kemal Paşa anlatıyor:
Tarih 16 Mart 1920… İtilaf Devletleri 13 Kasım 1918’den beri fiilen işgal altında bulundurdukları İstanbul’u resmen işgal ettiler. 20 Mart’ta Mebuslar Meclisi’ni bastılar. Meclis’in saldırıya uğradığı gün ülkenin genel manzarasına bakarsak, gözlerimize çarpan şudur:
İzmir’e çıkarılmış olan Yunan ordusu, Redd-i İlhak Cemiyeti’nin vatanseverce rehberliğiyle vücuda getirilmiş olan bir cephenin karşısında bulundu. Diğer taraftan halife ve padişah orduları da ülkenin şurasına, burasına çıkarılmış, Ankara’yı taarruz hedefi seçmiş bulunuyordu. Bu halife kuvvetlerinden başka ülkenin her tarafında İngiliz hafiyeleri ile beraber elinde fetvayı şerif bulunan halife ve padişahın memurları, casusları dolaşıyordu. Ve yine bunlar milletimizi mahvetmek istiyor, mahvedebilmek için de en kuvvetli silah olarak inkârı, aldatmayı ve halkı ayağa kaldırabilmeyi kolluyorlardı. Ben çok üzgün bir halde İstanbul’da bulunan, İstanbul’da toplanmış olan ve dağılmış bulunan, hakarete uğramış olan insanları uzaktan gözlüyordum. Fakat onların bir araya gelmesi ve tekrar iş görebilecek yetenek gösterebilmeleri biraz zor görünüyordu. Hatta imkânsız görünüyordu.
16 Mart feci olayı üzerine İstanbul’a artık büsbütün kement vurulmuş, millet ve ülke başsız kalmıştı. Milletin bağımsızlığını düşünmek ve kurtarmak için Ankara’da millî bir meclis toplamak lazım geldi. Bu kanaat üzerine gerekli olan çareleri aramaya giriştik. Böylece 1920 Nisan ortalarında milletvekilleri Ankara’da toplanmaya başladı. Ancak ülke geniş, ulaşım araçları sınırlıydı. Vekillerin gelmesi gecikiyor, bu gecikme bana azap veriyordu.
Bu azap içinde mesai arkadaşlarımla gece gündüz dinlenmeden çalışarak duruma ait çareleri düşünüp uygulamakla meşgul oluyordum. Milletin saflığı ve temizliğini, bağımsızlığı için beslediği aşk ve imanı yakından bildiğim için, bence bazı taraflarda belirtiler gösteren sapkınlık hastalığına karşı, bütün millet ve ülkeyi koruyacak önlemler alınabildiği takdirde durumdaki vahametin üstesinden gelineceğine kuşku yoktu.
O sıralarda içerde halkın düşüncelerini zehirlemek, dışarda dünya kamuoyunu bulandırmak maksadıyla çalışanların kullandıkları araçlardan biri de doğrudan doğruya benim şahsiyetimdi. Ülkemizdeki ulusal heyecanı, hak ve bağımsızlığı savunma uğrunda gösterilen hayati yeteneği inkâr için bu kimseler, bütün saldırılarını bana yöneltiyorlardı. Gerek millete ve gerek İstanbul’daki hükümete resmen diyorlardı ki: “Mustafa Kemal’i tanımayınız; Mustafa Kemal’e emniyet ve itimat etmeyiniz. İtilaf devletlerinin Türkiye’ye karşı gösterdiği şiddet, onun yüzündendir.” Onlar böyle söylüyorlar ve ben bertaraf edildiğim takdirde, millet ve ülkenin dışardan her türlü dostluğu ve iyiliği göreceğini ileri sürüyor, kamuoyunu bu şekilde aldatmaya çalışıyorlardı.
Ben bu girişimde ne kadar zehirli, fakat ustaca bir kasıt olduğunu bütün açıklığıyla görüyordum. Ancak milletimin üstüne konan baskı ve tutsaklık yükünün, benim yüzümden ileri geldiğini düşünebileceklerin olduğunu zaman zaman düşündükçe, kalbimin pek derin üzüntülerle çarptığını hissediyordum. Hem kendimi bu üzüntüden kurtarmak, hem de böyle düşünebilecek kimseleri vehimden kurtarmak için, o güne kadar meydana getirilen tarihî durumun ve bu durumun o günden sonraki safhalarına ait sorumluluğu diğer bir arkadaşa bırakarak bir köşeye çekilip unutulmanın ve inzivaya çekilmenin uygun olacağını düşündüm. Bu düşüncemi, o zamanlar yakınımda bulunan çalışma arkadaşlarımın hepsine açık ve kesin bir dille bildirdim. Fakat arkadaşlarım, böyle bir hareketin düşman niyetlerini ve arzusunu artırmaktan başka sonuç vermeyeceğini söylediler.
İç isyan ateşi Ankara kapılarına kadar yaklaşmakta idi. Durumun ağırlığı, sorumluluğun büyüklüğü, insanı dehşete düşürücü bir mahiyette idi. Bunun üzerine şöyle düşündüm: Ortaya çıkan durumdan –hangi düşünceye dayanırsa dayansın- çekilmek iki şekilde yorumlanabilirdi. Birincisi, tutulan işte ümitsizliğe düşmüş olmak, ikincisi tutulan işin sorumluluğunun ağırlığına tahammül edememek. Gerçekten bu gibi yanlış zanlar hem kutsal maksadı zarara uğratabilir, hem de bu maksat etrafında toplanan kuvvetleri dağıtırdı.
Dolayısıyla arkadaşlarımın içtenliğine, milletimin azim ve imanına, düşmanlarımızı er geç aczi itirafa mecbur edeceği hakkındaki kesin kanaatime ve Allah’ın yardımına dayanarak, eskisi gibi sonuna kadar millî mücadelemizin şahsıma yüklediği namus ve vicdan görevini yerine getirmekte devama karar verdim. Ve artık genel harekâtın yasal bir şekilde yürütülmesine başlama gününün daha ziyade ertelemeye de müsaadesi kalmadığından 1920 yılı Nisan’ının 23’üncü günü Meclis’in açılması uygun görüldü.
İşte 23 Nisan cuma günü, öğleden sonra yaklaşık saat ikide Meclis binasının kapısından girerken, günlerden ve gecelerden beri bütün varlığımı işgal eden bu düşünce ve duygulara boğulmuş bulunuyordum. İçeriye girip Meclis salonunu dolduran milletvekillerinin güvenli ve itimat dolu bakışlarla bana dönmüş olduklarını gördüğüm zaman, girişimlerimizin milletin emellerine bütünüyle uygun olduğunu bir kere daha anladım. Ve artık benimle fikir ve emelde ortak milletin fikir ve emelini temsil eden bu kadar arkadaşla birlikte çalışacağımdan dolayı büyük bir mutluluk duydum.
Prof. Dr. Cihan DURA, 23 Nisan 2017