30 Ağustos demek...
En iyi ihtimalle söylüyorum... En naif ihtimalle... Hani şöyle en pembe, pamuk şekeri gibi gözlüklerimle bakarak... Polyanna’dan hallice bir haleti ruhiye içinde:
Türk Ordusu’nun kolu kanadı kırık halde hem içeride hem dışarıda savaşıyor olduğu bugün bile törpülemekte böylesine ısrar ettiklerine göre; “30 Ağustos’un ne demek olduğunu” hiç anlamamış olmalılar.
* * *
“30 Ağustos demek”, kendisine ait olmayan bir savaşın -1. Dünya Savaşı’nın- sonunda pay/işgal edilmeye kalkışılan toprakları kurtarmak için “kendi savaşını” veren bir milletin -ebedi sürmesi azminde olduğu- nihai zaferi demektir.
“30 Ağustos demek”, elbette her şeyden önce “Misak-ı Millî sınırları” demektir.
“30 Ağustos demek”, Mondros mütarekecilerinin başına geçirilmiş çuval demektir.
“30 Ağustos demek”, haramilerin saltanatı için bütün geri dönüş yollarının kapanması demektir!
“30 Ağustos demek”, yeni Türk Devleti’nin İngiliz savaş gemisine sığınıp vatanı terk edenlere değil Bandırma Vapuru’yla kelle koltukta Anadolu’ya geçenlere emanet olduğunun müjdesi demektir.
“30 Ağustos demek”, hepsidir aslında; 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs... Kiminin nedeni, kiminin sonucu...
“30 Ağustos demek”, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, İsmet Paşa, Fahrettin Paşa...
“30 Ağustos demek”, Demirci Mehmet Efe, Yörük Ali Efe, Şahin Bey...
“30 Ağustos demek”, Sütçü İmam, Nene Hatun, Kara Fatma, Ayşe Onbaşı velhasıl “köprü destanı” yazarları var ya bir buçuk aydır her gün 5 vakit dualarınızı yolladığınız, hıh işte o genin atası, dedesi demektir!
“30 Ağustos demek”, bu vatanın kahraman evlatlarının başlarına çıkardığınız “katli vaciptir” fetvalarının yırtılması; “kumpas”ın ordu-millet eliyle bozulması demektir!
“30 Ağustos demek”, Samsun demek, Amasya demek, Havza demek...
“30 Ağustos demek”, Erzurum demek, Sivas demek...
“30 Ağustos demek”, Sakarya...
Akşehir, Mudanya, Kütahya...
Ve nihayet Dumlupınar!
“30 Ağustos demek”, bugün milleti, devleti, orduyu sevk ve idare için kullanabildiğiniz o unvan demek;
Başkomutanlık.
Milli Mücadele’nin kesin zaferi yani “Türk İstiklali”nin ilanı, demek 30 Ağustos...
Ve ne demek biliyor musunuz;
TBMM’yi bombalattırmayacak iradeyi sergilemek demek 30 Ağustos... O tetikte yürek, o millî uyanıklık hali...
* * *
İşte bütün bu sebeplerden dolayıdır ki;
Ya hiç anlayamamış olmak gerekir “coşkuyla kutlatmamak” için türlü mazeret oluşturmak 30 Ağustos’a!
Ya da çok iyi anlamış olmak ve korkmak!
İkinci ihtimal ancak “Atatürk’lü kabuslardan(!)” kan ter içinde uyanmaktan kurtulamamış vatan, millet, devlet, hürriyet düşmanları için geçerli olabileceğine göre...
Sormak tarihe borcum:
Dost musunuz?
Düşman mı?
Che...
Abdullah Öcalan denen -eşkıyadan da beter- her nevi insanlık suçunu işlemiş caninin “benim gencimin” yakasında olmasına göz yummuş, paçavralarını bayraklaştırma, emrindeki katil sürüsünü “gerilla” diye kahramanlaştırma açılımı yapmış bir iktidarın üyesi olarak TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın “Che denen eşkıya benim gencimin yakasında olamaz” çıkışını müstehzi bir ifadeyle izlemekten alıkoyamadım kendimi...
Sonra o çocukları düşündüm;
“Kanlı Pazar”ı... Güya komünizme karşı “şahlanırken” nasıl “hilal”i “haç”ın kalkanı yaptıklarını... 17, 18, 19, 20 yaşında her görüşten kırılan fidanları...
Hâlâ mı “6. Filo” jandarmalığı!
Bana emanet...
Bizlerin bağışları dışında “kaynağı” olmayan Mehmetçik Vakfı’nın yaklaşan Kurban Bayramı öncesi yayınlanmaya başlayan tanıtım filmini izlediniz mi?
Duygu sömürüsü yok...
Fakir fukara edebiyatı yok...
“Gariban”lık hikâyeleri yok...
Çünkü mevzu insanlık!
Mevzu “millet” olabilme kabiliyeti!
Çok yoksul oldukları için değil, çok muhtaç oldukları için “emanet” oldukları için sahip çıkmalıyız şehitlerimizin ailelerine...
“Acıdığımız” için değil tersine “gururlandığımız” için sahip çıkmalıyız onlara...
Askere giden babanın geride bıraktıklarına vedasını en olması gerektiği gibi tamamlayan cümleyi bulmuş; kim düşündüyse aklına sağlık:
Bize de emanet!
Selcan TAŞÇI, 30 Ağustos 2016
selcantasci@gmail.com