Akla gelebilecek ve şimdilik gelmeyen her şey, işbirlikçi AKP iktidarı tarafından satışa çıkarılmıştır ya da koşulları uygun bulduğu sürece çıkarılacaktır.
AKP, İKTİDAR DEĞİL,
EMPERYALİST TEKELLERİN MEMURUDUR!Satıyorlar. Durmaksızın satıyorlar. Bütün emperyalist tekeller AKP'den memnun. Ülkemizde "iş" yapan tüm tekelci burjuvaların ağzı kulaklarında. Çünkü, daha önceki hiçbir iktidar döneminde, bugünkü kadar yağma ve talan özgürlüğü elde edememişlerdi. Bunun için memnunlar AKP'den. Bugün politik açıdan da, ekonomik rakamlar açıdan şu sonuca rahatlıkla varabiliriz artık: AKP, gelmiş geçmiş en işbirlikçi hükümettir. Menderes ve Özal, emperyalizmin işbirlikçiliğinin ülkemizdeki yol açıcılarıdır. Başka bir deyişle, işbirlikçiliğin ağababasıdır onlar. Menderesler'in, Özallar'ın öğrencisi Tayyip Erdoğan ve AKP'li bakanlar, yöneticiler, açılan yoldan çok daha büyük bir hızla ve pervasızlıkla ilerlemeye devam ediyorlar.
Son olarak akarsularımızı satılığa çıkarmış bulunuyor AKP hükümeti. Pervasızca yapılan özelleştirmelere başta işçiler olmak üzere, halkın neredeyse tamamı karşı çıktı. AKP özelleştirmelerden vazgeçmedi. Uygulamaya koydukları tarım politikalarına, hemen tüm köylülük karşı çıktı, AKP köylüyü dinlemedi bile. Gözünüzü toprak doyursun deyip susturdu onları. AKP, geçen 4.5 yıllık iktidar döneminde, sadece emperyalist tekelleri ve onların işbirlikçilerini dinledi. Onlar özelleştirmelere devam et diyorlardı. Onlar, tarımı tasfiye et diyorlardı. Onlar, hazine arazilerini, ormanları, limanları, akarsuları sat diyorlardı. AKP satıyor. AKP'nin kendine ait bir ekonomi programı hiç olmadı. Sadece dikte edileni uyguladı. Dikte edenler, IMF'ydi, Dünya Bankası'ydı, TÜSİAD'dı, doğrudan emperyalist devletlerin kendisiydi... Dikte edilenin biraz dışına çıktığında, dünyanın kendisine dar edileceğini biliyor AKP. Ve o yüzden, bu ülkenin hükümeti gibi değil, tekellerin memuru gibi davranıyor.
AKP hükümeti, bu yanıyla bağımsız, kendi kararlarını alıp uygulayan bir hükümetten ziyade, tekellerin özel memurlarından oluşturulmuş bir ekip gibidir...
İki tür iktidar vardır; halkın iktidarı, sömürücülerin iktidarı... Birinin politikalarını her şeyi "halk için" yapmak belirler. Diğerinde ise halk yoktur. Halkın düşünceleri yoktur. Halkın talepleri kaale alınmaz. Kapitalizm en genelde "insanı" sadece "artı-değer yaratacak" bir üretim aracı olarak görür. Ötesini düşünmez. Dünya çapındaki kapitalist tahribatın kaynağı budur. Kapitalizmin iktidarları, hiçbir şeyi "halka göre" yapmaz, planlamaz, düşünmezler. Bu anlamda, "halktan uzak", kapitalistlere göre ayarlanmış politikaları uygulayan iktidarların depremdi, kuraklıktı, benzer sorunlara karşı halkı esas alan politikalar geliştirmesi beklenemez.
AKP halkın suyunu satıyor, çünkü tekeller öyle istiyor. Susuzluk daha bugünden gelip hayatı zindan etmeye başladı. Gazetelerin sayfalarında, televizyon ekranlarında sadece iki büyük şehrin su sıkıntısı var. Fakat asıl ciddi sorun kırsal alanda, derdin büyüğünü yaşayan köylülük. Tarlada kuruyan ürünler, sulanamayan bahçeler, ödenemeyecek borçlar... Gazeteler, televizyonlar göllerimizin; akarsularımızın bir bir kuruduğunu, ülkemizin çölleştiğini yazıyor. Kalan su kaynakları da emperyalist tekellere peşkeş çekilecek, bunun hazırlıkları yapılıyor. Neden, nasıl, kim kazanacak?.. Bunlar tartışılmıyor. Oysa en başta bunların tartışılması gerekiyor.
2002'de Johannesburg'da emperyalistlerin inisiyatifinde toplanan Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi'nde, 2015 yılına kadar "temiz suyu bulunmayan milyarlarca insanın sayısını, yarıya indirmek" kararı alındı. Emperyalist zirvelerde alınan ve lafta kalan kararlardan biriydi bu da. Zaten bu sonuçtan da son derece açık. O günden bu yana, yeryüzünde temiz su bulamayan insanların sayısı, bırakın yarıya inmeyi, arttı ve hâlâ artmakta.
Bilmeliyiz ki, su sorunu ve suyun tekellere peşkeş çekilmesi, yalnız ülkemize özgü bir durum değil. Emperyalist ABD ve Avrupa, "su dağıtım şebekelerinin tekellere devredilmesi" için yeni-sömürge ülkeler üzerinde yoğun ve sistemli bir baskı uyguluyorlar. Bu baskının koçbaşları tahmin edileceği gibi IMF ve Dünya Bankası. Bir fikir vermesi açısından benzer bazı süreçleri örnek olarak aktaralım.
Afrika'da 2001'de sekiz ülke, kredi karşılığında suyu özelleştirmeye zorlandı. Ve sonuçta Angola, emperyalistlerden kredi alabilmek için su fiyatını artırmak zorunda bırakıldı. Benin'de su ve elektrik dağıtım şirketleri özelleştirildi. Gine-Bissau'da su ve elektrik dağıtımı özel şirkete devredildi. Nijer'de Dünya Bankası ile anlaşma uyarınca, borçların ödenmesi için su, telekomünikasyon, elektrik ve petrol Şirketlerinin özelleŞtirilmesine karar verildi.
1990'larda, Afrika'da sadece sınırlı alanlarda faaliyet gösteren birkaç özel su Şirketi vardı. Bugün sular Fransız Saur, Suez ve Vivendi, Portekiz Şirketi Aguas de Portugal ve İngiliz Şirketi Biwater ve benzerlerinin elinde toplanıyor. Suyun özelleŞtirilmesi, Kamerun, Gana, Nijerya, Tanzanya ve Uganda'ya da dayatılıyor. Çad, Güney Afrika, Mali, Gabon, Burkina Faso ve Mozambik'te ise; özel Şirketlere su tedarik hakkının satıldığı belirtiliyor çeşitli raporlarda.
Suyun özelleştirilmesinin başladığı bir yer de Latin Amerika. Fakat Latin Amerika halkları güçlü direnişlerle karşıladılar bu saldırıyı. Mesela, 2000 yılında Bolivya'nın en büyük şehirlerinden Cochabamba'da su sisteminin özelleştirilmesine, suyun emperyalist şirketlere satılmasına karşı işçiler ve köylüler direnişe geçtiler ve sularını sattırmadılar. Keza, suyu yağmalama saldırısının sürmesi karşısında 2003'te de işçi sendikaları ve köylüler ortak örgütlenmeler kurarak direndiler saldırıya.
Suyun özelleştirilmesi sonucunda, 2000 yılı Ağustos'unda Güney Afrika tarihinde görülen en korkunç kolera salgını yaşandı. Bilimsel raporlar ortaya koyuyor ki, "temiz su ve arıtma imkânlarının yokluğu" sonucunda, ölümcül hastalıkların yeşereceği ortamlar oluşuyor. Sonuç: "Her yıl iki milyon çocuk, yani her 15 saniyede bir çocuk, önlenebilir basit hastalıklar nedeniyle yaşamını kaybediyor." Raporlar açıkça gösteriyor ki, yeni-sömürge ülkelerde sudan -daha doğrusu susuzluktan- kaynaklanan hastalıklar en yaygın ölüm nedeni durumundadır...
Peki ne yapacağız? Ne olacak, nasıl olacak? Bugünlerde herkes parlamentonun açılışıyla, yeni meclis üzerine teori ve spekülasyonlar yapmakla, yeni cumhurbaşkanıyla meşgul olduğu için, ne gündemdeki grevler, ne AKP'nin akarsuların satışına hazırlanıyor oluşu, gündeme giremiyor. Bu meclis neyi çözebilir? Bir grup demokratın, kendini sosyalist olarak tanımlayan bir-iki parlamenterin girmesiyle bir meclisin niteliği değişmiş mi olur? Bu meclisin "kurucu meclis" gibi çalışacağı, bu meclisin tüm Türkiye halkını temsil niteliği taşıdığı gibi iddialar, tespitler, abestir. Politik açıdan oligarşik diktatörlüğün aklanmasıdır. Başta belirttiğimiz gibi iki tür iktidar vardır. Sömürücü egemen sınıfların iktidarı ve halkın iktidarı. Mevcut iktidar tartışmasız sömürücü sınıfların iktidarıdır. Devlet onların devleti, meclis onların meclisidir. Birkaç demokratın, sosyalistin varlığı, demokrasicilik oyununun vitrinini değiştirir sadece, kendisini değil.
AKP'nin sürdürdüğü ekonomi politikaya bakın; Ortadoğu konusunda, BOP konusunda söylediklerine ve yaptıklarına bakın; Kürt sorunu konusunda izlediği politikaya bakın; görülür ki, gerçekte emperyalistler ve oligarşik diktatörlük ve onların temsilcisi olarak AKP, politikasında nettir. Kimin çıkarlarını savunduğu konusunda bir bulanıklık yoktur. Keza meclisteki diğer partilerin, CHP, MHP ve DSP'nin de neyi savundukları, daha 5 yıl önce iktidarken neler yaptıkları da ortada. Onlara ilişkin de bir muğlaklık sözkonusu değil. Emperyalizme bağımlılığı, halka karşı faşizmi sürdürmekte, emperyalist tekellerin (ve aynı doğrultuda IMF ve Dünya Bankası'nın) empoze ettiği programları sürdürmekte, bu mecliste egemen sınıflar açısından bir sorun olmayacaktır. O halde, meclis üzerine söylenen yukarıdaki sözler nereden çıkıyor? O halde, tartıştığımız bu hayati sorunların çözümünü meclise havale edebilir miyiz?
Emperyalist kuşatma gün be gün daralıyor. Kuşatma, suyumuza elini uzatmış durumda. Ve elini uzatmayacağı hiçbir şey yok. Akla gelebilecek ve şimdilik gelmeyen her şey, işbirlikçi AKP iktidarı tarafından satışa çıkarılmıştır ya da koşulları uygun bulduğu sürece çıkarılacaktır. Afrika'da, Latin Amerika'da yaşanan süreç, şimdi ülkemizde dayatılıyor. Yağmaya, talana dur demeliyiz. Emperyalist dayatmanın başarıya ulaşıp ulaşmayacağını halk olarak, suyumuza, ülkemizin doğal kaynaklarına ve kendi geleceğimize sahip çıkma kararlılığımız belirleyecek. Suyumuz için savaşacağız. Halk olarak yapmamız gereken budur. Şimdi vatanseverliği göstermenin zamanıdır işte. Kızılırmak'ımıza, Yeşilırmak'ımıza, göllerimize, madenlerimize, havamıza, suyumuza, aşımıza, işimize sahip çıkma zamanıdır. Vatanseverlik budur. Demokratlık budur. Bu alçakça satışı, emperyalizme uşaklığı seyredenler ve onaylayanlar, vatana ihanet ediyor demektir. Su meselesi, sadece su meselesi değildir, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele meselesidir.
Yürüyüs - 12.08.2007