6 Mart 1995: Gümrük Birliği Protokolü İmzalanıyor
Ulusal bağımsızlığını Batı’ya karşı verilen silahlı savaşım ile kazanmış olan Türkiye; bilgisizlik, aymazlık ve ihanete varan tutum ve davranışlarla, yeniden ekonomik tutsaklığın karanlığına götürüldü; 6 Mart 1995’de Gümrük Birliği Protokolü imzalandı.
O günlerde yönetimde bulunan DYP–CHP Hükümeti, Protokolü, Avrupalıları bile şaşırtan bir istekle, hiç tartışmadan ve hiçbir şey istemeden büyük bir heyecanla imzaladı. Bu girişim, Türk kamuoyuna, ulusal bir zafer gibi sunuldu. Oysa Avrupalılar, Türkiye’nin kendine zarar verecek böyle bir anlaşmayı imzalayacağından son ana dek emin olamadıkları için olacak ki; anlaşmayı, yürürlüğe gireceği 1 Ocak 1996’dan iki hafta önce, o güne dek üye olan hiç bir ülke için uygulamadıkları bir yöntemle bir de Avrupa Parlementosuna onaylattılar. Avrupalılar, benzer bir “ilginç” uygulamayı 1963 Ankara Anlaşması’nın imzalanmasında da yapmışlar ve uluslararası diplomasi kurallarına aykırı bir tutumla Anlaşmayı Genel Kurmay Başkanı’nın da imzalamasını istemişlerdi.
Türkiye Avrupa Birliği ile yaptığı ve hala yürürlükte olan Gümrük Birliği Protokolü, Kemalizmin üzerinde yükseldiği ulusal tam bağımsızlık kavramının yadsınmasıydı ve bu nedenle Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin kabul edebileceği bir anlaşma değildi. Anlayışını 19.yüzyıl sömürgeciliğinden alan Gümrük Birliği Protokolü’yle Türkiye ekonomik, siyasal ve hukuksal hükümranlık haklarını, üye olmadığı bir dış güce devretmeyi kabul ediyor ve kendisini Avrupa’nın bir yarı-sömürgesi haline getiriyordu. Gümrük Birliği Protokolü tam ve tartışmasız bir biçimde ağır bir kapitülasyon anlaşmasıydı.
Türkiye Gümrük Birliği’ne girmekle, organlarında yer almadığı bir dış örgütün tüm kararlarına uymayı önceden kabul ediyordu. Türkiye’nin karşı oy verme, kabul etmeme ya da erteleme gibi hakları bulunmuyordu.
Türkiye, Gümrük Birliği Protokolü’yle, dış ilişkilerini belirleme yetkisini Avrupa Birliği’ne devrediyordu. Türkiye, Avrupa Birliği’nin üye olmayan üçüncü ülkelerle (tüm dünya ülkeleri) yaptığı ve yapacağı bütün anlaşmaları önceden kabul ediyordu. (16 ve 55 maddeler)
Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle, herhangi bir dünya ülkesiyle Avrupa Birliği’nin bilgi ve onayı dışında ticari anlaşma yapmamayı kabul ediyor, yapması durumunda Birliğe anlaşmayı engelleme yetkisi veriyordu. (56.madde)
Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle, Avrupa Birliği’nin GB ile ilgili olarak alacağı bütün kararlara paralel kanunlar çıkarmayı önceden kabul ediyordu. (8.madde)
Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle, içinde hiçbir Türk hâkimin olmadığı Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın bütün hukuki kararlarına tam olarak uymayı önceden kabul ediyordu. (64.madde)
Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle, ulusal pazarını rekabet etmesinin mümkün olmadığı Avrupa mallarına açıyor, gümrük vergilerini sıfırlıyor, tüm fonları kaldırıyordu.
Gümrük Birliği Protokolü’nün koşulları Türkiye açısından gerçekten çok ağır ve yıkıcıydı. Avrupalılar, bu denli ağır ve tek yanlı bir anlaşmayı Türkiye’ye bu denli kolay kabul ettirmenin mutlu şaşkınlığına uğramışlardı. Avrupa Parlamentosu’ndaki görüşmeler sırasında söz alan bir parlamenter şunları söylemişti: “Türkiye’yi çok ucuza satın alıyoruz. Bu bizim yararımıza olmayacaktır.”
Fransa’nın Ankara eski Büyükelçisi Eric Routeau’nun Protokol’le ilgili sözleri bir büyükelçiden beklenmeyecek kadar açık ve netti: “Türkiye, büyük ödünler verdiği çok haksız bir anlaşmaya imza attı. Bu anlaşma yeniden düzenlenmezse, Türkiye’nin ekonomisi açısından bir felaket olur. Avrupa pazar istiyordu, istediğini fazlasıyla elde etti.” Almanya Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel’in sözleri ise acı gerçeğin belki de en somut ifadesiydi: “Türkiye bizim Cezayirimizdir.”
Avrupalılar o günlerde arka arkaya açık sözlü açıklamalarda bulundular. Avrupa Parlamentosu sosyalist küme (grup) sözcüsü Anne Van Lencker; “GB, Türkiye’de orta ve küçük işletmeler düzeyinde iş kaybına neden olacak ve Türkiye kısa vadede sıkıntı yaşayacaktır.”
AP’nun Yunanlı üyesi Yannos Karranidiotis; “GB, ekonomi ve ticarette Türkiye’nin değil, Avrupa’nın yararına işleyecektir.”
AP üyesi Daniel John–Bendit; “GB Türkiye için kötü bir hediye. Ekonomik alanda güçlük çekecek olan Türkiye, politik birliğin nimetlerinden de yararlanamayacak.”
Türk Hükümeti, ülkesini açık pazar haline getiriyor ve bunu “bayram” gibi kutluyor; bu pazardan yarar sağlayacak olan Avrupalılar ise Türkiye açısından ortaya çıkacak zararları irdeliyorlardı.
Gümrük Birliği Protokolünün Türkiye’ye verdiği zararın en belirgin göstergesi, dış ticaret açıkları ve buna bağlı olan cari açıktır.
Türkiye’nin dış ticaret açığı sorunu, son 20 yılda uygulanan politikalar nedeniyle altından kalkılamayacak denli büyümüştür. 12 Eylül darbesinin yapıldığı 1980 yılına dek, tüm bozulmalara karşın, kamu işleyişinin ve KİT’lerin varlığını sürdürebiliyor olması, dış ticaret açıklarının büyümesi önünde bir engel oluşturuyordu. 12 Eylül rejiminin, 24 Ocak 1980 kararlarında anlamını bulan ve Cumhuriyet’in temel ilkelerini işlemez duruma getiren uygulamaları aynı zamanda; dış ticaret açıklarını büyük boyutlara götürecek sürecin de başlangıcı oldu.
Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre, Türkiye, 1950’de 22.3, 1960’da 146.8, 1970’de 359.1 milyon dolar dış ticaret açığı verirken bu açık; 1983–1996 yılları arasındaki 13 yıllık dönem içinde yıllık ortalama 6403.4 milyon dolara çıktı. Dış ticaret açığı, GB uygulamalarından sonra gerçek bir patlama yaşadı ve 1996 yılında 19.6, 2000 de 27.2 milyar dolar oldu. Bugün 100 milyar doları aşmış durumda. Türkiye, Gümrük Birliği Protokolü’nün uygulamaya girdiği 1995’den 2013’e dek, Avrupa Birliği ile yaptığı ticarette toplam 221 milyar dolar açık verdi. Bunun toplumsal anlamı şuydu; Anadolu’nun yoksul insanları, bu denli büyük bir kaynağı Avrupalıların varsıllığına katmıştı.
Dış ticaret dengelerinin hızlı bir biçimde dışalım (ithalat) yararına bozulması ve dışsatımın (ihracatın) dışalımı karşılama oranlarının sürekli düşmesi, doğal ve kaçınılmaz olarak yerli üretimin güç durumda kalmasına ve giderek ortadan kalkmasına yol açtı. DİE verilerine göre dışsatımın dışalımı karşılama oranı, 1950 yılında yüzde 92.2 iken bu oran; 1960’da yüzde 68.6, 1970’de yüzde 62.1, 1980’de yüzde 62, 1990’da yüzde 58.1, 1996’da yüzde 54.1, 2000 yılında yüzde 50.621 iken bu oran 2012 de yüzde 56’ya düştü.
Türkiye, 1990–1995 yıllarını kapsayan dönemde, ortalama olarak yılda 25.8 milyar dolarlık dışalım yapıyordu. Bu dışalım, GB uygulamasından sonraki 5 yıl içinde yıllık ortalama 46.8 milyar dolara, 2011 yılında ise 241 milyar dolara çıktı.
Metin AYDOĞAN, 5 Mart 2014
http://www.milliiradebildirisi.org