ABD, AB ve Türkiye
AB ve IMF’ye verilen “ulusal programlar”, küresel egemenliğin, az gelişmiş ülkelere vermek istediği biçimi sağlayacak “iş programları” niteliğindedir. Kimi çevreler buna açık bir biçimde “ev ödevi” de diyor. Yönetim yetkisini elinde bulunduran politikacılar, Brüksel ve Washington’da üretilen programları “ev ödevi” sayıp gereklerini yerine getirmede büyük istek gösteriyor. Her program yeni bir programı gerekli kılıyor ve uygulamalar yayıldıkça Türkiye, boyut ve kapsamı geniş bir yönetim bozulmasıyla karşılaşıyor; toplumsal düzenin temel dayanakları sarsılıyor.
Açıklamalar
25 Mart 2001 günü, Washington’un ünlü Ritz Carlton Oteli’nde Amerikan–Türk Konseyi toplantısı yapıldı. Bu toplantıya bir kutlama iletisi (mesaj) gönderen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer şu değerlendirmeyi yaptı: “Son yirmi yıl, dünyada önemli değişiklikler getirdi. Soğuk savaşın sona ermesi jeopolitik ilişkilerin değerini arttırdı. Ancak bu dönemde Türk Amerikan ortaklığı, önüne çıkan zorluklara dayandığı, gibi kapsamlı bir stratejik ortaklığa ilerledi.” 1
İletide dikkat çeken yaklaşım, yalnızca Türkiye’nin ABD ile stratejik ortak olduğunun iddia edilmesi değildi. Cumhurbaşkanı bu yönde daha önce de açıklamalar yapmıştı. Yeni ve önemli olan yaklaşım, “Türk–Amerikan ortaklığının son yirmi yıl içinde önüne çıkan zorluklara dayanmış olduğunu” ileri sürmesiydi. “Türk Amerikan stratejik ortaklığının” önüne hangi zorluklar çıkmıştı? “Türk Amerikan ortaklığı”, “Son yirmi yılda ortaya çıkan zorluklara” nasıl “dayanmıştı”? “Yaşanan zorluklar” nelerdi? Ahmet Necdet Sezer’in, “Kapsamlı bir stratejik ortaklığa ilerleyen Türk Amerikan ortaklığının” dayandığını söylediği zorluk, Amerikalıların rahatsızlıklarını sıkça dile getirdikleri 28 Şubat’la başlayan süreç olabilir miydi? O değilse neydi?
Başbakan Bülent Ecevit’in aynı toplantıya gönderdiği ileti ise, çok daha ‘ileri’ bir savı içeriyordu. Ecevit, Başbakan olarak şunları söylüyordu: “Türk Amerikan ortaklığının tarihinde pek çok kilometretaşı bulunuyor. Gururla, elli yıl önce Kore’de, son elli yıldır NATO’da, bugün Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Orta Asya’daki işbirliğimizi gösterebiliriz. Türk–Amerikan ortaklığı son birkaç on yılda önemli ölçüde gelişmiştir. Savunma ortaklığı biçimindeki müttefik ilişkilerimiz, bugün, her alanda paylaşılan değerler ve hedefleri desteklemeye yönelik bir ortaklık haline dönüşmüştür.” 2
Aynı Sözler
Benzer açıklamalar, neredeyse aynı sözcüklerle 58. ve 59.AKP hükümetleri döneminde de sürdürüldü. Batıyı “batıl” (haksız, çürük, temelsiz) gören ve İslam’a göre yaşadıklarını söyleyen insanlar iktidara gelmiş; ancak, Batıyla ilgili söylem değişmemişti. Yeni ‘yönetici’lere göre de; Türkiye’nin ABD ve AB’yle birlikte olmaktan başka seçeneği yoktu; AB’ye üyelik tek amaç, ABD’yle birlikte olmak tek yoldu; ABD ve AB Türkiye’nin stratejik ortağıydı, dünyaya açılmak için bu ortaklığın derinleştirilmesi şarttı... Türk halkı, kendilerine ‘liberal demokrat’, ‘ulusal sol’ ya da ‘milliyetçi’ diyen partilerden sonra ‘İslamcı’ görünen bir partiyi de iktidara getirmiş, ancak aynı söz ve davranışlarla karşılaşmıştı.
Recep Tayyip Erdoğan, 8 Haziran 2005’te Amerika’ya gitti ve davetlisi olduğu Foreign Policy Association adlı kuruluşta, “Türk Dış Politikası ve ABD’yle İlişkiler” konulu bir konuşma yaptı. Konuşmada, ABD’nin “bugün olduğu gibi gelecekte de en etkili küresel güç olma konumunu” sürdüreceğini ve “dünyanın merkezi bir bölgesinde” bulunan Türkiye’nin, “evrensel değerler ve ortak çıkarlar etrafında ABD’yle kurduğu ortaklık” yönünde hareket edeceğini açıkladı.
Erdoğan, “tek süper güç olmak beraberinde güçlükler ve sorumluluklar getirmektedir. Türkiye ve ABD birbirini zannedilenden daha iyi tanıyor” dedi ve konuşmasını şu sözlerle bitirdi: “ABD’nin küresel gücü, uluslararası ilişkilerin belirleyicisi haline gelmiştir. Gelinen noktada bizim size söyleyeceğimiz şudur: Bu durum dünya için bir fırsattır. ABD dünyayla ilgilenmeye devam etmelidir.” 3
Stratejik Ortak Mı; Stratejik İlişki Mi
Recep Tayyip Erdoğan’ın Washington’da yaptığı görüşmelerin tümünde dikkat çekici bir ikilem yaşanmıştı. Başkan George W.Bush, dahil Amerikalı yetkililer, Türk-Amerikan ilişkileri için “stratejik ilişki” tanımını kullanırken, Tayyip Erdoğan ısrarla “stratejik ortaklık” diyordu. Amerikalılara göre, “stratejik ortaklık”; çok daha büyük işbirliği, çıkarların örtüşmesi ve bu işbirliğine “hükümet, ordu ve ilgili kurumların tümü” nün sahip çıkması demekti. 4
Amerikalılar haklıydı. Dünya egemenliği peşindeki ABD ile ulusal varlığını korumaya çalışan Türkiye’nin “stratejik Ortak” olduğunu söylemek, yaşamdan ve gerçeklerden kopuk, maddi temeli olmayan soyut bir savı ileri sürmek demekti; böyle bir sav, siyasi varlığını sürdürmeyi dış destekte arayan işbirlikçi anlayışın dışavurumuydu. Türkiye’de hükümetler değişiyor ancak bu anlayış değişmiyordu.
Tayyip Erdoğan’ın başbakan olduğu 59.Hükümet döneminde de aynı tutum sürdürülüyordu, ABD’yle AB’ye karşı uygulanmakta olan boyuneğici (teslimiyetçi) politika, daha kapsamlı ve tehlikeli hale getirilerek derinleştiriliyordu. Başbakan, bakanlar ve milletvekilleri, o güne dek siyasilerin söylemeye cesaret edemiyeceği açıklamalar yapıyordu.
AKP’nin Gelişi
3 Kasım 2002 seçimlerinde Türk halkı, hükümetteki üç partiye oy vermeyerek onları Meclis’ten tasfiye etti ve AKP’yi tek başına iktidara getirdi. Halk, altı ay önce kurulan bu partiye, üstelik yoğun olarak, oy verirken, seçim bildirilerinde verilen sözlerin tutulacağını ve dar gelirlilere yönelik yeni uygulamalar yapılacağını sanıyordu.
Recep Tayyip Erdoğan; seçim meydanlarında; IMF’yi eleştiriyor, milletvekili dokunulmazlığının kaldırılacağını, yolsuzlukların üzerine gidileceğini, hortumculuğa son verileceğini ve işsizliğin ortadan kaldırılarak gelir düzeyinin arttırılacağını söylüyordu. 57.Hükümet’i oluşturan partileri, “IMF’den emir alıyorlar” diye suçluyor, AKP’nin iktidara geldiğinde bu kuruluşla olan ilişkileri, “dikkatlice gözden geçirileceğini” açıklıyordu.
Seçim kazanılıp hükümet kurulunca, çok farklı şeyler söylenmeye başlandı. Hükümet adına yapılan ilk açıklamada, “önceki programlar aynısıyla uygulanacaktır” denildi. Aldığı hapis cezası nedeniyle başbakan olamadığı günlerde Recep Tayyip Erdoğan Parti Başkanı olarak “Acil Eylem Planı” adını verdiği bir program açıkladı.
Kemal Derviş’in hazırladığı programın yeni sözcüklerle yinelenmesi olan açıklamada; “IMF’yle yürütülen stand-by anlaşmasının sürdürüleceği”, söyleniyor, “mevcut ekonomik programın temel çatısını bozmadan, IMF ’yle müzakerelere başlanacaktır” deniyordu. 5
“Acil Eylem Planı” nda ayrıca; vergi yükünün tabana yayılacağı, özelleştirmenin hızlandırılacağı, tarım desteklerinin kaldırılacağı, doğrudan yabancı yatırımların özendirileceği, sağlık ve sosyal güvenlik reformunun yapılacağı, enerji ve mazot fiyatlarının düşürüleceği söyleniyor, Güçlü Ekonomi Bakanlığı’nın kurulacağı açıklanıyordu. 6 Söylenenlerin tümü Kemal Derviş’in açıkladığı “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” nın içinde yer alan hedeflerdi.
Yeni uygulayıcılar, eskilerden daha ‘cesur’ ve gözükaraydı. AB ve ABD isteklerini yerine getirmede “çok kararlı” görünüyor, yapacakları değişikliklerin Avrupalıları bile şaşırtacağını söyleyerek rejim değişikliği anlamına gelen açıklamalar yapılıyordu. Recep Tayyip Erdoğan, “iç ve dış politikada yapı yeniden şekillendirilecektir, statükoyu (yürürlükteki yasalara göre olması gerekenler y.n.) değiştireceğiz” derken 7 ; Abdullah Gül, “bizim amacımız ne olursa olsun AB değildir. Bizim esas amacımız Türkiye’yi değiştirmektir, Türkiye’yi transformasyona uğratmaktır. AB bunun için bir vesiledir” diyordu. 8
“Statükonun değiştirilmesi”, “Türkiye’nin transformasyonu” gibi sözlerle dile getirilen anlayış, Cumhuriyetle kurulan düzenin ortadan kaldırılmasını hedefliyordu ve bu hedef Batının sürekli kıldığı bir politikaydı. Batı Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni kabullenmemiş, çökertilmesi için elinden geleni yapmıştı. Yönetime gelenlerle Batı politikası buyük bir örtüşme içindeydi.
Ev Ödevi
AB ve IMF’ye verilen “ulusal programlar”, küresel egemenliğin, azgelişmiş ülkelere vermek istediği biçimi sağlayacak “iş programları” niteliğindedir. Kimi çevreler buna açık bir biçimde “ev ödevi” de diyor. Yönetim yetkisini elinde bulunduran politikacılar, Brüksel ve Washington’da üretilen programları “ev ödevi” sayıp gereklerini yerine getirmede büyük istek gösteriyor. Her program yeni bir programı gerekli kılıyor ve uygulamalar yayıldıkça Türkiye, boyut ve kapsamı geniş bir yönetim bozulmasıyla karşılaşıyor; toplumsal düzenin temel dayanakları sarsılıyor.
Üstlendiği yönetim sorumluluğunu, “ev ödevlerini” yapmakla sınırlayan politikacılar için, ulusal haklar ya da ulusal bağımsızlık gibi kavramlar gündemden düşmüştür; onlar bu kavramları bilinçlerinden çıkarmışlar, bunların küreselleşen dünyada artık geçerliliği olmayan tutucu yaklaşımlar olduğuna kendilerini inandırmışlardır. Bunlar, ulusal haklardan hızla uzaklaşıyorlar ve bu nedenle ulusal haklar için mücadele eden insanlara karşı sert bir tavır içine giriyorlar. Bu davranış, yapmaya çalıştıkları “ev ödevinin” zorunlu sonucudur ve anti–ulusçuluk “ev ödevlerinin” değişmez öğesidir.
İşbirlikçilerin anlamadıkları ve görmedikleri yeni bir gelişme var. Bugüne dek birlikte hareket ettikleri küresel güçler, şimdi, “temsili demokrasi ve ölçek ekonomisi çağdışı kaldı, tüketici odaklı serbest piyasa ekonomisine geçiyoruz, artık başka insanlar hakkında karar alacak temsilcilere ihtiyacımız yok” diyerek 9 yönetim yetkisini bu tür “yönetici”lerin elinden alarak onları buyruğunda tuttuğu ücretli elemanlar konumuna sokuyorlar. İşbirlikçilerin önemi giderek azalıyor, “doğrudan demokrasi” denilen gizli işgal yönetim yetkisini onların da elinden alıyor; büyük devlet egemenliği saltıklaşıyor (mutlaklaşıyor).
Gerçekler Gizlenemez
Türkiye’nin ABD ve AB ilişkilerini somut verilere dayanarak inceleyen ve bu konudaki gerçekleri Türk halkına ileten aydınlara uzun yıllar, şiddetli ve sürekli bir baskı uygulandı. Düşünsel kaynağını Kemalizm’den alan bilimsel niteliğe sahip bu aydınlar, edindikleri anti–emperyalist kimlikleriyle itilip kakıldılar, kovuşturuldular; sokak ortalarında öldürüldüler. Ulusçu ve Atatürkçü kadrolar altmış yıllık bir süreç içinde, üst düzey devlet görevlerinden uzaklaştırıldı. Ancak, yaşam sürdü ve dün politik terörle susturulan, işlerinden atılan aydınların söyleyip yazdıkları, bugün halka acı veren gerçekler olarak Türk ulusunun karşısına dikildi.
Uluslararası Demokratlar
Türkiye’nin ABD ve AB ilişkileri, 1980’den sonra, karşı çıkmak bir yana tartışılmadı bile. ABD kaynaklı Özal politikaları Türk halkına büyük devrimci atılımlar olarak sunuldu, Özal’a ikinci Atatürk dendi. AB ile yapılan GB protokolü Türkiye’de bayram havasıyla kutlandı, toplumun hemen her kesimini Avrupalı olma heyecanı sardı.
“Milli birlik ve beraberliği” dillerinden düşürmeyen üst düzey yöneticiler, “beynelmilel komünizme” karşı göğsünü siper eden milliyetçiler, “dini bütün” mukaddesatçılar ve anti–kapitalist “sosyalistler” bir anda “uluslararası demokratlar” haline geldiler. Halkın üzerinde yoğun bir medya terörü estirildi, ulusal hakları savunan aydınlar, “nesli tükenmiş yaratık” gibi gösterildi ve yasası olmayan bir soyutlama politikası uygulandı. Küreselleşmeyi, AB’ni, özelleştirmeyi savunmak, devlet görevlerinde yükselmenin ya da yerini korumanın ön şartı haline geldi.
İnönü’den Demirel’e Değişmez Tutum
Batıya bağlanmanın yarattığı siyasi yozlaşma, eğitimsizlik ve bilinç yoksunluğuyla birleşince, ortaya halkın kolayca kandırılabileceği karışık ve karmaşık bir ortam çıkıyor; Ülke yönetiminde söz sahibi olan politikacılar, sıradan insanların bile yapmayacağı açıklamalar yapıyor, sömürgecilik üzerine oturan Batı değerlerini yücelterek ABD ve AB’ye bağımlılığı derinleştiren bir politika izliyor. Bu tutum, Atatürk’ten sonra değişmez devlet politikası haline geldi.
Atatürk’ten sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü, 1946’da “ben Türk siyasetinin Amerikan siyasetiyle el ele gitmesi taraftarıyım” 10 ; 1960’ta “Batı demokrasisiyle aynı cephede bulunuyoruz; bu anlayış milletçe kabul edilmiştir. Hangi parti iktidara geçerse geçsin bu devam edecektir” diyordu. 11
Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu 1939’da “Türkiye’nin bütün nüfuzunu (erkini) Batı devletlerinin hizmetine veriyoruz” derken 12 , Başbakan Adnan Menderes, 1959’da “Milli ya da bağımsız dış siyaset gütmek, Batının demokrasi anlayışından uzaklaşmak demektir” diyor 13 ; bir başka Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 1999’da, “dinamik bir olgu olan küreselleşme hayatın her alanını dönüştürecek, ekonomik manada sınırlar haritada bir çizgiden başka anlam taşımayacaktır; ulus devlete bakış değişecek, egemenlik kavramı yeni anlamlar kazanacaktır” diyordu. 14
İnönü, Menderes ya da Demirel’den sonraki politikacılar, aynı anlayışı, benzer söylemlerle sürdürdüler. Batıya yönelme ve Batı kurumlarıyla ilişkiler, Türk dış siyasetinde seçeneği olmayan tek tutum durumuna geldi. Siyaset ABD ve AB’ye, ekonomi IMF ve Dünya Bankası’na teslim edildi. Bunu yapan yöneticiler, olması gerekeni yerine getirmenin hoşnutluğunu taşıyor, Türkiye’yi Batıya bağlamayı “uygar dünyayla bütünleşme” diye tanımlayarak yaptıklarıyla övünüyorlardı.
Baykal’ın Sözleri
Türk ekonomisine büyük zarar veren Gümrük Birliği Protokolü 13.12.1995’te imzalandı ve Türkiye’de bayram gibi kutlandı. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, aynı gün yaptığı açıklamada olayın bir zafer olduğunu ileri sürüyor ve şunları söylüyordu: “Türkiye’nin işçisi, çiftçisi, esnafı, sanatkarı ve sanayicisi bundan böyle yalnızca altmış milyonluk Türkiye için değil, dörtyüz milyonluk Avrupa için üretim yapacaktır… Bu zaferin sahipleri önce Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Adnan Menderes ve Turgut Özal’dır.” 15
Ecevit ve Erdoğan
Bunalımlarla dolu bir sürece giren Türkiye’de, dışa bağımlılık ve borçlanma artıp ekonomik çözülme yaşanırken, 1999’da kurulan 57.Hükümet’in Başbakanı Bülent Ecevit, IMF niyet mektuplarının, AB katılım ortaklığı belgelerinin gereklerini yerine getiriyor ve “ekonomide yüzyılın mucizesini yaratıyoruz” diyordu. 16
2003’te kurulan 59.Hükümet’in Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan farklı davranmıyor, Washington ve Brüksel’in isteklerini yerine getiren Batı yanlısı geleneksel politikayı sürdürüyordu. O da Ecevit’den farklı konuşmuyor ve işsizlik yaygınlaşırken, çalışanlar sıkıntı içindeyken, çiftçi ve esnaf yok olurken, “Türkiye’de sessiz bir devrim yaşanıyor; son üç yılda gösterilen büyük başarılarla Türkiye dünyanın yıldız ülkesi haline geldi” diyordu. 17
Recep Tayyip Erdoğan’ın düşüncesini açıklama biçimi, Ecevit’in söyleminden biçem (üslup) olarak çoğu kez daha kabaydı ama yürüttüğü politika öz olarak aynıydı ve Batı isteklerini yerine getirmeye dayanıyordu. Türkiye’nin kamusal değerlerini yabancılara satmaya özel ilgi ve istek gösteriyor, yoğun çaba harcıyordu. Bu konuda çok atak ve gözü karaydı.
Yabancılara mülk satışını, yerine getirmesi zorunlu bir başbakanlık görevi sayıyor, bunun için kural dışı özel görüşmeler yapıyordu. Davranışına karşı çıkanları “düşman” olarak değerlendiriyor ve şunları söylüyordu: “Kusura bakmasınlar belki rahatsız edeceğim ama yine köşeli konuşacağım. Bize dışardan düşman gerekmez. Biz bize düşman olarak yetiyoruz... Fakat bunlar bizi yolumuzdan alıkoyamayacak. Biz aynı yolda yürüyoruz. Ülkede yatırım yapılmasını teminen dünyanın bütün girişimcileri ile her yerde görüşürüz. Çünkü ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim.” 18 (Mükellef: Bir şeyi yapmak zorunda olan, yükümlü- Türk Dil Kurumu Sözlüğü)
Bülent Ecevit Türkiye-AB ilişkilerinde Türkiye’nin AB’ye karşı yükümlülüklerinin arttırıldığı, Helsinki Doruğu’nda Kıbrıs ve Ege konusunda yeni ödünler verildiği bir yıl olan 1999’da, “Türkiye, artık hem bir dünya devleti hem de bir Avrupa devletidir. AB üyelerinin değerli devlet adamlarına ve AB ’nin tüm yetkililerine, adaylığımıza katkıları nedeniyle teşekkür ederim” demişti. 19
Recep Tayyip Erdoğan teşekkürünü başka türlü dile getiriyordu. Ulusal bağımsızlığın ortadan kalktığı ve AB’yle ilişkilerin Türkiye için neredeyse tutsaklık düzeyine geldiği 2004’te, Avrupa Birliği’ne bağımlılığın kötü bir şey olmadığını, tersine “yararlı” olduğunu ileri sürdü ve şunları söyledi: “Avrupa Birliği’ne olan bağımlılığımız anormal bir durum değil, hatta yararlı. AB’nin Türkiye üzerindeki denetimini arttırması, bazı yasaları çıkarırken işimize yarıyor.” 20
Bir Avuç Aydın
Başbakanlar, bakanlar bunları söylerken, düşünme yeteneğini yitirmemiş az sayıdaki bilim adamı ve gözleri körelmemiş bir avuç aydın; gümrük birliği uygulamalarını, bağlı olarak AB ilişkilerini ve küreselleşmenin olumsuz etkilerini inceleyip araştırdılar ve vardıkları sonuçları halka ulaştırmaya çalıştılar. Başlangıçta yeterli desteği bulamadılar ama bilimsel yetenekleri ve çıkarsız yaklaşımlarıyla yaptıkları tüm saptamalar, yaşam tarafından doğrulandı ve önceden uyardıkları olumsuzluklar, halkı yoksulluğa götüren sarsıcı toplumsal sorunlar olarak teker teker ortaya çıktı; Türkiye sıkıntılarla yüklü karmaşık bir ortama sürüklendi.
1 “ABD ile İlişkimiz Gelişecek” Hürriyet, 25.03.2001
2 “İlişkilerde Savunma Boyutunu Aştık” Hürriyet, 25.03.2001
3 “Bu ne Sevgi Ah...” Yeniçağ, 11.06.2005
4 “Stratejik Ortaklık mı?” Evren Mesci, Sabah 10.06.2005
5 “Temel Çatıyı Bozmadan IMF’yle Konuşacağız” Recep Tayyip Er-doğan, Hürriyet 17.10.2002
6 “Acil Plan Erdoğan’dan” Hürriyet, 17.10.2002 ve “Kaynaksız Projeler Dönemi” Cumhuriyet 17.10.2002
7 “Statüko’yu Değiştireceğiz”, Akşam 23.10.2002
8 “AB Araç, Değişim Amaç”, Cumhuriyet 18.11.2005
9 “Global Paradoks” John Naisbitt, Sabah Kit., İst.-1994, sf.24 ve “Özelleştirme Karşıtı Görevde Kalamaz” Cumhuriyet, 17.11.1999
10 “Çok Partili Hayata Geçiş” Prof.Taner Timur, İletişim Yay.
11 “İkinci Adam”, Ş.S.Aydemir, Remzi Kit., 4.Baskı, İst.-1983, 3.Cilt, sf.417
12 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, İst.-1974, sf.1696
13 “Hangi Atatürk” Attila İlhan sf.188; ak. Yalçın Kaya “Bozkırdan Doğan Uygarlık-Köy Enstitüleri” 2.Cilt, Tiglat Mat., İst.-2001, sf.515
14 “Demirel’in Üçüncü Cumhuriyet Çağrısı” Aydınlık, 10.10.1999
15 Sabah 14.12.1995
16 Hürriyet, 17.12.1999
17 “Erdoğan Ulusa Seslendi” Cumhuriyet 31.08.2005
18 “Ülkemi Pazarlamakla Mükellefim” Cumhuriyet, 16.10.2005
19 “TBMM Tutanak Dergisi” 14.12.1999, sf.214; ak. Hülya Yakınsoy-Adil Aşırım, “Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı” Sude Ajans Tan.Org.Ltd.Şti., sf.344-351
20 “Denetim Faydalı” Sabah 08.10.2004
Metin AYDOĞAN, 1 Temmuz 2014