ABD "Ilımlı" İslamcıları İktidara Nasıl Taşıdı?
BİRİNCİ YAZI: 1980-1994 YILLARI
1970’lerin sonları... İran’da Şah yönetimi çöküyor, Batı’nın da desteğiyle yerine İran İslam Cumhuriyeti kuruluyor. Aynı yıllarda ABD dünyaya küreselleşme ideolojisini benimsetmek için kampanyalar başlatıyor.
Yıl 1980, 12 Eylül… Türkiye’de “NATO paşaları” darbe yapıyor. ABD Başkanı J. Carter’ın -bazı kaynaklara göre CIA ajanı P. Henze’nin- tepkisi: “Bravo, bizim çocuklar işi başardı!” Çetin Yetkin’in deyişiyle “Amerika rahat bir nefes alıyor.”
İlk adım olarak, Atatürkçü öğretinin devletçilik ilkesi terk ediliyor, yerine Batı’nın dünya görüşü olan, ona hizmet eden Neoliberalizm uygulamaya konuyor. Laiklik yozlaştırılıyor. Darbecibaşı general halk önünde yaptığı konuşmalarda “din” diyor, “Kuran” diyor, “âyet” diyor. Ardından Türkiye’ye yapılabilecek en büyük kötülüğü yapıyor: Oturmuş, iyi kötü olgunlaşmış en güçlü iki siyasal partiyi -belki de ABD’nin telkiniyle- kapattırıyor. Gerici eyleme, tarikatlara gün doğuyor: Halk akın akın tarikatlara koşuyor. Tecrübeli, yetişmiş siyasetçilerin önü kesilerek, deneyimsiz, acemi, ikinci üçüncü sınıf adamlara siyaset ve hükümet yolu açılıyor.
Yıl 1987… AET Komisyonu Akdeniz Ülkeleri sorumlusu Claude Cheysson Siyasi Komisyon Toplantısı’nda, Türkiye’de İslamcı akımların güçlenmekte olduğunu belirterek “Türkiye’de bu akımlara karşı en iyi çözüm laiklik değildir, ılımlı bir dinsel uygulamadır” diyor. ANAP hükümeti Cheysson’un tavsiyesini duymazdan geliyor, yanıt vermiyor. Oysa Batı’da bir şeyler değişmekte, Cheysson’un sözleri ABD’nin ve Avrupa’nın yeni Türkiye görüşünü, stratejisini yansıtmaktadır. [i]
I) “RAND CORPORATION” RAPORU
Yıl 1989… ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) Rand Corporation adlı kuruluştan, Türkiye’de İslam radikalizminin geleceği” konulu bir rapor istedi. Rand Corporation, CIA’nın en önemli isimlerinden Graham Fuller başkanlığında bir ekip kurdu. Ekipte bazı Türk uzmanların yanı sıra CIA’nın Ankara İstasyon Şefi Paul Henze gibi istihbaratçılar da bulunuyordu. 1960’lı yıllarda Türkiye’de CIA görevlisi olarak bulunan Fuller, bu kuruluşun 14 yıl Türkiye ve Ortadoğu masası şefliğini yürütmüştü.
Rapor’da acaba hangi görüşlere yer verilmişti?
a) Raporun giriş bölümünde Osmanlı’dan günümüze İslam’ın seyir defteri anlatılıyor, son durum ise şöyle dile getiriliyordu: Türk halkı arasında İslam’a ve bunun uygulanmasına ilgi büyük ölçüde artmıştır. Üniversitelerde başlarını örten öğrenciler çoğalmaktadır. Türban yasağı tartışmalara yol açıyor. Camilere gidenler artmıştır, İslamcı yayınlarda patlama olmuştur. Türk İslamcılar dünyadaki diğer İslamcılarla aynı hedefleri paylaşmaktadır. Ortak hedef Şeriat esaslarına dayalı bir İslam devleti kurulmasıdır.
Bununla birlikte raporda İslamcıların iktidara gelmelerinin mümkün olmadığı sonucuna varılmaktadır. Ancak onların, hesaba katılması gereken bir güç oldukları da belirtilerek, gerek Türk hükümetlerinin gerekse ABD’nin; İslamcı akımın varlığını, onun duyarlılıklarını ve çıkarlarını gözden uzak tutmamaları gerektiği vurgulanıyordu.
b) Raporun bir de önerisi vardı ki hayli dikkat çekiciydi: Eğer Radikal İslam’ın önü kesilmek isteniyorsa, ılımlı güçlerin siyasî hayata katılmasına izin verilmelidir.
“Rand Raporu”nun yayımlanmasının üzerinden çok geçmedi, Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesi kaldırıldı. Artık Şeriat isteyenlerin, düşüncelerini serbestçe söyleyip yaymaları ve örgütlenmeleri önünde hiçbir engel kalmıyordu. Bunun, sözünü ettiğimiz Amerikan raporunun önerisi doğrultusunda bir değişiklik olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.
Öyle anlaşılıyor ki -Soner Yalçın’ın vurguladığı gibi- “Amerika 2. Dünya Savaşı’ndan sonra komünist hareketlerin gelişmesini durdurabilmek için nasıl reformist sosyal demokrat partileri desteklediyse, bu kez de radikal İslamcı hareketlerin karşısına reformist İslamcı partileri” çıkarmaya karar vermiş bulunuyordu.
c) Raporda yanıt aranan bir soru daha vardı ki o da şuydu: Türkiye’deki İslamî uyanışa ABD nasıl yanıt vermelidir?
Soru aynı raporda şöyle yanıtlanıyor: Söz konusu değişikliğe temkinli yaklaşmalıdır. ABD’nin çıkarları en iyi şekilde, ihtiyatlı ve gürültüsüz politikalarla korunabilir. İslam’ın bugünkü rolüyle ilgili olayların sonuçlarını etkileyecek her türlü açık girişim, ABD çıkarları bakımından olumsuz sonuçlar doğurabilir. ABD hükümeti, uygulayacağı politikaları belirlerken, “Türkiye’nin laik hükümet şeklini desteklemek”le, “İslamcı güçlerle açıkça yüzleşmekten kaçınmak” arasındaki ince yoldan yürümelidir. Bundan başka ABD Türkiye’deki İslamcıların amaçları, ideolojileri ve istekleri konusunda daha fazla, daha ileri düzeyde bilgi edinmelidir. Bu sağlanmadan ABD’nin, Türkiye’deki çıkarlarını koruması zordur. Son olarak, İslamcı hareketin ılımlı üyeleriyle gayri resmî ve ihtiyatlı temaslarda bulunmak faydalı olabilir.
Özetle, Rand Corporation ABD hükümetine şöyle bir politika öneriyordu: İslamcılarla görüş, onlara destek sağla, ancak bu faaliyetini açıkça değil, gizli olarak yap. Kısacası “sessiz ve derinden git.” Bilgini artır, daha iyi tanı, sonra politikanı yeniden gözden geçir.
II) CIA AJANI FULLER’İN GÖRÜŞLERİ
CIA ajanı Graham Fuller Şubat 1990’da yaptığı bir görüşmede ABD’nin Türkiye’deki İslamcı akımlara nasıl baktığını şöyle açıklıyordu:
“Atatürk’ün tarihî rolüne büyük saygım var. Ancak dünyada hiçbir lider sonsuza kadar yaşayacak bir ürün vermedi, oysa İncil ve Kuran hâlâ veriyor. Mustafa Kemal’in başına gelen de farklı değildir. Atatürk’ün düşünceleri çağı için son derecede güçlü düşüncelerdi. Ama onun sayesinde yaratılmış olan bugünün, kendisine entelektüel güven duyan güçlü Türkiyesi; artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünebilmelidir. Bugün Türkiye’nin İslami düşünce ve eğilimler konusunda daha esnek olabilmesi mümkündür. ‘İran gibi olun’ demiyorum, ama İslam’ın özel yaşamdaki ve kamu yaşamındaki rolü konusunda esnek olmak ve İslam’ın Türkiye’nin kültürel ve entelektüel mirasının önemli bir parçası olduğunu, bastırılması gerekmediğini kabul etmek, katılaşmayı önlemek için kendisini ifade etmesine olanak sağlamak mümkündür”. Bu noktada şu sorular geliyor akla: Neden Türkiye yeniden düşünmelidir? Ne için, kimin çıkarı bunu gerektiriyor? Fuller genelden başlıyor, konuyu İslam’a getiriyor. Niye başka şey değil de İslam? Niye başkasına değil de İslami düşünceye esnek olunacak? Yanıt açık: Çünkü Amerika’nın küresel çıkarları bunu gerektiriyor.
Fuller devam ediyor: “İslam’a bakmanın çeşitli yolları var. Bence onun otomatik bir tehdit olarak kabul edilmesi yanlıştır. Hareketin hangi siyasi görüşleri savunduğuna bağlıdır bu. Eğer laik bir hükümet yıkılarak yerine İran türü bir rejim kurulmak isteniyorsa bu, demokratik yapıya düşmanca bir tutumdur. Ama diğer yandan, insanlar İslam dininin, kültürünün gereklerinin daha çok gözetilmesini, İslamî eğitimin yaygınlaşmasını istiyorsa, bu otomatik bir tehdit olarak kabul edilmemeli ki, üstelik İslam Türkiye’nin ulusal ve kültürel mirasının bir parçasıdır. Son elli yılda yapay olarak bastırılmasının, bazı meşru nedenleri olabilir. Ama artık Türkiye bu bakımdan kendisiyle barışmalıdır. Eğer siz İslam’a dayalı olduğunu söyleyen siyasi partileri, daha fazla siyasileşmeye, parlamentoya katılmaya çekebilirseniz, tartışmaya açık bir platform yaratabilirseniz, bu çok daha faydalı olur. Türkiye geçmişte Ortadoğu için bir modeldi, bugün de olmaya devam ediyor. Hele demokrasi ile İslam’ı bir arada yaşatabileceği modern bir formül bulursa, İran ve Arap dünyasına olağanüstü büyük bir entelektüel öncülük yapmış olacak. İslam dünyası için geleceğin modeli olacak”.
Görülüyor ki Fuller’ın Türkiye’ye önerdiği düzen, ılımlı İslam’dı. Bu şekilde Türkiye’nin, Ortadoğu’nun önderi olacağını belirtiyordu. Türkiye laiklikten ayrılarak İslam ülkelerinin başına geçmeliydi. Amerikan çıkarları Atatürkçülükle ve Laiklikle bağdaşmıyordu. Özetle CIA ajanının şahsında Amerika, “ılımlı İslamcı” bir 2. Cumhuriyet istiyordu Türkiye’de.
Öyle anlaşılıyor ki ABD’nin İslam sevdası ve Kemalizm düşmanlığı daha eskilere dayanıyor. Çetin Yetkin, ABD’nin İslam’a başlangıçta hangi amaçla sarıldığını, buna karşılık Atatürkçülüğü neden etkisizleştirmek istediğini şöyle açıklıyor: Sovyetler Birliği’ne karşı ABD ve yandaşlarının elinde güçlü bir silah bulunuyordu: Din! Bu kurum Sovyet yönetiminin ideolojik silahı olan komünizme karşı bir silah olarak kullanılacaktı. Bu amaçla Sovyetler Birliği’ni güneyden ve güneybatıdan bir kuşak gibi çevreleyen ülkelerde dinci yapılaşmanın gerçekleştirilip kökleştirilmesi yoluna gidildi. Pakistan, Afganistan, İran ve Türkiye bu kuşakta yer alan ve halkı Müslüman olan ülkelerdi. İşte bu ülkelerde aşırı bir dinci yapılanma komünizmin önünde güçlü bir engel oluşturacaktı. Buna ‘Yeşil Kuşak’ adı verildi. Ne var ki Türkiye’de Atatürkçü düşünce, laiklik bunun önünde bir engel olarak dimdik yükseliyordu. O halde yapılması gereken şey çok açıktı: Atatürkçülüğü yozlaştırmak ve laiklik engelini kaldırmak! ABD’nin ve benzeri emperyalist ülkelerin emellerinin gerçekleşmesi için “Atatürk ilke ve devrimlerinin gözden düşürülmesi, yıpratılması, giderek ortadan kaldırılması” gerekiyordu. 12 Eylül yönetimi bunun kapısını ardına kadar açmıştır Amerika’ya ve ayaktaşlarına. 12 Eylül paşaları hep Atatürk’ten, Atatürkçülükten dem vurdular, ne var ki uygulamada dediklerinin tam tersini yaptılar.
III) BATI ILIMLI İSLAMI DESTEKLEMELİ
1990’lı yıllara yaklaşırken, ABD’de radikal İslam’a karşı “ılımlı İslam”ın desteklenmesi görüşü öne geçmeye ve güçlenmeye başladı. Araştırma kurumları, stratejik merkezler Amerika’nın İslam’a bakış açısını değiştirmesini tavsiye ediyordu. Merkezi Washigton’da bulunan Uluslararası Stratejik Etütler Merkezi üyesi Barry Rubin, Washigton Quarterly’de yayımlanan makalesinde şunları yazıyordu: “Batı ılımlı İslam’dan korkmamalı, aksine onu desteklemelidir. Çünkü ılımlı İslam bağnaz ve devrimci İslam’a karşı bir numaralı panzehirdir. Hatta Sünnî İslam’da tarikatlar devrimci İslam’a direnç gösterirler. Bu yüzden de ABD devrimci İslam’a direnen İslam kesimini desteklemelidir.”
Eski ABD Başkanı Carter’ın başında bulunduğu Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nin Ekim 1994 tarihli raporunda, bakın neler yazıyordu: “Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Türkî cumhuriyetlerde din faktörü dikkate alınmadı ve ABD büyük kayıplara uğradı.” Raporda birçok İslamcı lider adı sıralanıyor ve bütün bunlar için “temas kurulması özel koşullar gerektiriyor” kaydı düşülüyor. Tek istisna Necmettin Erbakan! Hakkında “ılımlı tek İslamcı lider” notu düşülmüş. Ayrıca şu anlamlı değerlendirme yapılıyor: Partisi kitle partisi olma yolundadır, dünyevîleşmiştir. Temas kurulabilir.
ABD’nin “ılımlı İslam” teorisi olgunlaşmıştı, artık Türkiye’ye ihraç edilebilirdi.1980’lerin sonu ile 1990’lı yılların başında CIA ajanları Fuller’lar, Henze’ler Türkiye’ye yine akın akın gelmeye başladılar. Söyledikleri tek şey vardı, o da şuydu: “Türkiye’de Kemalist dönem bitmiştir. Ortadoğu’da ‘ılımlı İslam’ın önderi olun.”
IV) İSLAMCILARLA GÖRÜŞMELER
15-20 Eylül 1992’de arka arkaya sempozyumlar yapıldı, Bodrum Yalıkavak toplantıları gibi… CIA’nın ‘emekli’ ajanları İslamcı entelektüellerle adeta görüşme sırasına girmişti. Sordukları tek soru şuydu: Türkiye’nin yeni kimliği ne olacak?
Bir kaynağa göre, CIA ajanı Graham Fuller doğrudan doğruya Refah partisi yöneticileriyle de görüşmüştü. Bu parti ile ABD, aralarındaki dostluk ilişkilerini geliştirmeye karar vermişlerdi. Aslında Amerika RP ile ilişkiye çok önceden geçmişti. Örneğin ABD’nin Adana Konsolosu RP Diyarbakır il örgütünü, İzmir Konsolosu da RP İzmir il örgütünü sık sık ziyaret ediyordu.
Amerika sadece Türkiye’deki İslamcı akımlarla ilgilenmiyordu. Ortadoğu’daki birçok reformist veya radikal İslamcı örgütle de ilişki kurmuştu. Hatta radikal ve antiemperyalist söylemleriyle dikkati çeken birçok İslamcı aydın, örgüt lideri, parti başkanı ABD’yi ziyaret eder olmuştu. Radikal İslamcı örgütlerin ABD ile yakınlaşması yanında, bazı İslamcı liderlerin CIA ajanı olduklarına, radikal İslamcı hareketlerin CIA tarafından beslendiğine, bu kuruluşun “komünizme karşı İslam kartı oynadığına” dair iddialar vardı. Bunlar arasında, Müslüman Kardeşler örnek olarak verilebilir. Öte yandan CIA ile temasta olduğu ileri sürülen bu kuruluşlarla Refah Partisi de yakın ilişki içindeydi.
V) ERBAKAN NİHAYET ABD’DE: İLİŞKİLER SIKLAŞIYOR
Tarih Şubat 1989… RP Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk’e şu soru yöneltiliyor: “RP’ye karşı ABD’nin tavrı nedir?” Yanıt: “Birçok defalar ABD başkanlarının ağzından, seçimlerde bizim başarılı olmamız, hükümetlere girmemiz gerektiğine dair beyanlar olmuştur. ABD bize olumlu bakıyor.”
Partinin diğer yöneticileri de kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Amerika’nın onaylamadığı bir İslamî hükümet Türkiye’de işbaşına gelemez. Artık Amerika da kimsenin kıyafetine, gelenek ve hukuk kurallarına, anayasasına karışmıyor. Tek istekleri güçlü bir işbirliği…” İnsan sormadan edemiyor: Ne için ve kime karşı bu güçlü işbirliği?
a) Sonunda, RP Genel Başkanı N. Erbakan gizlice Amerika’ya gidiyor!
Ve hemen ardından çok anlamlı bir değişiklik: Erbakan 1992 yılından başlayarak ABD (ve Batı) aleyhinde konuşmamaya özen gösterir oluyor. 10 Ekim 1993’de yapılan RP olağan kongresinde, iktidara geldiklerinde gerek Avrupa ülkeleri ile, gerekse ABD ile ilişkilerin bozulmayacağını, ancak “onurlu” bir ilişki kuracaklarını ifade ediyordu (Dikkat, “onurlu bir ilişki” diyor! Erbakan’ı daha sonra yakacak olan sözü muhtemelen bu ve ona uygun davranışları olacaktır). Üstelik ilişkileri artırarak sürdüreceklerini vurgulayarak, üstüne basa basa söylüyordu. Kongrelerdeki konuşmalarında Anti-Amerikancı söylemden uzak duruyor, Batı ve ABD ile iyi geçineceği siyalleri veriyordu. Bir iddiaya göre Erbakan’a “İslam köktenciliğinin, hıristiyanlaştırılmış bir İslam’a dönüştürülerek düzen içinde eritilmesi” misyonu verilmek isteniyordu. Anlaşılıyordu ki Emperyalizm Refah partisi vasıtasıyla Müslümanlara yönelik karanlık hesaplar, gizli planlar peşindeydi.
Bu arada, Türkiye’nin bir an önce ABD yandaşı dinci bir yönetime kavuşması yolunda ilk adım olarak Amerikan devletinin koruması altında Amerikan çıkarları doğrultusunda çalışmalar yapan Amerikan “Scientology” Tarikatı ile Refah Partisi’nin Almanya’daki uzantısı Millî Görüş Teşkilatı arasında bir ortaklık antlaşması imzalandı (1993). ABD-Refah partisi ilişkilerinde bir önemli gelişme de, Amerikancı olarak bilinen 35 emekli subayın 27 Mart 1994 yerel seçimlerine üç ay kala, topluca ve törenle Refah Partisi’ne girmesi oldu. Amerika’nın Yeşil Kuşak Teorisi’nin savunucuları olan bu emekli subaylar yönetimde önemli konumlara yerleştirilerek Amerika ile işbirliğinin daha da perçinlenmesi sağlandı.
b) Erbakan Amerika gezileri sebebiyle parti içinden ve dışından çok eleştiri aldıysa da, hiçbirini umursamadı, yeni tutumunu özenle korudu. Kurt politikacının bir bildiği vardı kuşkusuz. Muhtemelen Amerika’nın onayı olmadan asla hükümet olamayacağını düşünüyordu. Ekim 1994’de yine Amerika’ya gitti. Kendisine RP’nin Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül de eşlik ediyordu. Bir haftalık gezi boyunca özellikle Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi ve Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli görüşmeler yaptı. Georgetown Üniversitesi’ndeki basına kapalı toplantıda konuştu. Yurda dönünce konuşması hakkında şu değerlendirmeyi yaptı: “CIA’nın en yüksek uzmanlarının sorularını yanıtladık. Amerikalıların Refah Partisi’ne ilgilerini, bizi tanımak istediklerini görmekten memnuniyet duyduk.”
Erbakan ABD yönetimi ile daha iyi diyalog kurmak için Katolik bir lobi şirketiyle de bağlantı kurmuştu. Bu şirketle defalarca görüştüler. Ancak daha çok “partinin başarılı olmasını isteyen, görüşlerini paylaşan kişi ve kuruluşlar”a güveniyorlardı. RP Batı karşıtı olmakla övünüyor, kendi dışındaki partileri “Batı taklitçisi” olmakla suçluyordu ama, Amerikan diplomatik çevreleri ile arasında su sızmıyordu. Necmettin Erbakan’ın ABD’ye yaptığı son ziyareti izleyen dokuz ay içinde, RP’lilerle Amerikalılar arasında toplam 15 ziyaret gerçekleştirilmişti.
c) Amerika Birleşik Devletleri acaba neden böylesine radikal bir politika değişikliği yapma ihtiyacı duymuştu? Erol Manisalı şöyle açıklıyordu bu değişikliğin altında yatan sebebi: Ilımlı İslam modeli Morton Abramowitz-Graham Fuller cephesi tarafından, “ABD’nin yeni Türkiye politikası için” kurgulandı ve uygulamaya kondu. Özal-Çiller çizgisindeki “sermaye partileri” Türkiye’nin Batı tarafından kontrolünde, “bazı riskler taşıyordu”. “Kırsaldan ve varoşlardan uzaklaşan bu partiler” Türkiye’de sosyal patlamalara neden olabilirdi. Bu da, [buraya dikkat! cd] devrimci (ve Kemalist) güç odaklarının yolunu açabilecekti. Türkiye’de ılımlı İslam devletinin,“Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine” yavaş yavaş yerleştirilmesinin, “Batı için daha yararlı olacağı” düşüncesi kuvvetlendi. Zamanla Avrupa Birliği de Amerika’nın çizgisine gelecekti. [ii]
[i] Bu makalemde Soner Yalçın’ın şu kitabından geniş ölçüde yararlandım: Hangi Erbakan,Öteki yayınevi, 5.B., Ankara, 1994, ss. 303-320. Faydalandığım diğer kitaplar şunlardır: Çetin Yetkin, 12 Eylül’de İrtica Niçin ve Nasıl Gelişti, Ümit Yayıncılık, Ank., 1994; Cengiz Özakıncı, İrtica 1945-1999, 2.B., Otopsi Yayınevi, İst., 1999.
[ii] Erol Manisalı, “AB, Ilımlı İslam’ı Neden Tercih Ediyor?”, Cumhuriyet, 6.12.2008.
İKİNCİ YAZI: 1994-2002 YILLARI
Bu yazı bundan önceki “ABD “Ilımlı” İslamcıları İktidara Nasıl Taşıdı? (1980-1994)” başlıklı yazımın ikinci ve son bölümüdür. İlk bölümde olayların akışını “Rand Corporation” raporundan başlayarak, Necmettin Erbakan’ın Amerika ziyaretine, ABD-Refah Partisi ilişkilerinin giderek sıklaşmasına kadar getirmiştim. Bu yazımda ise ılımlı İslam’ın iktidara yürüyüşünü göreceğiz.
I) ERBAKAN İKTİDARDA, ANCAK…
Refah Partisi (RP) 20 Ekim 1991 Erken Genel Seçimleri’nde, Türkiye genelinde kullanılan seçmen oylarının % 17’sini alarak TBMM'ye 62 milletvekili ile girmeyi başardı. 1994 Yerel Seçimleri’nde sıçrama yaptı; yüzde 19 oranında oy alarak, -CHP ve DSP’nin birbirini çelmelemesinden yararlanarak- İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarını ele geçirdi. 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde yüzde 21.4 oy oranıyla 158 milletvekilliği kazandı ve birinci parti oldu. Doğru Yol Partisi ile kurduğu koalisyon hükümeti (Refahyol Hükümeti) 28 Haziran 1996'da TBMM'de güvenoyu aldı, Erbakan başbakan oldu.
12 Temmuz 1996 tarihli El Vatan El Arabî dergisine göre, Erbakan radikal İslam’a karşı ılımlı bir şeriatçı cephe kurarak bölge çapında yeni bir İslamcılık akımı yaratmak istiyordu. ‘Amerikan onayı ile halife’ Erbakan bu amaçla ABD ile anlaşarak bölgede stratejik oynuyordu. 29 Mayıs 1996’da düzenlenen Fetih Şöleni “ABD-Refah işbirliği” açısından bir dönüm noktası oldu. Şölene ABD ile Batılı ülke istihbarat örgütleri yoğun ilgi gösterdi. Erbakan ABD ile anlaştı. Amerikan stratejisi çerçevesinde hareket edeceğine dair teminat verdi.
ABD-RP ilişkileri böylesine sıklaşmış olmasına rağmen ABD’nin, çok geçmeden Erbakan kartını oynamaktan vazgeçtiği anlaşılıyor. Acaba neden? Bu sorunun yanıtı şu olabilir sanıyorum: ABD 2000’li yılların arifesinde iki radikal değişiklik yaptı:
-Birincisi, köktenci İslam’dan vazgeçerek, ılımlı İslam’ı [i] desteklemeye başladı. Bu küresel boyutta olan değişiklikti.
- İkincisi, Türkiye ile ilgiliydi: ABD, önce Erbakan’ı yokladı, tartıp biçti. Onda aradığını bulamadı. O küresel hedeflerine hizmet edecek karakterde, değildi. Erbakan teslimiyetçi değildi. Ancak ABD, yolladığı “bizim çocuklar”ın artan ilişkileri sayesinde partiye iyice nüfuz etmiş bulunuyordu. Öyle görünüyor ki yapılan temaslar sırasında emellerine hizmet edecek uygun birileri keşfedilmişti, yola onlarla devam edilmeliydi.
II) RTE’NİN YÜKSELİŞİ
Tam bu sıralarda bir isim parlamaya başlıyor: Recep Tayyip Erdoğan… Yükseliş Morton Abromowitz’le görüşmelerle başlıyor, dış temas ve destekler artıyor; Amerikan örgütleriyle yakınlaşmalar görülüyor, Fethullah Gülen’le işbirliği yapılıyor.
A) Morton Abromowitz’le Görüşmeler
Tarih Ekim 1996… Aylık Aydınlık dergisinin kapak haberi bomba etkisi yaratıyor: Abromowitz, Tayyib’i Erbakan’ın yerine hazırlıyor!
R. Tayyip Erdoğan (RTE) o tarihte henüz Refah Partisi’nin Beyoğlu İlçe Başkanı… Dönemin ABD Büyükelçisi, Türkiye ve Ortadoğu stratejisti Morton Abromowitz ile Kasımpaşa'daki özel bir vakıfta tanıştırılıyor, yıl 1992... Görüşmeyi ayarlayan kişi İslami çevrelerle yakın ilişkileri olan, ancak “solcu” olarak tanınan bir gazeteci [ii] …
Bu tanışma Erdoğan için bir dönüm noktası oluyor: Çünkü Amerikancı medya onu toplum gündemine bu tanışmadan sonra taşıyor, öyle görünüyor ki yükselişi de bu tanışmadan sonra başlıyor: İlçe başkanlığından il başkanlığına, ardından belediye başkanlığına, derken parti kurup başbakanlık adaylığına varan baş döndürücü bir yükselişe geçiyor.
Erdoğan'ın Abramowitz'le görüşmeleri, İstanbul belediye başkanı seçilmesi öncesi ve sonrasında da devam ediyor. Bu görüşmelerden en ilginci 15 Ekim 1996 tarihinde Büyükşehir Belediye Başkanlığı makamında yapılanıydı. Ziyaret hayli uzun sürmüştü. Erdoğan görüşme sonrasında “Abromowitz’in olumlu ve sıcak bir mesaj getirdiğini” ifade etmiş ve eklemişti: “Mesajı kendi adıma değil, partim adına alıyorum.” Abramowitz'in, görüşme sırasında sarfettiği söylenen "Siz İstanbul'u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz. Siz Türkiye’nin geleceği için çok önemlisiniz" sözleri basında yer almış ve "Tayyib'in bazı şartları kabul etmesi halinde, ABD'nin kendisini başbakanlığa hazırlayabileceği mesajı" şeklinde yorumlanmıştı. Hatta o günlerde -yukarda zikrettim- basında "Abramowitz Erbakan'ın yerine Tayyib'i hazırlıyor" manşetleri atılmıştı. Abramowitz aslında bu niyeti çok önceden, Ertuğrul Özkök'ün köşesinden şöyle açıklamıştı: "Evet, kravatlı ve daha şehirli görünen Erdoğan'ı Erbakan'a tercih ederiz." Bu sözler söylendiği sırada Erbakan başbakanlık görevindeydi!
B) Dış Temas ve Destekler
Çok geçmeden, Tayyip Erdoğan'ın Amerika ziyaretleri başladı. İlk defa 17-21 Nisan 1995'te başlayan, daha sonra 17-22 Kasım 1996, 20-23 Aralık 1996, cezaevine girmeden hemen önceye rastlayan 1 Mart 1998 ve yine 16 Temmuz 2000 tarihlerinde tekrarlanan ABD gezileri, bunlardan sadece birkaçıdır. Londra Üniversitesi öğretim üyelerinden Türkiye Uzmanı Dr. Andrew Mango da, Abdullah Gül'ün sık sık ABD ve İngiltere'ye giderek görüşmeler yaptığını açıkladı.
-Türk Ceza Kanunu 312/2'den aldığı cezanın onanmasından bir gün sonra 28 Eylül 1998'de, ABD'nin İstanbul başkonsolosu Caroline Hagins, Tayyip Erdoğan'ı Belediye Başkanlığı makamında -elbette Washington'dan aldığı talimat üzerine- ziyaret ediyor ve ziyaret sonrası şu açıklamayı yapıyor: "Bu tür gelişmeler, Türkiye demokrasisine olan güveni azaltır." Bu ani ziyaret kuşkusuz bir yerlere verilen bir işaretti ve “RTE’nin arkasında biz varız” anlamına geliyordu.
-Ülkemizdeki hâinane çalışmalarıyla tanınan, AB'nin eski Türkiye Temsilcisi Karen Fogg da "Erdoğan'ın Hıristiyan Demokratlara benzediğini, sol ve sağın boşalttığı alana yöneleceğini, siyasal ve ekonomik bakımdan Batılı değerlere yanaşacağını ama bunlara ahlakî ve kültürel bakımdan yerli öğeler katacağını ve başarılı olacağını" ifade etmişti.
-CIA eski başkan yardımcısı Graham Fuller’dan bir kehanet daha: “Yenilikçiler 4 yıl içinde iktidara gelecek.”
C) Amerikan Örgütlerinden Destek
Bir kaynağın iddiasına göre: “Tayyip Erdoğan'ın uluslararası Yahudi Lobileriyle ilişkili bazı generallerle bağlantılarını kuran kişi, Çevik Bir'dir. Çevik Bir Siyonist kuruluş olan JİNSA'dan ödül alan biridir. JİNSA (Yahudi Milli Güvenlik Enstitüsü), JEWİS COMMİTE (Amerikan Yahudi Komitesi), USIP (Birleşik Devletler Bariş Ve Strateji Enstitüsü) gibi örgütlerin Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen ve Çevik Bir'le ortak ilişkileri dikkat çekmektedir. USIP, CIA ve Pentagonla bağlantılı, başka ülkelerde ve özellikle Türkiye'de iktidara gelecek kişilerin İsrail ve ABD'ye sadık kalıp kalmayacaklarını araştıran ve garantiye alan bir üst kuruluş olarak bilinmektedir. 1998 yılında USIP'ın düzenlediği Londra'daki bir özel toplantıya Abdullah Gül ile, MÜSİAD'ın eski başkanı Erol Yarar katıldı. Ve ne rastlantıdır ki aynı tarihte Tayyip Erdoğan da Londra'daydı. Toplantının mimarları ABD'nin Yahudi kökenli iki Türkiye stratejisti Marc Grosman ile Morton Abramowitz’ti!”
-Sonra, “Amerikan güdümünden çıkan ulusal ve güçlü orduya karşı, alternatif bir polis teşkilatını kurmayı ve bunu ılımlı ve Amerikancı İslamcılarla doldurmayı ve ordu-polis çatışması gibi bir kaos ve kavgayı başlatmayı amaçlayan, Emniyetteki "Süper NATO" örgütlenmesinin ele başlarından sayılan Abdülkadir Aksu ve ekibi de Tayyip Erdoğan'ın çekirdek kadrosunda yer almaktaydı”.
-Öte yandan, Tayyip Erdoğan'ın, ABD ile ilişkili İslam ülkelerindeki bazı masonik çevrelerle ilişkilerini ayarlama konusunda Riyad Büyükelçisi Yaşar Yakış da önemli görevler üstlendi. Bu zat AKP iktidarında dışişleri bakanı yapıldı. Ayrıca şu iddia da ileri sürüldü: “Eğitimini Amerika'da yapan, ABD'deki birçok lobiyle ve özellikle Amoco petrol şirketiyle irtibatları saptanan ve MİT eski Kontr-terör daire başkanı olup sonra Amerika'ya kaçan Mehmet Eymür'le de ilişkileri bulunan ve Kanal 7'nin Ankara temsilciliğinde görev alan bir kişi de Tayyip Erdoğan'ın Amerikan Büyükelçiliğindeki görüşmelerinde rol aldı”. [iii]
D) Fethullah Gülen’le İşbirliği
Aynı kaynağa göre “Türkiye için planlanan "ılımlı İslam’ın" siyasi aktörlüğüne, ‘Biz din eksenli bir parti değiliz, Milli Görüş’le ilgimizi kestik, Adil Düzen, faizsiz sistem, İslam Birliği gibi kavramları terk ettik, biz değiştik’ söylemlerinde bulunan Tayyip Erdoğan, dinî önderliğine ise Fethullah Gülen seçilmiştir. Mayıs 2000’de gerçekleşen ABD ziyaretinde Tayyip Erdoğan, Amerika’da yaşayan Fethullah Gülen'le görüşmüş, kurulacak partinin genel politika ve projelerini konuşmuşlardı”. [iv] Yine aynı kaynağa göre Erdoğan’la Gülen arasındaki köprü görevini eski radikal İslamcı yazar olarak bilinen, İstanbul Washington arasında mekik dokuyan Ali Ünal yürütüyordu.
Fethullah Gülen-Tayyip Erdoğan partisinin teorik temellerinin hazırlanmasına ise Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru katkıda bulunuyordu. Ve yine Fethullah Gülen'in onursal başkanlığını yaptığı meşhur Abant Toplantıları’nda bu yeni oluşumun siyasi zihniyet ve şahsiyetleri eğitilip yetiştiriliyordu.
III) ERBAKAN TASFİYE EDİLİYOR
Yukarda yaptığım açıklamalardan anlaşılıyor ki olayların akışında belirleyici unsur Erbakan ve ekibinin tasfiye edilmesidir. Sonraki, birbirine bağlı dört olay bunu sağlıyor: Bir askerî müdahale oluyor, hükümet düşürülüyor, bir süre sonra da Refah Partisi kapatılıyor. Ve her şeyi değiştirecek olan bir gelişme: Erbakan’a ve bazı yakın arkadaşlarına siyaset yasağı getiriliyor. Peki, Erbakan’dan kimler kurtulmak istemişti, neden istemişti? Sorunun yanıtını az çok biliyoruz. Ancak biz yine bir kaynağa dayanalım, değerli gazetecilerimizden Behiç Kılıç’ın bir yazısı, özetliyorum:
Alan Makovski, 1997 yılında Washington Enstitüsü’nün Yakın Doğu Etütleri biriminin üst düzey yöneticisiydi. Uzun yıllar ABD Dışişleri Bakanlığı Güney Avrupa Yakın Doğu Şefi olarak görev yaptı. Refah-Yol Hükümeti kurulur kurulmaz, ABD medyasında yazıları çıkmaya başlayan ve Washington yönetimine bir rapor sunan Alan Makovski, raporunda Erbakan’ın ABD’nin menfaatlerine nasıl aykırı davrandığından söz edip, Erbakan’dan kurtulmak için neler yapılması gerektiğine dair bir dizi madde sıralamıştı. Çok geçmedi, Erbakan Hükümetine sert muhalefete devam ettiği yazılarıyla Türkiye’nin büyük sermaye gazetelerinde de boy gösterdi!
Alan Makovski yazılarında şu görüşleri işliyordu: “Türkiye’nin yeni İslamcı Başbakanı Necmettin Erbakan, Amerikan menfaatlerine ve Türk Amerikan işbirliğine meydan okuyor. Erbakan’ın hükümette olması Amerikan ve Avrupa yönetimlerinin işini zorlaştırıyor. Komplocu yaklaşımı ve Batı karşıtı söylemleri, Türkiye’nin dostu olarak bilinen birçok kişiyi ve kuruluşu kendisinden uzaklaştırıyor. Erbakan açıkça İran, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Sudan ve Filistin’deki Müslüman teşkilatlara sempatiyle baktığını dile getirdi ki bunlar önemli güvenlik riski taşıyor. Erbakan, bir ideolog olarak Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmak istiyor, bu ise Amerikan menfaatlerine tamamen ters bir politikadır. Asker dahil Amerikan yanlısı Türkler, kamuoyuna Türkiye’nin Amerika ile olan ikili bağlarının değerini göstermelidir.”
Bu satırlardaki “asker dahil” ifadesini not ediniz!
Behiç Kılıç devam ediyor: “Daha sonra, Makovski’nin, ABD merkezli faaliyetleri ile 28 Şubat’ın temellerini attığı ortaya çıktı! Nitekim Necmettin Erbakan da hükümetinin ABD tarafından organize edilen bir oyun sonucu yıkıldığını söylemiştir.” [v]
Rahmetli Behiç Kılıç’ın yazdıkları bunlar... Bana gelince, benim tahminim şudur ki ABD görevlileri başlattıkları uzun temaslar boyunca Refah Partisi’ni yakından tanıma imkânı bulmuş, planlarının Erbakan’la yürümeyeceği, dolayısıyla başka bir yol bulunması gerektiği sonucuna varmışlardı. Ancak Erbakan ve onun Milli Görüş ekibi nasıl tasfiye edilecekti? Sorun buydu ve bir çıkar yol bulunmalıydı.
IV) YENİLİKÇİLER
Tarih 28 Şubat 1997… Askerî müdahale… RP-DYP koalisyon hükümeti düşürülüyor. Aradan bir yıl geçmeden, 16 Ocak 1998’de Refah Partisi kapatılıyor.
Acaba bu arada neler oldu? Kısaca hatırlatmam gerekiyor.
Erbakan'ın, askerin baskısıyla istifa etmesi üzerine Refahyol hükümeti dağıldı (Haziran 1997). Daha önce, 21 Mayıs 1997'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, henüz iktidarda bulunan RP hakkında, "Laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri" gerekçesiyle dava açmıştı. Parti 8 ay süren dava sonunda, 16 Ocak 1998'de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Necmettin Erbakan, Şevket Kazan, Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan ve İbrahim Halil Çelik'e 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirildi. Bağımsız kalan diğer 150'ye yakın milletvekili, genel başkanlığına Recai Kutan’ın getirildiği Fazilet Partisi'ne geçti.
Ne var ki o eski birlik ve bütünlük yoktur artık, Fazilet Partisi (FP) homojen değildir, parti içinde yeni bir kanat ortaya çıkmıştır: Yenilikçiler!... Karşı taraf ise “gelenekçiler” olarak niteleniyordu. 14 Mayıs 2000'de yapılan FP 1. Kongresi'nde iki kanat arasındaki çekişme su üstüne çıktı. Yenilikçi kanadın adayı Abdullah Gül Recai Kutan’a karşı genel başkanlığa adaylığını koydu. Yarışı kaybetti, ancak ezilmedi: 633 oyla genel başkan olan Recai Kutan karşısında, Abdullah Gül 521 oy almıştı!
Ancak FP de çok yaşamadı: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş 7 Mayıs 1999’da Fazilet Partisi’nin de kapatılması için dava açtı. Kapatma kararı 22 Haziran 2001’de verildi. Ancak bir ay sonra partinin devamı niteliğinde Saadet Partisi kuruldu. Bu sefer Fazilet Partisi’nin başkanlık seçiminde Abdullah Gül'ü desteklemiş olan “Yenilikçiler”, diğerleri ile yollarını ayırdılar. Artık Milli Görüşçü olmadıklarını ifade eden Yenilikçiler, Abdullah Gül liderliğinde olan, ancak daha sonra Recep Tayyip Erdoğan'ın başına geçeceği Adalet ve Kalkınma Partisi’nde bir araya geldiler.
V) VE AKP KURULUYOR
“AKP bir tanzimdir. Böyle bir partinin iktidara getirilmesi istendi, kendisine böyle bir görev verildi, AKP’li arkadaşlarımız da bu görevi memnuniyetle kabul ettiler, çünkü arkalarına bir güç almaları lazımdı. Türkiye’de ‘ordunun izinde güçler denilen bir kavrama girecek olan güçler’in kendilerine fırsat vermeyeceği endişesiyle, 28 Şubat tecrübesi, önceki tecrübeler, ama en son 28 Şubat tecrübesinden sonra, onlar da dış destek aradılar. Amerika’nın kendilerini desteklemesini istediler. Amerika çok yuvarlak ve geniş bir kavram... Amerika içinde, küresel şirketler ve onların vakıfları var, onlar dünyanın bütün ülkeleriyle bu şekilde ilgilenirler.”
Namık Kemal Zeybek AKP’nin kuruluş öyküsünü, bir paragrafta böyle özetliyor!
A) Cumhuriyet Gazetesinin yayın yönetmeni Ilhan Selçuk’a göre AKP'nin doğuşunun başlangıcı 28 Şubat 1997’dir. Çünkü “28 Şubatın asıl hedefi, Necmettin Erbakan'ı etkisiz hale getirmek, Milli Görüş’ü bölmekti. Ancak, öyle sanıyorum ki asıl hedef başkaydı: Amerika’nın “ılımlı” İslam çizgisinde yürüyecek birilerinin, Tayyip Erdoğan'ın ve onun “yenilikçi” ekibinin önünü açmak!... Erbakan’ın tasfiyesi, bunun için gerekiyordu. Yoksa, haklı olarak ileri sürüldüğü gibi “görünürde farklı kutupların adamları olan Tayyip Erdoğan'la, Çevik Bir'in ittifakı nasıl açıklanabilirdi? Bir kaynakta yer alan şu iddia acaba doğru muydu: Çevik Bir, 28 Şubat hareketinde “ABD'nin truva atı” görevini üstlenmişti.” [vi]
Yıl 2000… Türkiye ekonomik krizle yatıp ekonomik krizle kalkıyor, yolsuzluklar dizboyu... Başbakan Ecevit, yardımcıları Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli… Siyasi istikrar son derecede bozuk...
Muhalefette DYP ile RP’nin yerine kurulan Fazilet Partisi var. Fazilet Partisi üzerinde Okyanus ötesinden hesaplar yapılmış, düğmeye basılmıştır. “Yenilikçiler” adlı hizip giderek güçlenmektedir. “Necmettin Erbakan’ın rahlesinde yetişen, daha açıkçası bu günlere "Millî Görüş" gömleği içinde gelen bir dörtlü, "A. Gül - R. T. Erdoğan - B. Arınç -A. Şener" dörtlüsü vardır artık sahnede... Kararlarını vermişlerdir, yeni bir parti kuracaklardır! Adı Adalet ve Kalkınma Partisi’dir. Lideri Erdoğan’dır, kod adı “Reis”dir.
Eski DYP milletvekillerinden Tevfik Diker AKP’nin kuruluşunda ABD’nin katkısı olduğu teziyle ilgili olarak bazı ipuçlarını veriyor: “Bizimle yeni parti için temasta olan güçler aynı zamanda FP´deki Yenilikçileri ile de temastaydı. İsrail ordusundan emekli, Türkiye´de MSB F-16 Modernizasyon Projesi´nde görevli, hem İsrail, hem de Türk vatandaşı bir MOSSAD yetkilisi ( M.B.) bir gün bana, ‘elinizi çabuk tutun, Recep Tayyip Erdoğan cezaevinden çıkacak, yeni parti kuracak, parti iktidara gelecek ve Erdoğan başbakan olacak, sana da tavsiyem partide kurucu ol’ dedi. Gerekçe olarak şunları sıraladı: İsrail´in bölgede sonsuza kadar güvenliğini sağlamak için yeni bir Ortadoğu planlanıyor. Irak’a operasyon yapılacak. Türkiye´de İslami duyarlılığı olan kesimlerin eylemlerinin önü kesilecek. Su ve enerji kaynakları kontrol altına alınacak. Türkiye küreselleşecek.” Aynı tarihlerde Egemen Bağış, İshak Alaton ve Erdoğan´a "Üstün Cesaret Madalyası" veren Yahudi Lobisi; Ömer Çelik ve Cüneyd Zapsu ile birlikte ABD´de gerekli lobi çalışmalarını yürütüyordu.
Özetle 2000’li yıllarda Okyanus ötesinden düğmeye basılarak Türkiye´ye “ılımlı İslam” adında yeni bir elbise giydiriliyordu. Durum ortadaydı: ABD bölgedeki projesini hayata geçirmek için, "Milli Görüş"ün, Lider Prof. Dr. Necmettin Erbakan´ın, "Milli Duruş"cuların üzerini çizmişti. [vii]
B) Acaba ABD bu ikinci politika değişikliğine neden gerek görmüştü?
Erol Manisalı’nın söz konusu değişikliğe getirdiği açıklama, yukardaki tezi destekler niteliktedir, şunları yazıyor Manisalı: ABD, İngiltere ve İsrail Türkiye’de, “Ilımlı İslam” adı altında dinci bir yapılanmayı BOP için istiyor. Batı, Türkiye’de “Avrupa’daki gibi bir devlet yapısı istemiyor”. Onlar Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin yerini alacak “İslami bir devleti tercih ediyorlar”. Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulanması için bu seçenek emperyalizmin tek çözüm yolu. Proje için işbirliğini kabul eden İslamcılar ABD, İngiltere ve İsrail ile bu konuda anlaştılar. İktidara getirildiler ve Batı kapitalizminin taleplerini uygulamaya başladılar.”
Öte yandan, fiilen yaşanan AKP iktidarı ise, Almanya ve Fransa’nın düşüncelerinin, özellikle 2004 yılından sonra değişmesine sebep olacaktır. ABD ve İngiltere haklıydılar; “Laik Türkiye Cumhuriyeti yerine”, siyasal İslam’ı öne çıkaran bir yapının yavaş yavaş gerçekleşmesi AB’nin Türkiye ve bölge politikalarıyla örtüşüyordu. Türkiye Cumhuriyeti yerine Ilımlı İslam devleti yapılanması AB’nin de işine geliyordu. Onlar da AKP’ye destek vermeye başladılar. [viii]
AKP’nin kuruluşu ve iktidar yapılması; demek ki, aynı zamanda Amerika’nın Irak’a yönelik savaş takvimiyle de bağlantılıydı. Amerikan Ordusu’nun 2003 yılı için planlanan Irak saldırısında başarılı olması Ecevit hükümeti dağıtılmasına bağlıydı. Bir görüşe göre “bu doğrultuda Kemal Derviş, İsmail Cem ve Devlet Bahçeli öne sürüldü. ANAP ve DYP etkisizleştirildi. Merkez Sağ boşaltıldı. Amerika’nın Irak müdahalesine karşı çıkan Orgeneral Kıvrıkoğlu da Genelkurmay Başkanlığı’ndan indirilmeliydi. 30 Ağustos 2002′de Hilmi Özkök Genelkurmay Başkanı yapıldı. Bu, Türk Ordusu’nun en tepesinin denetim altına alınmış olması anlamına geliyordu.”
VI) ABD’NİN IRAK OPERASYONU
11 Eylül 2001 … Amerika’da kıyamet günü… İkiz kulelere, Pentagon’a saldırılar…. Sık sık verilen alarmlar, halk tedirgin, ülkeye korku egemen…
Bush yönetiminin hedefinde Irak ve Afganistan var. Yönetim Saddam Hüseyin’i devirmeye kararlı. Müttefiklerle yakın işbirliği gerekli, bunlardan ilk akla gelen Türkiye. Bush yönetimi Washington’a davet ettiği, üst düzey bir program uyguladığı Başbakan Ecevit’i ikna edeceğini umuyor. 16 Ocak 2002’de beyaz Saray’da yapılan görüşmede Bush Irak’ta rejim değişikliğinin gerekli olduğunu söyledi. Bundan rahatsız olan Ecevit savaşa karşı olduğunu, diplomatik çözümden yana olduğunu belirtti.
Bush Ecevit’ten memnun kalmadı. Bir askerî operasyonda Ecevit’in ABD’nin yanında yer alacağından emin değildi.
Ecevit Ankara’ya döndükten kısa bir süre sonra hükümet sallanmaya başladı. Dokuz gün sonra AKP Genel Başkanı, ancak politik yasaklı olan R. T. Erdoğan ABD’ye gitti.
Bu arada Bush yönetimi Ulusal Güvenlik Stratejisi Raporu’nu yayınlıyordu. Buna göre Irak’ta rejim değişikliği olacaktı ve bu da Türkiye’yi yakından ilgilendiriyordu. Derken, Ankara - Washington arasında yoğun bir asker trafiği başladı. Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök seçimden birkaç gün önce Washington’a geldi. Kendisine, daha önce gelmiş genelkurmay başkanlarına uygulanmamış en üst düzeyde bir program uygulandı. “Beyaz Saray-Pentagon-Dışişleri” üçgeninde görüşmeler yapıldı. Özkök ikna olmuş görünüyordu.
Kasım 2002… Amerikalıların tahmini tutmuş, Recep Tayyip Erdoğan’ın partisi AKP büyük çoğunlukla seçimi kazanmıştı. Ne var ki Erdoğan yasaklı olduğu için Abdullah Gül başbakan olmuştu. Gül’ü ilk kutlayan ABD Başkanı Bush oldu. Hemen bir ay sonra da Paul Wolfowitz, yanında Dışişleri Bakan Yardımcısı Marc Grossman, Ankara’ya giderek Gül’le görüştü. Wolfowitz, Bush’un, Gül’ü ilk arayan lider olduğunu büyük bir gururla vurgulayarak “bu önemli jest ülkelerimiz arasındaki yakın ilişkinin bir simgesidir” dedi. Görüşmede yalnızca Irak konuşuldu.
Wolfowitz AKP içinde tek söz sahibinin Erdoğan olduğunu biliyordu. Erdoğan’ın akıl hocası ise Cüneyt Zapsu’ydu. Zapsu Wolfowitz’e Erdoğan’la bir görüşme ayarladı. Ana konu, Erdoğan’ın Bush’un davetlisi olarak yapacağı Washington gezisi idi. Erdoğan henüz başbakan değildi ama, Başkan Bush Irak konusunda ona çok güveniyordu. Ziyaret 9 Aralık 2002’de başladı.
Erdoğan Washington’da çeşitli görüşmeler yapmış, Pentagon’a götürülmüş, çok özel konuklara uygulanan ağırlamayla Irak operasyonu odasına alınmıştı. Tank gibi odaların kapıları kapatılmış, Erdoğan’a Türkiye’den ikinci cephenin açılış planı anlatılmıştı. Toplantıda Wolfowitz yine başroldeydi. AKP lideri oradan Dışişleri Bakanlığı’na götürülerek, Bakan Colin Powell’le görüştürüldü. Çevirmeni, bakanlığın kadrosunda çalışan, ABD vatandaşı Egemen Barış’tı.
Erdoğan, heyetiyle son olarak Beyaz Saray’a götürüldü. Buradaki karşılama ve ağırlama şekli hayli tuhaftı. Protokol alt üst edilmişti. Görüşme bittiğinde Erdoğan rahat görünüyordu. Basının hiçbir sorusunu yanıtlamadı.
Erdoğan Ankara’ya, gayet mutlu olarak döndü. Yahudi lobisiyle de dostluğunu ilerletmişti. Bush yönetimi keyifliydi, istediklerini almışlardı.
Çok geçmedi 6 Şubat 2003’de Ankara’dan şu haber geldi: Abdullah Gül hükümeti, askerî tesis ve limanların genişletilmesine izin veren tezkereyi kabul ediyordu. Bush Gül’e övgüler yağdırdı, Türkiye’yi dünyaya örnek gösterdi. [ix]
VII) MUTLU SON: ILIMLI İSLAM İKTİDARDA
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 14 Ağustos 2001’de kuruldu. Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, İdris Naim Şahin, Binali Yıldırım ve Bülent Arınç partinin önde gelen isimlerindendi. İçinde ayrıca Millî Selamet Partisi-Refah Partisi-Fazilet Partisi (millî görüş), Anavatan Partisi (Turgut Özal'a yakın isimler) ve Adalet Partisi-Doğru Yol Partisi (merkez sağ) kökenli başka siyasetçileri de barındırıyordu.
A) AKP, “Yenilikçi hareket” olarak ortaya çıkışından doğuşuna kadar ve sonrasında, Batı’nın ve onun Türkiye’deki büyükelçi ve diğer görevlilerinin yoğun ilgi ve desteğini gördü.
-Tayyip Erdoğan ve ekibinin, AKP'yi kurma aşamasında ABD Büyükelçiliği’nde Müsteşar Lawrence ile sık sık görüştükleri ve Abdullah Gül'ün de İngiltere Büyükelçisi Sir David Logan'ı makamında ziyaret edip kendisini parti çalışmaları hakkında bilgilendirdiği basına sızdı.
-Tayyip Erdoğan'ın 18 Temmuz 2001'de İsrail büyükelçisi David Sultan'la da bir görüşme yaptığı ve ona "yeni kurulacak partinin İsrail ve ABD politikalarına asla ters düşmeyeceği" yolunda garanti verdiği konuşulup yazıldı.
-Tayyip Erdoğan'ın Yenilikçi Hareketi’ne CIA ajanı Graham Fuller da destek veriyordu. Daha önce belirttim: Fuller “Kemalizm'in modasının geçtiği, Türkiye'nin "ılımlı Islam"a öncülük etmesi gerektiği propagandasını yapıyordu. Bir röportajında "Fazilet Partisindeki gençlerin öne çıkacağı ve Yenilikçi Hareket’in ılımlı Islam’a liderlik yapacağı" kehanetinde bulunuyordu. G. Fuller “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabında ise şunları yazıyordu: “Türkiye’nin laik bir devlet olarak kalacağı neredeyse kesin olsa bile, Türkiye içinde laikliğin anlamı evriliyor. AKP, İslam ile arasında herhangi bir formel bağ kurmaktan uzak durmasına, Laikliği demokrasinin bir ön şartı olarak kabul etmesine rağmen, ılımlı İslamcı bir partidir. Daha da önemlisi, dinî değerlerin siyasal yaşamla bütünleştirilmesinin ne anlama geldiğini keşfetmeye çalışan İslamcı bir parti olarak görüyorum AKP’yi...”
B) Tarih 2002 sonları… AKP daha 15 aylık bir partidir. 2001 krizi ortalığı kasıp kavurmaktadır. DSP bölünmüş, Ecevit ve hükümeti âciz durumdadır. Türkiye, Devlet Bahçeli’nin âni bir kararı ile erken seçime sürüklenir. Seçim sonucunda MHP, DYP ve ANAP Parlamento dışı kalır. AKP katıldığı bu ilk seçimde, 3 Kasım 2002 tarihinde, en yüksek oy oranını (geçerli oyların %34,63'ünü) alır, Abdullah Gül başkanlığında 58. Cumhuriyet Hükümeti kurulur. Milli İrade böyle istemiştir. Ancak ne tesadüf, Amerika’nın -yıllardır ince ince örülen- iradesi de böyle istemiştir!
Ne var ki operasyonda bir eksiklik vardı ve acilen giderilmesi gerekiyordu: AKP Genel Başkanı Erdoğan, aldığı siyaset yasağı nedeniyle seçime katılamamış, TBMM'de ve kabinede yer alamamıştır. Daha önemlisi Başbakanlık koltuğuna oturamamıştır. Derhal bir çözüm bulunur, o tarihe kadar Türkiye’de eşi benzeri görülmemiş bir süreç başlatılır. Cumhurbaşkanı A. N. Sezer ile dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da sürece paha biçilmez katkılarda bulunur. Adeta bir seferberlik ilan edilerek, ana muhalefet partisi CHP'nin de desteklediği bir anayasa değişikliği ile, Erdoğan’ın yasaklılığı kaldırılır. Bir milletvekili -ünlü Jet Fadıl - istifa ettirilir. Erdoğan, 8 Mart 2003 tarihindeki yenileme seçiminde milletvekili yapılarak TBMM’ne girer. Bunun üzerine Başbakan Abdullah Gül başkanlığındaki 58. Hükümet istifa eder. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'den hükümeti kurma görevini alan Erdoğan, 59. Cumhuriyet Hükümeti’ni kurarak 14 Mart 2003′te başbakan olur.
Artık Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanlık koltuğunda ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı olmakla övünecek, icraatıyla Çirkin Batı’ya tarihimizde görülmemiş ödünler verecek, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine dinamitler yerleştirecek olan biri vardır: Recep Tayyip Erdoğan!...
Bu sonuca giden yol, içten dıştan katkılarla, bir kuyumcu sabrıyla yıllarca dantel gibi işlenmiştir.
Hedefe ulaşılmıştır, “bizim çocuklar” görevi başarmıştır.
NOT: Bu iki yazıyı 2011 yılında sayfama eklemiştim. Bazı teknik aksaklıklar sebebiyle birleştirerek yeniden ekleme ihtiyacı duydum.
[i] “Ilımlı İslam” teriminden anladığım, “Emperyalizm’le uzlaşmış, ABD’nin küresel çıkarlarına hizmet eden İslam anlayışı”dır.
[ii] Bazı kaynakların iddiasına göre: Abramowitz-Erdoğan görüşmelerini ayarlayan kişi gazeteci Ruşen Çakır'dı. Ruşen Çakır 1992'de Türkiye'ye gelen CIA Ortadoğu şefi ve Yahudi asıllı Graham Fuller ile görüşüp, ılımlı Amerikancı İslamcılar hakkında bilgiler verip onların ele başlarıyla buluşmalarını da sağlamıştı. Hemen bunun ardından Çakır, Graham Fullerin de etkili olduğu “Rand Corporotion”dan burs alarak Amerika'ya yollanmıştır.
[iii] “AKP Nasıl Kuruldu?”
http://www.toplumsalbilinc.org/forum/index.php?topic=2621.0 (20.2.2011)
[iv] Aynı makale.
[v] Behiç Kılıç, “‘Erbakan acil düşürülmeli’ Kodlu ABD Belgesi”, Yeniçağ, 1.3.2011
[vi] “AKP Nasıl Kuruldu”, adı geçen makale.
[vii] Tevfik Diker, “AKP Nasıl Kuruldu?” http://www.internetajans.com/default.asp?nid=80333 (20.2.2011). AKP’nin kuruluşu hakkında geniş bilgi edinmek isteyenler şu çalışmaya başvurabilir: Merdan Yanardağ, Bir ABD Projesi Olarak AKP, http://www.scribd.com/doc/26709246/Bir-ABD-Projesi-Olarak-AKP-Merdan-Yanardag (Kitap olarak yayınlanmıştır: Siyah Beyaz Yayınları, Mayıs 2007).
[viii] Erol Manisalı, “Batı’nın Yeni Türkiye Politikasının Dama Taşları”, Cumhuriyet, 19.1.2009 ve “AB, Ilımlı İslam’ı Neden Tercih Ediyor?” Cumhuriyet, 6.12.2008.
[ix] Yılmaz Polat, CIA Pençesinde Açılım, 3.B., Ulus Dağı Yayınları, Ank., 2010, ss. 116-126.
Prof. Dr. Cihan DURA, 31 Mayıs 2018