Size desem ki, 2060’lı yıllardan sonra, sömürgecilerin oynadığı bölme oyununu, Türkiye bozdu ve PKK belasından kurtuldu. Ancak yine o yıllarda, güzel ülkemizin başına, sömürgeciler tarafından başka sıkıntılar musallat edildi. Türkiye de, başına musallat edilen bu zorluklarla uğraşırken, o dönemin başbakanı çıkıyor: 1990’lı yıllarda, PKK’yla mücadele edilmesine üzülüyor ve ÖCALAN’ın “tarihi şahsiyetinden” özür diliyor. Bu durum hakkında ne düşünürsünüz? “Hadi canım sen de” dediğinizi, duyar gibiyim. Olmaz olmaz demeyin; işte günümüzde, Dersim olaylarıyla ilgili “özürler” ve Seyit Rıza’nın ermiş veya peygamber soyundan olduğunu düşünenler gibi; PKK ve ÖCALAN hakkında, gelecekte de böyle düşünebilen hurafeci başbakanlarımız olabilir… Ayrıca seyitler, peygamber soyundan gelse ne olur? İslam’da, kan yoluyla, konum ya da herhangi bir başka ilkesel değeri aktarma özelliği yoktur ve böyle inananlar, Kur’an’a göre putperest olurlar. Hem; siz değil misiniz, peygamber torununu öldüren hurafecilerin fikir devamı. Her neyse; bunlar da hurafecilerin bir başka çelişkileri…
PKK içinde, ÖCALAN’ı, peygamber ya da tanrı gibi görenlerin olduğu söylentisini duymuşsunuzdur. Bizim için, bu iddianın doğru veya yanlışlığı önemli değil. İlginç olan, ÖCALAN gibi bölücü ve hurafeci olan Said Nursi, İskilipli Atıf, Şeyh Said’lere de aynı dinsel paye verilmeye çalışılması ve günümüzdeki itibarsızların, bunlara güya itibarlarını iade etmeye yeltenmesi...
Diyarbakır Dağkapı Meydanı'nda, Şeyh Said ve 46 arkadaşının idam edilmesinin 86. yıldönümünü, Gündem Gazetesi “Binler Şex Said'i Andı” başlığıyla duyurdu. Anmaya; DTK, BDP, HAK-PAR, KADEP, Nûbîhar, Dicle Fırat Diyalog Grubu, TEV-Kurd, TDŞK, MAZLUM-DER, TİHV, Şex Abdurrahmane Aktepe Vakfı, DİAY-DER ve MEYA-DER destek verdi. Ayrıca, Şeyh Said ve arkadaşları için Diyarbakır'da resepsiyon verildi. Bu resepsiyonda, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman BAYDEMİR: “80 yıldır Şeyh Said ve Said Nursi'yi yersiz bıraktık. Onlar, dikili bir mezar taşı istiyorlardı. Biz onların bu vasiyetini yerine getireceğiz!” dedi. Altan TAN da: “Bugün bu ünlü Kürt şahsiyetlerini sadece etnik kimlikle tanımaya kalkarsak bu da büyük bir yanlış olur.”
(Ayrıntılar için bakınız: Mahmut ORAL - Şeyh Said'e Saygı ve Fatiha; Cumhuriyet; 30 Haziran 2011)
13 Mart 2012 tarihinde yine, Mustazaf-Der Genel Başkanı Av. M. Hüseyin YILMAZ, Belediye Başkanı Osman BAYDEMİR’i ziyaret ederek, toplumsal barışın sağlanması için Şeyh Said ve arkadaşlarının itibarlarının iade edilmesi için defin yerinin tespiti talebinde bulundu. BAYDEMİR de Şeyh Said ve arkadaşlarının itibarının halkın nezdinde yüksekte olduğunu belirterek, kamu mekanizmalarından özür beklediğini söyledi… Yine PKK’nın bastırdığı sözde parada; Musa ANTER ve hurafeci Şeyh Said’in resminin kullanılması; her şeyi apaçık göstermiyor mu? Burada, Mustazaf-Der, Osman BAYDEMİR ve Altan TAN’ın kim olduğunu, sanırım belirtmeye gerek yok; asıl dikkat edilmesi gereken, bölücülerle hurafecilerin, sömürgeciler güdümünde devlet yıkıcılığına soyunmalarının bir kez daha kanıtlandığıdır. Gerçekleştirdikleri uygulamalarla da epey yol aldıkları ortadadır…
Şimdi, CIA’nın yaydığı, resmi tarihi tukaka eden propagandası nedeniyle; biz de, bölgede oynanan sömürgecilik oyununu; Bölücü Altan TAN’ın, Timaş yayınlarından çıkan “Kürt Sorunu” adlı kitabından verelim. Bu kitaba göre hurafeci Said Nursi, bölücü Şeyh Said’in oğlu ve torunlarına şunları der:
“Sonraki yıllarda bizzat Şeyh Said Efendi’nin oğulları Şeyh Ali Rıza Efendi ve Şeyh Selahattin Efendi ile torunu Abdulmelik Fırat’la yaptığı görüşmelerde Şeyh Said Efendi’den ’Birader-i âzamım’ (büyük kardeşim) diye hürmetle bahseder. Ben, ağabeyim, ekremim Şeyh Said Efendi’nin öcünü alacağım; aldım. Kardeşim Şeyh Said kıyama başladığı zaman Van’da mağarada idim. Kendisine bir mektup yolladım, mektubumun cevabını almadan duydum ki kardeşim Şeyh Said yakalanmıştır. Düşündüm ki mağaradan çıksam bile bir faydam olmazdı. Sonra beni mağarada yakalayıp sürgüne gönderdiler. Altı yıl süre ile dizlerime vurarak esef çekip memleketimizde fiili olarak yapılan mukaddes cihattan mahrum kaldım. Daha sonra bana denildi ki ‘kardeşin Şeyh Said üzerine küfr-i mutlak karşısında silahıyla cihat etmek vacip oldu. O silahı ile küfr-i mutlak karşısında cihat etti. Küfr-i mutlakı kaldırdı. Cühl-i mutlak kaldı. Cühl-i mutlakı kaldırmak için kaleminle cihat etmek de senin üzerine vacip oldu.’ Ben de cühl-i mutlak karşısında kalemimle cihat ettim”
Hurafeci Said Nursi’nin, son kısımda bölücü Şeyh Said’in kanlı hain eyleminden bahsederken: “Daha sonra bana denildi ki ‘kardeşin Şeyh Said üzerine küfr-i mutlak karşısında silahıyla cihat etmek vacip oldu. O silahı ile küfr-i mutlak karşısında cihat etti. Küfr-i mutlakı kaldırdı. Cühl-i mutlak kaldı. Cühl-i mutlakı kaldırmak için kaleminle cihat etmek de senin üzerine vacip oldu.” Diyor. Yani birileri, Said Nursi’ye, bölücü Şeyh Said’in dinsizlere karşı silahıyla savaştığını, kendisinin ise bunlara karşı kalemiyle savaşması gerektiğini telkin ediyor. İyi de Said Nursi’ye bunu diyen kim? Ankara’daki devlet kurucularının (haşa) dinsiz olduğunu ve onlara karşı kalemiyle savaşması gerektiğini, Said Nursi’ye, Vladimir Feodoroviç MİNORSKY telkin etmiş olabilir mi?
Burada, hurafeci Şeyh Said'in torunlarından bazılarını da vermekte yarar var; insanlarımız, bazı kişilerin aslını-neslini öğrenmelidirler. İşte bazıları:
Beş dönem milletvekilliği yapan, eski DYP'li, eski Meclis Başkanı Ali Rıza SEPTİOĞLU, AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, AKP Diyarbakır Merkez İlçe Yöneticisi Muhammed AKAR, Hak-Par Genel Başkanı Abdülmelik FIRAT, Erzurum DEHAP İl Başkanı Biyadin FIRAT, RP ve ANAP"ta milletvekilliği yapan Suat FIRAT…
Sömürgeci strateji merkezlerinde hazırlanan yalanları alıp, insanımızın aklına yerleştirmeye çalışan hurafeci tarihçiler diyorlar ki: “Şeyh Said ayaklanması, bölücü bir ayaklanma değil; dinsel bir ayaklanmadır…” Bu ifade elbette doğrudur. Ancak burada, “Hangi din” diye sormak ve cevabını aramak gerekiyor. 1923 öncesinde, ülkemizde okuryazarlık %4 civarındaydı. Görüldüğü gibi, akademik öğrenim değil; yalnızca herhangi bir cümleyi okuyabilenlerin tüm oranı %4’tü. Doğal olarak o ilkel şartlardaki insanlar, İslam’a inanıyorlar ama Kur’an’ı konuştukları dilde okuyamadıkları için, Kur’an’ı bilmiyorlardı. Yani onların inandığı dinin adı İslam’dı; ancak içeriğinin İslam’la hiçbir ilişkisi yoktu. Onlar için din, bilimsel, kitabî (kur’an’î) gerçeklere dayalı değil; iç dünyalarındaki, ilkel, hastalıklı fantezi ve zanlardan ibaretti. Dolayısıyla sömürgecilerin; aklî, bilimsel, Kur’an’î dayanaklardan yoksun, bu kopuk ve savrukları, bölücülükte kullanması çocuk oyuncağıydı. Amaç, Türkiye’yi bölmekti; bu olaya geniş kitlelerin katılmasını sağlamak ve etkili olup kesin sonucu almak için de, dinin adı kullanıldı…
Tarihin herhangi bir anında gerçekleşen olayı anlamak için: “Tarihi süreklilik” ilkesinden mutlaka yararlanılmalıdır. Çünkü her oluş, bir önceki nedenin sonucudur. Hurafeci Şeyh Said isyanı, gerçekleştiği dönemde “ilk” isyan değildir. Dolayısıyla, hurafecilerin iddia ettiği gibi: “Kemalistlere karşı kendiliğinden gelişen bir ayaklanma” değil; Osmanlı hanedanlığında son yüzyılda yaşanan sömürgeci destekli isyanların, Cumhuriyet Türkiye’sindeki devamıdır. Sömürgeci desteğe ve onlardan yardım istediklerine dair bazı örnekler vermek gerekirse:
[4 Ağustos 1919 yılında, Dr. Şükrü Baban ve eski polis müdürlerinden Halil Bey; Amerikalıların Anadolu’daki inceleme komisyonuna “Bağımsız Kürdistan kurulması için” başvurmuşlardı.]
[21 Ekim 1921’de “Kürdistan İstiklal Cemiyeti” tarafından “bölücüleri” bağımsızlığa davet eden beyannamenin İstanbul ve doğu vilayetlerinde dağıtılması (Sakarya savaşı kazanılınca telaşa düşen hainler, ihanete başladılar -bölücülük çalışmaları hep Yunan etkinlikleriyle koordinelidir.)]
İhanet sonrası olayların gelişimi ve bazı ilginçlikler:
[8 Şubat 1925’de, Dicle karakolu basıldı. 11 Şubat 1925’de, Doğu Anadolu’da hurafeci Şeyh Said’le, hurafeci ayaklanması başladı. 13 Şubat 1925’de, hurafeci Şeyh Said ve adamlarının Dicle merkezini ele geçirdi… Ülkemiz içinde, bölücü hurafecilerin bu isyanları olurken; 13 Şubat 1925’de, Türkiye’nin; Musul Komisyonun raporuna itiraz ederek kararı Adalet Divanına götürdü. Türkiye Divan Toplantısına katılmadı. Milletler Cemiyeti, Estonyalı General LAİDONER’den rapor istedi. İstenen raporda “Türkiye Hıristiyanlara kötü davranıyor...” sonucu çıktı. (Şimdi anlaşılıyor mu, içerdeki bölücü hurafeci isyanların neden çıktığı? Belli ki, Musul komisyonunda, Türkiye ısrarcı ve İngilizlere zorluklar çıkarıyor; bu nedenle İngiltere de ülkemizi içerde köşeye sıkıştırarak, Musul tavizini kopartmaya çalışıyor.) 13 Şubat 1925’de Asiler, Lice postasını soydu. 16’yı 17 Şubat’a bağlayan gecede, hurafeci Şeyh Said beraberindekiler Bingöl’e girdi ve Resmen hurafeci şeyh said isyanın başladı. Bingöl il merkezi, geçici başkent ilan edildi; vergilerin geçici bir süre Bingöl’e gönderilmesi, Diyarbakır ele geçirildikten sonra başkentin Diyarbakır’a taşınacağı ilan edildi. 18 Şubat 1925’de, 21. Süvari Alayının komutanı, Yarbay Hüsnü, Fis boğazında asilerin pususuna düştü ve büyük zayiat verilerek birlikleri geri çekti. 19 Şubat 1925’de, hurafeci Şeyh Said ve adamlarının, Diyarbakır yönüne doğru ilk aşamada Lice’ye hareket etti. 20 Şubat 1925’de, Fis boğazında asilerle ikinci defadaki savaşta, Yarbay Hüseyin şehit oldu. 22 Şubat 1925’de, Hani çarpışmaları oldu ve asiler, Hani’yi ele geçirdi. 23 Şubat 1925’de, Havit Bucağı asilerin eline geçti ve nahiye müdürü esir alındı. 24 Şubat 1925’de, Asiler Elazığ’a saldırdı; Elazığ düştü ve şehir yağmalandı. İnsanlarımız, asilerin zorbalıklarını görünce onları desteklemediler. 26 Şubat 1925’de, hurafeci Şeyh Said, Hani’ye geldi ve isyan genişledi. 6’yı 7 Mart’a bağlayan gecede, asiler Diyarbakır’a saldırdı. 9 Mart 1925’de, ele geçirilen bazı asiler üzerinden, İngilizlere ait belgeler bulundu. 14 Mart 1925’de, Varto asilerin eline geçti. 1 Nisan 1925’de, Palu ve Hani asilerden geri alındı; 74 ölüye karşılık 50 şehit ve yaralı veren güvenlik kuvvetleri, görevlerini özveriyle yaptılar. 3 Nisan 1925’de, Kanun no: 310, sıra no: 12 ile “Rus işgaline maruz kalıp batıya göç edenlerin geriye dönüşünü sağlayan yasa, mecliste kabul edildi.” 11 Nisan 1925’de, Beşiri bölgesinde asilerle çatışma çıktı ve 15 şehit, 10 yaralı veren Alay dağıldı. 21 Nisan 1925’de, İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Raporunun 4. maddesinde, ele geçen belgelerden, İngilizlerin, ayaklanmayı Irak'taki İngiliz yetkililerinin desteklediğini kabul etti. 4 Ocak 1927’de, Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Sir O. CLECK, Dışişleri Bakanı Austen CHAMBERLAİN’e gönderdiği raporda “Tarihte yalnız İngiliz İmparatorluğu, ‘ayrılıkçı’ güçlere kendisini uydurarak, kendi yapısını koruma becerisini gösterebilmiştir” diye yazdı. 16 Haziran 1927’de, 1515 sayılı yasayla, bölgede zorbalık gösteren aşiretler ve ağır ceza mahkûmlarının, batı illerinde iskânına yetki veren yasanın uygulanmasına başlandı. 19 Haziran 1927’de, Kanun no: 1097 ile, Hazineye geçecek araziler, topraksız çiftçiye dağıtılması kararlaştırıldı. 1934 yılında çıkartılan İskân Kanunu’yla, yoksul köylüye toprak dağıtıldı. Genç Cumhuriyet 1923-1938 arasında toplam, 246.431 aileye toplam 9.983.750 dekar toprak dağıttı…]
Şimdi, “İsyanın, ülkemizi bölme amaçlı değil; dinsel amaçlı” olduğunu söyleyen ve tarihi, sömürgeci stratejistlerden öğrenen hurafeciler, daha onlarcasının olduğu ve sadece birkaçını örnek verdiğimiz, köşeli parantez içindeki hurafeci-bölücü ihanetlerine ne diyecekler? Bakınız ilk örnekte adam: “Bağımsız Kürdistan istiyor” Amerikalılardan. Dolayısıyla, hurafeci-bölücü isyanların başlama nedeni “dinin baskı altına alındığı zannı” olamaz. Çünkü isyanların başlangıç ve gelişim süreçlerinde, ortada henüz “Kemalist cumhuriyet” yok. Kaldı ki, isyan, dini amaçlı olsa ne olur? Bu cahil-cühela mı İslam’ı temsil edecek? Böyle bir birikim ve yetkinlikleri var mı? Kesinlikle yok! Günümüzdeki hurafecilerin, hurafelerini bir kenara bıraksak bile; dinimizi böyle hain, alçak, bölücülerle ilişkilendirmeleri de, dinimize bir başka yönden hakarettir…
Tarihin bize kanıtladığı bazı gerçekleri, insanlık adına belirtmekte yarar var. Hurafecilerle bölücüler, kendi okuma ve gelişimlerini tamamlayarak bir yerlere gelemediklerinden; bulundukları konuma kendilerini yerleştiren sömürgeciler tarafından kullanılmışlıklarını gizlemek için; toplumumuzda, sömürgecilerin bunlar aracılığıyla çıkardığı sorunları, hep akılcı devlet yapımızla ilişkilendirip masum devlet yapımızı suçlarlar. Kullanılanlarla kullananlar, tüm zamanlarda uyumlu hareket ettiklerinden; sömürgeciler de, kendi dışındaki toplumları “devamlı” sömürmek için, sömürecekleri toplumların akli devlet yapılarını bozup; o toplumlardaki, akıldan, bilimden, kitaptan yoksun; ilkel, hastalıklı, hurafe fantezilerini “din”miş gibi öne çıkarıp bu sapkınlıkları yaşayanları parlatmaya çalışırlar. Böylece, akademik gelişimini tamamlayıp ağır sanayisini kuramayan toplumlar, iktisadî anlamda bağımlı hâle gelirken; orta vadede de çökerler. Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, gençliğinden beri bu gerçeği, Osmanlı yıkılırken gördüğü için; akılcı, bilgiye önem veren ve her şeyin bilgiyle olduğu devlet düzenini; yani “cumhuriyeti” düşünce evreninde kararlaştırdı. Kurtuluş savaşı sırasında ve sonrasında da, bu yönde gerekli adımları attı…
Makalemizi şimdilik bitirirken, şunu da belirtmekte yarar var: ATATÜRK, kana dayalı hanedan saltanatını (yani bir evin-ailenin ülkeyi yönetmesini) kaldırıp; yerine, toplumun içinden en ehliyetli kişinin seçilerek, yönetici olduğu cumhuriyet düzenini getirerek, aynı zamanda “Kur’an’î bir iş” yaptı. ATATÜRK’ün, “Kur’an’ın özlemlerini gerçekleştirmesi” bununla sınırlı değil. Padişahın kulu olan insanlarımızı, özgür birey yapıp insanlarımızı bu sapkınlıktan kurtararak; Allah’tan başkasına kul olunmayacağını vicdanlara duyurdu. O dönem itibariyle, Kur’an’ı bilmeyen insanlarımız için; Kur’an’ı Türkçeye çevirtip insanlarımızın okuyup anlamasını sağlayarak, insanlarımızı hurafe bataklığından çıkarmaya çalıştı. Yani, insanlarımızı dinden uzaklaştırmak şöyle dursun; insanlarımızı, Kur’an’ın öz dinine kavuşturdu…
Olmayan beyinleriyle, ATATÜRK’ün yaptıklarını anlayamadan eleştirenlerin sorunlarını çok iyi anlıyoruz. O hurafeci sinekler, kurutulmaya yüz tutan bataklıklarını özledikleri için vızıldamaktadırlar…
Devam edecek…
Deniz KAÇAĞAN