“Yolunda yürüyen bir yolcunun yalnız ufku görmesi yeterli değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi gerekir.” (Mustafa Kemal Atatürk)
Türkiye Cumhuriyeti, 65 yıldır işbirlikçi sağ ve dinci iktidarlar tarafından yönetilmesinin sonucunda ekonomik, sosyolojik ve siyasal anlamda dışa bağımlı hale dönüştürülerek ulusal politikalar güdemeyen basiretsiz bir yarı sömürge görünümüne sokulmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin hiçbir döneminde AKP iktidarındaki kadar kişiliksiz, teslimiyetçi, gayri ulusal ve çıkarcı bir anlayışla yönetilmedi. Atatürk devrimlerine bu denli pervasızca, açıktan dil uzatılmadı. Bağımsızlık düşüncesi bu denli aşağılanmadı. AKP’nin bu anlayışı artık ihanet sınırlarını da aşmıştır.
TBMM de sayısal üstünlüğünü entrikalarla, yalanlarla, korkutmayla ve sindirme yöntemleri ile ele geçiren AKP iktidarı birliğimizi, bütünlüğümüzü, üniter yapımızı parçalayacak “ihanet” yasalarını bir biri ardınca çıkarmaktadır. Ekonominin dizginleri, küresel çetenin kanlı ellerine teslim edilmiştir. 92 yıl sonra Sevr yeniden sahneye sürülmüştür. Ordu, yargı, üniversiteler, sendikalar dernekler ve basın teslim alınmıştır. Tüm ulusumuz ateş altındadır. Türkiye’nin rejimi kimilerince adı konulmamış ve ilan edilmemişte olsa “faşist diktatörlüğe” dönüştürülmüştür.
Umberto Eco, faşizme ilişkin tespitinde şöyle diyor; “İnsanlar İkinci Dünya savaşından sonra faşizmin yine Nazi üniformasıyla geleceğini zannettiler; ama öyle olmadı.” Evet, Türkiye Cumhuriyeti “sade vatandaş” kılıklı, erken tanısı olanaksız, bir “kanser” olan “üniformasız faşizm” le yönetilmektedir.
Öyleyse faşizm nedir? Faşizmin onlarca tanımı yapılmıştır. Ancak tüm tanımlamalarda ortak olan özellik Faşizmin, “finans kapitalin(Küresel Sermayenin) en gerici en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık yıldırıcı diktatörlüğü” olduğu gerçeğidir. “Faşizm, “her planda gericilik” doğuran kapitalizmin tüm çelişkilerinin keskinleşmeye yüz tuttuğu emperyalizm çağına özgü bir olgu; mali sermaye ve tekeller çağının bir ürünüdür”.
“Faşizm, en azgın şovenizm, barbarlık ve terördür”. Siyasi gericilik en açık ve en yoğun anlamını faşizmde bulur.” Bu tanımlardan anlaşılacağı gibi “Gerek emperyalist ülkelerde gerekse yeni sömürge ve bağımlı ülkelerde emperyalizm dışında ondan bağımsız bir faşizm aranamaz”
Başka bir anlatımla, “Faşizmin yönetimi ele geçirmesi, yalnızca iktidarda olan bir hükümetin bir diğerini izlemesi değildir. Var olan devlet biçiminin açık terörist diktatörlükle, değiştirilmesidir.” Bu farkı gözden ırak tutmak, faşizmi saf siyasal bir olgu olarak tanımlamak (polisiye baskı, devlet kadrolarına yandaşların yerleştirilmesi vb.) bizi, Küresel emperyalizmle bağlantısı olamayan anti-kapitalist içeriği hayli cılız, soyut/sınıfsız (anti-faşist, yani anti-AKP) bir demokratikleşme hedefine sıkıştırılmış mücadele anlayışına sürükler.
“Faşizm bugün bile hâlâ küçük bir gerici grubun diktatörlüğü sayılmaktadır. Oysa faşizm ortalama kişilik yapısının siyasal olarak örgütlenmiş ifadesidir. Bir siyasal hareket olarak tüm diğer gerici partilerden, halk kitlelerince kabul edilip, övülmesiyle ayrışır.”
Eğer bu gün Türkiye, işbirlikçi-İslamcı Faşizmin cenderesinde kıvranıyorsa, AKP halen ensemizde boza pişiriyorsa, bu, AKP’ye karşı olduğunu söyleyip, emperyalizme karşı olduğunu söyleyemeyenlerin aymazlığı yüzündendir.
“Faşizmi sadece liderliğiyle değil takipçileri, tabanı ve kitlesiyle de ele almalıyız. Zaten faşizmin asıl tehlikeli yapısı da budur.”
Horkheimer, “totalitarizm” konusundaki bir dizi görüşe hemen karşı çıkıp, şöyle diyor: “Kapitalizmden söz etmek istemeyen birinin, faşizm konusunda da ağzını açmaması gerekir." Bunu günümüzde şöyle söylemek daha doğrudur. “Emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir.”
“Tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullar, ulusal özellikler hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde değişik biçimlerde gelişmesine yol açmaktadır. Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve faşist ve işbirlikçi egemen güçlerin çeşitli gurupları arasındaki mücadelenin olduğu bir takım ülkelerde Faşist rejim, parlamentoyu feshetme yoluna gitmez. Sol Partiler de dâhil olmak üzere öteki kimi muhalefet partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar.”
Diğer taraftan Türkiye’deki ortaya çıkış biçimiyle faşizm “dinci” bir gelişim göstermiştir ve klasik faşizm yöntemlerini kullanmamıştır. Gündelik yaşamı pek bir şey hissettirmeden dönüştürmeyi amaçlamış ve bu yolda başarı sağlamıştır. Çünkü halk arasında yaygın olan/yaygınlaştırılan tarikatların iletişim ağlarını kullanmaktadır. Bu nedenle aile denilen mikro iktidar yapısına ulaşması kolay olmuş ve dönüştürme işine buradan başlamıştır.
Tam da bu noktada ve bu nedenle Türkiye de ilk kez, daha önceki dönemlerden farklı olarak faşizmin, ideolojik kimliğine uygun bir “kitle tabanı” oluşturduğunu söylemek gerekir. Bürüksel ve Washington’un Türkiye’deki operasyon merkezlerinden biri olarak kurulan ve çalışan AKP hareketi, ideolojisi ve kitle tabanı ile Türkiye tarihinin gördüğü kitle tabanı olan ilk faşist harekettir, üstelik de bu faşizmi topluma benimsetecek güçlü araçlara sahiptir.
“Faşizm zafere ulaştıktan sonra, finans kapital çelik bir mengene gibi bütün egemenlik organ ve kurumlarını, devletin yürütme, idari ve eğitim gücünü; orduyla, belediyelerle, üniversitelerle, okullarla ve kooperatiflerle birlikte bütün devlet aygıtını doğrudan doğruya ve derhal eline geçirir.” (Troçki)
Tarihsel deneyimlerin bize gösterdiği bu yalın gerçek hep göz ardı edilmiştir. Ülkemizde bu güne değin yanlış bir algılama ile AKP’nin aldığı başarılar, toplumsal muhalefeti elinde tutan örgütlerin hatırı sayılır bir kesimi tarafından “daha fazla ileri gidemezler” diye algılandı ve algılanmaya devam ediyor. Faşizm saf “siyasal” bir görüntü olarak (yani basitçe iktidar/AKP/devlet baskısı olarak) tanımlandı/tanımlanıyor.
Bilerek veya bilmeyerek tarihsel gerçekleri perdeleyen (kimi sözde “halkçı” örgütlerin bu perdelemeyi bilerek yaptıkları kanısındayım) algı yanılması sınıf ilişkilerinden bağımsız “faşizme karşı demokrasi” söylemine sıkıştırıldı.
Emperyalizmin mengenesi altında ezilen, emeği dışında pazarlayacağı başkaca bir seçeneği olmayan milyonlar, böylesi yani emperyalizmle bağlantısı olmayan bir faşizmle(tarih böyle bir olayı kaydetmemiştir) karşı karşıya oldukları “aldatmacası” ile kandırıldılar. AKP İktidarının faşist diktatörlüğü karşısında, yalnızca özel alanları ve temel hak ve özgürlükleri savunmaya dönük bir mücadeleye yöneltilen halk yığınları (türban üzerinden yapılan tartışmalar buna güzel bir örnektir) öncelikleri olan ekonomik yaşamın iyileştirilmesi, toplumsal eşitlik, refah ve sosyal yaşama katılma istemleri hem iktidar, hem de muhalefet tarafından hep ötelendi ve unutturulmaya çalışıldı.
Dünya tarihinin sayfalarına geçmiş olan “2007 Cumhuriyet Mitingleri” bu savlarımızı doğrulayıcı niteliktedir. 2007 ilkbaharında seyirliklerden sahaya inen milyonlar “Ne AB, Ne ABD Tam Bağımsız Türkiye” sloganı ile Emperyalistler ve onların işbirlikçilerinin yüreklerini ağızlarına getirmişti. Küresel çete hemen önlemini aldı. İçimizdeki yedek kuvvetlerini, “Truva atlarını” alanlara sürdüler.
Emperyalizmi ve işbirlikçilerini aklamaya(Sanki ülkemizde küresel çetenin bir işgal sorunu yokmuşçasına) yönelik “Türkiye Laiktir, Laik Kalacak” , “Ne Şeriat, Ne Darbe Laik Türkiye” gibi kulağa hoş gelen ucube sloganlar Miting organizasyonu kürsülerinden alanlara dayatıldı. Böylece Emperyalist- faşist cephe “içimizdeki yedek kuvvetleri ve Truva atları” aracılığı ile yaklaşan büyük bir tehlikeyi bertaraf etmişler, derin bir nefes almışlardı.
Emperyalizmin ve içimizdeki müttefiklerinin kaçacak köşe aramaya başladıkları Mitingleri organize eden, başta Kemalistler ve toplumsal muhalefeti örgütleyen öncü örgütlerin, bir kez daha bu denli yığınsal direnişi harekete geçirememeleri için gereken önlemleri almayı da unutmadılar. “içimizdeki yedek kuvvetleri ve Truva atları” görevlerini eksiksiz yerine getirmeleri konusunda uyarıldılar ve harekete geçmeleri istendi.
Tabanın baskısı ile bu güne kadar Soros ve AB fonlarından beslenmeyen, Anti-emperyalist, Antifaşist özünü koruyan Demokratik Kitle örgütlerinin üst yönetimlerine, örgütleri dirençsiz, “uysal- uyumlu” hale dönüştürecek, geçmişinde ne emperyalistler ve işbirlikçileri, ne de Kemalistlerle bir sorunu olmayan “parlatılmış” kimlikleri sürdüler.
Böylece Kemalist hareketin stratejik öncelikleri değiştirildi. Faşizme karşı savaşımın aynı zamanda Emperyalizme karşı savaşım olduğu gerçeği ötelendi. Savaşımın ana merkezi yalnızca laik-Anti laik/AKP baskısına kaydırıldı.
Ancak faşizm yalnızca bunlardan ibaret değildir ve çok daha önemlisi faşizm gerçekten her dönemde dikkate alınması gereken güncel bir tehdittir.
Kemalist saflarda faşist tehlikeyi alttan alan, küçümseyen, derinliğini göremeyen affedilmez bir eğilimin varlığı da yadsınamaz bir gerçekliktir.
Hitler iktidara tırmanırken Almanya da antifaşist saflarda “Almanya İtalya’ya benzemez” diye bir görüş egemendi. Onlara göre; İtalya’da faşizmin başarılı olması Almanya için de geçerli değildir, çünkü Almanya sanayi ve uygarlık açısından çok gelişmiş bir ülkedir, işçi sınıfının eylemi kırk yıllık bir geleneğe dayanır ve burada faşizm söz konusu olamaz deniliyordu.
Ülkemizde gerek Kemalist saflarda gerekse anti- faşist tavır ve söylem içinde olan örgütlenmelerin büyük çoğunluğunda, Almanya benzeri yanılgıların olmadığını söyleyemiyoruz. AKP’nin Emperyalizmin tümüyle işbirlikçisi olan ve AB dayatması bir “demokratikleşmeyi” sağlama görevi bulunan bir parti olduğu, bu nedenle “demokrat” nitelikler taşıdığı, Türkiye Cumhuriyetinin “85 yıllık laik demokratik tarihsel geçmişe sahip olduğu ve bu nedenle faşizm yeşerecek toprak bulamayacağı.” , “Türkiye’nin İran olamayacağı” bu nedenle faşist diktatörlüğün kurulmasının olanaksız olduğu söylenip yazıldı/ söylenip yazılmaktadır.
Bu ve benzeri görüşler Türk halkının faşist tehlikeye karşı uyanık olmasını, engellediği gibi, aynı zamanda halkın faşizme karşı seferber edilmesinin de önüne geçen, antifaşist mücadeleyi etkisiz, işlevsiz kılan tehlikeli bir anlayışın ürünüdür.
Şimdi ileri sürülen bu görüşlerin ne denli yanıltıcı olduğunu karşılaştırmalı örneklerle sunalım.
Almanya’da Hitler zavallı bir tipti. Bu adamın marjinal bir hareketin başı olarak kalacağına olan inanç yaygındı. 1928 seçimlerinde 800 bin oyu ancak almıştı. 1930 seçimlerinde oyları 6,4 milyona çıktığında kamuoyu hâlâ “daha fazla ilerleyemezler” diyordu. Ama 1933’te 17 milyon oy almışlardı. Bundan daha fazla ilerleyemezlerdi elbet, çünkü bir daha seçim yapılmayacaktı!
Hitlerin ve elbette İtalya da Mussolini’nin iktidardan gitmesi için bir “dünya savaşı” gerekecek ve ancak aldıkları oyun iki misli insanın -40 milyon- ölümüne yol açtıktan sonra yıkılacaklardı.
Şimdi Ülkemize bakalım. 12 Eylül sonrasında da ülke içinde dinci faşist hareket hızla örgütlendi ve yükseldi. 1980′li yıllara kadar oy oranı %3′lerde seyreden Şeriatçı parti 1990′lı yıllara geldiğinde %10′lara yükseldi. 1994′te ise %20 oy oranına ulaşmışlardı. 2002 de %%34,63, 2007 seçimlerinde %46.58, 2011 genel seçimlerinde ise neredeyse tam %50oy oranına ulaştı.
Şimdi de 12 Eylül den sonraki gelişmeleri alt alta yazalım.
Şeriatçı hareket: %3′lük oy potansiyelinden %50’ye
PKK: %0′lık oy potansiyelinden % 7,8′e
MHP: %3′lük oy potansiyelinden %13.01’e yükseldi. Gerek ülkemizde gerek Almanya ve İtalya da faşistler, Demokrasiyi ve hukuku, seçimleri iktidara çıkan basamak olarak görürler, iktidarı ele geçirdiklerinde de iktidarı başka kimseyle paylaşmamak için o merdiveni atarlar. Türkiye’de “merdiven” 12 Eylül referandumuyla zaten atılmıştı.
Hitler rejiminin ilk yıllarında mahkemeler vardı. Anayasa ve hukuk da vardı. Ancak rejimi tüm kurumlarıyla ele geçirdikten sonra, 2012 Türkiye’sinde olduğu gibi, Hitler rejiminde anayasa, hukuk, kanunlar değil, Führer’in (bizde Erdoğan’ın) emirleri doğal kanundu ve onlar uygulanırdı. Tümüyle diktatöre bağımlı bir sistem kurulmuştu. Yine Türkiye’de olduğu gibi, Mahkemeler, rakipleri ortadan kaldırmak için kullanılan mekanizmaya dönüştürüldü.
Dünya örneklerinde olduğu gibi ülkemizde faşizm, sömürüsünü yaptığı, eleştirdiği sistemin aynısını aslında kendileri de kurdular. AKP’li dinci Faşistler de devrimciler, Kemalistler gibi antikapitalist/antiemperyalist sloganlarla yola çıktılar. Ancak onlar bu antikapitalizmi /antiemperyalizmi sınıf ilişkilerinden ustaca soyutladılar ve tepkiyi kapitalist/emperyalist sisteme, yani yoksulluğu yaratan sisteme değil, bir kısım zengine yönelttiler. (Doğan Holding-AKP, Uzanlar-AKP kapışması vb.)
Yani Kapitalizme/Emperyalizme değil kapitalistlere karşı çıkıp yine Küresel sermayenin güdümünde kapitalist bir düzen kurdular. Ama sorun, AKP ye oy veren, peşlerinden giden ve temel derdi de eşitlik olan insanlara ne diyeceklerdi? Ancak bunu da halka benimsetmenin de kurnazca bir yolunu buldular. Bu nokta da faşizmin propaganda aygıtını devreye soktular.
Almanya ve İtalya’da faşistler genelde yüzlerini dışarıya, dış düşmana dönmüşlerdi. “Almanlar/İtalyanlar üstün özellikleri olan bir soyda/ırktan gelmektedirler. Öyleyse dünyayı yönetmek yalnız onların hakkıdır.” O nedenle bu faşist rejimler yayılmacı idi. Türkiye’de de faşizm benzer güdüleri kullanmaktadır, tek farkla ki; yayılmasını dışa değil içe yöneltmişlerdir.
Yabancı ülkeleri değil, kendi ülkesini, yabancı halkları değil kendi halkını işgal edeceklerdir. Bu nedenle AKP faşizmi kendi alternatif devlet yapısını yaratarak gerçek devleti ortadan kaldırdı. Bunun da nedeni basittir, Cumhuriyet rejimi bu topraklarda Kürdistan hayalini de, Osmanlı gerçeğini de yıkmıştır. Yükselen AKP faşizminin ideolojik gıdası tamda buradadır: Osmanlıcılık, Kürtçülük ve İslamcılık. Türkiye’yi ele geçirmek, onlar için gerçek anlamda bir yayılmacı düştür. Ama çelişki şu ki, işgal edende, edilende bu ülkenin vatandaşıdırlar!
Faşizm her şeyden önce bir halk hareketidir, sivil bir harekettir. Onun muazzam tehlikesi de buradan kaynaklanır. Gerici kimliğini “demokrasi ve özgürlük” söylemleri ile perdeleyen faşizm, demagojisini her ülkenin özelliklerine uydurmaya çalışır. Faşistler geçmişte yüceltilen yiğitçe ne varsa tümünün mirasçıları ve sürdürenleri olduklarını göstermek için – her ulusun bütün tarihini didik didik etmektedirler. Bu arada halkın ulusal duygularını zedeleyecek ne varsa faşizm düşmanlarına karşı silah olarak kullanılmaktadır.
Aynı ülkedeki değişik toplumsal tabakaların özelliklerine göre öylesine ikiyüzlü bir söylem geliştirirler ki, Güney doğuda Şeyh Sait, Said Nursiyi, Ahmet Kaya yı överken, Batı Anadolu’da Nazım Hikmet i, Alevilerin yoğunlukta olduğu bölgelerde Pir Sultan Abdal’ı, Bolu da Köroğlu, Sivas’ta Âşık Veysel’i övmekten geri durmazlar. Bu nedenle, işsizlik, yaşam ve gelecek güvencelerinin olmaması yüzünden karamsarlığa saplanmış geniş halk yığınları faşizmin din/kültür eksenli demagojisinin kurbanı olurlar.
Bu dünya örnekleri ile örtüşür bir durumdur. Mussolini “Garibaldi”nin o yiğit yaşantısından kendisine pay çıkarmak için elinden geleni yapmıştır.. Fransız faşistleri “Jan Darc”ı kendi kahramanlarıymış gibi öne sürerler. Amerikalı faşistler Amerikan Bağımsızlık Savaşının, “Washington ve Lincoln”ün geleneklerine yönelirler.
Faşizmin, “sakin bir gökyüzünde birdenbire kopan bir sağanak gibi” gelmediğini özellikle belirtmek gerekir. Gerçekten de, faşizm olgusunun geçmiş hükümetler döneminde faşizmin serpilip gelişmesine katkıda bulunan bir dizi yasa çıkarttıkları ve gerici önlemler aldıkları gerçeğini gözden kaçırmamak gerekir
Faşizmin engellenebilir mi? Nasıl?
Ünlü faşistlerden Göbbels: “Eğer hasmımız, ne kadar zayıf olduğumuzu bilebilseydi, bizi her halde un ufak ederdi… Çalışmalarımızı daha başında kana bulayıp ezerdi” diyor. Faşist diktatörlüğe etkin bir darbe indirebilmek, onu alaşağı edebilmek için, en can alıcı noktayı bulmak zorundayız. Yani Achilles’i topuğundan vurmak gerek. Çoğunlukla düşünce tembelliği, okuma araştırma üşengeçliği içindeki yol arkadaşlarımız gerçek durumun dikkatli ve somut bir incelemesi yerine genel, yüzeysel formüller ve şablonlarla yetinmeyi yeğlemektedirler.
Faşizme karşı “Birleşik Cumhuriyet Cephesini” örgütlemek yerine, “Faşizmin niteliği” konusunda bitip tükenmez tartışmalarla zaman ve enerji harcamak, bir yandan antifaşist cephe içinde yarılmalara, ayrışmalara neden olurken, diğer yanda faşizmin güçlenmesi, gelişip serpilmesi dışında bir yarar da sağlamamaktadır.
Bu durum bize “yanılmaz bir amaçla hedefe ateş eden keskin nişancıları değil, ya çok yükseğe ya çok aşağıya, ya çok yakına ya çok uzağa ateş ederek her zaman hedefi şaşıran “yaman” silahşorları hatırlatmaktadırlar”.
Almanya ve İtalya’da faşizmin hangi nedenlerle ortaya çıktığına bakalım. 1919’da başını Türkiye’nin çektiği Ulusal Kurtuluş Savaşları Dünya kapitalizmini krize sokmuştur. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı adı verilen kriz emperyalistler arasındaki çelişkileri derinleştirerek yeni bir dünya savaşı olgusunu oluşturmaya başlamıştır.
Fransa ve İngiltere, sömürgelerin hammadde ve pazar potansiyellerine güvenerek krizi hafifletme yoluna gidebilmişlerdir. Oysa İtalya, Almanya ve Japonya sıkıştıkları ulusal sınırlar içinde sermayenin yeniden üretimini sağlayamadıklarından dolayı, bu krizden en fazla sömürgecilikte geç kalan ülkelerin etkilendiği sonucunu çıkarmak yanlış olmamaktadır.
1929 Ekonomik Bunalımının orta sınıfın yoksullaşma sürecini hızlandırması; Almanya, Japonya ve İtalya’da faşizmin orta sınıfın ve hatta işçi sınıfının tepkisini antikapitalist bir demagojiyle örgütlemeyi başarmasına neden olmuştur. Bu kısa tarihsel özet göstermektedir ki Faşizm, Emperyalizmin bataklığında ortaya çıkan, zamanda tanı konulup önlem alınmazsa ölümcül sonuçlar doğran bir” kanser”dir.
Öyleyse faşizmi engellemek, ilk önce ve her şeyden önce emperyalizme karşı ödünsüz, kararlı bir savaşımla olanaklıdır. Sözün burasında Mustafa Kemal Atatürk’ün konuya ilişkin görüşlerine yer verelim.
- “Biz bu hakkımızı saklı tutmak, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için genel kurulumuzca, ulusal kurulumuzca bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı kavga vermeyi uygun gören bir yolu izleyen insanlarız.”
- “Biz Batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerin güçleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz. Böylece bütün insanlığa hizmet ettiğimiz kanısındayız.”
“Yalnız ufku değil, ufkun ötesini de görüp bilmek” tamda buna denir. Emperyalizm güçleri (içimizdeki yedek kuvvetler ve Truva atları da bu güçlerin içindedir) ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme nasıl araç yapar? Özellikle son on yıl içinde pervasızca tırmanan Küresel Çetenin güdümündeki gerici-İslamcı faşizm Kemalist Cumhuriyetin kalelerini birer birer ele geçirdiği bir gerçeklik değil midir? Ülkemizin işgali için AKP iktidarı “araç” olarak kullanılmamış mıdır?
Ulusun Emperyalizmde zarar gören tüm kesimlerinin ortak eyleme giremeyişi, faşizmin iktidara tırmanmasını ve iktidarı ele geçirmesinin yolunu açmıştır.
Sorunun düğüm noktası da budur. Atatürkçülük iddiasındaki örgütlenmeler, Faşizmin ihanet sınırlarını aşan bu tırmanışı karşısında, onu durdurmak, geriletmek, tümden yıkmak adına ne yapmışlardır?
Faşist iktidarlar, devrim hareketleri ile yıkılabileceği gibi, devrim olmadan da, “güçlü anti-faşist halk hareketleri yoluyla” da geriletebilinir ve yıkılabilir. Devrim olmadan faşizm yıkılamaz tezi yanlıştır. Cumhuriyetçi-antifaşist cephenin kurulması, ancak faşizme karşı eylemli mücadele sürecinde olanak kazanır.
Atatürkçüler, özellikle Atatürkçü Düşünce Derneği; emperyalist destekli faşizmden zarar gören tüm toplumsal katmanları örgütlemek, güçlü anti-faşist birlikteliği sağlayarak, toplumsal muhalefetin yükselmesinde önemi yadsınamaz bir işlevi üstlenebilir/üstlenmelidir. Bu özgörev, var olan yaygın yılgınlık, umutsuzluk, karamsarlık ve apolitikleşmeden geniş halk yığınlarının sıyrılmasını da sağlayacaktır.
Bir yandan (icazetin çemberine hapsedilmeden) yasal “sınır”ların koyduğu eylem ve etkinlikler uygulanırken, diğer yandan toplumsal eşitlik, hak ve özgürlükler için verilecek savaşımın faşizmi gerileteceği yadsınamaz.
Toplumsal katmanların kazanılmış haklarının savunulması, toplumda neredeyse kangren haline gelen örgütsüzlüğün aşılması, toplumsal muhalefetin yükseltilmesi ve en önemlisi de kitlelerle bağ kurmak ve bu bağı sağlamlaştırmak için, doğru çözümlemeler yapabilmekten geçiyor. Şurası asla unutulmamalı, “önderlik; doğru devrimci politikayı öngörüp uygulayanın olacaktır”.
Örgütsel etkinliklerini hastalık derecesinde bir popülizmle ve yasal organlardan alacağı icazetle sınırlandıran anlayış, mücadelenin dışında oyalanmak, kendini avutmak, boş zamanında da ülkeyi bu duruma düşüren çakal sürüsüne hakaret etmek dışında bir yarar sağlamaz.
Faşizm, demokrasinin tüm olanaklarını kullanarak güçlenir ve bir süre sonra onu yok eder. Ülkemizde AKP faşizminin saldırılarına karşı koymak, direnişi örgütlemek yerine, onu sistem içinde eritme yâda kazanma amaçlı ödünler, AKP faşizminin saldırganlığını artırma dışında bir işe yaramamıştır/yaramayacaktır.
Özellikle son 10 yıllık zaman diliminde demokratik kitle örgütlerinin yönetiminde olmayı, onlara pek yakında güzel günler vaat etmeyi Atatürk’ü savunmakla bir tutanlar, adlarının başlarına ne getirirlerse getirsinler, öznel olarak ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, kendilerine ait tutarlı bir düşünsel yapılanmaları yoksa verdikleri mücadele sürecine Kemalist, devrimci çözümler üretemeyeceklerdir. Söz buraya gelmişken bazı evrensel değerlendirmelerden hareketle ülkemiz özeli için bir kaç değerlendirmede bulunalım.
♦ 1. Kemalizm bir ideolojidir; milliyetçilik ve laiklik ilkeleri üzerinde yükselen bir tam bağımsızlık ideolojisi. Ve de Altı Ok programı ile kendini tanımlayan antiemperyalist bir ideolojidir.
♦ 2. AKP’ye ve onun ideolojik yapılanması olan Dinci, gerici faşizme karşı mücadele Kemalizm bayrağıyla verilir. Emperyalizmi de faşizmi de yıkacak şey Türk halkının Kemalist Halkçı, Devrimci mücadelesinden başkası olamaz.
♦ 3. Antifaşist örgütlenme yerine; orduya güvenme, ittifakçılık ya da uzlaşmacılık gibi anlayışlarla faşizme karşı mücadele verilemeyeceği, bu anlayışın yalnızca toplumsal muhalefetin kontrol altında tutulmasının bir yöntemi, aracı olduğu gerçeği asla unutulmamalıdır.
♦ 4. Her ne kadar Atatürkçü görünseler de, bugüne kadar bu düzenin nimetlerinden faydalananlarla, Mustafa Kemal Atatürk’ün antiemperyalizmini, halkçı-devrimci özünü daha 1940’larda unutanlarla, emperyalizmle uzlaşmayı önerenlerle (AB’ci, NATO’cu) Mandacılarla antifaşist, antiemperyalist bir mücadele verilebileceğini ve önderliği onlardan beklemek ham hayaldir. Eğer önderlik Atatürk Maskeli mandacılara bırakılırsa, mücadele Antifaşist, Kemalist cephenin bölünmesi ve oldukça önemli bir kısmının Batıya angaje olması ile sonuçlanır ki bu da teslimiyetin bir başka adı olur.
♦ 5. Egemen sınıfların tüm kesimlerini faşist olarak adlandırmak, iki önemli yanlışı peşinden getirir. Birinci olarak Antifaşist safların yarılmasını, güçsüzleşmesini, yalnızlaşmasını ve kan kaybını sağlar. İkincisi ise Faşist diktatörlüğün ise güç kazanmasına, geniş toplum katmanlarından destek almasına yol açar.
♦ 6. Siyasal iktidar olarak, Faşist diktatörlükler ile liberal-demokrat iktidar biçimlerini aynı görmek, ikisi arasındaki önemli ayrımlar olduğunun ayırdına varamamak ise bir başka yanılgı ve yanlış algıdır. Elbette ki her iki iktidar biçimi son tahlilde emperyalizmin siyasal egemenliğini temsil ederler. Ancak Faşizmin kendisinden başka tüm akımları ezen ve yutan bir akım olduğu, bu nedenle sırası geldiğinde Liberal- Demokratları da ortadan kaldıracağı hatırdan çıkarılmamalıdır.
♦ 7. Gerici dinci faşizmin TBMM içinde engellenebileceği beklentisi,”Yeni Anayasa” çalışmalarına katılarak, ülkenin siyasi gerçekliğinin değişeceğine/değiştirilebileceğine, faşizmin engellenebileceğine inanmak tam anlamıyla siyasal körlük ve saflıktır. Bu anlayış, bir yandan dinci faşizmin geniş halk yığınları gözünde meşruluğunu sağlarken, diğer yandan ayağa kalkması gereken toplumsal muhalefetin afyonlanması, böylece etkisiz kılınması, yatıştırılması işlevi görmektedir.
Faşizmin evrensel gerçekliğinde ve özünde var olan bu tuzak mücadelenin, faşizmin kendi zeminine çekilerek etkisizleştirilmesine ve var olan gelişmeleri daha başından bu zeminde boğulmasına yol açmaktadır. Bu tehlikeye karşı özellikle Kemalist örgütlenmelerin uyanıklığı yaşamsal önemdedir.
♦ 8. Gerici dinci faşizm, Emperyalizmin sadık uşaklığını yaptığını gizlemek, kendi kapıkullarını korumak, güvence altına almak için her aracı pervasızca kullanmaktadır.
Ülkemizin Komşumuz Suriye ile bir savaşın eşiğine getirildiği, Memura verilen “üç buçuk” artış nedeniyle tüm memur sendikalarının sokaklara döküldüğü bir süreçte iyice gerginleşen ortamı kendi amaçları doğrultusunda şekillendirmek, isyan içindeki yığınların hedeflerini şaşırtmak amacıyla “her kürtaj, bir Uludere’dir!” , medya mensuplarına “tasmalarınızdan kurtardık” vb. Söylemlerin gündemin önüne geçmesi rastlantısal bir olay değil, kendisi dışında her şeye-herkese düşman olan faşizmin sürekli kullandığı bir tertiptir.
İşte bu noktada dikkatli olmak, devrimci-halkçı tutarlı politikalar ve pratik bir yol izlemek gerekiyor. Tertiplerini bozmak, oynanan oyunları tüm çıplaklığı ile açığa çıkarmak yüzlerindeki dinci maskeyi yırtmak ertelenemez görevlerimiz arasındadır.
♦ 9. Emperyalizmin Küreselleştiği, ulus devletleri parçalayarak varlığını sürdürebildiği günümüzde ulusların “bağımsızlık ve özgürlük” mücadelesi, emperyalizmle ezilen uluslar arasındaki mücadelede şekillenmektedir. Mustafa Kemal Atatürk bu tarihsel gerçeği şaşmaz öngörüsü ile şöyle dile getiriyor.
“Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır. Ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye kendisiyle beraber olan şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.”
Bu nedenle kime karşı, kimlerle mücadele vereceğimizi doğru saptamalıyız. Hedefin muğlâklaştırılmasına, perdelenmesine asla izin vermemeliyiz. Faşizmi yaratan emperyalizm bataklığı kurutulmadan ulusal bağımsızlığın ve özgürlüğün elde edilemeyeceğini gerçeğini her koşulda ve her ortamda, bıkmadan, usanmadan halka anlatmak, örgütlemek biricik kurtuluş yoludur. İşte Bu nedenle ile Antiemperyalist, halkçı, devrimci bir düşün sistemi olan Kemalizm’i özümsemiş donanımlı kadrolara gereksinimimiz var.
♦ 10. Bizler bir bilgiçler derneğinin değil, ateş hattında yazılmış bir ideoloji olan Kemalist düşün sisteminin savunucularıyız. Kemalizm’in düşmanları en dinamik, en cesur ve en bilinçli unsurlarımızı her aracı kullanarak, akıl almaz tertiplerle etkisiz kılma girişimlerini aralıksız sürdürmektedir. Bu durum; bir yandan bu oyunları boşa çıkartacak önlemler almamızı, saflarımızı sıklaştırmamızı, diğer yandan da yeni kadroları yetiştirmemizin ve eğitmemizin gerekliliğini açıkça ortaya koymaktadır.
♦ 11. Ülkemiz Küresel Çetenin sınırsız egemenliğini sağlamak için, yobazlığın pençesinde karanlığına sürüklenerek boğuldu. Kemalist Cumhuriyeti kötürümleştirmek için bencillik, çıkarcılık, köle ruhu, teslimiyetçilik, işbirlikçilik, sömürücülük yüceltildi. Kemalist aydınlanma, tam bağımsızlık, demokrasi, özgürlük, toplumsal eşitlikçi halkçı-devrimci siyasal anlayış, ulusalcılık, ulusal değerler, ulusal kültür her araç ve gereçle sürekli kötülenerek erozyona uğratıldı.
Kısaca Türkiye’ye deli gömleği giydirildi. Emperyalizmin ve kapitalizmin giydirdiği bu deli gömleğini yırtıp atmak için, toplumsal kurtuluş için antiemperyalist, halkçı-devrimci bir örgütlenmeye yaşamsal gereksinim vardır. Bu örgütlenmeyi ancak Kemalist Devrimi özümsemiş kadrolar gerçekleştirebilir.
Gerici Faşist diktatörlüğün, yıkılmayacağı/yıkılamayacağı, propagandası ile faşizme karşı direnişe geçecek kitleleri engellemeye çalışan, “bu halktan bir şey olmaz, bir şey çıkmaz” diyerek, köşesine çekilip faşist düzenin kuruluşunu izleyen ve bu sistemle uyumlu yaşayabilmenin yollarını arayan Atatürk maskeli kişilerin son tahlilde faşizmin gelişip serpilmesine hizmet ettikleri asla akıldan çıkarılmamalıdır.
“Bir adam ki memleketin kurtulamayacağı kanaatinde bulunur; bu, adam değildir.” (Mustafa Kemal-1908) Bu dönmeler, yani “adam” olmayanlar, her türlü gerici ve faşist düzen içinde yaşamayı içine sindirebilir ama devrimci bir toplumsal düzen ihtimalini aklına bile getirmek istemez. Son 10 yıllık süreç dikkatle izlenirse, Dinci Faşizmin egemenlik düzeyi arttıkça bu tür kadroların(!) kendiliğinden mücadele dışına çıktıklarını, hatta yer yer dinci faşizmle uzlaştıklarını görmek sürpriz olmayacaktır.
Kemalist mücadeleyi dört duvar arasına hapsederek, direnişlerden ve eylemlerden uzak, her şeyi laf kalabalığı ile sadece konuşarak, eleştirerek çözümlemeye çalışmak, yani kısaca “sözde muhalefet”le yetinmek, vakit öldürmekten öteye dinci faşizmin değirmenine su taşımaktan başka bir şey değildir.
Zaman ağlama, sızlanma, teslimiyet değil küllerinden yeniden doğma, yeniden Mustafa Kemal olma zamanıdır. Türk ulusu “Ulusal Kurtuluş Savaşı” ile emperyalizmin zincirlerini kırarak nasıl bağımsızlığını kazandıysa, bugün de aynı bilinç ve kararlılıkla zincirlerini kıracak, kuşatmayı yaracaktır. Bundan kimse kuşkusu duymasın.
Çünkü “Devrimin kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki cereyanı boğmadıkça, başladığımız yenilikçi devrim bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki devirlerde de hep böyle olacaktır.” (Mustafa Kemal Atatürk)
Son Söz; Bu çalışma Atatürkçü Düşünce Derneği ve Kemalist saflarda yeterince tartışılmadığını düşündüğüm “Faşizm –Kemalizm” konusunda bir denemedir. Elbette tartışmaya/tartışılmaya açıktır. ADD’nin kuruluş iradesini yaşama geçirme kararlılığında olan saygın yol arkadaşlarım için küçük de olsa bir mum yakabildiysem, bir ışık olabildiysem bundan mutluluk duyarım. Saygılarımla.
Mahmut ÖZYÜREK, 1 Haziran 2012
ADD Isparta Şube Başkanı