Altıok (1-2) / Metin AYDOĞAN

Altıok (1-2) / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Çrş Eyl 03, 2014 11:32

Altıok -1

Altıok, yaymaca (propaganda) amacı taşıyan sıradan bir tanımlama değil; mücadele içinde oluşan, yaşama bağlı ve geleceğe yön veren ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek isteyen bir ulusun, kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu gösterir. Bu işin nasıl yapılacağını açıklar. İnsanı esas alır, bilime ve gerçeklere dayanır. Herşeyden önce, “çok yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun” belirlemeler; “halka verilen söz ve yükümlenmelerdir.” Toplumsal gelişimi temel amaç sayan, kendine güvenli ve devrimci bir yönetimin yapabileceği bir girişimdir. Türk ulusunun buluşudur ancak evrensel bir boyutu vardır.

Yaşanan Gerçek

Nutuk’un okunduğu Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi (1927), bir tüzük değişikliği yaparak; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılık olarak tanımlanan üç anlayışı, partinin temel ilkeleri durumuna getirdi. 1931 Kongre’sinde bunlara; Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik eklendi ve bu altı ilke, 1937’de Anayasaya başlamı (maddesi) durumuna getirilerek, yalnızca partinin değil, devletin de temel ilkeleri oldu.

Altıok, yaymaca (propaganda) amacı taşıyan sıradan bir tanımlama değil; mücadele içinde oluşan, yaşama bağlı ve geleceğe yön veren ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek isteyen bir ulusun, kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu gösterir. Bu işin nasıl yapılacağını açıklar. İnsanı esas alır, bilime ve gerçeklere dayanır.

Herşeyden önce, “çok yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun” belirlemeler; “halka verilen söz ve yükümlenmelerdir.” 1  Toplumsal gelişimi temel amaç sayan, kendine güvenli ve devrimci bir yönetimin yapabileceği bir girişimdir. Türk ulusunun buluşudur ancak evrensel bir boyutu vardır.

Özgün ve Evrensel

Altıok, Türk Devrimi’nin yarattığı bir çağdaşlaşma izlencesi (programı) ve ezilen ulusların tümüne örnek oluşturan bir kalkınma yönetimidir. Temelinde, altı ilkenin tümüne tek tek ya da bütün olarak yön veren, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik anlayışı vardır. Bu anlamıyla altıok, aynı zamanda bir dünya görüşüdür.

İlkeler, birbirinden kopuk, biçimsel belirlemeler değil, birbirini tamamlayan ve birlikte değerlendirildiğinde anlamı olan saptamalardır. Birbirinden koparılarak ele alınırsa ya da bir kaçı yok sayılırsa, Türk Devrimi’ni temsil edemez, somut bir başarı sağlayamaz.

1923-1938 arasında gerçekleştirilen devrim atılımlarının tümü, Altıok içinde ifadesini bulur; hiçbir girişim dışarda kalmaz. Örneğin; Saltanat ve Hilafetin kaldırılması Cumhuriyetçilik’le; dil-tarih yenileşmesi milliyetçilik’le; eğitim birliği, tekke ve zaviyelerin kapatılması laiklik’le; kamulaştırmalar ve ekonomik uygulamalar devletçilik’le; tarım ve sağlık atılımları halkçılık’la; hukuk ve yenilikçi girişimler devrimcilik’le ilişkilidir. Bu ilişkiler, altı ilkenin bütünlüğü içinde, ayrıca birbirlerine bağlanmışlardır.

Cumhuriyetçilik

Türk Devrimi'nin cumhuriyet anlayışı, kimi ülkelerde olduğu gibi kişi, zümre ya da soy egemenliğini örtmek için kullanılan, adıyla uyumsuz, biçimsel bir yönetim anlayışı değildir. Batıda ya da Doğuda görülen hiçbir cumhuriyet biçimine benzemez. Toplumu oluşturan tüm kesimleri kapsayan anlayışıyla, doğrudan ulusal egemenliği ve halkın gönencini amaç edinmiştir. Türk toplumuna özgü nitelikleriyle, eskiden gelen katılımcı anlayışın günün koşullarına göre uygulandığı, halka dayalı demokratik bir yönetim biçimidir. Toplumun ve devletin tüm gücü, yalnızca ulus ve halk için kullanılmıştır.

Yasama organı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi, azınlığı temsil eden, sınıf egemenliğine dayalı Batı parlamentolarından çok ayrımlıdır. Emperyalist işgale karşı, halkın temsilcileriyle ve bizzat halkın kendisi tarafından oluşturulmuştur. Aynı durum, yürütme, yasama ya da ulusal ordunun oluşumu için de geçerlidir. Bu kurumlarda görev yapan insanlar, en üstten en alta, tümüyle halk kökenlidir.

TBMM yönetim anlayışını, Fransız cumhuriyetçiliğinden ya da İngiliz parlamentarizminden değil; Göktürk toy’larındaki katılımcılıktan, Anadolu Ahi paylaşımcılığından ve İslamiyetin danışma (meşveret) geleneklerinden almıştır.

Türklerde halkın yönetime katılma geleneği, uzun bir bozulma döneminden sonra ilk kez, “Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Büyük Millet Meclis’iyle yeniden gerçekleştirildi.” 2  Bu girişim, halka dayanan Türk yönetim geleneğinin, çağdaş yöntemlerle yeniden yaşama geçirilmesiydi. Göktürk toy ’larında, “iki koyunu olanın da iki bin koyunu olanın da” oyları eşitti. İslamiyette din adamları (ruhban) sınıfı yoktu. Hz.Muhammet, kendisine “halifeyi değil, ümmeti vekil bırakmıştı.” Halife ancak “vekilin vekili olabilirdi; bu da ancak meşveret yoluyla ve seçilerek gerçekleşebilirdi.” 3  Mustafa Kemal, Meclis’te bu gerçeği vurguluyor ve “dünyada hükümetler için tek meşru esas meşverettir. Hükümetler için temel koşul, birinci koşul, yalnız ve yalnız meşverettir” diyordu. 4 

*

Türkiye Millet Meclisi, “dünya siyasi tarihinde örneği olmayan” 5  demokratik ve savaşımcı bir yönetim organı, benzersiz bir temsil kurumuydu. Yetki ve yaptırım gücünü, kabul ettiği anayasadan çok, millet istencini (iradesini) yansıtan, yazılı olmayan ve kökleri Türk tarihine giden Kuvayı Milliye Ruhu’ndan alıyordu. Kuvayı Milliye Ruhu ise, “yüksek bir siyasi olgunluk seviyesine ulaşmış bir milletin, siyasi gücünü en görkemli ve en göz kamaştırıcı bir biçimde” kullanmasından başka bir şey değildi. 6 

Kuvayı Milliye Ruhu olarak tanımlanan ve çekince (tehlike) karşısında kendiliğinden devreye giren ulusal direnç, kuşaktan kuşağa geçen özgürlük tutkusunun doğal sonucuydu. “Binlerce yıldan beri dünyanın bilinen her köşesinde bağımsız devlet kurmaktan gelen” örgütçü gelenek; dayanışmayı, katılımcılığı ve özgürlük tutkusunu Türklerin özyapısı (karakteri) durumuna getirmişti. Görkemli bir tarihten bugüne taşınan birikim, Türk insanını millet bilinci konusunda, “en mükemmel üniversitelerden çok daha iyi yetiştiriyordu.” Devlete sahip çıkan bağımsızlık düşüncesi, “Türk milleti için babadan oğula geçen toplumsal bir mirastı.” 7 

Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Meclis’te, toplumun hiçbir kesimi temsil dışı kalmamış; köylüler, askerler, din adamları, tüccarlar, aşiret ve tarikat şeyhleri, esnaf temsilcileri, doktorlar, avukat ve gazeteciler, aynı çatı altında tek bir amaç çevresinde birleşmişti. İzmir Milletvekili Mahmut Esat (Bozkurt), Meclis’i oluşturan milletvekilleri için, “belki elbisesiz, yakalıksız ya da bastonsuzdular, ancak ayaklarındaki çizmeleriyle subayları, ellerinde mübarek çekiçleriyle demircileri, çiftçileri, yani ülkenin tümünü, burada Meclis’in içinde görüyoruz” diyordu. 8 

Cumhuriyetçilik anlayışı böyle bir meclis içinde oluştu, geçmişten ve yaşamın içinden gelen özellikleriyle ilkeleşti. Birinci Meclis, cumhuriyeti ilan etmedi ancak özgün yapısıyla cumhuriyet düşüncesi, ilke ve işleyiş olarak onun içinde yaşıyordu. Halk adına; yasa çıkarıyor, uyguluyor ve yargılıyordu.

*

Mustafa Kemal, yeni Türk devletinin yönetim biçimi ve ona biçim veren Cumhuriyetçilik anlayışı için şu değerlendirmeyi yapacaktır: “Türkiye; milliyetçi, halkçı, devletçi ve devrimci bir Cumhuriyettir... Yurttaşların kişisel ve toplumsal özgürlüğünü, eşit ve dokunulmaz kılmak, mülkiyet haklarını saklı tutmak, Cumhuriyetin temel özelliğidir. Bu hakların sınırı, devlet varlığı ve otoritesi içindedir. Gerçek ve tüzel kişilerin faaliyeti, genel yararlara aykırı olmayacak, yasalar bu temele göre yapılacaktır” 9 ; “başardığımız işlerin en büyüğü, Türk kahramanlığı ve yüksek kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bu başarıyı Türk ulusunun ve onun değerli ordusunun, bir ve beraber olarak, kararlı bir biçimde yürütmesine borçluyuz” 10 ; “Türk milletinin karakterine ve geleneklerine en uygun yönetim; Cumhuriyet’tir.” 11 

Milliyetçilik

Milliyetçilik düşüncesi ilk kez, üretim ilişkilerine bağlı olarak, 18.yüzyılda Batı Avrupa'da, ortaya çıktı. Kapitalist uluslaşmanın doğal sonucu olan milliyetçilik akımlarının her biri, kendi pazarını korumaya yöneliyor, toplum bireylerini bu amaçla, çoğunluğu oluşturan etnik unsur çevresinde topluyordu. Sömürge gelirini sanayi üretimine dönüştürecek güçlenen ve devleti ele geçiren kentsoylu (burjuva) sınıfı, içte ulusal pazarını, dışra sömürgelerini korumak, bunun için milliyetçiliği geçerli düşüngü (ideoloji) durumuna getirmek zorundaydı. Avrupa milliyetçiliği, bu sorunluluğun sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

Avrupa milliyetçiliği, sömürüye ve azgelişmiş ülkelerin servetlerine el koymaya dayandığı için; haksız, saldırgan ve ırkçıydı. Fransız Devrimi'nde anlamını eşitlik, kardeşlik, özgürlük tanımı, tüm insanlık ya da tüm Avrupa için değil, yalnızca Fransızlar, oda bir kısım Fransızlar için geçerliydi. Aynı Anlayış, başka Batı Avrupa ülkeleri için de geçerliydi. Hıristiyanlık ve ırkçılıkla donatılan Avrupa milliyetçiliği, sömürgecilik aracılığıyla dünyaya yayılan üstünlük ideolojisi durumuna getirilmişti.

*

Kurtuluş Savaşı’yla yükselen Türk milliyetçiliği, devrimlerle uygulamaya sokuldu ve kuramsal çerçevesi belirlenerek devlet siyasetine yerleştirildi. Kapsam ve nitelik olarak Batı milliyetçiliğinden çok ayrımlıydı.

Türkler, tarihin hiçbir döneminde; din, ırk, mezhep, sınıf ya da zümre egemenliğine dayanan yönetim biçimleri kurmamıştı. Toplum yaşamının her alanında geçerli kılınan katılımcı anlayış, yönetim yapılarına dolaysız yansıtılmış, doğaya ve topluma yabancılaşmayan, eşitlikçi düzenler geliştirilmişti.

Ulusal varlığı ve toplumun geleceğini korumak için milli kimlik özenle korunmuş, ancak başka din ve ırktan insanlara karışılmamış, asla baskı uygulanmamıştı. İnsanı esas alan anlayış ve erişilen uygarlık düzeyiyle, egemenlik kurduğu alanlarda, zora dayanmayan, yaygın ve etkili bir Türkleşme sağlanmasının nedeni buydu.

Kurtuluş Savaşı’yla başarılan şey, yönetim geleneklerini yitirerek çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, Türk kimliğine geri dönerek, çağa uyan yeni bir devletin kurulmasıydı. Eskide olduğu gibi, ezene karşı ezilen, haksıza karşı haklı savunulacak ve ulusal varlık korunacaktı. Türk milliyetçiliği buydu.

Atatürk milliyetçiliği olarak da tanımlanan Türk milliyetçiliği, anti-emperyalist niteliği nedeniyle, aynı zamanda ve zorunlu olarak evrenseldi.

Sömürgeci devletler, dünyaya yayılıp ülkeleri kendilerine bağlarken, daha önce birbirleriyle ilişkisi olmayan bu ülkeleri, ister istemez ortak düşmana, yani kendisine karşı birleştirmiş olur. Onları sömürgeci dünya sisteminin parçaları haline getirirken, aynı zamanda, sömürgeciliğe karşı direniş ruhuna, bağlı olarak ezilen ülke milliyetçiliğine evrensel bir boyut kazandırır. Ezilen ülke milliyetçileri bilirler ki; ortak düşmana, yani emperyalizme karşı oluşan tepki, direnme duygularını geliştirerek onları birbirine yakınlaştırır; bu yakınlaşma doğal ve içten bir dostluğa dönüşerek uluslararası bir direnme gücü haline gelir.

Emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan Türk milliyetçiliğinin, ezilen uluslarda büyük heyecan yaratması ve yüksek bir saygınlığa ulaşarak evrensel bir hareket haline gelmesinin nedeni budur.

Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadele, ezilen ülke milliyetçiliğini, ırkçılığın dar kalıplarından çıkarır, özgürlüğü demokratik bir hareket haline getirir. Emperyalizmi uygulayan büyük devlet milliyetçiliğiyle, ezilen ulus milliyetçiliği arasındaki fark; despotlukla demokrasi, saldırganlıkla savunma, tutsaklıkla özgürlük arasındaki farktır. emperyalizme karşı çıkmayan kişi ya da ülkeler, kendilerine ne ad verirlerse versinler, demokrat ya da uygar olamazlar. Ezilen ulus aydınları, herşeyden önce emperyalizme karşı çıkmak, bunun için de milliyetçi olmak zorundadır. Milliyetçilik, ezilen ulusların emperyalizme karşı kullanabileceği tek silahtır.

*

Türkiye Cumhuriyeti’nin milliyetçilik anlayışı, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Türklerin, gönenç ve mutluluğunu esas aldı. Ülke dışında kalan Türklerle ilgi ve ilişkisini kesmedi, ama konuyu, Pantürkist (dünya Türklerinin birliği) görüşlerden farklı biçimde ele aldı. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın, 1931’de yapılan Üçüncü Büyük Kongresi’nde kabul edilen programda, konuyla ilgili olarak; “CHP milliyetçiliği, gerek bağımsız ve gerekse başka ülke uyruğu altında yaşayan bütün Türkleri, kardeşlik duygusuyla sevmek ve onların refahını dilemekle beraber, dışardaki Türkleri, iç siyasi uğraş alanı dışında tutar” deniliyordu. 12 

Mustafa Kemal, benzer yaklaşımı, Kurtuluş Savaşı’nın başlarında, 1 Aralık 1921’de açıklamış ve şunları söylemişti. “Biz büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekar insanlardan değiliz... Türkiye’de aslında, Panislamizm (İslam birliği), Pantüranizm (Turancılık) yapılmadı, yalnız yapıyoruz, yapacağız denildi... Haddimizi bilelim. Biz yaşamını bağımsız olarak sürdürmek isteyen bir milletiz. Canımızı yalnız ve ancak bunun için veririz” 13  diyordu.

*

Mustafa Kemal, Türk milliyetçiliğinin özgün ve evrensel niteliklerini anlatan pek çok açıklama yaptı ve iç içe geçen bu ikili özelliğe önem verdiğini sıkça vurguladı. Evrensellik anlayışını, “dünyanın neresinde bir rahatsızlık varsa, bizden ne kadar uzak olursa olsun, bu rahatsızlıkla ilgilenmeliyiz. İnsanlığın tümünü bir vücut, her milleti bir uzuv saymak gerekir... İnsan kendi milletinin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını da düşünmeli, kendi milletinin mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa, bütün dünya milletlerinin mutluluğuna da o kadar önem vermelidir” biçiminde açıklıyordu. 14 

Emperyalizmin boyunduruğu altındaki “mazlum milletleri”, özgürlüklerine kavuşmak için, “milli amaçlarla” harekete geçen Türk Devrimi’ni örnek almaya çağırdı. Türk Devrimi’nin insanlık için, özellikle de Doğu için, ne anlama geldiğini açıklıyor, ilk örnek olmanın onur ve tehlikesine dikkat çekiyordu. “Batı emperyalizminin Doğuya yayılmasını durdurduğumuz için, Batı saldırganlığının bütün yükü bizim üzerimizdedir. Bu durum tehlikelidir ama Türkiye’yi öncü gören bütün Doğu halklarının sevgisini kazanmış bulunuyoruz. Türk halkı, bu konumu ile gurur duymakta ve Doğu’ya karşı bu görevi yerine getirmekten mutlu olmaktadır” 15  ya da “Türkiye’nin mücadelesi yalnız kendi adına olsaydı, daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Oysa, Türkiye’nin savunduğu dava, bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır” 16  sözleriyle Türk Devrimi’nin evrenselliğini ortaya koyan açıklamalar yapıyordu.

Halkçılık

Fransız Devrimi’nde yurttaş, Rus Devrimi’nde yoldaş olan kavram, Türk Devrimi’nde halk sözcüğüyle tanımlanmıştır. Tanım ayrımlılığıyla sınırlı kalmayan bu tanım, devrimler arasındaki niteliksel başkalığın doğal sonucudur.

Fransız Devrimi’nde kentsoylular (burjuva) sınıfı, işçi ve köylüleri arkasına alarak beysoylular (aristokratlar) sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, işçi sınıfı, köylüleri arkasına alarak kentsoylular ve beysoylular sınıfını yönetimden uzaklaştırmıştır.

Ayrı nitelikteki bu iki devrimin ortak özelliği, sınıf savaşımına dayanan iç çatışmanın, toplumsal savaşım durumuna gelmesidir. Fransız Devrimi’nin temel söylemi olan eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet gibi kavramlar, Fransız ulusunun tümünü değil kentsoylu sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, toplumun tümünü değil, işçi sınıfını, belli oranda da köylülüğü kapsamıştır.

Türk Devrimi’ndeki halk anlayışı, Fransız ve Rus Devrimlerindeki yurtdaş ve yoldaş kavramından çok ayrımlıdır. Her şeyden önce, çatışma içe değil, dışa dönüktür. Sınıfsal değil, ulusaldır, emperyalist saldırganlığa karşı savaşılmaktadır. Bu özellik, halk tanımını sınıfsal ayırımlarla sınırlamaz, saldırganlarla işbirliği yapmayan herkesi kapsayacak biçimde genişletir. Halk tanımı, önemli oranda millet tanımıyla bütünleşir ya da en azından yakınlaşır.

*

Mustafa Kemal için halkçılığın anlamı, giriştiği savaşımın temel amacını oluşturmasıdır. Kurtuluş Savaşına girişirken, tam bağımsızlığa yönelen devrimleri gerçekleştirirken, yapılanların tümü halk içindir. Onun için devrim araç, halk amaçtır. Savaşıma atılırken; bürokratik yetkileri, siyasi bağlaşma (ittifak) ve uzlaşmaları değil, halkla bütünleşmeyi esas aldı. Halkın gücüne dayanmak için, doğrudan Anadolu’ya gitti. “Ordular yenilebilir, esas olan halktır. Halk, her zaman yeni ordu yaratabilir; millet, ordu durumuna gelebilir” diyordu. 17  Bu yaklaşımla halkçılık ilkesi, bir anlamda Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İkinci Büyük Kongresi’nde değil, 1919’da Samsun’a çıkışla başlatılmıştı.

Kurtuluş Savaşı’yla birlikte yaşama geçirdiği halkçı anlayışını, aralıksız 1938’e dek sürdürdü. Devlet siyasetine yön veren ana unsur, her aşama ve her uygulamada, halkın siyasi, kültürel, ekonomik haklarının güvence altına alınmasıydı. Yönetim işleyişi belirlenip yeni devlet kurulurken ya da ard arda gelen devrimlerle köklü dönüşümler gerçekleştirilirken, tek amaç, halkın yaşam düzeyinin yükseltilmesi, gönencinin arttırılmasıydı.

Anadolu gezilerinde, halkla yaptığı söyleşilerinde, yeni devletin amacının, onların sorunlarını çözerek, yaşamlarını kolaylaştırmak olduğunu söyledi. Söylemine her zaman sadık kaldı. “Siz halksınız, devlet artık sizsiniz: Türkiye’de bireyler arasında sınıf çatışması yoktur, çünkü yoksul düşmüş milletin tümü halktır” diyor; sözlerini, “Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Milli burjuvazi henüz sınıf durumuna gelememiş. Ticaretimiz çok cılız, çünkü sermayemiz yok. Yabancılar bizi eziyor” diye sürdürüyordu. 18 

*

Yeni Türk devletinin, yeni anlayış ve kurumlarıyla, Batıdan ya da kendinden önceki Osmanlı devlet işleyişinden çok ayrımlı olduğunu açıklıyor ve “bunu bir kelime ile anlatmak gerekirse, diyebiliriz ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir” diyordu. 19 

Düşüncelerini, halka anlatırken açık ve dürüst davranıyordu. Yapamıyacağı bir şey söylemiyor, söylediği şeyi yapıyordu. Yapmaya söz verdiği işleri düzenli izlenceler durumuna getirerek gerçekleştirdi. Halkçılık anlayışını ortaya koyan pek çok açıklama yaptı.

Güven veren ve herkesin anlayabileceği açıklıkla dile getirdiği açıklamalarında şunları söylüyordu: “Sosyoloji bakımından bizim hükümetimizi anlatmak gerekirse, buna halk hükümeti deriz. Biz yaşamını, istiklalini kurtarmak için çalışan emekçileriz, kurtulmak ve yaşamak için çalışmaya mecbur bir halkız... Hakkımızı korumak, istiklâlimizi sağlamak için, bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı, milletçe savaşmayı uygun gören bir mesleği takip eden insanlarız” 20 ... “Bizim halkçılık anlayışımız; kuvvetin, kudretin, egemenliğin ve yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır” 21 ... “Devlet teşkilatı, baştanbaşa bir halk teşkilatı olacaktır, genel idareyi halkın eline vereceğiz. Bu toplumda hak sahibi olmak, artık herkesin bir işte çalışması esasına dayanacaktır, milletin tümü, hak sahibi olabilmek için, çalışacaktır.” 22 


 1  “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1984, sf.443
 2  “Atatürk ve Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol, Türk.İş.Bank., Kül.Yay., sf.163
 3  a.g.e. sf.163
 4  a.g.e. sf.163
 5  “Kuvayı Milliye Ruhu” S.Ağaoğlu, Kültür Bak.Yay., Ank.-1981, sf.11
 6  a.g.e. sf.11
 7  a.g.e. sf.12
 8  a.g.e. sf.88
 9  Ulus Gazetesi, 7 Mayıs 1935 (37)
 10  “Atatürk’te Konular Ansiklopedisi” S.Turan, Y.K.Y., 2.B., 1995, sf. 129
 11  “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, III.Cilt, Türk İnk.Tar.Ens.Yay., Ank.-1954, sf.74 (43)
 12  “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.444
 13  “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, İst.-1974, sf.1416
 14  “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.417
 15  Aydınlık 7 Kasım 1999, sf. 16
 16  “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.418
 17  “Atatürk ve Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol, Türk.İş.Bank., Kül. Yay., sf.51
 18  “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları” Ş.İ.Aralof, Birey Toplum Yay., 2.Baskı, Ank.-1985, sf.253
 19  “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, I.Cilt, Türk İnk.Tar.Ens.Yay., Ank.-1945, sf.309
 20  “Atatürk Diyor ki” Varlık Yay., İst.-1957, sf.27
 21  a.g.e. sf.27
 22  “Vakit” 10 Aralık 1922; ak. “Atatürk Diyor ki” Varlık Yay., İst.-1957, sf.30


Metin AYDOĞAN, 2 Eylül 2014
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Altıok (1-2) / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Cum Eyl 05, 2014 12:41

Altıok -2

Altıok, yaymaca (propaganda) amacı taşıyan sıradan bir tanımlama değil; mücadele içinde oluşan, yaşama bağlı ve geleceğe yön veren ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek isteyen bir ulusun, kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu gösterir. Bu işin nasıl yapılacağını açıklar. İnsanı esas alır, bilime ve gerçeklere dayanır. Herşeyden önce, “çok yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun” belirlemeler; “halka verilen söz ve yükümlenmelerdir.” Toplumsal gelişimi temel amaç sayan, kendine güvenli ve devrimci bir yönetimin yapabileceği bir girişimdir. Türk ulusunun buluşudur ancak evrensel bir boyutu vardır.

Laiklik

Laik tanımı Türkçeye, Latincedeki laicos ve Fransızcadaki laique sözcüğünden girdi ve Türkiye’de geçerli olan laiklik anlayışıyla, Batıdaki uygulamalar arasındaki tek benzerlik, yalnızca bu sözcük benzerliği oldu. İki anlayış arasında, tarihsel oluşum, gelenekler ve inanç biçimleri olarak çok ayrımlı özellikler vardır. Türkiye’de uygulanan laiklik, tümüyle Türk toplumuna özgüdür ve onun gelişim isteğine yanıt veren tarihsel dayanaklara sahiptir. Laiklik, “çok az toplumda, Türkiye’de olduğu kadar önem kazanmıştır.” 1 

*

Orta Çağ Avrupası’nda Kilise, özellikle Katolik Kilisesi, siyasi ve ekonomik gücü yüksek, toprak egemeni durumuna gelmişti. Hıristiyanlığı maddi çıkar için kullanıyor; ticaret yapıyor, insan çalıştırıyor, vergi topluyor, hatta parayla cennetten tapu satıyordu. Askeri birlikleri, mahkemeleri (engizisyon), hapishaneleri vardı. Feodal düzenin temel egemen kurumu, Katolik Kilisesi’ydi.

15.yüzyılla birlikte gelişmeye başlayan, kapitalist üretim ilişkileri ve oluşan yeni kurumlar, kilisenin despotik ayrıcalıklarıyla çelişmeye başladı. Kilise, ekonomik çıkar için din ve mezhep çatışmalarını kışkırtıyor; dogmalara dayalı, insanları “düşünmeyi bilmeyen cahiller” durumuna getiren eğitimiyle, kapitalizmin gelişimi önünde güçlü bir engel oluşturuyordu.

Kapitalizmin gelişimini sağlamak için, ulusal pazarın oluşturulması, bunun için de feodal kurumların etkisizleştirilmesi gerekiyordu. Kilise, bu kurumların başında geliyordu. Protestanlık bu gereksinimi karşılamak üzere ortaya çıktı. Devrimle (Fransa) ya da evrimle (İngiltere-Almanya), Katolik Kilisesi’nin topraklarına el konularak ekonomik ve siyasal gücü kırıldı, eğitimden uzaklaştırıldı. Uygulamalar, bütünlüklü bir dizge (sistem) durumuna getirilerek, teokratik egemenliğe karşı, laiklik ilkesi geliştirildi. Avrupa’da laikliği böyle oluştu.

*

Türkiye’de durum başkaydı. Türkler, İslamiyetten önce ve sonra böyle bir dönem yaşamamıştı. Eski Türk geleneklerinde din, çıkar amaçlı kullanılmamış, siyaset dışında tutularak, inanç özgürlüğü kişisel bir sorun olarak bırakılmıştı. Hiçbir eski Türk devletinde; din, mezhep ya da ırk, devlet siyasetine yön vermemişti. “Halka ait” anlamına gelen Laicos tanımını, belki de en çok eski Türkler hak ediyordu.

İslam inancında Peygamber; öğüt verici, devlet kurucu ve yasa koyucuydu; dünyayı düzenlemeye ve eşitliği gerçekleştirmeye memurdu. Din ve devlet işlerini birbirinden ayırmamıştı ancak devlet görevlerini yerine getirirken sadık kaldığı ana ilke, insanlar arasında eşitliği amaçlayarak adalet’i gerçekleştirmekti.

Eşitlik ve adalet kavramı, yalnızca kişisel bir sorun değil, onu aşan ve devlet işleyişine yön veren bir düzen sorunuydu. Ekonomik kültürel yapıları ve tarihsel özellikleri değişik Müslüman milletlerin, eşitlik ve adalet sağlama yöntemleri de kuşkusuz değişik olacaktı.

İslamiyette adalet sağlama din adamlarına değil, hukuk bilginlerine (müçtehidlere) bırakılmıştı. Adalet’i sağlamanın, inanç ve yorum değişikliğine bağlı olmayan ve varsıl yoksul herkesi kapsayan sağlam kuralları vardı. Bu nedenle, halka adalet götüren ve hukuka kaynak oluşturan İslami gelenekler, Prof.Cahit Tanyol’a göre, “laiklik kavramıyla büyük bir yakınlık içindeydi.” 2 

İslam hukukçuları, halka adalet götüren hukuksal uygulamalara ve bunların oluşturduğu geleneklere büyük önem verdi. Adalet’in evrenselliğini tanımlarken; sınıf, zümre, hanedan, mezhep ve ırk çıkarlarını dikkate almadılar; bunları adalet kavramından uzak tuttular. İnsanı ve halkı esas alan anlayışlarıyla, Hz.Muhammet’in, “bir günlük adalet kırk yıllık ibadete denktir.” 3  Sözüne sadık kaldılar ve “adalet duygusuna, Tanrı emrine eşit bir yücelik verdiler.” 4 

*

Halk meclisi anlamına gelen danışma (meşveret) geleneği İslamiyette, ümmeti, yani Müslüman halkın tümünü kapsayan geçerli yönetim işleyişi olmuş; İslam dünyasında adı konmadan, eşitliğe dayalı bir tür laik anlayış uygulanmıştı. Bu anlayış, Batının din ve sınıf çatışmalarından çok ayrımlı, katılımcı bir düzen yaratmıştı.

Türkiye’deki laiklik uygulamasının, Batıdan ayrımlı bir başka özelliği, toplumsal karşıtlıkların sınıfsal nitelikli iç çatışmaya değil, işgale dayanan dış saldırıya karşı verilmiş olmasıdır. Ayrıca dini çıkarları için kullanan ve emperyalistlerle işbirliği yapan gericiler, gerek Kurtuluş Savaş’ına ve gerekse yenileşme girişimlerine karşı çıkmış, karşı çıkışında sürekli dini kullanmıştır. Bu iki özellik, Türk Devrim’inde laikliğin özel önem kazanmasına neden olmuştur. Batıda, Kilise ve soylulular, sonrasında burjuvalar, dini siyasi ve ekonomik çıkar için kullanmıştır; bu kullanım bir iç sorundu. Türk Devrim’inde ise din siyasi amaç için kullanılmadığı gibi devrim kullananlarla savaşım içinden geçerek başarılmıştır.

*

Laiklik İlkesi, Kurtuluş Savaşı’yla başlayan, devrimlerle süren, birbiriyle ilişkili devrimci uygulamalar sürecinde oluşturuldu. Bağnazlığa ortam hazırlayan ve işbirlikçi nitelikleri nedeniyle halkla ve dinle ilişkileri kalmayan; Saltanat, Hilafet, medrese ve tarikatlara karşı savaşım içinde olgunlaştı. Saltanata karşı Cumhuriyet, Hilafete karşı Diyanet, medreseye karşı çağdaş okullar, tarikatlara karşı halk örgütlenmeleri konuldu. Ulusal bağımsızlığa, yenileşmeye ve özgür düşünceye karşı her direnç, kararlılıkla ortadan kaldırıldı.

Mustafa Kemal, Türk halkını, yüzyıllara dayalı geri kalmışlıktan ve eğitimsizliğin yarattığı yanılgılardan kurtarmak için çok uğraştı. Din kurallarının yeterince bilinmemesi nedeniyle, kimi kesimlerde etkili olan tutucu yaymacaya (propaganda) karşı mücadele etti.

Ülkenin birçok yerinde laikliğin ne olup ne olmadığını açıklayan konuşmalar, aydınlatıcı açıklamalar yaptı. “Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi, ne bir din ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aracı olarak kullanılamaz” 5  diyor; dini çıkarı için kullananlara duyduğu nefreti, “softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. Bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz” sözleriyle dile getiriyordu. 6 

Devletçilik

Devletçilik İlkesi, kimi kesimlerce, yalnızca ekonomik kalkınma sorunu olarak ele alınır, bu çerçeve içinde değerlendirilir. Bu yaklaşım doğru, ancak özellikle Türk toplumu için eksiktir.

Türklerde devlet, ekonominin sınırlarını aşan ve topluma yön veren bambaşka bir etkiye, tarihsel bir saygıya sahiptir. Batıda olduğu gibi, yönetimi ele geçiren egemen sınıfların topluma karşı kullandığı baskı aracı değil, toplumun tümünü temsil edip ulusun tümünü kucaklayan, koruyucu ve sosyal bir kamu gücüdür. Yalnızca Türklere özgü olan ve toplum yaşamını düzenleyen bu özellik, doğaldır ki, Cumhuriyet’in geliştirdiği Devletçilik İlkesi’ne de yön ve biçim vermiştir.

Eski Türklerde, devlet gücü, şiddet aracı olarak içe değil, millet varlığını korumak için dışa karşı kullanıldı. İçte, halkın gereksinimlerini ve toplumun genel çıkarını gözeterek, gönenç artırıcı bir işlevi yerine getiriyordu. Batıda devlet, kişi ya da sınıf çıkarlarını öne çıkarırken, Türklerde, sınıf ayrımı gözetmeksizin genel toplum çıkarlarını amaç ediniyordu.

Cumhuriyet Devleti, bu birikim ve anlayış üzerine kuruldu. Mustafa Kemal, Devletçilik İlkesi’ne temel oluşturan kuramsal araştırmaları içinde, önem verdiği bu özelliğe sıkça değindi; devlet uygulamalarını bu özellikle uyumlu kıldı. “Cumhuriyet Hükümetinin, yurttaşların yaşamı, geleceği ve refahıyla her bakımdan ilgilenmesi doğaldır. Halkımız yaradılıştan (teb’an) devletçidir ki, her şeyi devletten istemeyi kendisinde bir hak olarak görür. Bu nedenle, milletimizin yapısıyla, devletçilik programı arasında, tam anlamıyla bir uyum vardır. Bu yönde yürüyeceğiz ve başarılı olacağız. Bundan kuşkumuz yoktur.” 7 

*

Devletin, ekonomik gelişmeye yön vermesi, kökleri eskiye giden yaygın bir uygulamadır. Batıda, kapitalizmin gelişim döneminde etkili olan Merkantilizm, ekonomik ulusçuluğu ve devletçiliği temsil ediyordu. Fransa’da Kolbertizm, Almanya’da Kameralizm, İspanya’da Bulyonizm adını alan merkantilist işleyiş; devletçilik, korumacılık, sanayicilik ve ulusçuluk üzerine kurulmuştu.

Merkantelizme göre, bir ulusun gücü zenginliğiyle ölçülür. Ulusu güçlendirmek için ekonominin devlet eliyle düzenlenmesi, yatırımcıların desteklenmesi, sanayi ve ticaretin dışa karşı korunması gerekir. Bunun için, ulusal pazar gümrük duvarıyla korunmalı; devlet, iç ve dış ekonomik ilişkilerde, belirleyici ve kural koyucu olmalıdır. 8 

Sanayileşerek kalkınan ülkelerin tümü, ulusçuluk ve devletçilik temelinde gelişen ve Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçişe denk düşen merkantilizm dönemini yaşadılar. Bu dönemde devlet, siyasette olduğu kadar, ekonomide de belirleyici güçtü. İçerde, özel girişimcilere destek olup bağışıklar (muafiyetler) veriyor; dışarda, yeni pazarlar bulup ucuz hammadde sağlıyor ve güvenliği korumak için, orduyu ve donanmayı devreye sokuyordu.

Batı Avrupa ülkeleri, sanayileşip güçlenmeyi devletçilikle sağladılar. Bugün, kalkınmasını istemedikleri azgelişmiş ülkelere, devletçiliği küçülme söylemleriyle adeta yasaklamalarının temelinde bu gerçek vardır. Onlar bilirler ki, ekonomik ulusçuluğu yaşama geçiren devletçiliği uygulamadan bir ülkenin kalkınıp güçlenmesi olası değildir. Böyle bir örnek ne geçmişte ne de bugün görülmedi. Daha güçlü olana karşı kendini korumayı başarmak, yalnızca kalkınmak için değil, onunla birlikte, ulusal varlığı sürdürmek için de temel koşuldur. Bu koşulu ancak devlet yerine getirebilir.

*

Mustafa Kemal, Türkiye için geçerli olan devletçilik biçimi üzerine yoğun çalışma yaptı. Türk ve Batı toplumlarının tarihsel evrimini, ekonomik yönleriyle ele aldı, ortak yönlerini ya da ayrılıkları inceledi. Uzmanlık gerektiren bu güç işi, geçmişi güncele bağlayıp uygulanabilir sonuçlar çıkararak, şaşırtıcı bir ustalıkla başardı. Vardığı sonuçları, Türkiye’nin koşullarına ve gelişim isteğine uyumlu yöntemler durumuna getirdi. Devletçilik İlkesi bu bilinç ve çabanın ürünü olarak ortaya çıktı.

Devletçilikle ilgili görüşlerini, 1922‘de açıklamaya başladı. Savaş, iç siyasi çatışmalar, ayaklanmalar ve yoğun devrim atılımları, konuyla ilgili araştırmalarını aksattı ancak ara verdirmedi. 1930’da, dünya ekonomik bunalımının etkisiyle, çalışmalarını yoğunlaştırdı ve devletçilik ilkesini olgunlaştırarak, Anayasa’ya girecek kadar önemli olduğunu gösterdi. Bu noktaya, sekiz yıllık bir çabayla gelinmişti. 4 Ocak 1922’de Lenin’e gönderdiği mektupta, Türkiye’de uygulanacak devletçilik’ten söz etmiş ve “ülkemizi düşman işgalinden kurtardıktan sonra, amacımız, kamu yararı taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetmek, böylece büyük sermaye sınıfının gelecekte ülkeye hakim olmasını önlemektir” demiş ve dediğini yapmıştı. 9 

Devlet birey ilişkisine, doğruluğu daha sonra kanıtlanan, düzeyli yorumlar getirdi. Bu yorumları kuram ve uygulamaya dönük ilkeler durumuna getirip devlet politikasına dönüştürdü. Bireyin eylemini esas aldı. Bunu yaparken, bireylerin yapamayacağı ve “anarşiye yol açmaması için, yapmaması gereken” işleri belirleyip açıkladı.

*

Yabancı ülkelerle ilişki kurmak, yurt savunmasında kendi başına davranmak, kişisel haklarını kendince korumak, özel eğitim kurumu açmak gibi işlere, kişilerin karışamayacağını belirtti.

Öte yandan, her türlü kamusal işlerle, bayındırlık, kara ve demiryolları, enerji yatırımları, iletişim, tarım ve ticaret, bankacılık gibi ekonomik işleri, devletin yapması gerektiğini söyledi. “Kişilerin gelişmesinin engel karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet faaliyetinin sınırını oluşturur” dedi ve devletçiliğin kapsayacağı işleri şöyle açıkladı: “Bir iş ki, büyük ve düzenli bir yönetim gerektirir, özel teşebbüs elinde tekelleşme tehlikesi gösterir ya da toplumun genel ihtiyacını karşılar, o işi devlet üzerine alır. Madenlerin, ormanların, kanalların, demiryollarının, deniz taşımacılığı şirketlerinin, devlet tarafından yönetilmesi ve para ihraç eden bankaların millileştirilmesi; keza su, gaz, elektrik gibi işlerin yerel yönetimler tarafından yapılması, devletin yapması gereken işlerdir. Bu mana ve anlayışla, ‘devletçilik, sosyal, ahlaki ve ulusaldır.” 10 

Devletin kamusal görevlerini açıklarken, “toplum yararına hizmet veren kuruluşların çoğaltılmasını” istedi; bu davranışı, “tek amacı kâr etmek olan faaliyetleri sınırladığı için” gerekli gördüğünü söyledi. Kamusal yararı, “yurttaşlar arasındaki ahlaki dayanışmanın gelişmesine yardım eden en önemli unsur” olarak değerlendiriyordu. Bu değerlendirmeyi yaparken, özel girişimciliği yadsımıyor ve “devletle özel teşebbüs birbirine karşı değil, birbirlerinin tamamlayıcısıdır” diyerek kurumlar arası sağlıklı bir dengeyi savunuyordu. 11 

Devrimcilik

Fransız yazar Paul Gentizon, 1929 yılında kaleme aldığı Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu adlı kitabında, Türk Devrimi’ni, Fransız İhtilali’nden ve Rus Devrimi’nden daha ileride bulur ve şu saptamayı yapar: “Sürekli devrim anlayışı, Türkiye’den başka hiçbir ülkede, bu denli radikal bir tutumla uygulanamamıştır. Fransız ihtilali, siyasi kurumlar arasında sınırlı kalmış, Rus İhtilali sosyal alanları sarsmıştır. Yalnızca Türk Devrimi, siyasi kurumları, sosyal ilişkileri, dinsel alışkanlıkları, aile ilişkilerini, ekonomik yaşamı ve toplumun moral değerlerini ele almış ve bunları devrimci yöntemlerle, köklü bir biçimde yenilemiştir. Her değişim, yeni bir değişime neden olmuş; her yenilik, bir başka yeniliğe kaynaklık etmiştir. Ve bunların tümü halkın yaşamında yer tutmuştur.” 12 

Türk Devrimi’ne halka ve gerçeğe dayanan olağanüstü bir devrimci ruh, sıradışı bir atılganlık egemendir. Kurtuluş Savaşı’nda olduğu kadar toplumsal dönüşüm dönemi için de geçerli olan bu durum, benzersizdir ve doğal olarak tümüyle Türkiye’ye özgüdür. Gentizon haklıdır; her değişim, bir başka değişimin başlatıcısı, sonrasının belirleyicisi olmuştur. Hiçbir girişim tek başına ele alınmamış, birbiriyle bağlantılı toplumsal dönüşümler kesintisiz devrimci bir süreç olarak geliştirilmiştir.

Devrimci tutumda gevşeme ya da düzeni durağanlaştırma eğilimi, Kemalist Devrim’de görülmez. Koşulları oluşan hiçbir atılım, hiçbir nedenle ertelenmez, kesintiye uğratılmaz. Hiçbir güçlük; bağımsızlığı örselemeye, tutuculukla uzlaşmaya, bilimi savsaklamaya ya da devrimden ödün vermeye gerekçe yapılmaz. Sınıf, zümre ve küme ayrıcalığına izin verilmez. Devletin tüm gücü, ulusal egemenlik ve kalkınıp güçlenme yönünde kullanılır. Anlayış olarak, yaşamdan kopuk sanal amaçlara değil, bilime ve gerçeklere dayanılır. Halka hizmete yönelen somut belirlemeler, tutarlı bir devrimci anlayışla, uygulanabilir izlencelere dönüştürülür.

Ulusal eyleme devrimci ruhunu veren, devrim önderi olarak tek başına Mustafa Kemal’dir. Kurtuluş Savaşı dönemi için, “ben Erzurum’dan İzmir’e sağ elimde tabanca, sol elimde idam sehpası öyle geldim” derken 13 ; toplumsal dönüşümler dönemi için “devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir şey yoktur” der. 14 

Devrimci kararlılık ve istenç (irade) gücü, Devrim’in her aşamasında geçerli olan temel yöntemdir. İç ve dış hiçbir karşıtlık, bu istençle başedememiştir. “Devrimin kanunu, tüm kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim düşüncelerimizi boğmadıkça, başlattığımız devrim ve yenilikler, bir an bile durmayacaktır” der. 15 

*

Türk Devrimi, etkisine ve köktenliğine karşın, ülke içinde çok az şiddet uygulamıştır. Fransız ve Rus Devrimlerinde, yüzbinlerce insan ölürken, Türk Devrimi’nde, çok az kan dökülmüştür. Devrim, her aşamasında meşruiyetçiliği esas almış, Kurtuluş Savaşı, katılımcı bir halk meclisiyle yürütülmüştür. Yasama, yürütme ve yargı gücü, bu mecliste bütünleştirilerek, devrimcilik adına kişisel egemenliğe izin verilmemiştir. Emperyalizme karşı savaşı, meclis kurarak yürüten bir başka örnek yoktur.

*

Mustafa Kemal, devrimi, “mevcut kurumları zorla değiştirmek” olarak tanımlar. Tanımına uygun olarak gerçekleştirdiği büyük dönüşüme, “Türk Devrimi” adını verir ve bu devrimi; “Türk ulusunu, son yüzyıllarda geri bıraktırmış olan kurumları yıkarak; yerine, milletin en ileri uygarlık gereklerine göre ilerlemesini sağlayacak, yeni kurumlar kurmak” olarak değerlendirir 16 ; “uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar, yıllarca süren savaş... Bunlardan sonra içerde ve dışarda saygı duyulan yeni bir vatan, yeni bir toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için sürekli devrimler... İşte Türk Devrimi’nin kısa ifadesi” der. 17 

Devrimi başarmanın tek yolunun, halkı kazanmaktan geçtiğini bildiği için, halkın duygu ve düşüncelerine büyük önem verir. Devrimcileri, her ne pahasına olursa olsun halkla bütünleşmeye, onu anlayıp bilinçlendirmeye çağırır. Her şeyin halkın mutluluğunu ve gönencini sağlamak için yapıldığını belirtir ve halka şunları söyler: “Gerçek devrimciler onlardır ki, gelişme ve yenileşme devrimine katmak istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilimi kavramasını bilirler.. Devrimin gerçek sahibi halktır, yani sizsiniz. Milletin yetenek ve olgunluğu olmasaydı, devrimi yaratmaya hiçbir güç yeterli olamazdı... Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tümüyle çağdaş, bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline getirmektir. Devrimimizin gerçek ilkesi budur.” 18 


 1  “Atatürk ve Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol, Türk.İş.Bank., Kül.Yay., sf.153
 2  a.g.e. sf.161
 3  a.g.e. sf.162
 4  a.g.e. sf.162
 5  “Atatürk’ün Hususiyetleri” Kılıç Ali, 1955, sf.57 (111)
 6  a.g.e. sf.116
 7  “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, II.Cilt, sf.262; ak. Hüseyin Cevizoğlu, “Atatürkçülük” Ufuk Ajans Yay., sf.48
 8  “Ekonomi Sözlüğü” O.Hançerlioğlu, Remzi Kit., 5.Bas. İst.-1993, sf. 285
 9  “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.210
 10  “Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal’in El Yazmaları” Ayşe Afet İnan, TTK, Ank.-1969, sf.437-444
 11  a.g.e. sf.447
 12  “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.B., sf.164
 13  “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, İst.-1973, sf.1187
 14  “Atatürk İlkeleri ve Türk Devrimi” Hacı Angı, Angı Yay., 1983, sf.93
 15  “Atatürkçülük” Hüseyin Cevizoğlu, Ufuk Ajans Yay., sf.63
 16  “M.Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım” Prof.A.A.İnan, Kültür Bak., Ank.-1981, sf. 119
 17  “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, I.C, 1945, Türk.İnk.Tar.Ens.Yay., sf.365
 18  “Düşünceleriyle Atatürk” Arı İnan, TTK, 2.Baskı, Ank.-1991, sf.87


Metin AYDOĞAN, 4 Eylül 2014
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!


Şu dizine dön: Metin AYDOĞAN

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 8 konuk

x