'Aman Sorun Çıkmasın' Diyerek Sessiz Kalanlar Bizi Bu Hallere Düşürenlerdir…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü PKK denilen bir ihanet şebekesi tarafından tehdit edilmektedir, bu açık ve nettir, her şey gözlerimizin önünde cereyan etmektedir…
Önümüzdeki süreçte yapılacak olan anayasa değişikliği temelinde, TÜRK- TÜRK MİLLETİ ve ATATÜRK değer ve kavramlarının anayasadan çıkarılması yani Türk Milleti’nin kimliksiz bir topluma dönüştürülmesi ele alınacaktır, bu da açıktır, her gün televizyonlar bunları anlatıyor bizlere…
İstanbul soruşturmasına gelince, kod adı Ergenekon olan bu girişimle Türk Tarihi çocuklarımızın hafızasından silinmiştir ve bu süreç devam etmektedir…
Bugün tehdit altında olan Türk kimliği, Anadolu’daki Türk varlığı ve tarihi ve Anadolu’daki son Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekasıdır, bunu görmemek için deve kuşu olmak gerekir yani başını kuma gömüp gerçeklerden uzak bir hayal dünyasında yaşamak gerekir ki bizler bunu yapamayız…
Geçen gün ÜLKÜ OCAKLARI HAREKETE GEÇMELİDİR diye bir yazı ile düşüncelerimizi size duyurmaya çalıştık, hemen medya yoluyla cevap verenler oldu: AMAN SORUN ÇIKMASIN diyerek…
Dün ÜLKÜCÜLER ANKARA’DA BİR KURULTAY TOPLAMALIDIR diye yazdık, buna da cevap yazanlar oldu medya eliyle, AMAN PROVOKASYON ÇIKAR diyerek endişelerini dile getirdiler…
Bakın şu halimize: PKK meydanları yakıyor yıkıyor, kimsenin provokasyondan derdi yok… PKK İstanbul’da otobüs yakıyor, bir genç kızımızı yakıyor, PKK ortalığı kasıp kavuruyor, ama kimseden ses yok, kimsenin BİR SORUN ÇIKAR diye derdi yok, ama ne zeman ki biz ÜLKÜCÜLER ARTIK BU MESELEYİ ANKARA’DA TOPLANSIN VE OTURSUN KONUŞSUN dediğimizde, sorun çıkar, provokasyon olur, deyip geri çekilmemizi öğütleyenler var, bunu anlamak zor…
Bu tavır bana geçmişte yaşadıklarımı hatırlattı, bir okuyun, belki çıkarılacak bir ders bulursunuz bizim yaşadıklarımızdan, sizin de bilmeniz için anlatıyorum, YA GAZİ PAŞA DUYARSA:
“…Yaşadıklarımız yanında üç günün beş günün ya da üç beş ayın önemi kalmadı artık. Tarihsel akışı içinde ayları, haftaları yeri yerine koyarız da, tam gününü hatırlamak zor. Yıllar geçiyor işte şöyle ya da böyle. Önemli olan sizde bıraktığı izidir yılların. Otuz yıl öncesine gidiyorum, yılları takvim yaprağı gibi çeviriyorum. Bakıyorum yaprağa, izi görmeye çalışıyorum bende kalan o yıllardan. Sadece yıllar mı? Değil! Bir de olaylar var, yılına bakmadan, bir isim, bir kavram söylendiğinde hemen akla gelen.
“Çocuk” derseniz, aklıma Şemdinli gelir, yıl 1993. PKK kampını haritada tarif eden on yaşlarında bir çocuk. Dediği doğru çıktı, saatlerce çatıştı kahramanlarım. “Hacı” dediğinizde Van, yıl 1998. Oğuldamı karakolunu emanet alan Hacı. Karakola saldırmasınlar diye teröristlerle pazarlık yapan Hacı. “Şıh” dediğinizde yıl 1992, Horyürek. Şıh Reşit Beğ. Beğ olmasına karşın ve de Şıh olmasına karşın silahını alıp PKK’ya amansız mücadele veren Hacı. “Uçmak” derseniz Aralık, yıl 1979. Bir katilin peşinden birinci kattan aşağı atladığımız olay…
İşte ben de birbirini kovalayan bir yıllar var, bir de olaylar, kavramlar, isimler. Yaş günü de işte böyle bir şey. “Yaş günü” derseniz bir “İmralı gelir” aklıma, “Bir Diyarbakır” ve “bir de ateş”...
Yıl 2004. Nisan’ın dördü. Katillerin başı İmralı’da, hapis. Her ne kadar binlerce canımızın katili de olsa, doktorlar onu muayene ettiği zaman, nasıl ki sizi bizi muayene ediyor, onu da öyle. Yani bir insan gibi! Yani o bir insan. Allah onu da yaratmış, bizim gibi. Onun da iki gözü, iki kulağı ve iki eli var. İğneyi batırdığınızda onun da canı yanıyor. Ateş bir düşse üzerine onu da yakıyor, hiç düşmemiş olsa bile. Madem o bir insan, o da bir yılın, bir ayında ve bir gününde doğmuş. Katili de olsa binlerce canın, onun da bir günü var, doğduğu. Yaş günü!
Siz ben doğum günü kutlarız da o kutlamaz mı! Ama bilmem ki o ne dilekte bulunur? Siz biz olsak, “Allahım, bize iyi günler göster, çoluk çocuğumuzu koru, namerde muhtaç etme, vatanımızı milletimizi koru”, deriz ya da buna benzer. Acaba o ne der? Dileği ne olabilir ki? “Allahım beni kurtar”, dese, cehennemde bile hesap sorulur ondan.
Acaba hala içinde bir kurtuluş umudu var mıdır?
Var ki, yandaşları ha bire bağırıyor: Apoya af!
Bilmiyorum ki onu kim af edecek? Biz etmeyiz, o kesin!
Başka kim affedebilir? Avrupa Birliği mi? Niye? Biz bağımsız bir ülke değil miyiz? AB’nin lafıyla mı hareket edeceğiz? Yoksa iktidar sahipleri mi af edecek? Ne dersiniz, buna cesaret edebilirler mi?
Neyse biz konumuza dönelim...
Apo yaş gününü kutlayacak! Şimdi bu kutlama İmralı’da olsa, olmaz. Niye? Tek başına, kim bilecek, kim duyacak. Siyasi kanadım, dediklerinin il ve ilçe örgütlerinde olsa, yine olmaz. Niye? Yüzlerce yandaş, yüzlerce yer, basın ilgi göstermez. Bu İmralı, ne yapsa da bu yaş gününü kutlasa ama herkes de duysa? Bunlar da ne cin fikirli bilemezsiniz, siz biz olsak bunlar aklımıza bile gelmez, ama onlara gelir her türlü cinler ve cinli fikirler! Demişler köyünde yani doğduğu yerde kutlayalım. Yer? Şanlıurfa. İlçe? Halfeti. Köyünü unuttum, Halfeti’de bir köy...
Yıl 2004. Bir ayı ve bir günü. Yaş gününe daha haftalar var, üst makamlar işi ciddiye almış, her yerden mesaj yağıyor:
“Bölücü terör örgütü PKK yandaşları, dış basında seslerini duyurmak ve Avrupa’nın dikkatlerini ülkemize çekmek ve iç sorunlarını uluslar arası platforma taşımak maksadıyla, Bölücü başının yaş gününü Halfeti ilçesi bilmem ne köyünde kutlayacakları, bu amaçla şu şu şu illerden şu kadar bu kadar sempatizanın şu ve şu plakalı araçlarla şu günü yola çıkacakları, güvenlik kuvvetlerine karşı direnişte bulunacakları, müessif olaylara meydan vermemek için gerekli tedbirlerin alınmasını…”
Bizi aldı mı bir telaş. Her gün mesaj! Olay çıkmasından korkumuz yok. Biz devletiz, yasalarımız var. Yasaya karşı gelen cezasını çeker, hepsi bu kadar, bizce olay basit… Vali bey, Şükrü Kocatepe. Devlet adamı. Ciddi. Vakur. Soğukkanlı. Düşündüğü tek şey, devlet! Emniyet Müdürümüz Kutlay Çelik. O da Vali bey gibi, ciddi. Düşündüğü, devlet otoritesi. Onlarda da telaş yok. Telaş biz de, içimizde. Niye mi? Anlatayım:
- Bu bölücü başı bir köyde doğmamış mı?
- Doğmuş.
- Bu köy jandarma bölgesinde değil mi?
- Evet, jandarma bakıyor bu işe.
- Peki, bu yandaşlar köye girerse, yaş gününü kutlarsa ne olacak?
- Hiiiç!
- Olur mu hiç! O jandarma bölgesinin komutanı kim? Biz. Üç beş mum yakıp, bir de üfleyip söndürürlerse, yaş günü kutlanmış olmaz mı? Olur. O zaman adımız, katilin yaş gününü kutlayan alay komutanına çıkmaz mı?
İşte derdimiz bu. Ama işin sadece bir yanı bu. Duyunca kızıyorsunuz, ne demek yaş günü, bir caniye, bir katile, bir haine! O yaş günü deyip toplananlar utanmaz mı hiç! Bu katiller yüzünden verdiğimiz şehit bizim şehidimiz değil mi! Hainliğin böylesi, inanın bana yüzyıllardır görülmedi hiç, ülkemizde. Ama ne yapalım, kaderde bu günleri görmek de varmış...
Köyün keşfini yaptık. Giriş çıkış yollarını belirledik. Başladık düşünmeye, birkaç gün öncesinden:
- Bunlar ne yapabilir?
- Olay çıkartacak ki, basına malzeme olsun. Avrupa habersiz kalmasın, katilin yaş gününden. Kaçırılır mı böyle bir haber hiç!
- Peki, ne yapmayı ya da bunu nasıl engellemeyi düşünüyorsunuz?
- Engelleyemeyiz, ülkemizde seyahat özgürlüğü var.
- Ama diyorsunuz ki kesin olay çıkaracaklar?
- Evet. Kesin.
- Peki, İçişleri Bakanlığı, halkın malını, canını korumakla görevli değil mi?
- Haklısınız. Bu onun görevi.
- Peki, olay çıkmadan önce niye tedbir almıyor?
- Aslında haklısınız. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde, bir grup, bir yandaş grubu ya da bir siyasi parti grubu halkın canını malını tehlikeye atacak bir eylemde bulunamaz! Eğer ki böyle bir eylemin planlandığı tespit edilirse derhal önleyici tedbir alınır.
- Ne yapılır mesela?
- İçişleri bakanlığı o tüm il valilerini uyarır, bu planlamadan. Olay çıkarılması hedeflenen İl’e, yani bizim örneğimizde Şanlıurfa’ya çevre illerden toplum olaylarına müdahalede görevli polis ve jandarma ekipleri sevk edilir, ihtiyaca göre. Gelecek gruplar her ilin giriş ve çıkışında aranır, suç delili var mı bilmek için. Kalabalık, olay çıkarılması istenen mahalde bir ucu açık olacak şekilde çembere alınır. Olay çıkardıkları anda yani mevcut yasalara karşı geldikleri anda emniyet güçleri müdahale eder. Amaç devlet otoritesini sağlamak, yasaların hakimiyetini sağlamak, çevrede bulunan ve olaya karışmayan insanları korumaktır.
- Peki, biz de demokratik bir ülkeyiz. Aynısını ya da benzerini yapmadık mı?
- Biraz evet, biraz hayır, bizim ki biraz karışık.
- Nasıl yani?
- Anlatayım…
Dedim ya bizi aldı bir telaş. O zamanlar bende iki komando bölüğü var. Çektikleri mesajlara göre en az beş bin kişi bekliyoruz, katilin yaş gününü kutlamak için gelecek olan. Beş bin kişi nasıl emniyete alınır ki? Biz de sorduk aynı soruyu kendimize, dedik, ne yapacağız? İki bölük dünyada yetmez, siz de olsanız dersiniz, yetmez. Diyarbakır’a mesaj çektik, takviye tabur istedik. Kendi kendimize jandarma gururu yapıyor, Vali beyden yardım istemiyoruz, amaç jandarma beceremedi demesinler, diye.
Diyarbakır’da Yurdaer Albay var, iyi insan, mert insan, sevdiğimiz. Aradı beni. Dedi, komutan diyor ki, “Erdal bu işi halleder, takviye istemesin.” Allah Allahım! İnanın halledemeyiz onca kuvvetle. Takviye lazım, hem de çok! Şaşırdım. Peki, dedim ama sessiz ve de çok düşünceli çok. Yaş gününe iki gün kalmış. Telaş yerini endişeye bıraktı, nasıl olacak bu iş, diyerek. Yurdaer’in de sanki başka işi yok, ertesi gün gene aradı.
Komutanım, madem bu işi siz halledeceksiniz, komutan diyor ki bir mesaj çeksin. Komutan, Cengiz Paşa. Gene şaşırdım. Ne mesajı çekeceğim? Hani, kuvvet istemiyorum gibisinden. Ama istedik!
Gurur var ya bu gurur, insanoğlu gururuna yenik düşmemeli. Düşmemeli ama olay belli. Gelecek yandaş sayısı belli. Olay çıkacağı belli. Bendeki kuvvet belli. Ayanı beyana gerek var mı, bilmem ki? Karargâhtaki arkadaşlarım, bu mesajı çekmeyin komutanım, dediler. Dinlemedim. Çektim:
“Şu gün şu olay için talep edilen takviye kuvvetten sarfı nazar edilmesini, takdir ve tensiplerine…”
Takdir yani komutan takdir edecek kuvvete ihtiyaç var mı yok mu diye. Tensip, yani onay, bu talebin yerinde görülüp görülmediğine onay verecek. Kim? Komutan!
İnanın komutan olmak zor. Bilmem ki, komutan denince aklınıza gelen nedir? Komutan nedir sizce?
Yıldızlara bakmayın, yıldızsız öyle çok komutan var ki bizde; yan yana iki asker varsa ister subay olsun ister çavuş ya da onbaşı, biliniz ki biri diğerinin komutanıdır. Öyleyse komutan nedir? Komutan amirdir. Amir emredendir. Emir, hizmeti yaptırmaktır. Yani, askeri bir hizmeti yaptırmak için emir verme yetkisi kullanan askeri kişiye komutan denir. Peki, o zaman soru şu; nasıl komutan olunur? Herkes komutan olabilir mi? Bana mı soruyorsunuz? Anlatayım. Elbet büyüklerim var. Elbet büyüklerimiz bizden daha iyi bilir. Ama sordunuz madem, anlatayım:
“…Komutan insan demektir, her şeyden önce. Bizde komutan olmak zordur deriz belki ama inanın bence insan olmak zordur. Şimdi diyeceksiniz, biz doğuştan insan doğarız. Hayır! Biz Allahın bir varlığı, Allahın bize verdiği bir can olarak doğarız. Ana şefkatiyle büyütülürüz, ana sevgisini hissederiz. O halde bu can, önce sevgiyi tanır. Sevmek, insanı sevmek, Allahın yarattığı her şeyi sevmek. Sonra eğitim, öğretim, toplum ilişkileri gelir. Bu gelenlerin ölçüsünde herkes yerini alır toplumda. Bence insan olmanın şartı sevmektir. Demiştim ya bir zamanlar, seçeceğiz adamını devletin, bilmek için sever mi insanı, diye. Herkes komutan olmamalı, bir seçim yapmalı, bakmalı, bilmeli önce bu kişi sever mi insanı! Yüreğinizde sevgi varsa hiçbir şeyden korkmayın, komutan da olursunuz, bakan da, başbakan da. Yüreğinde sevgi olan insandır. İnsan olan her şey olur zaten…”
Yıl 2004. Komutan Cengiz Paşa, takdir etti, takviyeye gerek yok, onay verdi takviye yok! Aldı mı beni bir düşünce. Beş bin yandaş, amacı kırıp dökmek olan. Çaresiz gittim Valimiz Kocatepe’ye. Dedim,
‘’Sayın Valim. Durumu biliyorsunuz. Bu yaş günü için terör yandaşları ilimizde toplanacak. Ben de iki bölük var ama yetmez önlemeye çıkacak olayları. Emniyet müdürümüz Kutlay Bey, toplum olayları ile ilgili şubelerde çalışmış, tecrübeli. Uygun görürseniz, mevcut kuvvetleriyle bizi takviye etsin’’.
Hiç düşünmedi bile, ’’Tabi albayım. Hemen emir veriyorum. Siz planlamayı yapın. Bu görevde birlikte çalışın’’, dedi. İnanın Atatürk’ün valisidir Sayın Kocatepe, Atatürk’ün devlet adamı, saygın ve şahsiyetli.
Anlattıklarımda sakın bir şey aramayın, hepsi doğal, hepsi normal. Niye? Bir ilin emniyet ve asayişinden elbet vali sorumludur. Bölgede meydana gelebilecek olayları önlemek için polis ve jandarmayı görevlendirir. Yetmezse garnizon komutanlığından takviye ister. Buraya kadar tamam.
Anlayamadığım şu, Diyarbakır’daki Cengiz Paşa’nın takviyeleri ne için? Kendine bağlı illeri takviye etmek için değil mi? Zaten Paşamın asayiş sorumluluğu yok ki kanunen, sorumluluk illerde, bölgelerde değil! Ama Cengiz Paşam öyle takdir etti, takviye göndermedi. Elbet bir bildiği vardı çünkü o komutanımdı.
Garip olan diğer şey ise Ankara. Ankara bilmiyor muydu Şanlıurfa’nın imkân ve kabiliyetlerini? Her sabahki asayiş brifinginde o günkü nöbetçi subay söylememiş miydi Kurmay Başkanına, binlerin toplanacağını, olay çıkaracağını? Peki, hangi kuvvetlerle müdahale edileceğini Ankara bilmiyor muydu acaba? Biliyorsa eğer niye susmuşlardı? Kimse sormamış mıydı Diyarbakır’a, Şanlıurfa cephesini niye takviye etmiyorsunuz, diye?
Bu sorular dursun şimdilik, biz olaya geçelim…
Emniyet Müdürümüzle verdik kafa kafaya. Dedik, bu yaş günü için gelenleri nerede karşılayalım. Birecik’te karşılasak, şımaracaklar, bak bak onca polis onca jandarma bizi karşılamaya belki de yaş gününü katilin kutlamaya geldi, diyecekler. Bu olmaz! Köyde karşılasak, diyecekler, biz bunları partiye davet etmedik, niye geldiler, deyip bize saldıracaklar. Bu da olmaz! Gaziantep-Şanlıurfa karayolunda karşılasak, trafik alt ve üst olacak! Bu hiç olmaz! Dedik öyle bir yerde karşılayalım ki, vatandaş zarar görmesin, camlar kırılmasın. Öyle bir yer olsun ki, bu katilin yandaşları basının önünde tüm dünyaya gösteri yapmasın! Öyle bir yer ki, biz bize olalım, sessiz ve sedasız karşılayalım. Herkes yaş günü yapar, yaş günü hakları var, bunlar da kendi kendilerine kutlasın ama kimseyi rahatsız etmesin. Haritaları getirttik. Araziyi incelemeye başladık. En sonunda bulduk bir meydan. Nerden bilecektim ki burası Mohaç olacak!
Halfeti ile Birecik arasında, köyden uzak, köylüden uzak, her iki ilçeden uzak, kuş uçmaz kervan geçmez bir yol çatağı bulduk. Emniyet müdürümüz tecrübeli, bayan polis bile getirtti. Arama kabinleri koydurdu, sanki görseniz Paris. Modern giyimli polisler, komandolar yok, onlar köy etrafında. Tam demokrasi. Dedim işte demokrasi bu, insan hakları bu, insana saygı bu! Neydi ki yapmak istediğimiz. Sırasıyla gelenleri aramak ve birer birer yaş günün kutlanacak köye göndermek. Gayet saf ve temiz bir duyguydu bu. Biz on on iki asker, bir köşede. Olan biteni izlemeye başladık. Nihayet kafile gözüktü. Aman Allahım, o ne araç, bir değil, yüz değil. Geldiler birer birer.
Polis tertiplenmiş. İlk araç arama noktasına girdi. Kibarca arandılar. Sonra ikinci. Daha üçüncü demeden, arkadaki araçta bulunanlar önde ne oluyor, diye merak edip inmezler mi? Siz deyin bin ben diyeyim iki bin kişi arama noktasının etrafındaki tepelerde toplanmaz mı? Arama yapılanlar polisle tartışmaya başlamaz mı? Emniyet müdürümüzün tüm iyi niyetli yaklaşımları boşa gitmez mi! İşte o zaman oldu olanlar. Ne mi oldu?
Kalabalık polisin üzerine yürümeye başladı. Polis panzerleri kalabalığa tazyikli su sıkmaya başladı. Kalabalık aldı yerden koca koca taşları. Başladı atmaya kime denk gelirse, neresine gelirse. Ortalık birbirine girdi. Düşünün binlerce kişi ve de terör yandaşı, sempatizanı, partizanı. Biz on on kişi, bir kenardayız. Bir an ne yapacağımı şaşırdım. Arama noktasında yolu birbirinden ayıran iki tepe var. Kalabalık birinci tepeyi aldı. Dedim ya Mohaç! Ağır ağır ikinci tepeye doğru gitmeye başladı. Oraya bir çıksalar yandık ve derken iki taşın arasında kaldık!
“Kaplan1 ve Kaplan-3. Kaplan-1 ve Kaplan*3. Acele köyü bırakıp bulunduğumuz yere gelin. Çok acele edin. Tamam.” Diyerek Komandoları çağırdım.
Bu ara polisin attığı bir göz yaşartıcı bomba tam üstümüzde patladı. Görebilene aşk olsun. Gözlerimiz yanıyor da yanıyor. Kalabalık bize doğru yanaşmaya başladı koca koca taşları atarak. Önce aracımız isabet aldı ve camları kırıldı. Ama onlarda ne gam, zaten amaçları zarar vermek, becerebilirlerse eğer bizi öldürmek! İnanın öldürmek! Hani bir taş sadece bir taş başınıza düşsün yeter, sizi ölüme götürmek için!
Askerler şaşkın, biraz korkulu, biraz tedirgin ne yapacağını bilememekten. Ateş etse bir türlü etmese iki türlü. Bir yandan gözlerimizi ovuştururken bir yandan silahları doğrulttuk, polisle beraber başladık havaya ateş etmeye. Dinleyen kim! Alışmışlar herhal öylesine havaya ateşe! Taşlar birbiri ardına geliyor, yüzlerce kişi tarafından ölesiye atılan. Bir polis panzeri imdadımıza yetişti, araya girdi, biz çekildik. Bu arada ikinci tepeyi almak için ilerleyişleri devam ediyor. Ben bir yandan sürekli anons komandolara, yetişin, diyerek. Baktım telefon çalıyor, arayan Ankara, İçişleri Bakanlığı:
- Albayım durum nasıl?
- Çok kalabalıklar efendim, üzerimize taşlarla saldırıyorlar.
- Aman, olay çıkmasın albayım.
- ?
Ardından Diyarbakır, önce bölge, sonra kolordu, sonra gene Ankara, harekât başkanlığı jandarmanın:
- Erdal durum nasıl?
- Çok kalabalıklar komutanım, üzerimize taşlarla saldırıyorlar.
- Aman, olay çıkmasın!
- ?
Nihayet Sayın Valimiz Şükrü bey:
- Albayım durum nasıl?
- Çok kalabalıklar efendim, üzerimize taşlarla saldırıyorlar.
- Siz de bir şey var mı albayım?
- Yok efendim.
- Gelenlerde bir şey var mı?
- Yok efendim.
- İyi, siz gerekeni yaparsınız. Dikkatli olun.
- Sağ olun Sayın Valim.
Allah aşkın, lütfen bana söyleyiniz, olay çıkmasın demek, ne demek?
Gelenler kim? Binlerce ajan kışkırtıcı!
Siz kimsiniz? Devletin güvenlik güçleri!
Konu ne? Bu saydığım ajanlar gevenlik kuvvetlerine taşlarla saldırıyor.
Ne olacak? Ne olacağı var mı, biz kendimizi koruyacağız, bize saldıranlar devlete saldırmış demektir, onlardan da bu hesabı soracağız!
Peki, bu olay çıkmasın ne demek? İnanın bilmiyorum. Olsa olsa bu, ‘’aman sorun çıkarma, vaziyeti idare et’’ demek! Peki, vaziyeti idare et, ne demek? Katilin yandaşlarına aman bir şey olmasın, siz ölseniz önemi yok, şehit der, maaş bağlarız demek!
Ne acı değil mi? Emir verme durumunda olanların acizliği ne acı! Bizi yönetenlerin ne yapacağını bilememesi ne acı! Katilin yandaşlarına verilen her tavizin, onları cesaretlendirdiğini görmek ne acı! Bu cesaretle polise jandarmaya saldıranların devletin polisini jandarmasını şehit etmesi ne acı!
Bildiğim sekiz polis yaralandı o anda. Komandolar yetişti. İkinci tepeyi aldı. Askerin duruşunu gören katilin yandaşları kedi gibi pıstı, sindi, çekildi, bindi birer birer arabalarına. Zaten hava kararmaya başlamıştı, döndüler geldikleri yere. Yazık, katilin yaş gününü kutlayamadılar! Biz de kendimize ‘’ Aponun yaş gününü kutlayan komutan ‘’ dedirtmedik ve bunun için ölümü bile göze aldık. Basın bakalım ne demiş olaylar için:
Amara'ya bırakılmadılar(05-04-2004) Özgür Politika:
“…Tutuklu Hükümlü Aileleri Hukuk Dayanışma Dernekleri Federasyonu'nun (TUHAD-FED) çağrısı üzerine birçok ilden yola çıkan binlerce kişi, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın doğum yeri olan Halfeti İlçesi'ne bağlı Amara (Ömerli) Köyü girişinde polisin sert saldırısına maruz kaldı. TUHAD-FED'in çağrısı üzerine, önceki akşamdan başlayarak birçok kentten Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın doğum yeri olan Amara (Ömerli) Köyü'ne gelen gruba, gözyaşartıcı bomba ve tazyikli su ile saldıran polis, havaya ateş de açtı. Polisin tavrını kınayan binlerce kişi ise oturma eylemi yaptı.
Toplumsal barışın doğuş yerinin Amara olacağını belirterek Öcalan'ın özgürlüğünü talep eden tutuklu yakınları, üzerinde 'Toplumsal Barış İçin Amara'ya' yazılı pankartların bulunduğu otobüslerle birçok yerde önceki akşamdan itibaren kitlesel törenler eşliğinde yola çıktılar. Amed, Batman, Mardin Merkez ile Kızıltepe ve Nusaybin İlçeleri, Adana, Mersin, İzmir, Antep, Van, İstanbul ve Ankara'dan yola çıkan binlerce kişi, dün öğle saatlerinde Urfa'nın Birecik İlçesi'nde bulunan Fırat Nehri Kenarı'nda toplandı. Çoğunluğunu kadınların oluşturduğu kalabalık grup, sarı-kırmızı-yeşil flamalar ve yerel giysilerle nehir kenarında renkli görüntüler oluşturdu.
Öcalan posterleri taşıyan grup, sık sık "Selam selam İmralı'ya bin selam", "Öcalansız dünyayı başınıza yıkarız", "Gençlik Apo'nun fedaisidir" şeklinde slogan attı. Daha sonra Halfeti İlçesi'ne bağlı Amara Köyü'ne hareket eden binlerce kişi, köy girişinde yoğun önlem alan polislerin engeline takıldı. Birecik'te 15 polis otobüsü ilçe girişine sevk edilirken, Halfeti girişine ise çok sayıda zırhlı araç ve jandarma konumlandırılırken, Amara'ya giriş-çıkışlar da yoğun kontrole tabii kılındı. Kitlenin köye girmesine izin vermeyen polisler, bir süre sonra cop, gaz bombaları ve tazyikli su ile grubu dağıtmaya çalıştı. Polis, kitlenin dağılmaması üzerine havaya ateş açtı. Polisin tavrını protesto eden kitle, zincir oluşturarak oturma eylemine başladı. TUHAD-FED Genel Başkanı Nursel Aydoğan ile 5 kişilik heyet polis amirleri ile görüşmeye çalışırken, gazetemiz basıma girdiği saatlerde oturma eylemi ve polisin engellemesi devam ediyordu...”
Aslında olay yeri jandarma bölgesi ama sağ olsun Valimiz Şükrü Kocatepe, sağ olsun emniyet müdürümüz Kutlay Çelik, bizi hiç yalnız bırakmadılar, ateşin içinden çıkardılar bizi.Sonra raporlar. Bir yaş günü hikayesi bu. Biraz acı bir hikaye, diğer hikayeler gibi. Her hikayenin bir kıssadan hissesi vardır.
Burada kıssa; bu vatan bizim, bu bayrak bizim, bu millet bizim, Türk Milleti. Bu değerler uğruna, her vatan evladı ölmeye hazırdır.
Buradaki hisse; sahip çıkmalıyız vatana, bayrağa, millete. Sahip çıkmalıyız askere, polise, jandarmaya. Onların bir kılına bile zarar gelmemesi için her şeyi yapmalıyız. Bir sorun varsa görmeliyiz. O sorunun üstüne üstüne gidip çözmeliyiz. Vatanını seven sorumluluktan kaçmaz. Olay çıkmasın demek, olayı görmezlikten gelmek, demektir. Olay çıkması gerekiyorsa çıksın, siz görevinizi, yapacaksınız. Suç işleyen olursa hesabı sorulur elbet. Bir vatanda en büyük güç ve otorite devlettir, devlet üstünde güç olamaz, otorite olamaz!
“Aman olay çıkar, aman provokasyon olur, aman sorun çıkar” diyerek gerçeği görmezden gelmeye kimsenin hakkı yoktur…
Sonuç olarak Diyarbakır cephesi, Şanlıurfa savunma hattını ateşe atmış ve savunmadaki biz, polisimizin ve de Valimizin desteğiyle ateşin içinden sağ ve de salim çıkmıştık. Aktif savunmada da olsanız bir kişi, bir er kişi yedi düvele ne yapsın!
Düşünceler alıyor beni inanın benden, durduramıyorum… Gözlerim dalıp gidiyor…. Gene daldım, uzaklara gittim çok uzaklara, Hakkâri’ye, oradan Şemdinli’ye oradan da ta en güneydoğuya doğru en uçtaki Yeşilova’ya…
Derecik’ten yola çıkarsanız Yeşilova’ya doğru orada bir mabet var, on üç şehidin kabri var ama çoğumuz bilmeyiz. Nedense bir anıtları yok, adı KETİNA olan bir anıt.
Bizim bir Başbakanımız var, adı Recep Tayip Erdoğan. Geçenler de demiş ki, “durup dururken askerler niye operasyon yapsın ki hainlere ya da katillere ya da teröristlere ya da dağdakilere. Üstüne de demiş ki askerlik yan gelip yatma yeri değildir”. Bizim Başbakan Ketina’yı bilmez. Çoğu kimse bilmez Ketina’yı.Ketina bir boğazdır Derecik beldesini Yeşilova köyüne bağlayan. Askeri açıdan kritik yani hassas bir yerdir Ketina. Bu boğazı tutmazsanız ya da kontrolünüz altında olmaz ise oradan geçmeniz size çok pahalıya mal olabilir, şehit verebilirsiniz. 1992 yılının Ekim ayı. Bu Ekim ayında biri asteğmen olmak üzere on üç vatan evladı vatan hizmeti için Ketina’ya çıkar. Görevleri bu kritik boğazı korumaktır. Rüzgâr sert eser oralarda, hava da olduğundan soğuktur, üşürsünüz. Size dayanma gücü veren yüreğinizdeki sevgidir vartana olan, bayrağa olan, anaya olan ve yare olan. Zaman da orada olduğundan uzundur geceler hiç bitmez. Bu bir gece değil ki çok gece çok. Bu bitmeyen geceler insanı hayallere sürükler, hayal edersiniz sevdiklerinizi ve bazen bu hayaller içinde dalar gidersiniz, gözünüz görmez olur.
İşte 1992 yılının Ekim ayının bir gecesinde bu on üç vatan evladı hayalleriyle baş başa gecenin bitmesini beklemektedir, bitmek bilmeyen gecenin. Anasının yârinin hayaliyle bakan gözler ne görebilir ki? Nerden bilebilir ki hainlerin kayalıkları sessizce tırmandıklarını? Ama hainler yüreklerindeki acımasızlığın, kahpeliğin gücüyle tırmanır da tırmanır. Sevgi dolu gözler nasıl görsün!
Gün ışırken on üç vatan evladı, kanlarıyla Ketina’yı sular, ruhları Allah katına çıkar, on üçü birden el ele, koyun koyuna, omuz omuza. Hainler hain roketlerle, hain kurşunlarla, hain bıçaklarla bu on üç canı alır, şehide kurşun atarak, şehide bıçak çekerek. Bu tarihimize geçen 92 Derecik çatışmasıdır.
Ketina, Derecik’e beş altı kilometre kadar uzaktır ama arazi sarptır, kayalıktır, yol yürümekle bitmez, saatler gerekir varmak için Ketina’ya. 92 yılı Ekim ayının bir gecesi on üç vatan evladı Ketina’ya doğru yol alırken, köylü, korucu, asker mevzilerine girer. Irak’tan gece yarısı gizlice ülkemize gelen teröristler Derecik’i çevirir ama Ketina’yı ihmal etmezler Yeşilova’dan takviye gelmesin diye.
Ketina’da çatışma olduğu haberi gelir gelmez Yeşilova’dan jandarmalar, Derecik’ten komandolar ok gibi fırlamış ama yol uzun, arazi zor, on üç vatan evladının yanına geldiklerinde on üç vatan evladı bembeyaz giysileri içinde gökyüzüne doğru ağır ağır yükselmeye başlamışlardı bile, el sallayarak, biz görevimizi yaptık artık vatan size emanettir diyerek.
Sabah gün ışımasıyla başlayan çatışma, biz helikopterle Derecik karakoluna indiğimizde şiddetini bitirmiş, kaçan teröristleri köylü asker kovalamaya başlamıştı bile. O tarihe kadar PKK denen silahlı mafyaya vurulan en büyük darbeydi bu, yüzlerce hainin cansız bedeni arazide yatıyordu. Ele geçen silah ve mühümmat bir komando taburunu rahat rahat donatabilirdi. Hainlerde yazmış kendi kitaplarına, taşıması zor bir darbe aldık, diye. Yirmi şehidi uğurlamıştık Allahın en yüce katına, göz yaşlı gönül yaralı.
Bu bir tarihtir, tarihe geçecek olaydır ama kimse bilmez kimse yazmaz. Ketina Boğazında on üç vatan evladı yatar. Ben bu devletin hükümetiyim diyenler gitmeli Ketina’ya, bu şehitlerin ruhlarına bir fatiha okumalı ve [i]Ey Türk Milletinin evlatları, vatan size minnettardır, demeli. Sonra bakışlarını gökyüzüne çevirerek Ey Gazi Paşa, Ne mutlu size ki böylesine kahraman bir ulusu yarattınız, Mehmetçiği yarattınız, biz bile onların sayesinde ayakta duruyoruz, Türk Milleti size minnettardır, demeli ama yürekten demeli ama içten gönülden demeli, demeli ki, biz affetmeyiz o kesin ama belki onları Allah affeder…
________________________________________
[i] Derecik Çatışması, Şemdinli’de Sınırı Aşmak, anı, yazar Erdal Sarızeybek, Pozitif Yayıncılık..
Erdal SARIZEYBEK, 27 Haziran 2011
erdalsarizeybek@gmail.com