ANADOLU’DA TÜRKLER (I)
Yeni ufuklar
İstanbul’un alınması insanlık tarihinde yeni bir ‘Çağ’ın başlangıcı olarak bilinir. Batılı doğulu tüm tarihçiler ‘Yeni Çağ’ için 1453 tarihini başlangıç olarak alırlar.
Her şeyden önce ‘Doğu Roma İmparatorluğu’nun son kalesi olan İstanbul da düşmüştür ve Batı için artık bir ‘Doğu Sorunu’na dönüşmüştür.
II. Mehmet, artık Fatih Sultan Mehmet’tir, imparatorluğun sınırlarını Erzincan (Otlukbeli)’den Preveze’ye, Sivastopl’dan Tarsus’a 2 214 000 km² ye genişletmiştir. Bu yüzölçümünün Anadolu’daki bölümü ise 511 000 km²dir. Oğul II. Bayezid ise bu topraklara 161 000 km² daha ekleyecektir.
Fatih Sultan Mehmet önemli işlerden biri olarak, Osmanlıların ilk yasalar derlemesi olan “kanunname”yi yürürlüğe koydu. Bu, dinden bağımsız yasalar derlemesinin hazırlanmasında, son sadrazam ve din adamı Karamani Mehmet Paşa’nın etkisi büyük olmuştur. Ceza yasasından, malî yasalara; tımar sahiplerinin yükümlülüklerinden, Sultanın uyruklarının konumuna değin bir dizi konuyu içermektedir bu ‘Kanunname’.
Fatih Sultan Mehmet kurumların güçlendirilmesinden yana olup, özellikle dinin insan üzerindeki etkisini iyi tarttığından dini merkezleri elinin altında tutmak istiyordu. İstanbul’u alır almaz, Ortodoks patrikliğine dokunmamış, ancak ona hem kendi işine gelen ve hem de halk tarafından tutulan bir patrik atamıştı. 1461 yılında Ermeni Başpiskoposu Yuvakim, İstanbul Patriği unvanı ile getirtilerek yerleştirilmişti. Ermenilere ve Rumlara yaptığı gibi Süryanilere de ayrı birer patrik atadı. Musevilere de bir hahambaşı atadı.
Fatih Sultan Mehmet zamanında önemli siyasi sonuçları olacak bir önlem de toprak reformuydu. Bu da Kararname gibi Karamani Mehmet Paşa’nın önerisi ile gerçekleşmişti. Çok önemli bir ekonomik düzenlemeydi. Bununla özel arazilere ve vakıf arazilerine devletçe el konuldu ve bunlar Tımar olarak tekrar dağıtıldı. Toprakların miri toprak yapılması işlemi, genel olarak, daha önce miri olup da çeşitli yollarla vakıf ve mülk haline gelmiş topraklara uygulanmıştı. Bu gibi toprakların belge ve durumları incelendi. Sonra bazı esaslar konularak devletleştirildi.
Vakıf arazilerine el konurken dini vakıfların toprakları da ellerinden alınmıştı. Bu toprak reformunun hesapta olmayan bir sonucu tarikatların ve dervişlerin güçlerinin azalması oldu. Devlet bu sonucu beklemiyordu ama gelişmeden memnun oldu. Bu işten zarar gören ve içinde dervişlerin de bulunduğu bir kitle Karamani Mehmet Paşa’ya karşı kin beslemeye başladı ve yavaş yavaş Amasya valisi Şehzade Bayezid’in etrafında toplandı.
Osmanlı Rumeli’ye yerleşmişti artık. Ama Anadolu’ya sahip olmak zordu. Bayezid döneminde bile, Osmanlı Anadolu’nun ancak bir bölümünü, o da sürekli problem yaşayarak, ele geçirebilmişti. Anadolu savaşı bitmemişti, biteceğe de benzememekteydi. Diğer taraftan, Oğuz boyları, Anadolu’ya yerleşmiş ve bu boyların adlarını taşıyan pek çok köy doğmuştu. Bu köy adlarına bakarak, Oğuz boylarının Anadolu’daki hareketi izlenebilir hale gelmişti.
Osmanlı’da Toprak Düzeni
Osmanlı toprak düzeni, ‘miri arazi rejimi’ olarak adlandırılıp, ‘kamu mülkiyeti’ kapsamında değerelendirilebilir. Özel kişilere, bağ bahçe yapmamak koşuluyla sadece onun ‘tasarruf hakkı’ verilebilirdi.
Miri topraklar, ‘tapulu’ araziler ve ‘mukataalı’ araziler olarak iki tür kullanıma açıktı. Tapulu araziler de, bugünkü anlamda ‘tapulu’ değil, babadan oğula geçebilen ama bir başkasına satılamayan arazilerdi. Köylü, toprağı işlediği sürece kendisine ‘tapulu’ varsayardı. Nitekim bugün bile, ‘kapitalist mülkiyet’i fetişleştirmemiş köylülere ‘bu toprağın sahibi kim?’ diye sorulduğunda ya Allah, ya da zeybek yemininde olduğu gibi ‘Erimiz’ diye yanıtlamaktadır.
Köylü, devlete ve dolayısıyla bağlı olduğu ‘sipahi’ye ancak yasalarca belirlenmiş hizmetleri verip, bunun dışında bir yükümlülük taşımıyordu. O nedenle ‘özgür köylü’ kapsamında değerlendirilebilirdi, çünkü henüz ‘angarya’ yoktu.
O nedenle tarıma dayalı ama henüz ‘feodal üretim biçimi’ne geçmemiş imparatorluklara ‘Köylü İmparatorluğu’ denilmesinde bir sakınca yoktur.
Miri arazi dışında kalan veya yeni ele geçirilen topraklar ise, belli bir bedel karşılığında kiraya verilirdi ki, buna da ‘ikta rejimi’ ya da ‘mukataalı topraklar’ denilmekteydi.
İkta, İlhanlılar’dan başlayarak "çeriğ yurd" olarak uygulanagelen, belli bir yerleşim yerinin (köy ya da sancak) gelirinin, istenildiğinde çıkarılacak ordu (çeriğ)nun at ve techizatının sağlanması koşuluyla asker ya da sivillere verilmesidir.
İlhanlılar (1258-1344)
XVI.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Tımar topraklarının ya Hazine veya diğer nüfuzlu kişiler tarafından, kendi çıkarlarına uygun olarak elegeçirilmesi ve bu yolla dirliklerin, askerî hizmetler için değil, para ile satın alınabilen birer geçim kapısı haline gelmesi sonucu, Osmanlı malî sisteminin çöktüğü ileri sürülebilir.
Mustafa Akdağ’ın anlatımına göre ise, özellikle 1555 lerden, yani I. Ahmet’in saltanatının (1603-1617) sonuna kadar geçen süre Timar'ın askerî bir teşkilât olmaktan çıktığı bir dönem olarak alınmalıdır (1).
Burada sorun, Ordu’nun hazineden ödemeli kapıkulu olarak mı daha etkin yoksa Tımarlı sipahiler olarak mı daha etkin olduğundan çok, Tımar rejiminin bozulmasının toplumsal (sosyal) sorunlara yol açıp açmadığı biçiminde ele alınmalıdır.
Çünkü iltizam, Osmanlı devlet gelirlerinin (vergilerin) bir bölümünün belli bir bedel karşılığında devlet tarafından kişilere devredilerek toplanması yöntemi olup, vergiyi toplamayı üstlenen kişiye ‘mültezim’ yani bir tür yüklenici (müteahhit) denilmektedir. Açık arttırma sonucu iltizamı üstlenen mültezim, böylece devlete karşı belli bir ödeme yapmayı taahhüd eder ki, işte imparatorluğun malî (finansal) olarak ‘batması’nda bu iltizam yönteminin neden olduğu söylenebilir.
Mültezimler açık arttırmayla çıkarılan mukataayı bırakacağı kâr hakkındaki tahminlere göre değerlendirdikten sonra devlete tekliflerini verirlerdi. Hazine teklif verenler arasından en yüksek teklifi yapan mültezime Tahvil adı verilen ve genellikle 1-3 yıl arasında değişen bir devre için, o mukataayı vergilendirme hakkını devrederdi. (Hazine mültezimden senet ve kefil ister, sorumluluğu yerine getiremez ise mallarına el konurdu.)
Bu yöntemle, mültezim, devlete ödemeyi taahhüt ettiği vergiyi karşılamak ve aynı zamanda kendi kârını sağlamak için köylüler üzerinde büyük baskı ve keyfî uygulamalara yönelmiştir.
İltizam yönteminde vergi daha çok ürün olarak toplanırdı ve bu âşar (öşür-ondalık) vergisi Cumhuriyet’in ilk yıllarına değin uygulanageldi (1925).
Tımar Düzeninin Önemi
Osmanlı Timar Sisteminin XVI. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren bozulmaya başlamısının belirtileri “düşen dirliklerin” sipahiliğe yarar kişiler yerine Hassı Hümayuna katılması veya Saray halkı, Ümera, Rical gibi yüksek zümreye has olarak verilmesi şeklinde başlamıştır. Giderek tümden bozulmuş, ileri gelen herkes hizmetkârına bile dirlikler alma yolunu bulmuş, böylece seferlere katılacak olan Timarlı Sipahilerin sayısı alabildiğine azalmıştır.
Bu durum XVII. Yüzyılın sonuna doğru İmparatorluğun bir toprak aristokrasisi elinde parçalanmasına varacaktır.
Ancak bu açıklamaları, “Timarın bozuluşunun nedenleri değil ama askerî bir teşkilat olmaktan çıkmaya doğru geçirdiği aşamalar” olarak görmek de olasıdır, diyen Mustafa Akdağ’a göre, ‘gerileme’nin nedenlerinin başka tarihsel koşulları da vardır.
Örneğin, başlangıçta büyük seferlere katılıp, gösterdikleri yararlılığa göre verilen dirliklerin, XVI. Yüzyıl ortalarında, Anadoluda küçük bir eşkiya hareketine karşı hizmet edenlere bile verilmesinin nedenleri üzerinde durulabilir.
İmparatorluğun siyasal evrimine göre ele alındığında, Topraklı sipahiliğin gelişimi üç başlıkta incelenebilir:
1. İmparatorluğun kuruluşundan geniş, yayılma savaşlarının son aşaması olarak kabul edilebilecek olan, 1530 tarihine kadar, uzun bir dönem, Devletin diğer müesseseleri gibi Timarın da iyi işleyen bir düzen olduğu söylenebilir. Her seferden ganimetle dönen zengin bir sipahinin köyündeki raiyyeti ile ilişkisi henüz kötü değildir.
2. Fakat, 1530-1555’lerde, Timar sahiplerinin eski refahlarını kaybetmeye başladıklarına, hatta güçten düşmekte olduklarına işaret eden bir takım belirtiler vardır; örneğin, çiftçi sınıfı ekonomik bir darlık içine düşerek, tarımdan soğumaya başlamıştır. Tabii, bu durumdan sipahiler de zarar göreceklerdi. Hatta, 1526 yılından önce bile, Reaya ile Timar sahipleri ve Beyler arasında oldukça fazla bir geçimsizliğin ortaya çıktığı görülmektedir. Öte yandan, Doğuda, Batıda ve denizlerde sürüp giden savaşlar, serhad muhafazaları hep Timarlı Sipahi üzerine yüklenmiş olduğundan, bu sınıf yorulmuştur. XVI. Yüzyılın ortasına gelindiği zaman, artık bu sınıfın hallerinden memnun olmayışları ve eski disiplinlerinin bozulmuş olduğu, gerek Anadoluda ve gerek Rumelide, temamen açığa çıkmış bulunuyordu. Eşkiyalık ve soygunlarda hep Dirlik sahiplerinin parmaklarının bulunması bunu göstermekteydi.
3. 1555 den I. Ahmet’in saltanatının sonuna kadar geçen zamanı Timar'ın askerî bir teşkilât olmaktan çıktığı bir dönem olarak almak hiç de yanlış olmaz.
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem
(1) Mustafa Akdağ, ‘Tımar Rejiminin Bozuluşu’, A. Ü. D. T. C. F. Dergisi, F. 6