ANADOLU’DA TÜRKLER (II)
Tımar’ın sonu
Timarın bozuluşu Devletin Ordusunu temamen ulûfeli askerlerden oluşturmaya zorlamıştı. Oysa bu kolay değildi. Çünkü böyle bir şeyin yapılması vergi düzeni ile yönetim mekanizmasının yeniden kurulmasıyla olanaklıydı. Ne XVI. ve ne de XVII. yüzyıllarda, bu türlü derin değişiklikler yapmak ise olanaklı değildi. O nedenle imparatorluğun hem iç ve hem diş ilişkilerinde derin çalkantılar oldu.
Gerçekten de, 1630’larda, Timarlı Sipahi denilen askerî örgütlenme hemen hemen tükendi. Bu dönemde, Zeamet ve Timar miktarı 7-8 bin olarak tahmin edilmektedir. Bunlar da, ‘Cebeli’ olarak kullanılmayıp, ancak ‘Yaya’ ve ‘Müsellemler’ olarak görev alabilrilerdi.
1560’larda Ulûfeli asker sayısı 40 bin Kul'a çıkmıştı ki o da yılda 1223 yük akçe ulufe demekti. 1623’lerde 100 bin Kul askerine 4 bin yük akçelik ulûfe vermek gerekiyordu. Yani, yarım yüzyıllık bir dönemde, hazinenin yalnız kul için katlandığı ulûfe giderleri üç katına yakın bir artış göstermişti. O nedenle de yöteciler Timarlı Sipahiliği yeniden kurmak istemişlerdir. Fakat bu girişimlerden sonuç alınamadı.
Çiftçinin sipahiye ödemekle yükümlü olduğu resimler ve öşür bu kez çoğunlukla mültezimlere satılmaya başlanmış, Ümeraya has olarak verilegelmekte olan yerler de daha geniş birer iltizam toprağı durumuna girmişlerdi. Beyler sancaklara, aşağı yukarı, birer mültezim gibi davranıyorlardı ve Timar, askerî bir kurum olarak kabul edilirse XVII. Yüzyılda artık sonlanmış bulunuyordu.
XVI. yüzyılda İmparatorluğun askerî temeli Timarlı sipahiye dayanmaktan öte, yönetsel örgüt ve iç güvenliği de bu sınıf üzerine kurulmuş bulunmakta idi.
Sekban ve Sarıcalar
XVII. yüzyılda ise Ordu, Topraklı Sipahilikle hiç ilgisi olmayan iki ögeye dayandırılmış bulunmaktadır. Bunlardan birisi Kapu Kulları ve diğeri de Sekban ve Sarıcalardır. Kapu Kulları başından beri maaş olarak ulûfe alıyorlardı. Aşağı yukarı, Timarlı Sipahilerin ve onların Cebelilerinin yerini tutmuş bulunan Sekban ve Sarıcalar da, gene Kapu Kulları gibi, ulufe almaya başladılar. Şu farkla ki, bu yeni tip askerlerin ulûfeleri, Hazinei Hümayun tarafından değil, vilâyet beyleri tarafından ödenecektir.
Bu durumun dış seferelerde olumsuz bir etkisi ‘henüz’ görülmemektedir. Hattâ son olarak, Viyana bile kuşatılabilmiştir.
Timarlı Sipahiliğe son verecek olan genel sipahi ayaklanmalarının 1555 de Rumeli'de başladığı ve 1559 da Şahzade Bayezid olayı dolayısıyla da Anadolu'da yaygınlaşmaya başladığı görülmektedir. Sipahilerin böyle Hükümete başkaldırmaları, bu tarihten sonra, Anadolu toplumu üzerinde kesin etkiler bırakacak ve yüzyıllar boyunca silinmeyecektir. Ne var ki, sorun ne Hükümdar ve ne de Devlet’in kendisi değil, ama Anadolunun ekonomik ve sosyal olarak bir ‘çöküntü’ içinde bulunmasıdır.
Yani, sorunun kökeninde ne ‘din’ ne ‘mezhep’ ve ne de ‘etnisite’ değil, doğrudan ekonomik olarak geçimin sağlanması sorunu yatmaktadır.
Anadolu, XVI. Yüzyılın ortalarından itibaren, Medrese talebesinin ve çiftini terketmiş bir yığın boş insanın - ki, o zaman bunlara Levent deniyordu- yaratmakta oldukları bir karışıklık içinde bulunuyordu.
Sonradan Celâlî adını alacak olan bu kişiler, tamamen yoksul insanlar oldukları için, Celâlî Başbuğları bunları beslemek ve sürekli bir güç olarak yanlarında tutabilmek için, soygunculuğa, ve ister Hükümetten olsun ister Reayadan olsun, şunun bunun malına el koymağa başladılar. Böylece, başlangıçta Hükümete karşı ayaklanmaktan başka bir içeriği olmayan sipahiler sorunu leventlerin işe karışmasıyla, her kesimden halkı içinde barındıran büyük bir ‘toplumsal mücadele’ biçimi aldı.
Kişisel anlaşmazlıkların rolü de önemli bir yer tutuyordu. Örneğin, bir gecede evi basılıp malı yağma olunan bir kişi, bunu yapandan intikam almak için, bu kez kendisi bir grup levent toplayarak düşmanını izliyordu. Giderek öyle bir biçime dönüştü ki, ya sırtını bir hükumet yuetkilisine dayamak ya da bugünkü özel güvenlik gibi ‘koruma’ birlikleri oluşturmak zorunda kalınıyordu.
« Âsi levent bölüklerinin başında hep sipahi, zaim, alaybeyi gibi dirlik erbabı bulunmuştu. Neticede Dirlik Erbabı yok oldu. Kuyucu Murad Paşadan sonra, bu karışıklıklara daha kati bir son vermeyi düşünen Veziriâzam Nasuh Paşa mücadelenin asıl içtimaî âmili olan Leventleri Sekban ve sarıca adı ile Devletin resmî vilâyet askerleri haline koyarak hem sipahilerden boş kalan eksiği tamamladı ve hem de; boş insanları azalttı; şuhalde eskidenberi Cebeli adı ile Dirlik Erbabının emrinde seferlerde kullânılagelmiş olan Anadolu yiğitleri bundan sonra Sarıca ve Sekban bölükleri halinde Ümeranın, yani, Sarayın çırakları oldukları için hükümet merkezine muhakkak sadık olan insanların emrinde bulunacaklardı.” (1)
Anadolu düzeninin bir daha bozulmaması için gidilen bu yoldan umulan sonucun alınmadığını 1623 den sonra başlayan olaylarla ortaya çıkmış olacaktı. Ne var ki, artık bu tarihten sonra ortaya çıkan Anadolu başkaldırılarında, Topraklı Sipahiler olmayacak ve olaylar bir başka biçim alacaktır.
Sekban veya Sarıca denilen kişiler Anadolu halkından seçilmekte olup, daha önce levent adını taşıyan insanlardır. Gerek Seban ve gerek Sarıca bölüklerinin birer bayrakları vardı. Bölüklerin başında Bölükbaşıları ve onların üstünde de Başbölükbaşları bulunurdu. Kapıkulları gibi ulûfe alıyorlardı. Emrinde oldukları beyle iletişimlerini Bölükbaşıları aracılığıyla yapmaktaydılar. Disiplin bakımından Yeniçerilere çok benziyorlardı. Beye değil, daha çok Bölükbaşılarına bağlı idiler. Bunların 1683’lere değin büyük sorunlar çıkarmadıkları söylenebilir.
Vilayetlerde, Topraklı Sipahi yerine bu örgütlenme kurulmakla birlikte, Kapı kulları da Anadoluya dağıtılmaya başlamıştı. Özellikle, Atlı Bölükler, atlı oldukları için çoğunlukla sancaklarda oturuyorlardı. İşte, 1623’de, Sultan Osmanın katli ile başlıyan bu ikinci dönem Celali isyanları gene leventlere, yani bu sıradaki adları ile, Sekban ve Sarıcalara dayanmış olmakla beraber, eylemleri yönetenler, vilâyet askerî örgütleri kendilerine verilmiş bulunan Saraydan yetişme Paşalar ve bunların yardımcıları olan Atlı Bölük ileri gelenleridir.
“Gerek Paşaların ve gerek Atlı Bölük Sipahilerinin isyanları asla padişaha karşı değildir. Saraylı oldukları için orada kendilerine muhalif gördükleri vezirlere veya sadrıâzama karşı hareket ederler. Hele Sipahiler, Yeniçerilerle husûmetlerinden dolayı, her İstanbula yürüyen âsî Paşanın başına toplanırlar. Köprülü Mehmet Paşanın sadaretine kadar devam eden bu türlü hadiseler daha çok bir nevi particilik karakteri taşırlar.”
Sekban ve Sarıcalar âdeta Saraylı Ümeranın yol göstericiliğinden kurtulmuş, kendi Bölükbaşılarının ve Başbölükbaşıların idaresinde üçüncü dönem Celali isyanlarını başlatmışlardı. Bu yeni Celâlî Şefleri saraydan gelme Paşa olmayıp, doğrudan doğruya Sarıcaların ve Sekbanların kendi içlerinden yetişme oldukları için, aynı anlamı kasdederek bunlara “Türedi” adı verilmiştir.
“Celâli isyanlarının Topraklı Sipahilerin başbuğluğundan saraylı paşaların idaresine nasıl geçtiğini biliyorsak da, Türedilerin bunlardan nasıl ayrıldıklarını henüz tetkik etmemiş bulunuyoruz.”
Türedilerden sonra Celâlilik son bulmuş gibi görünmektedir. Çünkü bunlardan sonra gelen Ayanlara Celâli adını vermek doğru olmayacağı için, bunları bir başka kategoride değerlendirmek gerekecektir.
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem
(1) Mustafa Akdağ, ‘Tımar Rejiminin Bozuluşu’, A. Ü. D. T. C. F. Dergisi, F. 6