ANADOLU’DA TÜRKLER (III)
İlk ‘muhtıra’
Eğer De Saurigny’in sözlerine inanılacak olursa (1), Fatih Sultan Mehmet zamanın en bilge ‘astronomi’ bilgini kadar astronomi biliyordu. Ve yine, eğer Fatih’ten sonra gelen Osmanlı padişahları onun kadar ‘ileri görüşlü’ ve ‘aydın’ olabilselerdi, Türkler bütün Avrupa’yı egemenlikleri altına alabileceklerdi.
Ne var ki, Fatih Sultan Mehmet yerine, oğullarından daha ‘aydın kafalı’ Cem Sultan değil, ama ‘sofu’ II. Bayezid geçecek ve saltanatının yirminci yılında (1502) yönetimi sadrazama bırakıp, kendisini bilime değil ama ‘ilim’e kaptıracaktır.
Öyle ki, Sultan babasının ölüm haberini alır almaz, vali olarak bulunduğu Amasya’dan İstanbul’a gelmek yerine, sadrazama oğlu Korkut’u tahta çıkarmasını ve kendisinin hac görevini yerine getirdikten sonra döneceğini bildirmiş ve oğul Korkut dokuz ay ‘Osmanlı Padişahı’ olmuştur (2).
Nitekim, kimi askerî başarılarına karşın, Ordu (Yeniçeriler) artık saltanatı şehzade Selim’e bırakması için, ‘muhtıra’! verecek ve Ordu’nun bu alışkanlığı, iyi ya da kötü, günümüze kadar gelecektir (*).
II.Mehmet II. Bayezid I. Selim I. Süleyman
(1451-1480) (1481-1512) (1512-1520) (1520-1566)
I.Selim tahta geçtikten sonra, kuşkusuz önce kardeşleriyle uğraşacaktı. Babasının gözdesi, Ahmet ve ardından Korkut’u hallettikten sonra, sıra Ahmet’in biri Şah İsmail’in yanında biri de Mısır Sultan’ın yanında olan iki oğluna gelecektir.
Bir ‘kahraman’da olabilecek tüm yetenekler olduğu için ‘Yavuz’ diye adlandırılacak olan I.Selim hem Tebriz’e (1514) ve hem de Kahire’ye girecektir (1517).
Ne ki, seferde kaptığı bir hastalık yüzünden birkaç gün içinde ölecek ve Osmanlı’nın ‘Altın Çağı’nı yaştacak olan oğlu I.Süleyman tahta geçecektir.
Sivas’tan Ötesi
Açıktır ki, Anadolu denildiğinde bugün Edirne’den Kars’a ya da Muğla’dan Hakkari’ye olan toprak anlaşılmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, ‘Anadolu’ derken, ya kimi yazarların bugünkü Bursa-Balıkesir yöresini (Natolie) ya da kimilerinin Muğla-Antalya yöresini (Anadolie) kastettikleri de bilinmektedir. Sonuçta ‘Sivas’tan ötesi’, Osmanlı tarihi açısından bakılınca XVII.ci yüzyılın ikinci yarısına değin, ‘sorun’ olarak kalmış, çözüm ‘aşiret’ yapısına dayandırılmıştır.
Kuşkusuz bundan kimi ‘hikmet’ler çıkarmak değil amacımız. Ama tarhisel gerçeklik budur.
Daha 1505 yılında Şah İsmail, II. Bayezid’e bir elçi göndererek Trabzon’daki şehzade Selim’in yaptığı akınlardan şikayet ediyor ve Trabzon’u Osmanlılardan istiyordu. Trabzon valisi Şehzade Selim ise durumdan son derece kaygı duyuyordu.
Özünde bu iki ‘mezhep’in biribirini ‘dindışı’ görmesinin yankısıydı. Buna altyapıda ‘aşiret örgütlenmesi’ de eklenince, aynı etnik kökenden gelen Türk kavimleri birbirlerini ‘düşman’ olarak göreceklerdi.
O arada Ermeni ve Kürt’lerin tarih sahnesine çıkıp ‘egemenlik’lerini ilan etmeleri hiçbir dönemde sözkonusu olmadığı için, ancak bu ‘çekişmeli’ ortamdamdan yararlanarak zaman zaman yön ve yan değiştirerek seslerini duyurmaya çalıştıkları söylenebilir (daha doğrusu ‘söylenmelidir’).
Şah İsmail’in Devletini kurmadan bir yıl önce (1500) Erzincan’da Şamlu (Shamlu), Ustacalu (Ustadjlu), Tekelü, Dulkadir (Dzulqadir), Çepni (Jepni), (Rumlu), Varsak, Bayatlu, Kaçar (Qajars), Karamanlu, Afşar, Karadaglu vb Türk aşiretleri bir ‘Kurultay’ topladılar. Bu kurultayda Acirlu, Arapgirli, Baharlu, Bayburtlu, Bozcalu, Çemişkezekli, Hınıslı, İspirlü, Turgutlu göçmenlerinin temsilcilerinin olduğuna da kuşku yoktur.
Erzincan’dan ötede ise, Şah İsmail (1497–1524) ilk önce Akkoyunlular’la savaştı ve Azerbaycan’ı ele geçirdi. Artık Tebriz Şah İsmail’in başkenti olmuştu. Tebriz’de 12 imam adına hutbe okutup para bastırır ve Safevi devleti resmen kurulmuş olur (1501). Böylece ‘Şiizm’, Devlet dini oluyordu.
Yavuz Selim ve Şah İsmail (1487-1524)
Şah İsmail, devletini kurar kurmaz bugünkü İran’ı (1503), Hazar Denizi’nin güneyini (1504) ve bugünkü Irak’ı (1505-1508) topraklarına kattı.
O arada;
“ Türkler terk ittiler diyarların
Yok bahaya sattılar davarların.”
Ve ‘akın akın’ ‘Şah’a gittiler’...
Tam da bu nedenle, I.Selim için ‘Doğu’ya yönelmek bir kaçınılmazlık olmuş ve ister istemez çatışmalar çok ‘kanlı’ olmuştur. Kaldı ki, I.Selim henüz tahta geçmeden Şahkulu ayaklanması Batı Anadolu’da patlamış bulunmaktaydı (1511).
Bir bakıma İmparatorluk Rumeli’de sağlam temeller üzerinde dururken Anadolu baştan sona kaynakmaktaydı.
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem
(*) Burada, Mirebau’nun Prusya için söylediği şu söz anımsanabilir: “Prusya, ordusu olan bir Devlet değil, Devlet’i olan bir Ordu’dur”. Kuşkusuz daha sonra bu Jean Jaurès’te, ‘Asker-Ulus’ biçimininde tasarlanacak ama hiçbir dönemde hiçbir ‘asker’ bu sözü kavrayacak kapasiteye ulaşamayacaktır.
(1) M.DE SAURIGNY, Le Monde, Histoire de tous les peuples, (Depuis les temps les plus reculés à nos jours), Imprimerie de Béthune et Plon, Paris, 1844
(2) II. Bayezid’in vasiyetlerinden biri de, hac yolunda giydiği elbise ve ayakkabılarının tozunun biriktirilerek bir kerpiç yapılması ve mezarına konmasıdır. Çünkü o yolda tozlanan ayakkabının tozları bile cehennem ateşinden koruyacak değerdedir. İşte bu padişah, çağ açan Fatih’in büyük oğludur. Ve çok daha ilginci, bu sofu Sultan’ın şarabı çok sevdiği gibi, sarhoş oluncaya değin içtiğidir.