ANADOLU’DA TÜRKLER (IX)
Ticaretin dini
Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama ve gerileme dönemlerinin nedenlerinden biri de, ‘Yeni Deniz Yolları’nın keşfi olarak bilinir. Oysa Doğu Akdeniz ve Mısır limanları hâlâ önemini koruyor ve Leibniz, Fransa kralı XIV. Louis’ye verdiği ‘bilgi notları’nda Fransa’nın Mısır’ı fethetmesini bir ‘kutsal görev’ olarak niteliyordu.
Bu Alman hukuk doktorunun Paris’te ne işi vardı denilecek olursa; nedeni Leipzig’de öğrenimini tamamlayan Leinbiz’in, önce Mayence (bugünkü Mainz) Devleti’ne ‘danışman’ ve ardından Paris’e ‘diplomat’ olarak atanmasıdır.
Kaldı ki, XIV. Louis, Osmanlı Devleti’yle kapitalüsyonların yenilenmesi için her yolu deniyor ve bu ‘sorun’un çözümü konusunda tüm Avrupa’nın ‘bilge’ kişilerine başvuruyordu.
Fransa’da Colbert, İngiltere’de Polonyalı Newton ve Gresham, Hollanda’da Barush Spinoza, bir yandan kendi alanlarında çalışırlarken, bir yandan da, dönemin ‘aydın’ları olarak, şu Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’yı nasıl ikna ederiz diye kafa yormuyor değillerdi. Daha anlaşılır biçimde, denilebilir ki, gelişmekte olan ‘ticari kapitalizm’ dönemin bilim adamlarının görüşlerinden alabildiğine yararlanıyordu.
Ancak, Hukuk doktoru Leibniz’in “Mısır’ın fethi Fransa’nın hakkıdır” değerlendirmesini tarihe not düşmeden geçmeden olmaz.
Oysa De la Haye’in İstanbul’dan ayrılmadan önce kapitülasyon anlaşması belgelerini Köprülü’nün huzurunda havaya fırtlatması üzerine, Köprülü’nün de kılıcını çekerek Büyükelçinin önündeki tabureyi ikiye bölmesi, antlaşmaların henüz ‘kılıç zoruyla’ yapıldığı dönemde olduğumuzu göstermektedir.
Değil mi ki, Leibniz, doğanın devinimlerini inceleyen fizik’te, ‘zor’u, gelecekteki bir değişimi içinde barındıran ‘hal’ olarak görmekte ve o güne kadar geçerli olan ‘atom kuramı’nı reddetmekteydi. Mutlak atom diye bir şey olamazdı. O ancak bizim tasarlama zayıflığımızın sonucu olabilirdi, asıl olan (subtance) ‘zor’du. Devinim ise zor’un göreli farklı görünümlerinden (différence phénoménale relatives) başka bir şey değildi. ‘Devinim yasası’ kendine özgü bir töz (substance) yaratmaktaydı.
O halde, ticaretin önünde ‘engel’ oluşturan ve hareketin ‘göreli bir hali’nden başka bir şey olmayan Osmanlı İmparatorluğu ‘zor’la ortadan kaldırılabilirdi. Bunu yapacak olan da, olsa olsa o dönemin en güçlü Devlet’i Fransa olabilirdi. Sonuçta tarihi devindiren bu ‘zor’ değil miydi?
Leibniz’in önerileri ‘kuramsal’ olduğu kadar ‘pratik’ti. İlk hedef olarak Malta’yı gösteriyor, oradaki şövalyelerin Fransa yanlısı olduğunu ekliyordu. Sonra Mısır’dan önce Suriye’nin alınmasını ve nereye ne kadar ‘güç’ yığılmasına değin ayrıntılı bir plan sunuyordu.
Öyle ki, Fransa, Toulon’da 30 000 kişilik bir ‘güç’ hazırlığına giriyor ve ‘Türklerin Avrupa’dan kovulması’ görüşü dinsel (Hristiyanlık) ve bilimsel (diferansiyel !) ince hesaplara dayandırılıyordu. Ticaretin ‘dini’ de vardı ‘imanı’ da..
Fransa’nın iki büyük düşmanı vardı: Okyanuslarda Hollanda, Akdenizde Türkler. XIV. Louis, Hollanda’dan başladı. Türkler’le uğraşmak Napolyon’ara, Delcassé’lere, Sarkozy ve Hollande’lara değin, differansiyel bir farkla sürüp gelecekti.
Yine de Colbert’in ‘sağduyusu’ diyelim, bir Fransız-Türk savaşını engelleyecekti. Ve Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, İngiliz, Hollandalı, Venedikli, Genovalı ve Avusturyalı tüccarların Türkiye’de ‘kendi evlerinde imiş gibi’ davranabileceklerini açıklayacaktı (1673).
‘Yeni Kapitülasyonlar’, 1604’tekine ek 19 madde içeriyordu. Kutasal yerlerde ‘söz hakkı’nın tanınması bunlardan biriydi.
XIV. Louis memnundu ama içindeki ‘Haçlı özlemi’ hiçbir zaman dinmedi ve tüm yaşamı Türkiye’nin fethini tasarlamakla geçti.
II. Süleyman (1687-1691)
1676’da Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Sadrazam olacaktı (1676-1683). Hareminde 1500 cariye 700 bakıcı, atlar, arabalar, hanlar ve hamamlarla Kara Mustafa’ya çok paranın gerekli olduğu ortadadır. Döneminin ilk iki seferi de Ruslara karşı başarısızlıkla sonuçlanacaktı (1677 ve 1678).
Osmanlı’da toprak ve saygınlık kaybolmaya başlamıştır artık.
Ardından Kara İbrahim (1683-85), Sarı Süleyman (1685-87) ve Abaza Siyavuş (1687-88) paşalar Sadrazam olacak, Devlet IV. Mehmet’in son döneminde yeniden bir ‘başıbozukluk’ ortamına sürüklenecekti.
O dönemde Kaymakam olan Köprülü Fazıl Mustafa Paşa, İmparatorluğu kurtarmak için İmparator’u harcayacak ve IV. Mehmet’i tahttan indirecekti. IV. Mehmet’in Fazıl Mustafa Paşa’ya sözü ise ‘Allah muvaffak etsin!’ olacaktı.
İşte bu ortamda, iyi bir ‘Derviş kültürü’ alan ama Devlet’ten anlamayan II. Süleyman tahta oturacaktı. Osmanlı’nın ‘işi Allah’a kalmıştı’ da denilebilir.
Neden böyle dediğimiz sorulacak olursa; Osmanlı’nın çöküşünü doğrudan ‘Yeni Deniz Yolları’ veya ‘Yeni Üretim Sistemi’ne bağlamanın tüketici olmadığı, sorunun özünde ‘hanedanın yetersizliği’nin yattığını vurgulamaktır.
II. Süleyman’ın ardından, yine kendisi gibi sarayın dışına çıkmamış kardeşi II. Ahmet gelecekti.
Tam da bu dönemde, Devlet’in başına ‘hanedan’dan birinin olmaması tartışması da yapılmadı değil.
Keşke ‘Osmanlı hanedanı’, hiç değilse IV. Mehmet’ten sonra ‘padişah’ vermemiş olasaydı...
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem