Antik Çağ Ege ve Roma Uygarlığı
Antik Ege uygarlığı, her uygarlık gibi kendisinden öncekilerden etkilenerek ortaya çıkmış; sanat, siyaset, edebiyat, felsefe alanlarında sorgulayıcı bir anlayışla ileri ürünler vermiştir. Yönetim biçimini belirleyen siyasal düzen konusunda gerçekleştirdiği dikkat çekici gelişme, soyluerki (aristokrasi) egemenliğinin bireysel diktatörlükle değil, beysoyluların (aristokratların) tümünün katıldığı bir düzenle sürdürülmesiydi. Katılımcılığa dayanan demokratik işleyiş, siyaset düzeninin bünyesine sokulmuş, ancak bu işleyiş, nüfusun küçük bir bölümünü oluşturan soylular sınıfının kullandığı bir ayrıcalık olmaktan ileri gidememişti.
Ege Uygarlığı
Günümüz Avrupa kültürünün temelini oluşturduğu kabul edilerek bugün Helen Uygarlığı adı verilen Tunç Çağı uygarlığı M.Ö.9.yüzyılda Ege Denizi çevresinde ortaya çıktı. Helenler’le bir ilişkisi olmamasına karşın, kuzeyde Makedonya ve Trakya; Anadolu’da Frikya, Misya, Lidya, Karya ve İyonya’dan oluşan bu uygarlığa, Batılılar Helen Uygarlığı adını verdiler ama bu uygarlığın konumuna uygun düşen tanımlama, herhalde Helen değil her iki kıyıyı kapsayan Ege Uygarlığı olmalıydı.
Ege Uygarlığı’nı ise, özellikle M.Ö.8.yüzyıldan sonra, tek bir uygarlık olarak adlandırmak güçtü. Kuzeyden gelen Dor kavimlerinin 8.yüzyılda başlayan yayılmalarıyla, Grek Uygarlığı geriye giderken, Batı Anadolu’daki İyon Uygarlığı, parlak bir döneme girmişti. Üretim düzeni olarak kölecilik, tarih sahnesine ilk kez Dor yönetimindeki Sparta’da ortaya çıktı.
İyonya
Ege Uygarlığı ’nın en ileri parçasını oluşturan İyon Uygarlığı, Anadolu’nun batı kıyılarını kapsıyor ve Aka, Lidya, Eti, Minos ve Miken uygarlıklarının bir ürünü olarak M.Ö.8.yüzyılda ortaya çıkıyordu. İyon (İon) kelimesinin aslının, Türkçe’de sahip efendi anlamına gelen İye’den geldiği ve aynı anlamda olan Türkçe aka, eke, eti, ata sözcük ailesinden olduğu kimi tarih araştırmacılarının kabul ettiği bir görüştür. 1
Kendine özgü ses düzenine sahip İyon dili, bugünkü Grekçe değildi. İyon dili, Hint-Avrupa adıyla kümeleştirilen dillerden olmadığı gibi Sami dili de değildi. Fransız tarihçi A.Jarde; “Grek Halkının Oluşumu” (La formation du peuple Grec) adlı eserinde, “Grek dilinde Hint-Avrupa dilleriyle açıklanamayan birçok sözcük bulunduğunu ve bu sözcüklerin başka bir dilden alındığını” söylemiştir. 2
Konuyla ilgili araştırma yapan kimi tarihçiler, İyon diline hem köken hem de yapı olarak, Anadolu ve Trakya’da lehçe ayrımlılıklarıyla kullanılmış olan Orta Asya dillerinin birçok kelime verdiğini kabul etmektedir. Ayrıca eski Grek yazısı da bugünkü Yunan yazısı değildi. Birçok yerde tabletleri bulunan eski Grek yazısı bugüne dek okunamamıştır. 3
Antik Çağ Katılımcılığı
Antik Ege uygarlığı, her uygarlık gibi kendisinden öncekilerden etkilenerek ortaya çıkmış ve sanat, siyaset, edebiyat, felsefe alanlarında sorgulayıcı bir anlayışla ileri ürünler vermiştir. Yönetim biçimini belirleyen siyasal düzen konusunda gerçekleştirdiği dikkat çekici gelişme, soyluerki (aristokrasi) egemenliğin bireysel diktatörlükle değil, beysoyluların tümünün katıldığı bir düzenle sürdürülmesiydi.
Katılımcılığa dayanan demokratik işleyiş, siyaset düzeninin bünyesine sokulmuş, ancak bu işleyiş, nüfusun küçük bir bölümünü oluşturan soylular sınıfının kullandığı bir ayrıcalık olmaktan ileri gidememişti. Bu nedenle, “demokrasinin beşiği” olarak kabul edilen İlk Çağ uygarlığı, ayrımlı biçimlerde de olsa, benzerleri hemen tüm sınıflı toplumlarda görülen ve azınlık egemenliğine dayanan bir devlet biçimini ortaya çıkarmıştı.
İnsan topluluklarının devlete geçişin ilk evrelerinden beri kral ya da egemen sınıfın temsilcileri tarafından yönetilmesi, devlet kuran tüm uygarlıkların olduğu gibi Ege uygarlığının da ortak özelliğidir. Ancak, kendilerine uygarlık ve “demokrasi” adına ayrıcalıklı konum arayan Batılılar, Grek Uygarlığı’na özel önem vermişler, Sparta ve Atina’daki azınlık yönetimlerini, demokrasi olarak niteleyip, kendilerine örnek almış ve kültürlerinin dayanağı saymışlardır.
Soylular Demokrasisi
Antik kent devletlerinde başlangıçta soylular sınıfının tümünü kapsayan yönetime katılma hakkı, giderek daralmaya başladı. Gelişen deniz ticareti ile varsıllaşan ve ayrıcalıklı sınıf içinde daha da ayrıcalıklı bir küme durumuna gelen soylu varsıllar, yönetim üzerindeki etkilerini arttırdılar. Meclisler ve onu belirleyen seçimlere yön verenler onlardı. Yönetim kararlarına katılmanın ölçütü artık, eşitlik değil varsıllıktı.
Ayrıcalıklı sınıfın bireyleri, “eşit” yurttaşlardı, ancak bu yalnızca görünüşte böyleydi. Soylular sınıfı içinde ortaya çıkan ayrışmayla, kararlara katılma hakkına sahip olanların sayıları azalmaya başlamıştı. Bu gelişme, yönetim biçiminin “soylular demokrasisi”nden otokrasiye dönüşmesi ve oligarşik yönetimlerin ortaya çıkmasıyla sonuçlanacaktır.
Avrupalıların Tavrı
Avrupalı’lar, “Atina demokrasisi” adıyla tanımlanan İlk Çağ kent düzenine, kültür ve yönetim köksüzlüklerini gidermek amacıyla sahip çıkmışlardır. Bu nedenle İlk Çağ tarihine, çoğunlukla, bilimsel ve yansız bir bakışla yaklaşamazlar. Grek ya da Roma uygarlıklarını gerçek boyutuyla değil, olumsuzlukları olumluluklara dönüştürerek ve konuya gizemli bir hava da vererek ele alırlar.
Ancak, konuya bilimsel nesnellikle yaklaşanlar da elbette vardır. Bunlardan biri olan Pirenne Jacques, “Atina demokrasisi”nin, “politik alanda özgürlüğü hiçbir zaman kabul etmemiş” olduğunu söyler ve “dar bir site milliyetçiliğine sıkışıp kaldığını” ileri sürer. 4
Jacques’e göre Atina ve benzer konumdaki Grek kentlerinde, topluma egemen olanlar, “soylular sınıfı çıkarlarını”, diğer bireylerin en basit “doğal ya da sosyal gereksinimlerinin önüne” koyar. Atina “demokrasisi”, “baş eğmeyi, acıya katlanmayı ve ses çıkarmadan çalışmayı” kabul ettiren baskıcı bir düzendi. 5
Eşitler Eşitsizliği
Küçük devletçikler (polis) olarak yapılanan Helen kentlerinde nüfusun az olması, yurttaşlık haklarına sahip azınlığın toplanarak birlikte karar vermesine olanak sağlıyordu. Sparta nüfusunun 250 bine ulaştığı en kalabalık dönemlerde bile, Kent meydanı’nda (agora) yapılan karar toplantılarına katılma hakkı yalnızca 6 bin kişiye tanınmıştı. 6
Katılım oranı, nüfusu 6 bin olan Aegina ve 2 bin olan Plataea ’da da ayrımlı değildi ve zaman içinde giderek küçülüyordu. 7 Sparta’da eşitler’in sayısı M.Ö.5.yüzyılda 6 bin iken 4.yüzyılda 1500’e, 3.yüzyılda 700’e düşmüştü. 8
Sparta’da vatandaşlık haklarına sahip ayrıcalıklı egemen sınıftan başka, tarım işleriyle uğraşan ve sınırlı haklara sahip pariyekler ile esir konumundaki hilotlar adı verilen sınıflar vardı. Bunlar, yoksulluklarından ve onursuzluklarından dolayı siyasi hakların tümünden yoksun bırakılmışlardı. Baskıyı sürekli kılan hükümet, her yıl hilotlara karşı silahlı sefer düzenler ve yolda ya da tarlada gördükleri hilotları rast gele öldürürlerdi. 9
Sparta’nın kuralsız öldürmeyi içeren vahşi yöntemleri, yalnızca hilotlarla sınırlı kalmaz, her aile “sağlıklı olmadığına” karar verdiği çocuklarını da öldürürdü. “Yeni bir bebek doğduğunda, baba onu muayene için aile büyüklerinin önüne getirir; sağlıklı olduğuna karar verilirse bebek babasına verilir, aksi durumda derin bir su çukuruna atılarak öldürülürdü.” 10
Gerçek bir soyluerki (aristokrasi) olan Atina demokrasisinde, yarım milyona varan nüfus içinde, vatandaşlık hakkına sahip insan sayısı 30 bin kadardı. Atina vatandaşı olmak için Atinalı ana ve babadan doğmak gerekirdi.
Nüfusun çok büyük bölümünü metek adı verilen ve herhangi bir hakka sahip olmayan esirler ve yabancı kökenliler oluştururdu. Egemenlik kurulan yörelerde yerel halk hızla köleleştirilir ve “Helenizmin hizmetine” alınırdı. Aristoteles, esir metekler’i şöyle tanımlıyordu: “Metekler; esir, canlı bir mülk, evcil hayvanlara benzeyen ve insan olan bir alettir.” 11
Atina Demokrasisi ve Kadın
Atina “demokrasisi”, kadınları kölelerle bir tutar, baba kızını istediği adama satabilirdi. Kadın erkeğin kendisi için verdiği kararlara uymak zorundadır, uymazsa aşağılayıcı bir tanım olan Partenos Ademos ön adını alırdı.
Koca, karısını değiştirmek ya da başkasına vermek hakkına sahipti. Doğurmayan bir kadını kovmamak, tanrılara karşı gelmek sayılır ve kusur kimde olursa olsun kadın evden kovulurdu.
Çokeşlilik yaygın ve geçerli ilişki türüdür. Koca karısına düşüncelerini açmaz, çünkü o, düşüncesine başvurulacak akılda biri değildir. Evlilikte sevgi ve saygı değil, erkeğin isteklerinin yerine gelmesi esastır, evlilik Atina’da Sophokles’in deyimiyle “bir alışveriştir”. 12
Grek ailesinde değişmez kılınan erkek üstünlüğü, karı-koca ilişkisini önemli oranda köle ilişkisine dönüştürmüştü. Antik Grek şiirinin ilk ustalarından Hesidos (M.Ö.800), Grek ailesinin temelini, “karı ile sabana koşulan öküzün” oluşturduğunu söylüyordu. 13
Aileyi, sınırsız yetkilerle tam bir despot gibi yöneten erkek egemenliği için, ünlü Aristo (M.Ö.284-322), “erkek yaradılıştan üstündür, kadın ise ondan aşağıdır; erkek haklı olarak buyurur kadın ise boyun eğer, bu kaçınılması olanaksız bir yasadır” diyordu. 14
Köle emeğine dayanan ve kadınlara siyasi hak tanımayan Antik çağ Grek anlayışı, bu konudaki etkisini Batı’da bugüne dek sürdürmüştür. Kölelik ancak 19.yüzyılda kaldırılmış, kadınlara siyasi temsil hakları ise 20.yüzyılda tanınmıştır. Oysa Antik çağ Ege uygarlığının ortaya çıktığı dönemlerde, Orta Asya’daki Türk boylarında yönetime katılma, kadına verilen önem, köle kullanma ve egemenlik kurulan halklara tanınan haklar konusunda ileri uygulamalar vardı.
Günümüzle Örtüşme
Antik çağ demokrasisi ile günümüz Batı demokrasileri arasında, “yönetim haklarının sınırlanması ve bu hakların ayrıcalıklı bir azınlık tarafından kullanılması” konusunda, birbiriyle örtüşen bir anlayış vardır.
Batı demokrasilerinde bugün var olan, “kesin” ve “değişmez” ortak özellik; yönetime katılma hakkının, seçimlere ve gösterişli parlamento toplantılarına karşın, halk tarafından değil, nüfusun küçük bir azınlığınca kullanılıyor olmasıdır. Halk oy verme hakkına sahiptir ancak bu ‘hak’, ustalıklı önlemlerle onu yönetime getirecek bir araç olmaktan çıkarılmış ve ‘seçimler’ halkı yönetimden uzak tutan bir kısır döngü durumuna getirilmiştir.
Batı’da bugün demokratik bir yönetim düzeninden söz edilecekse, bu düzenin sınırlarının, Antikçağ kent devletlerindeki aristokrat demokrasisinin sınırlarından daha geniş olmadığı herhalde kabul edilecektir.
İkibin yıllık aradan sonra, hala yaşatılan bir başka benzerlik, siyasal düzenin, temsil haklarını küçük bir azınlık yararına sınırlıyor olmasına karşın, en ileri ve evrensel bir uygarlık işleyişi olarak sunulmasıdır. Bu anlayışın doğal sonucu, kendisi dışındaki tüm uygarlıkların yok sayılması ya da uygarlık sayılmamasıdır.
Antik çağ demokrasileri, bugünün Batı demokrasilerinde olduğu gibi, yalnızca siyasal alanda değil, bu alana bağlı olarak toplumsal yaşamın diğer alanlarında da, herkesi kapsayan dengeli bir gelişme sağlayamamıştır. Sanat, yazın (edebiyat) ve bilgelikte (felsefede), ileri ürünler ortaya çıkarılmış, ancak aynı başarı, örneğin tıp ve doğa bilimlerinde gösterilememiştir. Düşünsel alanda bilgelik akımları geliştirilmiş, ancak kuramsal olarak gerçekleştirilen bu gelişme, insanı temel alan uygulamalara dönüşememiştir.
Roma İmparatorluğu
Batı Roma İmparatorluğu, emperyalizmi uygulayan tarihteki ilk devlettir. Ren, Tuna boyları, Anadolu, Kırım, Suriye, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika, İspanya, Fransa ve İngiltere’yi ele geçirmiş, buralarda 43 eyaletten oluşan büyük bir imparatorluk kurmuştu. 15
Yayıldığı geniş alan içinde, Akdeniz ve Karadeniz’i kendisi için koşulsuz egemeni olduğu bir iç deniz haline getirmişti. Onlarca devlet ve halkı içine alan bu geniş imparatorluk, ekonomiden kültüre, dilden dine yönetim biçiminden toplumsal ilişkilere dek, yaşamın hemen her alanında zora dayalı, baskıcı bir düzen kurmuş ve Roma üstünlüğü diğer uygarlıkların yok edilmesi üzerine oturmuştu.
Toplumsal Temel
Ege uygarlığının yarattığı toplumsal birikim üzerinde yükselen Roma İmparatorluğu, Kent devletleri işleyişini geliştirdi ve birçok halkı bir arada tutmayı başaran bir yönetim düzeni kurdu. Roma toplumunun temeli, günümüzde gens ya da klan adı verilen ve kan bağının belirlediği ortak bir ataya sahip olmaya dayanıyordu. Ortak atanın oluşturduğu her gens topluluğu, kendi içinde familia denilen alt topluluklara dayanıyordu.
Başlangıçta kan bağının sağladığı eşitliğin geçerli olduğu Roma topluluklarında zamanla, aynı Yunan kentlerinde olduğu gibi, patrici adı verilen ayrıcalıklı bir yönetici sınıf oluşmaya başladı. Familialar zaman içinde varsıl patriciler ve giderek yoksullaşan plepler olarak bölündüler. Plepler, aynı kan soyundan gelmelerine ve sayılarının daha çok olmasına karşın, ayrıcalığı olmayan ikinci sınıf yurttaşlar durumundaydılar. Yönetime katılma hakları yoktu; “adalet” patriciler tarafından “sağlandığı” için sürekli güç yitiriyor ve köleleşiyorlardı. Bunlar patricilere borçlanıyor, ödeyemedikleri zaman da köle olarak satılıyorlardı.
Meclisi oluşturan, kralı seçen, yasa koyan ve uygulayanlar hep patricilerdi. Ayrıca patriciler arasında bile eşitlik söz konusu değildi. Senato ’ya siyasi gücü yüksek, en varsıl familia önderleri girebiliyor ve Senatonun seçtiği kral, varsıl seçkinlerin haklarını, imperium denilen geniş yürütme yetkisiyle, içerde ve dışarda koruyordu. 16 Günümüzde kullanılan emperyalizm tanımı, Roma krallarının kullandığı bu geniş yetkiden kaynaklanmıştı.
Roma’nın Kökeni
Roma Devleti, M.Ö.6.yüzyılda askeri diktatörlüğün egemen olduğu, merkezi yapıdan uzak ilkel bir köyler federasyonu ’ydu. Roma’nın güçlenmesi, Etrüsklerin bölgeyi ele geçirerek İtalyan Yarımadası’na yerleşmesiyle başladı ve Roma gerçek bir kent niteliğini o zaman kazandı.
Etrüsklerin İtalya’ya nereden geldikleri, Roma’ya egemen kıldıkları kültür ve dillerinin kökeninin ne olduğu konusunda; Batılı araştırmacıların tüm çabalarına karşın, kanıtı olan bir görüş ortaya koyulamamış, Etrüsk dili hala çözülememiştir.
Son dönemdeki çalışmalarda Akdeniz kökenli bir halk olduğu savı geçerliliğini yitirmiş ve Etrüsk’lerin, M.Ö.800 yıllarında Anadolu’dan (Lidya’dan) gelerek Etruria ’yı işgal ettikleri ve henüz Demir çağını yaşamakta olan yöre halkını egemenlikleri altına aldıkları görüşü ağırlık kazanmıştır. 17
Batılılar, Roma uygarlığını aynı Ege uygarlığı gibi ele almışlar ve bu uygarlığın da, Avrupa’nın kültürel kalıtı (mirası) olduğunu kabul etmişlerdir. Roma devlet yapısının yönetici sınıfı ilgilendiren kimi yönetim birimlerinde, seçimlere dayalı bir işleyişin ortaya çıkmış olması, Avrupa demokrasisi ’nin tarihsel kökleri olarak görülmüş ve bir özkalıt (miras) olarak sahiplenilmiştir.
Roma’da Katılımcılık
Roma’da M.Ö.4.yüzyıldan başlamak üzere, meclisler ve katılımcı bir işleyiş ortaya çıkmaya başlamıştı. Ancak bu meclislere katılmak, aynı günümüzdeki Avrupa demokrasileri’nde olduğu gibi azınlığın, hem de küçük bir azınlığın kullanabildiği, bir ayrıcalık durumundaydı. Temsili kurumlar, herzaman yönetici sınıf olan patricilerden, onların da en varlıklı kesimi olan soylu familia önderlerinden oluşuyordu.
Seçilmişler ya da atanmışlar olarak yönetici sınıf içinde yer almak için soylu olmak yetmiyor ve yönetimin aşama düzeni (hiyerarşisi) en üstten en alta, sahip olunan servetin niceliğine (miktarına) göre belirleniyordu. Para, her değerin tek ölçütü ve “her kapının tek açıcısıydı”; hemen tüm dünyayı elinde bulunduran Roma, “yalnızca ikibin varsıl ailenin” elinde bulunuyordu. 18
Yönetim düzeninin bu işleyişi o denli belirgin duruma gelmişti ki, Spartacus köle ayaklanmasını bastırarak 20 bin köleyi Roma yolunun iki yanında çarmıha geren, İmperium yetkisine sahip Preator (yargıç ve eyalet yöneticisi) ve Consul (en yüksek yönetimerki) görevlerini elinde bulunduran Licinius Crassus’un serveti, 400 bin Roma ailesinin (familia’nın) bir yıllık geçim giderine eşitti. 19
Marsilyalı Solvien adlı bir yazar, Roma’ya duyulan hoşnutsuzluğu; “Barbarların garip yaşamlarını paylaşıp acı çekmek, Romalılar’ın yanında adaletsizliğe katlanmaktan yeğdir” diyerek dile getirmişti. 20
Roma’da yönetim gücü, Senato, Halklar Meclisi (Comitia Curiata), Yüzler Meclisi (Comitia Centuriata), Kabileler Meclisi gibi yönetim yapılanmalarına dayanıyordu. Bu organlar, seçime dayalı bir katılımcılığı öngörüyordu, ancak temsil sınırı hiçbir zaman, küçük bir azınlığı oluşturan yönetici sınıfın dışına çıkmıyordu. Özellikle bunalım ve savaş dönemlerinde, varsıl seçkinlerin seçtiği Senato bile yönetim yetkisini, dictateur’lere devrediyor, başlangıçta belirli sürelerle sınırlanan dictateur ’lük işleyişi, bunalım ve savaşların artmasıyla uzun süreli bir yönetime dönüşüyordu.
20.yüzyılda yalnızca Mussolini faşizminin ya da Hitler nazizminin değil, biçimsel ayrımlarla tüm Batılıların, Roma düzenine hayranlık duymalarının haklı ve anlaşılır nedenleri vardır. Bu nedenler, yönetim gücünü ele geçirenlerin varlıklarını korumak için, “sınırsız” bir yönetim yetkisine duydukları gereksinime bağlıdır. Roma İmparatorluğu’nun dağılmasından feodalizme, kapitalizmin ortaya çıkışından 20.yüzyıl emperyalizmine dek Batı toplumlarında geçerli olan yönetim işleyişi, her zaman bu “gereksinimin” üzerine kurulmuştur.
Roma yönetim düzeninin yalnızca içeriye dönük uygulamaları değil, egemenlik altına aldığı başka ülkelere karşı yürüttüğü dış politika da, günümüz büyük devlet politikalarıyla örtüşür durumdadır. Etki altına alınan ülke halklarının gelir kaynaklarına el koymak, ekonomik ve politik işleyişi belirlemek, işbirlikçi kullanmak ve bu yolla içsel olgu durumuna gelmek, hem Roma İmparatorluğu’nun hem de bugünkü Batılı devletlerin uyguladığı yöntemlerdir.
Roma, ele geçirdiği ülkelerde, yerel halkın yaşam biçimine, kültürüne, inançlarına ve yönetim geleneklerine karışıyor, bu alanlarda bilinçli yozlaşma ve bozulma yaratıyor ve ülkeleri kendi haklarına yabancılaşan dirençsiz topluluklar haline getiriyordu. Siyasi, mali ve askeri her açıdan egemenlik altına alınan ülkelere, özellikle sınır bölgelerinde, Roma’nın çıkarlarını savunma görevi veriliyor, bu ülkeler “ileri karakollar” olarak kullanılıyordu.
Roma Köleciliği
Roma gereksinim duyduğu insan gücünü karşılamak için, sömürgelerden yoğun olarak köle getirildi. 2000 yıl sonra, 18. ve 19.yüzyıllarda benzer amaçlarla Afrika’dan zenci köle getiren Amerikalılara esin kaynağı olan bu uygulama sorunu çözmediği gibi, daha köklü ve kalıcı sorunların ortaya çıkmasına yol açtı.
Geniş araziler üzerine kurulan ve tümüyle köle emeğine dayanan büyük çiftlikler (latifundium) ortaya çıktı. Köle çalıştırma, hızla diğer alanlara yayıldı ve sürekli sorun üreten asalak bir düzene dönüştü. Roma, varlığını ve geleceğini borçlu olduğu kölelere bağımlı duruma geldi. Latıfundium’larda toplanmış olan geniş köle kitleleri sürekli ve çoğu kez düzeni sarsacak biçimde ayaklandılar.
Köleciliğin yoğunlaşması, yalnızca ekonomik alanda değil, ona bağlı olarak siyasi ve toplumsal ilişkilerde de bozulmalara neden oldu. Yönetimi elinde bulunduran egemen azınlık, askeri yöneticilik ve mali uğraş dışındaki üretime yönelik çalışma biçimlerini aşağılayıcı bir iş olarak görüyordu. Üretimle ilgili işler onlar için, “bayağı ve rezil” bir uğraştı. 21 Özgür Romalı “ücret karşılığında çalışmazdı”, çünkü bu “başka bir insanın buyruklarına bağlı olmak” demekti. Bu ise, köleliğe ait bir ilişkiydi. 22 “Grek felsefesini Romalılara tanıtan” düşünür 23 olarak ünlenen Cicero (İ.Ö.106-43), “ücretli emek sefilliktir ve özgür bir insana yaraşmaz” diyordu. 24
Bu tür yaklaşımlar, zaten küçük bir azınlığı oluşturan yönetici egemenleri, tümüyle yaşamla ve halkla bağı olmayan hastalıklı unsurlar durumuna getirdi. Toplumu ayakta tutan üretim eyleminden ayrı olarak, ev hizmetleri ve yazmanlık gibi yönetsel görevler dâhil hizmet kesiminin tümünde işler, yalnızca köle emeğiyle yürütülmeye başlandı. Köleler, topraktan ayrılması olanaklı olmayan ve ağır iş gören makinalar durumuna gelirken yönetici sınıf, entrikaya dayalı siyasetten başka bir işle uğraşmayan, dengesiz despotlar haline geldi.
Kölelerin, topraktan ayrılması mümkün olmayan makinelar durumuna gelmesi, onları, zamanla topraktan ayrı olarak satılamayan, yerleşik tarım emekçileri durumuna soktu. Çiftlik ve köle mülkiyeti el değiştiriyor ancak köle, çiftliğin asal unsuru olarak kalıcılığını sürdürüyordu. Bu süreç, köleci üretim ilişkilerinin, bağlı olarak da Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü hazırlayan Orta Çağ serfliğini ortaya çıkaracak koşulları yaratıyordu.
1 “Tarih I” Kaynak Yay., 4.Baskı 2000, sf.182
2 a.g.e. sf.181
3 a.g.e. sf.186
4 “Büyük Dünya Tarihi”, Jacqes Pirenne Meydan Yay., sf.79; ak. Hüseyin Kılıç, “Batı’da Kadın”, Otopsi Yay.-2000, sf.30
5 “Batıda Kadın” Hüseyin Kılıç, Otopsi Yay.-2000 sf.32
6 “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi” İletişim Y., 8.Cilt, sf.2500
7 a.g.e. sf.2501
8 “Tarih I, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 4.Bas. 2000, sf.206
9 a.g.e. sf.206
10 “Batı Felsefe Tarihi” Bertrand Russell, Kitaş Yay.-1969 sf.173; ak. Hüseyin Kılıç “Batıda Kadın” Otopsi Yay.-2000, sf.32
11 “Tarih I, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri”, Kaynak Yay., 4.Bas.-2000, sf.221
12 “Seks Açısından Bir Kadın–Bir Erkak” Kraft Ewing Altın Kit. Yay.-1970, sf.172; ak. Hüseyin Kılıç, Otopsi Yay.-2000, sf.38
13 a.g.e. sf.40
14 “Aristo: Politika”, Çev. Niyazi Berkes, 1.C., Maarif Vekaleti Yay.-1944, sf.3; ak. Hüseyin Kılıç “Batı’daki Kadın” Otopsi Yay., -2000, sf.40
15 “Roma Hukuku” Prof.Ziya Umur, İÜHF Yay. -1965, sf.138; ak. a.g.e. sf.43
16 Ana Britannica, Ana Yay. A.Ş. 26.Cilt, sf.318
17 Ana Britannica, Ana Yay. A.Ş. 11.Cilt, sf.428
18 “Batı’daki Kadın” Hüseyin Kılıç, Otopsi Yay.-2000, sf.56
19 “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi” İletişim Yay. 8.Cilt, sf.2513
20 “Orta-Asya” Jean-Paul Roux, Kabalcı Yay.-2000, sf.45
21 “The Craftsmen Giardina, and The Romans” Jean Paul Marel sf.321; ak. L.C.Thurow, “Kapitalizmin Geleceği” Sabah Kit. İst.-1997, sf.12
22 Encyclopedia Britannica, Cilt 20, sf.632; ak. a.g.e. sf.12
23 “Felsefe Ansiklopedisi” Orhan Hançerlioğlu, 1.Cilt, Remzi Kitap, 1985, sf.101
24 “The Roman Empire” Paul Veyne, A History of Private Life from Pagan Rome to Byzantium (Cambridge, Mass: Belknap Press, 1987), sf.118; ak. a.g.e. sf.12
Metin AYDOĞAN, 31 Ocak 2014