Arap Baharı Denen Şey, Sonrasında Türk Düşmanlığına Dönüşecektir
Biz Türkler hem Müslümanlığa, hem de Müslümanlığın kutsal sayılan topraklarına gönül vermiş, can ve kan pahasına korumuş asil bir milletiz.
Biz, bir avuç askerle Medine’yi korurken, Peygamber sülalesinden geldiği söylenen Mekke Şerifi Hüseyin ise bizi sırtımızdan vurmuştur, ama hala sesimiz çıkmaz bizim.
Bizim Araplardan, bu Peygamber sülalesinden geldiklerini söyleyenlerden korkumuz yoktur, ama biz şundan korkarız; “Yüce Peygamberimizin, bu Arapların yapmış olduğu ihanetleri duyduğu zaman incinmesinden” korkarız, bu nedenle sesimiz çıkmaz bizim.
Bu Mekke Şerifi Hüseyin’in ihanetlerine yakından tanık olanlardan bir önemli şahsiyet de Falih Fıfkı Atay’dır. Bakınız önce İstanbul için ne diyor, bu sözü alıp günümüze taşıyınız;
“Vatan kaybı İstanbul’da çabuk unutulur…”
Osmanlı’dan çocuklarımızın öğreneceği çok şey var; nerede yanlış yaptık ve neden kaybettik, bunu bilmeleri gerek. Bu amaçla da önce Falih Rıfkı’dan, Çankaya’dan, Zeytindağı’ndan başlamaları gerek, bakın neler anlatıyor Falih Rıfkı;
“… Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lut denizine ve Gerek dağlarına bakıyorum. Daha ötede, Kızıl denizin sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame’nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin’dir. Daha aşağıda Lübnan var, Suriye var, bir yandan Süveyş kanalına, öbür yandan Basra körfezine kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum. Çıplak İsa, Nasıra’da marangoz çırağı idi.
Zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmeyen tek şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz…
Halep’in esas familyalarının asılları Türklerdi. Osmanlı imparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi. Suriye, Filistin ve Hicaz’da, “Türk müsünüz” sorusunun birçok defalar cevabı “estağfurullah” idi…”
Hatırlıyorum da, Nazlı Ilıcak ile Başbakan Erdoğan bir televizyon programında söyleşiyor. Ilıcak soruyor, Erdoğan cevap veriyor. Mesele, nihayetinde, Falih Rıfkı’nın anlatmak istediği “Türk olmak” konusuna geldi. Başbakan Erdoğan’ın cevabı aynen şu olmuştur:
“Türk olmaktan gocunmuyorsanız kendinize Türk diyebilirsiniz...”
(Bu konuşmaya gazeteci, yazar Emin Çölaşan tanıktır, Hürriyet’teki köşesinde yazmıştır).
Ya Medine?
Sırtımızdan vurulduğumuz Medine?
Bakın Falih Rıfkı’ya, ne hatırlatıyor bize Medine ve Araplar hakkında, yıl 1916-1917’dir;
“…Ne Medinesi? Bir gün aşağı geçecek bir kıtayı selamlamaya inmiştik. Tren varken, Adana’dan beri yayan yürümekte idiler. Üç bin kadar zayıf, soluk ve üstü başı yıpranmış Türk çocuğu, yorgun argın önümüzden geçtiler. Biliyor musunuz, nereye gidiyorlardı, ADEN’e! …
İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işlemektedir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi…
Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi vardı zannetmeyiniz. Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı idi… Filistin için tehcir(göç ettirme), Suriye için tedhiş( zor kullanma) ve Hicaz için ordu kullandık. Yafa kıyılarında Balfur’un beyannamesini bekleşen hesaplı Yahudiler, bu uğurda kafa değil, bir portakal bile feda etmediler. Hicaz ayaklandı, Suriye ise sustu…”
Tarih yine tekerrür edecek, bu Arap baharı denilen şeyle, hepsi bir olacak, o yıllarda kimler bir olmuşsa ve bu bir Türk düşmanlığına dönüşecektir… Yaşanılanlar unutulmasın için yazdım…
_____________________________
Çarçella, Anadolu’da Ateşle Oynamak, sayfa 117-119.
Erdal SARIZEYBEK, 17 Eylül 2011
erdalsarizeybek@gmail.com