"Arap Baharı" ve Mısır'da Uluşçu Akımlar (1882-1952)
Arap ülkelerini “demokrasi” adına kan gölüne çeviren ve adına “Arap Baharı” denilen emperyalist uygulama, neden ve sonuçlarıyla Türkiye’de yeterince ele alınmadı, ders çıkarılmadı. Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya uzanan geniş coğrafyada, geçmişte gerçek bir “Arap Baharı” yaşanmış; Mısır, Fas, Tunus, Libya ve Cezayir’de; Batı emperyalizmine karşı ses getiren ulusal bağımsızlık mücadeleleri gerçekleştirilmişti. BOP’un gereği olarak, üstelik “bahar” adı verilerek yapılan yıkım, bu mücadelelerden bir anlamda öç alma girişimiydi. Mısırlılar, Avrupalıların geleneksel Arap ve Mısır uygarlığının tarihsel değerlerini yıkacağını görerek, mücadeleye 19.yüzyılın sonlarında başlamıştı. Arap Rönesansı (Nahda) denen akım, bu mücadeleyle ortaya çıktı. El yordamıyla da olsa gelişmeye başlayan bu tür ulusçu akımlar, 20.yüzyıla girerken yeni bir aşamaya ulaştı. İslam reformcusu Cemalettin Afgani’nin izleyicileri, dini-siyasi reformcular, Arap (fellah) subaylar ve orta sınıftan gelen aydınlar, yeni akımın yandaşlarıydı. Genç avukat Mustafa Kamil ve Muhammet Fend ilk ulusal partiyi bu dönemde kurdu. Mısır’ın gerçek “baharı” 1952’de Nasır Devrimi’yle başladı. Ancak, zenginleşen yönetici sınıf ve yerli dinci örgütler, emperyalist egemenliğin gönüllü dayanakları oldu ve bu uyanışa karşı çıktı.
Osmanlı Dönemi
Yavuz Sultan Selim, 1517’de Mısır’ı bir Osmanlı eyaleti durumuna getirip, hilafeti ve umduğunu bulamadığı Memlûk hazinesini İstanbul’a taşıdığında, tüm Kuzey Afrika’da 400 yıl sürecek Osmanlı egemenliğinin de temelini atmış oldu. Akdeniz ve Hint ticaret yolları üzerinde kurulan Osmanlı denetimi, Avrupalıları Hindistan’a denizden ulaşma çabası içine sokmuş ve I.Selim Avrupalıları, bilmeden yeni bir dünya bulmaya yönelten kişi olmuştu. 1503’de Hindistan’da duruma egemen olan Portekizliler ise, Mısır aracılığıyla yapılan baharat ticaretini bitirmekle bu ülkenin, Nil vadisinden başka ekilebilir arazisi olmayan, yüzde 86’ı çöl olan bir ülke durumuna gelmesine yol açmıştı.
Mısır’daki Osmanlı egemenliği, Avrupalıların denizaşırı sömürgelerdeki yönetim biçimlerinden çok ayrımlıdır. Padişahın bir yıllık süre için gönderdiği paşalar, yerel halkın yaşam biçimine karışmadan hem bölgeyi yönetiyor, hem de niceliği Saray tarafından belirlenmiş olan vergi ve askerleri toplayıp İstanbul’a yolluyordu.
Mısırlılar, bunaltıcı Bizans baskısından kurtulan Balkan halkları gibi, despot Memlûk yönetiminden çok daha özgür bir ortama kavuşmuştu. Osmanlı yönetimi, Anadolu halkına göstermediği hoşgörüyü bu tür ülkelere gösteriyordu.
Sarsılan Egemenlik
Fransa ve Rusya’nın 17.yüzyıldaki birkaç cılız girişimi ve 1798’deki Napolyon’un Mısır seferine karşın, Osmanlı düzeni 1807’ye dek sürdü. Bu tarihte, Napolyon’a karşı savaşmak üzere gönderilen Kavalalı bir Arnavut subayı olan Mehmet Ali, bir süre sonra yönetimi ele geçirdi. Güçsüz düşmesi nedeniyle ayaklananlara, paşalık ve yönetim yetkisi vermeyi alışkanlık haline getiren İstanbul, Mehmet Ali’ye paşa rütbesi verdi ve Mısır’a vali atadı.
Bu ünvan ve yetkilerle yetinmeyen Mehmet Ali, 1839’da yapılan Londra Konferansı’nda Batılı devletlerle uzlaştı ve Farsça’da hükümdar anlamına gelen Hidiv adını aldı. Bu ada karşılık verdiği kapitülasyon hakları, gelişmeye başlayan Mısır’ın üretimini yok etti ve Mısır, diğer sömürgelerde olduğu gibi kendisini, yoksulluk ve çatışmalarla dolu bir girdabın içinde buldu.
Sömürgeleşme
1869 yılında Süveyş kanalı açılınca Mısır’ın gerek ekonomik ve gerekse askeri önemi olağanüstü arttı ancak Mısır’ın geliri artmadı. Tersine, kanal borçlarını ödemeye çalışan Mısırlılar ekonomik ve akçalı açıdan Batı’ya doğrudan bağımlı duruma geldi.
İngiltere ve Fransa kanaldan kolay gelir elde edip, stratejik düzeyde ticari ayrıcalıklara sahip olurken, Mısır, işlenmiş maddelerin tümünü dışarıdan alan ve yalnızca işlenmemiş ham pamuk satan koloni ekonomisine sahip bir ülke durumuna geldi. Mısır 20.yüzyıl başında İngiltere’ye, yalnızca faiz olarak yılda dört milyon paund ödüyordu. 1
Ulusçu Uyanış
19.Yüzyılın sonlarına doğru, Avrupa egemenliğinin geleneksel Arap ve Mısır uygarlığının tarihsel değerlerini yıkacağını gören kimi yerel unsurlar, ulusçu bir devinim başlattı. Arap Rönesansı (Nahda) denen akım, bu unsurların çabalarıyla ortaya çıktı. El yordamıyla da olsa gelişmeye başlayan bu tür ulusçu akımlara baştan göz yumulmaması gerektiğini bilen İngiltere, ulusçu subayların önderi Ahmet Arab‘nin eylemlerini gerekçe yaparak 1882 yılında Mısır’ı işgal etti.
Bu gelişme Nahda’nın yeniden doğuş umutlarının sonu oldu. Yabancı devletlerle ve sermaye çevreleriyle giriştiği işbirliği sonucu gittikçe zenginleşen yönetici sınıf ve yerli dinci örgütler, emperyalist egemenliğin gönüllü dayanakları oldu. Artık ülkedeki gerçek yönetim, Kahire’de oturan İngiliz konsoloslarının elindeydi.
20.Yüzyıla girerken yeni bir ulusçu eğilim yayılmaya başladı. İslam reformcusu Cemalettin Afgani’nin izleyicileri, dinsel-siyasal reformcular, Arap (fellah) subaylar ve orta sınıftan gelen aydınlar, yeni akımın yandaşlarıydı. Genç avukat Mustafa Kamil ve Muhammet Fend ilk ulusal partiyi bu dönemde kurdu.
Yeni kurulan parti ve başka ulusçu girişimler, kuramsal ve örgütsel yetersizlikleri nedeniyle fazla bir varlık gösteremedi. Bunların bir bölümü daha sonra himayeciliği savunarak yabancıların işbirlikçileri oldu.
“Yarı-Bağımsızlık”
I.Dünya Savaşı sonunda, bir başka avukat Saad Zaglul, Ulusal Parti’nin yerine Vafd Partisi’ni kurdu. İngilizler Zaglul’u 1919’da tutuklayarak Malta’ya sürdü. Ancak, ülkenin çeşitli yörelerinde ayaklanmalar ortaya çıkması üzerine serbest bırakarak ülkesine dönmesine izin vermek zorunda kaldı. Protestolar durmayınca İngiltere, tek yanlı olarak Mısır’a, garip bir “yarı-bağımsızlık” statüsü tanıdığını açıkladı.
Bu girişimin de etkili olması olanaklı değildi. Nitekim 1922-1924 arasında grevler, bombalama eylemleri, Batılı siyaset adamlarına suikastler sürdü. 1924 Kasım’ında İngiltere’nin Mısır orduları başkomutanı Sir Lee Stack Kahire’de öldürüldü.
Sonuçsuz Çatışmalar
Mısır’da birçok eylem birçok savaşım oluyordu ancak ulusal bağımsızlık yönünde somut bir adım ortaya çıkmıyordu. İnsanlar, kısır bir çatışma ortamında ve ne yapacağını bilmez biçimde, siyasi karşıtlarıyla çatışıp duruyordu.
Vafd Partisi yönetimdeydi ancak kendi hükümetine karşıtçılık yapar gibiydi. İngilizlerle “iyi” ilişkiler içindeki Kral Fuad gücünü arttırmanın peşindeydi. Savaş sonrasının ağır ekonomik koşulları, halkın üzerinde ağır bir yük gibi çökmüştü. Bağımsızlıktan yana tüm ulusçu güçleri çevresinde toplayacak, ideolojik ve örgütsel yeterliliğe sahip, anti-emperyalist bilinçle donanmış, saygınlığı olan merkezi bir öncü kadro bir türlü yaratılamamıştı.
Baskı Dönemi
1927 yılında Zaglul öldü. 1931 yılında Kral Fuat, Vafd Partisi’ni yönetimden uzaklaştırdı, anayasayı yürürlükten kaldırdı. Ülkenin en varsıl kişilerden tam bir despot olan Sıtkı Paşa’ya, Vafd’ın bir daha seçim kazanmasına olanak vermeyen yeni bir seçim yasası hazırlattı. Bu uygulamalara karşı halkın tepkisi arttı ve bir dizi eylem sonunda Kral Fuat, 16 yaşındaki oğlunu tahta çıkartarak çekilmek zorunda kaldı. İngiltere, Süveyş Kanalı gelirlerini Londra bankalarına akıtırken, Mısırlılar birbirleriyle didişip duruyordu.
İngiltere, İtalya’nın Afrika’ya asker çıkarmasını ustalıklı bir biçimde kullandı. İtalyan işgali ile korkuttuğu Vafd yöneticilerini kendilerine karşı yumuşattı. Yeni bir dünya savaşının gelmekte olduğunu gören İngiltere Mısır’la fazla uğraşmak istemiyor ancak elde etmiş olduğu haklardan da vazgeçmiyordu. Vafd yönetimi de, hem krala hem de İngilizlere karşı gelmenin güçlerini aştığına inanıyordu.
Bu koşullar altında ortaya bu kez garip bir ‘tam bağımsızlık’ anlaşması çıktı. 1936’da yapılan İngiltere-Mısır ortak anlaşmasında; İngiltere Mısır’ın tam bağımsızlığını kabul ediyor ancak mevcut statü 20 yıl süreyle geçerliliğini sürdürüyordu. Süveyş konusundaki İngiliz ayrıcalıkları sürüyor ve kanal İngiliz Ordusunca korunuyordu.
İşgal
Vafd dışındaki birçok siyasi küme ve kişi anlaşmaya karşı çıktı. Sendikalı işçiler, üniversite öğrencileri ve sol kümeler anlaşmayı bir ‘ihanet belgesi’ saydı. Bu günlerde güçlenmeye başlayan ve etkisini günümüzde de sürdüren dinsel uyanış akımının temsilcisi, Müslüman Kardeşler adlı şeriatçı örgüt, etkili eylemleriyle bu dönemde siyasi bir güç haline geldi.
Anlaşmanın Mısır için ne anlama geldiği çok geçmeden belli oldu. 1939 Eylül’ünde 2.Dünya Savaşı başladığında İngiltere anlaşmanın 8.maddesi uyarınca, Mısır’ın kara ve demir yollarıyla limanlarına elkoydu. Başbakana ülkede sıkıyönetim ilan ettirdi ve ülkedeki tüm Alman mallarına elkoydurdu. 1936 ‘tam bağımsızlık’ anlaşması işte böyle bir anlaşmaydı.
Karmaşa Dönemi
Karışıklıklar, düzensiz çatışmalar, siyasi cinayetler savaş boyunca sürüp gitti. Çatışmalara, aralarında çok sayıda subayın da bulunduğu yeni faşist kümeler de katılmıştı. Bunlar, İngiliz egemenliğinden kurtulmanın ancak nazilerle yapılacak işbirliği ile başarılacağına inanıyordu. Vafd ise İngiltere’den yana bir politika izliyordu. Mısır ulusçuları da başka ülkelerde olduğu gibi tam bağımsızlık düşüncesini henüz yeterince bilince çıkaramamıştı.
Savaş bittiğinde İngilizler Mısır’da kalmayı sürdürdü. Mısır onlar için aynı zamanda değerli doğal bir üstü. Mısır hükümetinin yaptığı, Sudan’ın ve Kanal bölgesinin boşaltılması çağrılarını duymazlıktan geliyordu.
1948 yılında Mısır-İsrail savaşı patlak verdi. Altı ay süren savaş sonunda gelen yenilgi, Mısır’da gerçek bir şok yarattı ve bu yenilgiden sonra ‘İsrail tehdidi’ Mısır siyasetinin temeline yerleşti.
1950 yılında Kral, Vafd’ı yeniden hükümet kurmaya çağırdı. Vafd hükümet kurduğunda bilinen, denenen ve hiçbir sonuç vermeyen geleneksel politikasını sürdürdü. Ancak, bu kez başını Müslüman Kardeşler örgütünün çektiği geniş kapsamlı bir karşıtçı eylemle karşılaştı. 26 Şubat 1952’de Kahire’de büyük bir halk ayaklanması ortaya çıktı. Kent merkezi ateşe verildi. 23 Temmuz 1952’de, ordu içinde örgütlenmiş olan Hür Subaylar Örgütü, bir askeri darbeyle yönetime el koydu. “Nasır Devrimi” denilen aydınlanma ve kalkınma atılımı böyle başladı.
1 “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi” İletişim Yay., sf.75
Metin AYDOĞAN, 26 Mayıs 2017