ARTIK ÖZGÜN-SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR SOSYO-EKONOMİK GELİŞME MODELİ ACİLİYET KAZANMIŞTIR… Dr. Noyan UMRUK
Evet... Yine yeniden...
Arş-ı alaya varan yolsuzlukları duymayan kaldı mı?
Dolar dört nala giderken beşibiryerdelere transfer edilen milyonlarca doları bilmeyen mi kaldı?
On binlerce esnaf dükkân kapatıyor...
Alıp başını giden işsizlik, özellikle eğitimli genç işsizliği sonucu geleceğini yurtdışılarında aramaktan başka çare bulamayan yüzbinlerce gencimize içimiz sızlamıyor mu?
Gelir dağılımında adalet çökmüş, milyonlarca emekçiyi ilgilendiren asgari ücret açlık giderek sefalet düzeyine düşmüşken...
Yargı ve eğitim başta olmak üzere tüm Cumhuriyet kurumlarının çökmekte olduğunu gözlerimiz yaşararak izlemiyor muyuz?
Bunca güvensizlik ve istikrarsızlığın yerli ve yabancı sermayeyi "kaçan kaçana" duruma getirdiğini görmemek mümkün mü?
Honda zaten çıkmıştı Türkiye'den...
Alman devi THYSSENKRUPP da Türkiye’den çekiliyor. Gebze’deki dev tesisi kapatıyor...
Son dönemde yeniden yapılanma ve odaklanma stratejisine giren Thyssenkrupp, geçen yıl asansör üretimini 17,2 milyar Euro’ya satmıştı. Geçen yıl 5,5 milyar Euro zarar bildiren Thyssenkrupp, şimdi de bir başka önemli kolu olan paslanmaz çelik ürünleri alanından çıkıyor. Türkiye’den çekiliyor.
28 milyar avroluk cirosu ve 103 bin çalışanıyla dünyanın en büyük şirketlerinden biri olan Alman sanayi devi Thyssenkrupp, Türkiye'deki en önemli işinden çekilme kararı aldı.
Volkswagen Ülkemize kuracağı fabrikasını Romanya'da kurdu. Romanya'da asgari ücret 466 avro, Türkiye'de 265 avro. Buna rağmen oraya açtılar. Riskin azlığı, demokrasi ve hukuk devleti olmak bu sonucu doğurdu. Demokrasi indeksinde Romanya 62. biz 104. sıradayız.
Yerli sermayenin yurtdışına kaynak transferinin 300 milyar doları bulduğu ileri sürülüyor... (Sözcü Gazetesi, Başak Kaya, 24.07. 2021)
Durum bu durumken...
Koronalı günler bütün dünyaya başına vura vura nihayet şunu öğretti: Neo liberal paradigma başta sağlık sektörü olmak üzere artık yaraya merhem olamıyor; tam tersine yarayı kangrene çeviriyor…
Bu nedenle, bir türlü sonlandırılamayan derin küresel kriz koronalı günleri de heybesine doldurup sırtlanarak sürüp gidiyor. Gittikçe de finansal niteliğini de muhafaza ederek reel (sınai ve tarımsal üretim) kesim üzerinde 10 yıllık bir döneme yayılacağı söyleniyor...
Tüm bunlara uluslar ilişkilerdeki "değerli yalnızlık", Ortadoğu savaşları, sığınmacılar sorunu, tuz biber ekip, işi içinden çıkılmaz duruma getiriyor.
Krizin, yarattığı ve de yaratacağı ekonomik/ mali ve şiddetli sosyal çalkantılarla 2025'lere değin uzayabileceği söyleniyor…
Uluslar ötesi finans piyasalarında ise uluslararası mali kuruluşların zafiyetinin artması, yatırımcıların ve “hedge” fonların risk algılamalarında meydana gelen hızlı değişimler, zaman zaman küresel çıkarlara uygun düşmeyen siyasi tavırları gelişmekte olan ülkelerin, hayati önemdeki dış finansman ihtiyaçlarının karşılanmasını hem güçleştirmekte hem de ekonomik, sosyal ve politik alanlardaki maliyetini yükseltmekte…
Kriz, zaten işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, kayıt dışılığa ve yasaklarla yaşamaya alıştırılmış olan gelişmekte (Yıllardır yükselmekte, gelişmekteler...) olan ülke halklarını, onların refah düzeyinden çok uzakta oldukları ve sosyopolitik bilinç düzeyi daha düşük olduğu için gelişmiş ülke halkları kadar derinden etkileyip, sarsmıyor. Ancak, Bir yandan aile ve akrabalık sosyoloji ve ekonomileri çerçevesinde yaralar sarılmaya çalışılırken, öte yandan sosyal, fiziki stoklar, ülkelerin doğal ve yıllarca halklarının büyük özverileriyle edinilmiş varlıkları hızla tükenerek ve ekonomik tercihler artık hukuk da işlemediğinden keyfi ve çıkarcı kararlarla, lehlerine işletilerek yeni, reel üretimden uzak "özellikle beton sever" yandaş oligarşiler yaratılıyor…
Ve de bu vahşi gidişata dur denilemezse, senaryo “cehalet içinde yoksulluk” diz boyu hale getirilerek, küçük yemlemelerle beslenmekle yetinen geniş toplumsal kesimler yaratılarak senaryo toplumsal çöküşle sonlanmaya hızla gidiyor…
Bu ülkelerin, köktenci ve bütüncül önlemler almazlarsa, geçmişte yaşananlara göre daha acı günler yaşamaları, yoksullaşmaları kaçınılmazlaşıyor…
İşte, bu nedenle, altın ve dövizin şaha kalktığı bu ortamda Türkiye, sonu getirilemeyen “21nci Yüzyıl Krizine” karşı geliştirebileceği özgün bir modeli, zaman alacak olmakla birlikte süratle, açıkça ve içtenlikle yaşama geçirmek zorunda…
Modelin varsayımları:
Böyle bir modelin şu varsayımlar çerçevesinde tartışılabileceği düşünülebilir:
• Kriz, sistemin (bağımlı kılanların), bağımlılık ilişkilerini yeniden üretme gücünü zayıflatacak, yaşamakta olduğumuz süreçte izlendiği gibi bağımlı ülkelerin, sistem tarafından denetimi güçleşebilecektir.
• Kriz, siyasi gelişmelerin ekonomik duruma eklemlenmesinden doğan içsel ve dışsal nedenlerle, Türkiye’yi, paradigma değiştirmek zorunda bırakabilecektir.
• Kitleler, planlı, sonu ve toplumsal getirileri açıkça belirlenmiş yükü adil ve eşitlikçi biçimde paylaştıran bir toplumsal ve adil özveri dönemine gönüllü rıza gösterecek ya da göstermeye ikna edilebilmelidirler.
• Bütün bunlara ve artan zafiyetine rağmen, küresel merkez, Türkiye gibi önemli bir ülkenin, yörünge dışına çıkmaması için elinden geleni ardına koymayacaktır…
• AB ile "tam üyelik" bağlamında ilişki kurulamamış, ilişkiler iyice soğumuştur.
Modelin olası çerçevesi:
• 1940’lı yılların sonlarından itibaren süratle bağımlılığa sürüklenen Türkiye, yakın geçmişin uluslararası deneyimlerinden de yararlanarak pekâlâ özgün bir model geliştirebilir.
• Böyle bir model, Türkiye’nin, kayıtsız, şartsız bir bağımlılığa doğru sürüklendiği yörüngeden çıkartılmasına, reel politik bir yaklaşımla imkân vermelidir.
• Model, sistemle (A.B.D.+A.B.) kararlı ilişkiler kurulabilmesi, siyasi irade yanında, küresel pazarda rekabet gücünü arttıran, ölçek ekonomileri ve innovasyon-teknolojik gelişme çarpanını göz önünde tutan üretim ve sanayileşme stratejileri ile uygun ülkelerle birlikteliğin sağlayacağı optimal pazar büyüklüğüne dayanmalıdır.
• 1970’lerden bu yana özelikle 2000’lerden itibaren milenyum krizlerine daima “fenersiz” yakalanan Türkiye’nin, kendine özgü modelini oluşturması tercihten öte bir zorunluluktur.
• AB. İle ilişkiler kısa vadede içinden çıkılmaz hale getirildiğine göre, sistemin olası manipülasyonlarına karşı direnç gösterebilmek için içlerinde zengin enerji kaynaklarına sahip ülkeler de dahil, bölge ülkeleri (Avrasya, Karadeniz, Ortadoğu ülkeleri) ile ekonomik ilişkiler derinleştirilip, üretim ve altyapılar alanında iş birliği, pazar birlikteliği, yeterli/optimal ölçek büyüklüğü sağlanabilir. Bu yöndeki gelişmeler, hem dış ticarette AB’nin ağırlığını hafifletebilecek, hem de burnunun dibindeki ülkeyle ilişkilerini yeniden değerlendirmesine yol açabilecektir.
• Kriz süreci derinleştikçe, yabancı sermaye girişi ve reel yatırımlar, daha çok, likit döviz zengini petrol üreticisi ülkeler ile döviz rezervlerine sahip başta Çin olmak üzere dış ticaret fazlasına sahip ülkelerden gelebilecektir. Dolayısı ile model, bu ülkelerle de ilişkilerin temkinli biçimde geliştirilmesini içermelidir.
• En önemlisi, tüm bunlar ve iyi çizilmiş bir rota için, Devlet Planlama Teşkilatı (D.P.T.) yeniden yapılandırılmalıdır.
• Ülkenin;
• Coğrafi, fiziki ve beşerî anlamda kaynak ve imkân envanterine sahip,
• Bölgesel ve ulusal düzeyde sürdürülebilir bir kalkınma sürecini ve daha adil bir bölüşümü eşgüdümleyerek,
• Küresel gerçekleri de göz ardı etmeden en azından optimal ölçek ekonomileri çerçevesinde,
• Selektif-özenle seçilmiş sektörlerde uluslararası düzeyde rekabet yapabilecek innovasyon-teknolojik gelişmeyi içeren marka ürünler üretilebilmesini planlayabilen,
• Özel kesim için özendirici ve yol gösterici, kamu kesimi için emredici,
• Ciddi, savurganlığa, lüks ve gereksiz yatırımlara izin vermeyen,
• Enerji, savunma sanayi, ulaşım, iletişim, madencilik, tarım vb. temel, stratejik ve ülke için hayati nitelikteki sektörlerde ülke çıkarlarını kamucu bir yaklaşımla hassasiyetle gözetecek bir planlama örgütüne şiddetle ihtiyacı vardır.
SONUÇ:
Uzun zamandır özgün ve hayati sorunlarımızı tartışmayıp, en uzun kıyıya sahip ve en önemli bir ülke olarak D. Akdeniz dışında taraf olmadığımız çatışmaların çığırtkanlarınca önümüze konulanlarla boğuşup durmak, iç politikaya yönelik zevzekliklerle oyalanmak yerine, neden aklımızı başımıza almayız anlaşılır gibi değil…
Bu konuda CHP genel başkanının Cumhuriyet gazetesindeki değerlendirmeleri ve kurultayda delegelerin onayına sunulan 13 maddelik bildirideki yaklaşımın nasıl süratle hayata geçirileceği, vakit geçirmeksizin kamuoyu ile birlikte detaylandırılıp, altının nasıl doldurulacağı heyecan yaratabilecek bir üslupla ve yakın temasla halka anlatılması büyük önem kazanmıştır….
Sözün kısası: “İktidara yürümek” iddiasında olanların gündelik polemiklerle kaybedecek zamanları kalmamıştır…