ASKER MEVLİDİ
Köyümüzün diğer asker mevlidlerine gidemedim. Kenan’ın mevlidinin yine camiden duyurusu yapıldı. Bütün köy davetlidir dendi. Yarın sabah saat onda asker mevlidi var karşıdaki köyde dendi. Motorlar, sahilden gidecekleri taşıyacak diye de duyuruldu.
Bu kayaların üstüne kurulu köyü bilen biliyor ama bilmeyenlere söylüyorum, burası dünyanın dördüncü harikası. Karayolu ile bağlantısı olmayan, yalnızca deniz yoluyla ulaşımı olan böyle dört yerleşim yeri varmış dünyada bilinen. Gerçi bu sihri yarıyarıya bozdular, arkadan kürüyücüleri sokarak köyün diğer yanından geçen, burayı diğer köye bağlayan keçi yolunu araba yolu haline getirdiler ama yine de önden ulaşım imkansız. Gemiyle, kayıkla, motorla sağlanıyor burada ulaşım. Yamaca kurulu bu yer belki de dünyanın bisiklet bile kullanılamayan, sokağı olmayan, içinde araba dolaşamayan, içinden motorlu araç geçemeyen tek yeridir... Kimbilir…
Biz ilk giden motorlarla gittik. Köyün önünde tahta iskeleler var. Buraya girdiği her yeri bozan beton girememiş. Evler taştan yapılı eski evler. Örülü taş evler. Tahta, kapılarında, parmaklıklarında, pencerelerinde kullanılmış yalnız. Koruma bölgesi olduğu için de yeni binalar yapılamıyor. Yüzlerce yıllık zeytin ağaçları öyle kalabilmiş. Eski uygarlıkların taş kral mezarları öyle ayakta duruyor... Hepsinin üst kısmını içine girilecek, hazine yok mu var mı diye arayacak kadar kırmışlar o kadar… Bir kısmı denizin içinde. Bir kısmı tepelerde, köyün içinde…
Asker Kenan’ın evi yamaçta ortalarda. Daracık yürüyüş yolundan döne döne evlerin yanından gidiliyor. Taş evin önü çıkma yapılmış öne doğru. Üstü tahta perdelerle kapatılmış. Deniz, karşı dağlar, yarımada önünüzde…
Evin kapısının üstünde çerçevelenmiş bayrak resmi var. Kapının çatısına asılmış.
Babası, sorarsanız konuşuyor, düşündüklerini içine atmış besbelli. Bedelli çıktı deyip susuyor… “Otuz bin lira veren askerlik yapmayacak… Şehit olanlar otuz bin verselerdi şehit olmayacaklardı mı demek oluyor bu? Bir canın değeri otuz bin mi?”
“İki oğlum askere gitti geldi, “diyor baba gururla. “Bu gidecek olan üçüncü oğlum! En küçükleri. 1992 doğumlu… “
Kenan Şubat’ta gidecekmiş askere. Daha nereye gideceğini bildiren yazısı bile gelmemiş. Şimdiden mevlit yapmalarının sebebi havaların iyi gidişiymiş. Kış aylarında yağmur yağış çok olur, böyle güzel havalarda yapalım dedik… diye açıkladılar bu önceden yapılan asker mevlidini…
Kasım ayının son günleri. Görseniz, hayır Temmuz ayındayız, dersiniz… Güneşte durulmuyor, oturulmuyor uzun süre…
Gittiğimizde evin önündeki, bir basamak alttaki toprak bölümde, bu daracık aralıkta kazanlar kaynıyordu. Evin önündeki çıkmada bir yana bezler serilmiş, yer sofrası kurulmuş. Diğer yanda tahta sofraların etrafında kızlar toplanmışlar , hep birlikte konuşa gülüşe salata doğruyorlar. Göbek göbek lahanaları, soğanları, marulları…Bir yanda genç gelinler şerbet hazırlığında. Limon suyu sıkmışlar sürahi sürahi. Şekerini ve pembe şerbet boyasını katıyorlar içine. Kaynar suyla şekeri erittikten sonra üzerine kovalarla buz taşınıyor alttaki lokantalardan…
Ayşe Ana, bugünün aşçısı. Tüm kazanları o denetliyor. Emirleri veriyor, yemeklerin ayarını yapıyor, sularını katıyor, tuzunu, yağını o ekliyor… Elinde kocaman bir kepçe, o kazandan diğerine koşturuyor. Yemekler odun ateşiyle pişiyor. Mis gibi bir odun kokusu sarmış çevreyi. Çam, pinar odununun o bildik kokusu… Kazanları dolaşıyorum:
Birinde tavuklu yahni. Ağzına kadar dolu. Diğerinde, yine aynısı, bu kez keçi etinin salçalı, soğanlı pişirilmişi. Kacaman yassı bir kazanda da pilav pişecek. Arpa şehriyesini kavuruyor genç köylü kadınlar çömelmişler başına. Yaşlıca olanlar kenardalar, koşuşturmalı, emekli işleri gençlere bırakmışlar. Aşçılığı üstlenen Ayşe Hanım dal gibi bir kadın. Şalvarının üstüne bir örtü bağlamış, başı beyaz tülbentli, ak saçları yanaklarından görünüyor… Kekşek çoktan pişmiş, kıyada soğumaya bırakılmış. Koca bir kazan dolusu. Dövülmüş buğdayın sütle pişirilmişi. İçine şeker katılmıyor. Bir kazan da çorba var. Et suyuyla yapılmış, yoğurtla terbiyelenmiş.
Başka mevlitlerde mutlaka yaprak sarması, lahana sarması olurdu, kuru veya yeşil fasülye pişerdi bugün bunlar eksik , yerine iki çeşit et yemeği yapıldı diye de açıklıyorlar kadınlar yemekte neler var diye soranlara… Dışarıya tulumba tatlısı da ısmarlamışlar önceden. Tepsi tepsi yukarda, evin içinde üstleri örtülü duruyor.
Yemekler pişedursun, aşağıdan baba gelerek haber veriyor:
“Mevlit başlamak üzere, dinlemek isteyenler aşağıya insinler…”
Erkekler aşağıda lokantada masaların çevresinde veya yere serilen minderlerin üstünde oturmuşlar. İki hoca, iki de sesi güzel genç mevlidi okuyacak.
Kadınlar lokantanın içindeki bir kapalı bölüme alınıyor. Buraya girmek istemeyenlere dışarda bir göz odalı başka bir ev açılıyor. Burayı da istemeyen dışarda açık havada taşlara, yerlere oturup mevlidi dinleyebilir…
Mevlit, mevlit okuma, Türk müslümanlığına ait bir kültür.
Aslı Mevlid olarak yazılan, Türkçeleştirilmiş hâliyle Mevlit, dinî edebiyatımızın en önemli eseri. Peygamberin doğumu üzerine Süleyman Çelebi tarafından yazılmış, 1400’lü yıllarda Edirne’de tamamlanıp okunmaya başlanmıştır. Süleyman Çelebi tasavvuf terbiyesi almış biriydi. Bu eserinde Müslüman Türklerin peygambere duyduğu sevgi ve bağlılığı anlatır. Mevlit, tanrıya yakarış, peygamberin doğuşu, peygamber oluşu, göğe yükselmesi, ölümü, dua bölümlerinden oluşur. Peygamberin doğumu ve ölümü özellikle çok uzun ve duygulu bir şekilde anlatılmıştır. Törenlerde okunuşu kendine has bir besteyledir. Okunuşunun son şeklini yüzyıllar boyunca bunu okuyan halkımız vermiştir…
Dili Türkçedir ama Farsçanın etkisindedir. Eser manzum bir eserdir.
Yüzyıllardan beri doğumda, ölümde mevlit okunur, bizin geleneğimiz olmuştur önemli günlerimizde mevlit okutmak. Dinî gün ve gecelerde mevlit okunur. Sünnette, askere gitmede, yeni bir eve yurda yerleşmede bile mevlit okutulur.
Yapılacak törene uyan bölümlerine ağırlık verilir mevlit okunurken. 700 beyitten meydana gelen bu uzun eserin tamamı okunmaz. Ölüm mevlidi ayrı havada yapılır, doğum mevlidi ayrı…Araya Kur’andan bölümler alınır. Ortalarında, bitişinde değişik dualar okunur, hep birlikte eller Tanrıya açılır, yakarılır…
Asker mevlidinde de dualar askerliğe ve vatan görevine uygun sözlerle yapıldı. Asker Hasan’ın bilinen o ünlü öyküsü anlatıldı. Anasının kınalayarak askere gönderdiği ve vatana kurban olan Hasan’ın öyküsü. Evine dönemeyen yüzbinlerden biri olan, bu vatan için canını veren askerlerimizden birinin öyküsü… Askerlere analarımızın neden kına yaktığı bu öyküyle anlatılırken çoğu kişi gözyaşlarını tutamadı, kaçıncı kez dinledikleri hâlde hıçkırarak ağlayanlar oldu…
Böyle törenlerin en güzel yanı çocukların anne babalarının yanında bu havayı yaşamaları. Kundaktaki bebenin bile kulakları kendi dininden ve dilinden duaları duyuyor. Okul çocukları yaşayarak geleneklerini öğreniyorlar. Gençler büyükleriyle dayanışmanın güzelliğini yaşıyorlar.
Sanmayınız tam bir kaç göç olan bir törendi bu köyde yapılan. Delikanlılar gelip büyük anaların yukarda ellerini öptüler. Tepsi tepsi yiyecekleri kızların elinden alıp aşağıya büyüklerine taşıdılar… Dualar, dinsel geleneğimiz gereği ayrı yapıldı yalnızca. Kızların kadınların başları, oyalı tülbentlerle örtülüydü, ne sıkma başlısı vardı içlerinde ne türbanlısı…
Burada kadınlar çok güçlü. Evlerinde erkeklerden çoğu kez daha da çok söz sahibi. İstemedikleri hiçbir şey yapılamaz. Gemilerin kaptanlığını ortaklaşa yapıyorlar eşleriyle. Kurslar bitirip belge almışlar. Tek başlarına motorları kuşlar gibi uçuruyorlar denizde. Koskoca gezi teknelerini yüzdürüyorlar…
Bizim mevlit dinlediğimiz küçücük odayı da anlatayım isterseniz. Tek camlı, tek kapılı oda ev. Camı da kapısı da ardına kadar açıktı. Camından deniz ve gemiler görünüyor. Cam önünde oturulacak kadar bir çıkıntı bırakılmış, alçacık bir cam. Üstü minderli. Camın yanında odanın on kat büyüklüğünde bir alana yetecek kadar büyük bir televizyon konulmuş. Yanında fişe takılı cep telefonu. Mevlit boyunca defalarca çaldı, durdu. Bu odaevin anası, genç bir kadın, odanın ortasında oğlu kucağında oturdu. Yerler minder döşeli, başka bir eşyası yok. Okul öncesi yaşta görünen oğlu mavi gömlek giymiş, ayağında kot pantolonu. Türk malı olan bu giyimlerin yazıları bizden alınmış. Bize yabancı adlar ve semboller dayatılmış ki pantolonun arkasına yabancı bir ad işlenmiş. Gömleğinin yakasında da yine yabancı bir devletin arması ve yazısı var. Saçlarını tepede yağlatmış, dimdik yaptırmış. Annesinin göğsüne doğru başını dayayarak öyle dinledi duaları.
Gelecekte de yurdumuzu koruyacak askerlerden biri olacak bu çocuk diye düşündüm… Bu çocuklar… Parayla satın alınamayacak gençlerimiz olacaklar… Bu çocuklar bile nasıl bir saldırı altında. Öz kimliklerinden nasıl soyutlanıyorlar. Dilleri ellerinden çalınıyor… Bu sırada hocanın yaptığı asker duasına takıldı aklım.
Asker duası şöyle yapıldı: “Bu vatan, imanla cihatla kazanıldı… Vatan sevgisi imandan geliyor. Allah gönüllerimize vatan sevgisi, din iman sevgisi yerleştirsin… “ Bu söz üç kez tekrarlandı:
Vatan sevgisi, din, iman sevgisi…
Hani millet sevgisi? Söylenmedi! Tam günümüze uyan bir şekilde yapıldı anlayacağınız duası askerimizin. Millet olunmadan, millet olmadan, Türk milleti denmeden bu törenler bizi ne kadar birleştirebilir ki? Milletsiz vatan olur mu? Çok çok ılımlı islama, Haçlı irticaya hizmet ettirir bu anlayış ilerde bu pırıl pırıl körpe beyinlerimizi... Millet düşmanlarının ekmeğine yağ sürer… Türklük düşmanları iyice azıtabilir…
Son sözleri, “ Şehidlerin ruhunu şâd eylesin… “diyeydi Hoca’nın.
Burada yine içimiz sızladı.
Atatürk ve silah arkadaşlarına dua edilmeyen bir mevlit duası.
Kendilerine yani milletimize, bu yurdu, bu bağımsızlığı, bu günü bağışlayan büyük kurtarıcımızın adının unutulduğu, anılmadığı mevlit iç sızlatmaz mı?
Ana babalar iyi niyetli… Gençler, iyi niyetli, insanlarımız tertemiz dünya güzeli insanlar…
Hepsi geçim derdindeler, dünya işleriyle uğraşıyorlar… Okuyanı çok az. İlkokul eğitimiyle okuma yazmayı bırakmışlar. Beyin saldırılarına açık kalmışlar…
Bir yanda, hizmet ettikleri, para kazandıkları çoğu misyoner olan yabancılar. Buralara gezmeye gelen, bir çoğu da gitmeyip yerleşen yabancılar, hristiyanlar… Bir yanda memleketin Atatürk düşmanlarının dayattığı yanlış bilgiler. Hain düzenler…
Hava güneş… Hava güzel… Televizyonlar bu güzellikler arasında onları bile yakalamış, beyinlerine dayanmış. Cep telefonlarının esiri olunmuş…
Yine de direniyorlar. Geleneklerine sıkı sıkıya sarılmışlar…
Milletsiz bir dua ettiklerinin ve bu duaya amin dediklerinin bile farkında değiller… İşin acı yanı bu zaten…
Gülmemizin bile yarım yamalak olmasının, her an bir felâket gelecekmiş başımıza gibi tedirgin olmamızın sebebi bu zaten…Bize dayatılan yeni anayasayla nerelere sürükleneceğimizin, sonumuzun nasıl olacağının endişesi hep içimizde…
Beyinleri uyuşturulan, cahil bırakılmış, olanın bitenin ayırdında olamayan köylümüz… Çalışkan, tertemiz, gönülleri, elleri. dilleri zengin insanlarımız…
Mevlitte şu ilahi okundu, ölümden ürküttü dinleyeni:
“Altımızda taşlar batar, üstümüzde otlar biter,
Yılan çıyan yiyip yutar, ölmemeye çare mi var?”
Mevlit’ten şu sözler dinlenirken de sanki ezber söylendi:
“Allah adın zikr idelüm evvelâ
Vacib oldur cümle işde her kula
Bir kez Allah dise aşk ile lisan
Dökülür cümle güneh misl-i hazan
İsm-i pâkin pâk olur zikr eyleyen
Her murada irişür Allah diyen”
(Önce Allahın adını analım. O her işte her kulun yapması gereken bir emirdir. Dil gerçek bir aşkla bir defa Allah diyecek olsa, bütün günahlar güz yaprakları gibi dökülür gider. Allahın temiz adını söyleyen insan temiz olur, her dilediğine erişir.)
Dinimizden peygamberi çıkarmak isteyen, ılımlı islamın Fethullahçılarına inat, şu, peygambere övgü sözlerini de ayakta dinledi dinleyenler, birbirlerinin sırtlarını sıvazladılar…
Ey gönüller derdinin dermanı sen
Ey yaradılmışların sultanı sen
Sensin ol sultan-ı cümle enbiya
Nur-i çeşm-i evliya vü asfiya
(Sen gönüller derdinin dermanı, sen yaradılmışların sultanısın.
Sen bütün peygamberlerin sultanısın, sen bütün ermişlerin, bütün insanların gözlerinin nurusun…)
*
Kenanlar, Haliller, Ersinler, Mustafalar, Mehmetler… askere böyle gidiyor. Dualarla uğurlanıyor. Törenlerle uğurlanıyor…
Radyoda bir haber aynı anlarda: “Bedelli Askerlik Yasası Meclis’te az önce kabul edildi.”
“Vicdani retçiler” artık bir kez ceza alıp çekecekler ve askerden muaf tutulacaklarmış. Soruyorlar:
“Buna Genelkurmay ne der?”
Bakan açıklıyor: “Genelkurmay buna evet dese ne olacak? Hayır dese ne olacak?”
İşte geldiğimiz nokta bu… Tam buradayız!..
Feza Tiryaki, 30 Kasım 2011