Atatürk Anlatıyor: Kapitülasyonlar / Prof. Dr. Cihan DURA

Atatürk Anlatıyor: Kapitülasyonlar / Prof. Dr. Cihan DURA

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt Nis 28, 2014 10:01

Atatürk Anlatıyor: Kapitülasyonlar

İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemikten… diğeri sizler, ölümsüz olan. (Mustafa Kemal Atatürk)

Tam Bağımsızlık İçin Kapitülasyonlar Kaldırılmalıdır

Millî Mücadele devam ediyordu. Henüz barış antlaşması imzalanmamıştı. Ben o yıllarda çeşitli mahfillerde konuşmalar yapıyor, kesin olarak tam bağımsızlık istediğimizi tekrarlıyordum. Bunun için de kapitülasyonların kaldırılmasının şart olduğunu vurguluyor, halkımı kapitülasyonlar konusunda aydınlatıyordum. Şunları söylüyordum:

Kapitülasyonsuz Türkiye İstiyoruz

Bu topraklar üzerinde tamamıyla bağımsız, yani kapitülasyonsuz bir Türkiye istiyoruz. Büyük Millet Meclisi’nin hâkim olan prensibidir bu. Kapitülasyonlar Türk milleti için son derecede nefret edilen bir şeydir. Türkler kapitülasyonların sürdürülmesinin, kendilerini çok az bir zamanda ölüme götüreceğini pekiyi anlamışlardır.

Bir Lütuf Olarak Verilen Kapitülasyonlar Bizi Mahvetti

Kapitülasyonlar Türk milletinin bir hezimete uğraması sonucu değildi. Türkiye’ye zorla kabul ettirilmiş bir boyunduruk değil, padişahlarımızın birkaç yabancı devlete büyük bir lütuf ve cömertlikle sundukları bir armağan idi. Devletler bu armağandan aleyhimize istifade ettiler. Kapitülasyonlar ülkemizi yoksullaştırdı, harap etti. Kapitülasyonlar bir devleti mutlaka bitirir. Osmanlı devleti ile Hindistan Türk ve İslam imparatorlukları bunun en büyük kanıtlarıdır.

Kapitülasyonlar Osmanlı Devleti’nin Bağımsızlığını Yok Etti

1923 Ocağında İzmit’te yaptığım konuşmada halkımı kapitülasyonlar konusunda şöyle aydınlattım: Osmanlı Devleti Uhudu Atika namı altında birtakım kapitülasyonlarla acze düşmüştü. Hıristiyan unsurlar birçok ayrıcalıklara ve istisnalara sahip bulunuyordu. Bir devlet kendi ülkesinde bulunan yabancılara yargılama hakkını uygulayamazsa, bir devletin kendi halkından aldığı bir vergiyi yabancılardan alması yasaklanmış bulunuyorsa, bir devlet kendi hayatını kemiren, kendi içindeki unsurlar hakkında önlemler almaktan men edilirse, böyle bir devletin egemenliğine sahip bağımsız bir devlet olduğuna inanmak doğru olur mu?

Devlet Birçok Kamu Hizmetini Yapmaktan Men Edilmişti

İşte böyle bir durumda idi Osmanlı Devleti. Ve bu kadar da değildi. Osmanlı Devleti’nin, kendisini kuran asli unsurun, milletin insanca yaşamasını sağlayacak araçlara başvurması da yasaklanmıştı. Ülkeyi imar edemez, demiryolu yaptıramaz, yaptırmaya giriştiği zaman derhal yabancılar müdahale eder ve hatta bir okul yapmak istediği zaman bile müdahaleye maruz kalırdı. Kayda değer ki, bütün bu kötülükler, milletin boynuna geçirilmiş bütün bu zincirler, milletimizin herhangi bir hastalığından, devletin zaafından ileri gelmiş değildir. Tam tersine, bütün bu tutsaklık zincirleri devletin en kuvvetli, en kudretli olduğu bir zamanda boynumuza, devletin boynuna geçirilmiştir. Fatih’lerden başlar, Selim’ler ve Süleyman’lar zamanında pekiştirilir.

Bu Durumun Sebebi Devlet Anlayışında İdi

Efendiler, bu durumun hikmetini devlet kavramını anlayış şeklinde aramak lazımdır. Biliyorsunuz ki taç sahipleri, hükümdarlar ve özellikle kendilerine "Allah’ın gölgesi" diyen, “Allah tarafından destekleniyorum” diyen, veraset ve hak yoluyla mülk ve devletin sahibi diyen padişahlar; ülkeyi kendi malikâneleri ve aslî unsur olan milleti de yine Allah tarafından kayıtsız şartsız emirlerine itaat ettirilmiş bir kitle kabul ederler. Bundan başka padişahların çevresinde birtakım çıkarcılar bulunur ki, onlar da padişahın lütuf ve sevgisine, teveccühüne, himayesine erişmek için bu anlayış tarzını türlü şekillerde yorumlar ve ona anlam verirler. Bütün bu anlayış ve yorumlar karşısında masum millet, gerçekten bunun doğru olduğunu, din gereği olduğunu kabul ve zanneder. İtiraz etmeden de gösterilen herhangi bir belirsiz hedefe yürümekte devam eder.

Osmanlı Padişahları Milletin Kaynaklarını Yabancılara Açtılar

İşte Osmanlı padişahları, milletin bu anlayışından yararlanarak milletin hakkı olan, milletin şerefiyle, onuruyla ve bütün varlığıyla ilgili olan birçok kaynağı, birçok hukuku armağan olarak, ihsan olarak yabancılara vermekte tereddüt etmemişlerdir. Dolayısıyla Osmanlı devletini mahveden, yok eden, bu devletin gerçek kurucusu olan milleti sefaletten sefalete, felaketten felakete sevk eden bütün bu ayrıcalıklar; bütün bu antlaşmalar hep padişahların ihsan ve hediyeleriyle vuku bulmuştur.

İmtiyazlar Zamanla Arttı Ve Kazanılmış Hakka Dönüştü

Biliyorsunuz ki, ilk kapitülasyon Fatih zamanında, İstanbul’da oturan Cenevizlilere verilmiş ve hemen ardından genişletilmiş ve başka milletleri de içine almıştır. Yine çok iyi biliyorsunuz ki, milletin içinde yaşayan Hıristiyan unsurlara imtiyaz, aynı tarihte verilmiştir. Fakat bu imtiyazlar –ki doğrudan doğruya milletin yaşamsal kaynaklarıyla ilgilidir- verile verile o kadar büyüdü ki, millet, sırtına yüklenen bu yükün altında kıvranmaya ve tahammül edememeye başladı, güçsüz kaldı. Fakat millet ve devlet zaafa uğradıktan sonra bir zamanlar armağan ve ihsan olarak verilmiş olan bu ayrıcalıklar, alanlar tarafından kazanılmış bir hak olarak görüldü ve bu kazanılmış hakları yalnız muhafaza ile kanaat etmediler. Belki artırmak için her türlü araca başvurdular. Her türlü tehdit ve tahakküme kalkıştılar.

Ardından Borçlanmalar Başladı

Efendiler, hayatı görkem ve gösteriş içinde geçirmeye alışan bu padişahlar ve yakınları, sarayları ve bütün ileri gelenleri, artık ne olursa olsun bütün bu debdebe ve gösterişi devam ettirmenin zorunlu olduğu kanaatinde bulunuyorlardı. Onun için devletin hakiki kaynaklarını kuruttuktan sonra, muhtaç oldukları parayı dışarıdan tedarike kalkıştılar. Ve bunun için milletin bütün menfaatlerini sınırlamak suretiyle, onur ve şerefini feda etmek suretiyle çok sayıda borçlanmaya başvurdular. O kadar ki, devlet bunların faizlerini bile ödeyemeyecek bir duruma geldi ve sonunda, dünya gözünde iflas etmiş sayıldı.

Hıristiyan Unsurlar Birçok Ayrıcalığa Sahipti Ve Güçlü Devletlerce Korunuyordu

O halde Osmanlı Devleti’nin son dakikaya kadar geçirdiği aşamaları görmek istersek, diyebiliriz ki, ülke içinde bütün Hıristiyan unsurlar; aslî unsurların çok üzerinde birçok istisna ve ayrıcalıkları olan, devleti mahvetmek için her türlü özel teşkilata sahip, dışarının sürekli teşvik ve himayesine mazhar, devlet ve hükümet ise bunu men etmekten âciz... Çünkü gerçekten âciz ve önemsiz bir hale gelmişti ve çünkü bütün bu yok edici girişimlerin dayanak noktası, dışardaki birtakım kuvvetli devletlerdi. O devletler hem bir taraftan içerdeki unsurları, devlet ve ülkeyi tahrip etmeye ve birtakım bağımsızlıklar meydana getirmeye teşvik ediyor, harekete getiriyor; bir taraftan da onların adı ve hesabına müdahale ediyor, çalışıyor ve bu şekilde bütün dünya gözünde Osmanlı Devleti’nin hiçbir değeri, erdemi ve bir onuru kalmıyor. Uluslararası hukuktan ve devlet onurundan hiçbir şey kendisinde farz edilmiyor. Âdeta himaye ve vesayet altına alınmış bir devlet ve bir heyet gibi farz olunuyordu.

Millet Bu Duruma Karşı Çıktı, Sonunda Lozan’a Çağrıldık

İşte bu acı manzaranın son aşaması olmak üzere ülke ve millete son darbeyi indirmeye hazırlandıkları sırada, ülkenin başında bulunan saray, Babıâli ve bütün mensupları o düşmanlarla birlik olarak milletin başına musallat oluyor; en son cinayeti işliyorlardı. Fakat arkadaşlar! Ölmüş sanılan millet, mahvolmuş sanılan bu ülke yeniden bütün yaşamsal yeteneğini gösterebilecek bir duruş alıyor. Bütün kadınlarıyla, erkekleriyle, ihtiyarlarıyla el ele vererek, kendisinin dünyada var olduğunu bir kere daha kanıtlayacak harikalar gösteriyor. İşte o harikaların doğal sonucu olmak üzere sonunda Lozan Konferansı’na davet ediliyoruz. Fakat esasen bizden sorulacak hiçbir hesap yoktur. Esasen geçmişe ait hataların gerçek faili biz değiliz. Bu böyle olmakla beraber, dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşüyor. Millet ve ülkeyi, gerçek bağımsızlığına ve egemenliğine sahip kılmak için çalışmak zorunluluğu bizim üzerimizde kalıyor.

Bir Daha Dirilmemek Üzere Yokluğa Gömüyoruz Kapitülasyonları

Ve günü geldi, kapitülasyonların kaldırılışını müjdeledim halkıma. Dedim ki, ticaret hakkındaki düşüncelerimi iki şekilde belirliyorum. Biri bugüne ait ve bugünün gerektirdiği düşünceler, diğeri geleceğe ait yani barıştan sonra milletin arzu ve emellerine ait düşünceler… Eğer bugün için ticaretimiz hakkında ne düşünüyorsun diye sorarsanız, bu soruya tek bir yanıt vereceğim. Bugün için düşündüğüm tek şey kapitülasyonlardır. Maddi ve fiili olarak, kanla kaldırılmış olan kapitülasyonların bir daha dirilmemek üzere yokluğa gömülmesini sağlamaktır. Ticaretimizin de, sanayimizin de, her türlü ekonomimizin de gelişmesi ve yükselmesi ancak bununla mümkündür.

Artık Kapitülasyonlar Yoktur Ve Olamaz

Arkadaşlar! Serbest ve bağımsız bir hayata atılan Türkiye için, ekonomik hayatını boğmakta olan kapitülasyonlar artık mevcut değildir ve olamaz. Ekonomik hayatımızın belli amaçlara yöneltilmesi ve hızla gelişip ilerlemesi için alınacak önlemler arasında ülkemizde Avrupa rekabeti yüzünden mahvedilmiş ve şimdiye kadar ihmal edilmiş tarımsal sanayimizi canlandırmayı ve çağdaş ekonomik araçlarla donatmayı önemle göz önünde tutacağız.


Prof. Dr. Cihan DURA, 26 Nisan 2014
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Şu dizine dön: Cihan DURA

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 5 konuk

cron

x