Atatürk'ten Devlet Yöneticilerine Ahlaki Uyarılar
Vatan ve millet işlerinde bütün vatan ve bütün millet olarak yorulmaya ihtiyaç vardır. Radikal yürümek ve esaslı olmak lazımdır. Devlet adına taahhüt edilen koşullara uymak onur ve namus gereğidir. Bunu bir an hatırdan çıkarmamalı, verilen sözde durmalıdır. Kimse görevinden hiçbir bahane ile geri kalamaz. Ben kendi hesabıma hayatta bir küçük kuş kesmedim ve kesildiğini görmeye tahammül etmedim. Savaşta ise, arkadaşlarımın yaralılara su vermek için, görevlerinden bir saniye bile geri kalmalarına izin vermedim.
Bir devlet kişisel görüşlerle yönetilemez; hizmette hatıra, dostluğa bakılmaz, millet macera aracı yapılamaz. Ülkemiz bu yüzden buhranlar ve felaketler gördü. Kâh Avrupa’yı taklit etmek, kâh devlet işlerinin idaresini kişisel görüşlere göre düzenlemeye çalışmak, kâh Anayasa’yı bile kişisel ihtiraslara oyuncak etmek gibi pek acı sonuçları olan basiretsizliklere uğradı.
Oysa, devlet işleri çocuk oyuncağı değildir. Bir devlet adamı; kendi insanî duygularının tutsağı olarak devlet sorunlarını halledemez, o yetkiye sahip de değildir. Çünkü ülke kimsenin malı, mülkü değildir. Ülke ve millet işlerinde, hakikî işlerde duygu olmaz; hatıra, dostluğa bakılmaz.
Biz Türklerin büyük bir kusuru vardır. Ülke ve milletin yönetimini elimize aldığımız zaman, yetki ve sorumluluğumuza verilen yüksek devlet işlerini yabancılarla, kendi şahsî işlerimizde gösterdiğimiz cömertlikle halletmeyi kural kabul ediyoruz. Oysa aldanıyoruz, bir çocuk gibi aldanıyoruz. Büyük zararlar gördü ulusal varlığımız bu yanılgıdan, görüyor da...
Konya’da General Townsend'la görüşüyordum, tarih 1922 Haziran ortaları... Muhatabım bir ara bana şöyle dedi: “Siz Napolyon'a benziyorsunuz.” Ben bu benzetmeyi beğenmedim, şu yanıtı verdim: “Napolyon peşine türlü milliyetten bir sürü insanı toplayarak macera aramaya çıktı. Bunun içindir ki yarı yolda kaldı. Ben bir anadan bir babadan gelen kardeşlerimle kendi vatanını kurtarmak dâvâsı yolundayım. Ve başaracağım.”
Kamu yararı söz konusu olunca, kişisel görüş ikinci plana geçer. Kusur da olur, önemli olan az kusurlu olmaya çalışmaktır. Ben şahsen, Türkiye’nin çıkarlarına uyan her türlü çalışmanın sonucunu saygıyla karşıladım. Fikir alışverişiyle, görüşlerimden, genel gayelere faydalı olabilecek özveriyi yapmakta tereddüt etmedim. İnsanlarda kusur olabilir. Kusurları söylemek iyi ve yararlı bir şeydir. Geçmişte çok ve acı hatalar yapılmış, kusurlu işler olmuştur. Bu yüzden insanımız ve milletimiz zor durumlara düştü. Biz mümkün mertebe az kusurlu olmaya, buna karşılık çok dikkatli, gayretli, özverili ve çalışkan olmaya mecburuz.
Şunu önemle vurgulamalıyım ki, bir ulusta, özellikle bir ulusun yöneticilerinde kişisel ihtiras ve tartışmaların, ulusal ve vatanî görevlerin gerektirdiği yüce duyguların üzerine çıktığı ülkelerde dağılma ve batma kaçınılmazdır.
Genç arkadaş! Türk milletine hizmet etmek, bugünü ve geleceğinde söz sahibi mi olmak istiyorsun? Öyleyse Millet’ini iyi tanı, emellerini, ihtiyaçlarını iyi öğren, gücünü iyi ölç. Gerekli yetenekleri kazan, iyi yetiştir kendini. Kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmet.
İnsanlar ancak emelleri, fikirleri öğrenilerek, teşhis edilerek sevk ve idare olunabilir. Örnek vereyim tarihten: Musa Mısırlıların kamçıları altında inleyen Yahudilerin, bu baskı ve tutsaklıktan kurtulmaktan ibaret olan eğilimlerini ortaya çıkardı. İsa, zamanının sonsuz sefaletlerini gördü ve genel ıstıraplar devrinde ortaya çıkmaya başlayan şefkatlilik gereğini din halinde tercüme edip anlatmanın yolunu bildi. Napolyon Avrupa içinde dolaştırdığı kavmin özelliklerinden olan askerlik şan ve ülküsünü teşhis edip cisimleştirdi.
İnsanları istediği gibi kullanan kuvvet, fikirler ve bu fikirleri teşhis edip yayan kimselerdir. Fikrin özelliği de, hiçbir itirazın bozamayacağı bir mutlak şekille kendi kendini kabul ettirmesidir. Bu ise fikrin, yavaş yavaş duygu haline geçerek inanca dönüşmesiyle mümkündür. Böyle olduktan sonradır ki, onu sarsmaya başka hiçbir mantığın, muhakemenin gücü yetmez.
Öyleyse, şu soruları sor kendine: Bizim yöneteceğimiz insanların emelleri, fikirleri, ruhlarında saklı özellikler nelerdir? Biz yöneteceğimiz insanların hangi emellerini şahıslarımızda ortaya çıkarıp cisimleştirerek onların kalplerini, onların güvenlerini kazanacağız ve onlara manevi kuvvetler ilham etmenin araçlarını belirleyeceğiz? Ve insanlarda ancak hayali gayenin, fikrin ortaya çıkaracağı görünmeyen özelliklere görünen vasıtalarla mı hitap edeceğiz?
Vatani ve milli sorunlarda yürürken, fikrî ve fiilî kusur ve noksanlarımızı görüp iyi niyetle uyaranlardan memnun ve müteşekkir kalırız. Fakat bizim maksadımızı kötüye yormak ve millet ve ülkeye ait ülkülerimizin uygulanmasına engel olmak için çalışanlara iyi niyet atfedemeyiz. Bu gibiler cidden hain değilseler, mutlaka gafildirler ve bu sebeple hıyanete, şer ve fesada alettirler. Biz böyle gafillerin hakikat gününde yerlere kapandıklarını çok gördük.
Öyle zaman oldu ki, o gafiller, o şer ve fesat aletleri beni en aşağılık şekilde de hedef aldılar; hakkımda “hastadır, ölüme mahkûmdur” diye yalanlar uydurdular. İftiralarını, halkımla bir sohbetimde yanıtladım, tarih 10 Ekim 1929, şunları söyledim: Ankara’dan buraya gelmeden önce işittim ki, hakkımda “hastadır, eli ayağı tutmuyor, ölüme mahkûmdur” demişler. İşte karşınızdayım, sağlığım yerindedir, elim ayağım tutuyor. Kendi gözlerinizle gördünüz ki, sapasağlamım, kuvvetim yerindedir. Sizlere eskiden beri olan sevgim yerindedir. Siz bu akşam benim karşımda milletin bir kitlesi, bir timsalisiniz. Size hitap ederken bütün millete sesimi işittireceğime kaniim. İşitiniz ve işittiriniz. Sizin menfaatiniz için sağlığını, ömrünü vakf ve hasreden adamın sağlığı yerindedir ve sizin için çalışacaktır. O sizin için yaşıyor. Benim kuvvetim, benim size olan sevgim ve sizin bana olan sevginizdir. Bu millet, bu ülke yeni rejimi üzerinde dünyanın en makbul varlığı olacaktır. Ben bunu kendi gözlerimle görmeden ölmeyeceğim.
Bizi keyfî hareket eden despotlar diye nitelendirenler de oldu. Onlara şu yanıtı verdim: Bunu büyük haksızlık, insafsızlık olarak görürüz. Biz keyfi hareket etmeyiz. Despot asla değiliz. Hayatımız, bütün faaliyetimiz ülke işlerinde keyfi ve despotça hareket edenlere karşı mücadele ile geçmiştir. Ülke ve millet işlerinde şahıslarıyla, fiilleriyle, düşünceleriyle zararlı olmak durumuna düşenlere karşı zaman zaman sertleştiğimiz olmuştur. Milleti gerçek kurtuluş yolunda yürümekten alıkoymaya çalışmak isteyenlere şiddetli ve amansız olmak eğilimindeyiz. Toplumsal düzenimizi –bilerek veya bilmeyerek- ihlal edici kimselere izin veremeyiz. Bunlar doğrudur. Bizden bu hususlarda sükûnet ve tarafsızlık talep edenleri tatmin edemiyorsak, bunun nedeni, ülke ve millet çıkarlarını her şeyin üstünde gördüğümüzdendir.
Ben şuna inanırım ki, vatana ve millete hizmet bitmez, 21 Ekim 1925’de Afyonkarahisar Türkocağı’nda vurguladığım gibi: Ben görevimin bitmediğini, üzerime aldığım sorumluluğun yüksek ve çetin olduğunu idrak ediyorum. Evet arkadaşlar, bu görev bitmeyecektir. Ben toprak olduktan sonra da devam edecektir. Bense, sevine sevine bütün varlığımı bu kutsal göreve hasredeceğim ve onun yüksek sorumluluğunu üzerime almakla mutlu olacağım. Görevime başarıyla devam edebileceğim. Çünkü büyük milletimizin kalp ve vicdanında, bana karşı sarsılmaz bir güven ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük kuvvettir, büyük yetkidir.
Prof. Dr. Cihan DURA, 10 Ekim 2016