Attila İLHAN’ın Bursa Türk Ocağı Konuşması / Turgay TÜFEKÇİOĞLU

Şair-Gazeteci-Yazar

Attila İLHAN’ın Bursa Türk Ocağı Konuşması / Turgay TÜFEKÇİOĞLU

İletigönderen Balasagun » Cmt May 04, 2013 13:57

ATTİLA İLHAN’IN BURSA TÜRK OCAĞI KONUŞMASI


Attila İLHAN 8 Ekim 2005’de öldü. Ölümünden 9 ay önce Bursa’da Türkiye konusunda bir konuşma yaptı. Attila İLHAN’ı düşünceleri ile bir kez daha hatırlamak ve onu anmak için o günkü konuşmasının en önemli kısımlarının geniş bir özetini sunuyoruz:

Bildiğiniz gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkışı; Lozan Anlaşması Birleşik Amerika tarafından başlangıçta kabul edilmemişti, tanınmamıştı. Yani Türkiye Cumhuriyetine Birleşik Amerika’nın ilk elçisi 1927’de gelmiştir. 1927’ye kadar bizi ciddiye almamışlardır. Hala Lozan Anlaşmasını tasdik ettiklerini sanmıyorum. Davranışları bunu gösteriyor zaten… Amerikan Sefir’i hatıralarında çok ilginç şeyler anlatır. Bunlardan bir tanesi de doğrudan Bursa’yla ilgilidir. Bunların büyük sorunları şu; O zamanlar Birleşik Amerika’nın Osmanlı topraklarında inanılmayacak kadar çok misyoner okulu var. Bu okullardan bir tanesi de Bursa’da. Bursa’daki misyoner okulu da ünlü bir okul. Şimdi bakın hatıralarında Amerikan sefiri ne diyor;

“Daha sonra Türkiye’de okulların yeniden açılmasına karar verebilecek güçte olan bugünkü Milli Eğitim Bakanı Necati Bey’e takdim edildim. Kendisi sadece selam verdi ve arkasını dönerek ayrıldı. Bunu ya Türkçe’den başka bir dil bilmediğinden, ya kim olduğumu anlayamadığından, ya sarhoş olduğundan veya Türkiye’deki bütün yabancı okullarına karşı koyduğu ve bu nedenle de benimle ilişki kurmak istemediğinden yapmış olabilir.”


Necati Bey ünlü bir Kemalist’tir. Mustafa Kemal’in yanındaki has adamlarından biriydi ve onlara karşı tavır koyuyordu çok net.

General Kenan Esengin’in “Milli Mücadele İç Ayaklanmaları” isimli kitabından aldığım notlardan birkaç şey okuyacağım sizlere;
Milli mücadelede merkez ordusuna bazı kolejlere baskın yapma zorunluluğu doğmuştur. Çünkü çeşitli nedenler ile şüphe yaratıyorlardı. Bu okulda büyük Yunanistan, büyük Ermenistan ve Pontus Krallığı haritaları ve bunlarla ilgili yüzlerce kitap ele geçti. Bu Anadolu’daki bir Amerikan koleji. Bunlar Rumlara gizli silah taşıyorlardı. Ermeni ve Rum çeteleri buradan besleniyorlardı. Kolej müdürü Amerikalı Mr. White’ın yazdığı bir mektubun ele geçirilmesiyle her şey gün ışığına çıkmıştı. Bu mektuptan ilginç parçalar;

“Hıristiyanlığın en büyük rakibi, düşmanı Müslümanlıktır. Müslümanların en kuvvetlisi Türkler ve Türkiye’dir. Bu hükümeti devirmek için Ermeni ve Rum dostlarımızı beslemeliyiz. Bizim görevimiz bu fırsatı hazırlamak gereğine uygun hareket etmektir. Ermeni ve Rumları destekleyeceğiz, biz şimdiye kadar bunu yaptık, muvaffak da olduk .” Bu bir.

İkincisi Pontus’çuluk hayali yeniden canlanmış ve hortlamıştı. Bu konuda çalışanların başında Trabzon Rum metropoliti Hırisantos geliyordu. Heybeliada Rum okulundan yetişmiş, İsviçre ve Almanya’da tahsilini tamamlamış olan bu papaz bağımsız Pontus Devletini kurmak üzere Paris konferansına katılmıştı.

Trabzon’un zenginlerinden Nicos GABAYANİDİS yayınladığı Rumca gazetelerde Pontus propagandası yapıyordu. Merzifon Amerikan Koleji de açılışından itibaren Pontus idealinin merkezi olmuş, binlerce genci bu fikirlerle yetiştirmişti. İlk teşebbüs 1904’te kolej öğretmenlerinin Rumları kışkırtmasıyla ve Pontus cemiyetinin kurulmasıyla başlamıştır. Bu cemiyeti 1920’de bir gazete yayımladı. Ayrıca Pontus idealini heyecanla gerçekleştirmek isteyen bine yakın Rum gencini yetiştirdi. Kolej bunları her yönden besliyordu. 1908’de Müdafaa-i Meşruti adlı bir ihtilal komitesi de kurulmuştu. Bir süre sonra bütün Anadolu’ya yayılmış silahlı bir kuruluş haline gelmişti. Ayrıca zenginlerden para toplayan, gereğinde ölüm cezalarına karar veren mukaddes Anadolu Rum Cemiyeti gibi bir ikinci cemiyet vardı. Bunun sonucu o dönemde ne olmuştu? O dönemde bu işin sonu çok ilginç oluyor. Neticede Bursa’daki, Gedikpaşa’daki, Merzifon’daki ve Sivas’taki Amerikan okulları Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kapatılıyor.

Benim yaşımda olanlar bu kapatılmaları yaşamıştır. Beni İzmir’deki Frerler mektebine vereceklerdi. Frerler mektebi misyoner okulların adıydı. Orada eğer papazlar varsa frerler mektebi, eğer rahibeler varsa sörler mektebi denir. O zaman o kılıklarıyla gezmeye izin vardı Türkiye’de. Bugün o kılıkla gezilemez. Daha sora ilkokulların yabancılar tarafından işletilmesi yasaklandı ve biz kurtulduk. Cumhuriyet okuluna gittim ve kurtuldum.

Bu ısrarla yapılan bir şeydi. Şimdi bu ısrarla yapılan şeyi son zamanlarda Türkiye’de yeniden baş verdiği için birçok insan sanıyor ki bu Türkiye’nin batılılaşması, Türkiye’nin onlarla aynı seviyeye gelmesi için yapılan bir çalışmadır. Aslında öyle değildir. Şimdi size tarih sayılabilecek bir belgeden bir pasaj takdim etmek istiyorum;

“American Board of Mission çok eski bir örgüttür. 1890’lardan bu tarafa geliyor. Amasya’da 10, Harput’ta 9, Mersin’de 2 Diyarbakır’da 3, Ergani’de 2, Mardin’de 3, Bitlis’te 2, Muş’ta 1, Siirt’te 3, Van’da 2 Sivas’ta 20 Amerikan okulu vardı”…

Ticari ilişkiler yönünden misyonlar ve misyonerler bu bölgede elverişli bir ortam yaratmışlar. Bu ortam misyonların iki yönlü çalışmaları sayesinde gerçekleşmiştir.

1-Geniş bir eğitim düzeni.
2-Geniş bir basın-yayın örgütü.

Biz bu bölge halkını yalnız bizim sattıklarımızı almaları için değil gelecekte kurulacak tesisleri geliştirip yaşatabilecek bir düzeye gelmeleri için eğitiyoruz Amerikan mallarına alan açmak umudundayız,

Örgütün devamlı olarak yaşayabilmesi için yapılan harcamalar yılık 6 milyon dolar civarındadır. Amerikalılar Asya Türkiye’si ülkesinde şimdiden kâra geçen bir iş kurmuşlardır…

1993 itibariyle Hıristiyanlık propagandası yapan Türkçe eser kırkı geçti. Bu tabi tarihen biraz eski fakat biliyorsunuz ki bugün İstanbul Beyoğlu caddesinde İncil satıyorlar, dağıtıyorlar, bedava olarak dağıtıyorlar. İş bu mertebeye gelmiştir.

O okullar Türk gençliğinin bağlı bulunduğu toplumdan yüz çevirtip başka toplumlara sevgi gösteren ve yabancı bir ideale doğru sürükleyen kuruluşlardır. Yabancı okulların daha az olmayan bir kötülüğü de ücretlerinin çok yüksek olmasından dolayı buraya yalnızca zengin ve yüksek sınıftan ailelerin çocuklarının gönderilmesidir. Zengin sınıf çocuklarının halkın çoğunluğundan ayrı bir eğitim görmesi sonuçları çok tehlikeli olan sosyolojik bir hatadır. Şimdi biz bu hatayı ödüyoruz. Türkiye’nin en büyük liderlerine bakınız. İçlerinden hiçbiri yabancı okulunda okumuş mudur? Bu sorular çok vahim. Bu soruya puan şimdi veremeyiz. Veremediğimiz için de başımız derttedir.

Bu da Paul Dimo adlı yabancı ama Türkiye’de büyümüş. Nasıl mı? Suriye Fransız’ların elinde bir sömürgeydi. Fransızların elindeyken savaş çıkmış. Bunlar Suriye’de kalmışlar. Zor duruma düşünce annesi (babası vefat etmiş) çocuğu alıp Türkiye’ye getirmiş. Savaş yok Türkiye’de çünkü. Heybeliada’ya gelmişler ve Paul Dimo Heybeliada ilkokulunda Türküm doğruyum diye başlamış. Bütün eğitimini Türkiye’de yapmış. Savaş bittikten sonra ancak Fransa’ya tekrar gidebilmiş. Fransa’ya gittikten sonra orda en iyi iş olarak Türkolog olmayı düşünmüş. Zaten Türkçe bildiği için Türkolog olmuş. Bundan birkaç sene evvel Türkiye’ye gelmiş. Strazburg Üniversitesi’nde Türkoloji bölümünün başkanı bakın ne diyor;

“Başlangıçta bende Atatürk ilke ve devrimlerinin anti liberal tarafını eleştiriyordum… Mustafa Kemal Türkiye’sinin eğitim sistemine çok olumlu gözle bakmaya başladım. O tip bir eğitim son derece ilerici bence, bu eğitim bu güne uygulanabilse çok iyi olurdu.”

Bunu bir Fransız bizim için söylüyor. 1997’nin 13 Nisan’ında Cumhuriyet Gazetesi’nde söylemiş. Dimo’nun söylediği doğrudur. Tek çıkışımız, Tevhidi Tedrisat’a dönmektir. Tevhidi Tedrisat kanununa dönmedikçe bu çorbadan çıkamayız. Türk çocuğu diye birçok yabancı çocuk yetiştiriyoruz. Bu yabancılarda bizden çok kendilerini o yabancılara yakın hissediyorlar. Şimdi bizim televizyonlarımızda Türkiye’nin hiçbir zaman ilgilenmediği bir takım sporların gösterildiğini görüyorsunuz ve bunlara merak saran Türk Gençleri var…

Şimdi mümkün olduğu kadar hiçbir şey okutmamaya gayret ediyorlar. Çünkü prensip, hele devlet okullarından cahil çıkartmak. Çünkü bu sistemin kendisinde uyguladığı bir gerçek. Amerikan halkının ne kadar cahil olduğu belli, biliyorsunuz. Amerikalıların cehaleti dehşet verici bir şeydir. Niye? Çünkü devlet böyle yetiştirmek istiyor. Çünkü eğer başka şeyleri öğretirse, soru sorar. Soru sormaması lazım. Soru sormaması için bakın ne buluyorlar. Sporu buldular, sporu çok fena hastalık halinde yayıyorlar.

Çok uzun çalışmalardan sonra tespit etmişler ki eğer bir ülkede kafa başına düşen milli gelir 5.000’nin altındaysa, orda kirlenme olmaz. Kirlenmenin olabilmesi için, ciddi sanayileşme lazım. Ciddi sanayileşme olmadıkça ülkenin kirlenmesi mümkün değildir. Yani Türkiye Cumhuriyeti kirlenmez. Kirli görünüyorsa belediyelerinin pisliğindendir. Başka bir sebepten kirlenemez. Ama bunları mesele haline getiriyorlar. İstanbul’da, İzmir’de, Ankara’da ve diğer şehirlerimizde çevreci gençlerimiz çıktı. Ama ortalığı kirletmeyelim diyip ortalığı kirletiyorlar. Bunlar hepsi hazırlanmış şeyler. Birleşik Amerika dünyayı da kendisine benzetmeye çalışıyor. Dikkat ederseniz, devletleri parçalıyor, küçük vilayetlere bölüyor, aynen kendi ülkesi gibi yapıyor. Çünkü ülkesinde eyalet var. Bu eyaletin başında hükümet var. Yugoslavya’da zaten 5 tane devlet varsa 5 tanesini de parçalarım diyor. Daha güzel olur diyor. Bu sistemi de çok başarılı uyguluyor. Rusya’yla başardılar, Yugoslavya’yla devam ettiler. Şimdi sıra Irak’ta arkasından…

Gazeteler, televizyonlar medyanın tamamı, sana hep aynı davulu çalıyorlar. Sen yavaş yavaş bunlara kulak veriyorsun. Ondan sonra ne diye sizin memleketinizde yeteri kadar sivil toplum kuruluşu yok. Demokrasinin hası budur diyor. İyi ama bunun için para lazım. Tamam, biz size bilmem ne fonundan para veririz diyor. Geçenlerde bir dostumuzun kitabı çıktı. Bu konuyla ilgililer bilir “Sivil Örümcek Ağında” diye Mustafa Yıldırım’ın yazdığı bir kitap. Onun içerisinde bizden kimin kimden ne kadar para aldığı çok açık yazılı. Türk tanıdığımız isimler var. Çok büyük bir casusçuluk da yapmamış Mustafa. Sadece internetten almış bilgileri. Ama maalesef tanınmış bir fikir adamımızın 50 bin USD almış olduğunu görüyorsunuz…

Türkiye Demokrat oluyor diyoruz. Oluyor mu? İşte asıl soru bu. Demokrat mı oluyor yoksa kendi ayaklarıyla sonuna doğru mu gidiyor? Çünkü niyetleri kötü. Yalnız bizim için değil bütün dünya için kötü. Rusya dağıldıktan sonra 21.yy Birleşik Amerika stratejik planını hazırlatıyor. Bu plan çok uzun zamanda hazırlandı. 150 sayfalık bir kitaptır. Bu planda çok açık seçik ve net şekilde, nerede ve ne olacağı belli. Yani o kitabı okuduğunuz zaman Afganistan’a saldıracaktı. İran’a saldıracaktı. Orta Doğu’ya çıkacakları orda petrole el koyacakları sadece biraz örtülü anlatılıyor.

Şimdi buraya gelince o zaman çok ilginç bir şeyle karşı karşıya kalıyoruz. Biz sanırız ki özellikle Osmanlı döneminde Avrupalılar çok kötüdür, Avrupalılar sömürgecidir, Avrupalılar dünyayı zaptetme peşindedir. Ama Amerikalılar öyle değildir. Amerikalılar Avrupalılara karşı sömürgecilere karşı da savaşmışlardır. Bu yüzden de bunlar bağımsızlıktan yanadır. Onların iyiliğinden yanadır. Bu Amerikan propagandasının da iyi çalıştığının güzel bir örneğidir. Öyle bir şey yoktur.

Buradan daha güzel bir yere geçebiliriz. Gittikçe de netleşiyor. Bunu şunun için söylüyorum; hala bizim aydınlarımız arasında çok vahim bir yanlış anlama var. Bu vahim yanlış anlama nedir? Batılılaşma…

Mustafa Kemal Paşa’da batılılaşma lafı yok. Mustafa Kemal Paşa hiçbir yerde garplılaşalım demiyor. Mustafa Kemal Paşa muasır medeniyet seviyesi diyor. Muasır olmak diyor. Yani çağdaş olmak diyor. Çağdaş olmak başka bir şey; bu tefriki mutlaka çok iyi anlamak zorundayız. Şimdi bakın batılılaşma Mustafa Kemal’le başlamadı.

Batılılaşmayı biz imparatorluk olarak denedik ve battık. Şimdi batılılaşmaya devam etmenin anlamı nedir? Böyle bir şey olamaz. Çünkü yalnız biz de değiliz batılılaşmadan batan. Bir başkası da var; komşumuz Rusya. Ruslar Deli Petro zamanında batılılaşma hareketine girdiler ve mükemmel bir şekilde battılar. Batılılaşma demek beni, seni, onu, milletleri kültürsüzleştirmek demek. Seni kültüründen soyuyor kendi kültürünü sana zehrediyor. Sen onun nazarında ikici sınıf bir insan olarak kalıyorsun, kendi halkının nazarında da yabancılaşıyorsun. Şu yaşadığımız durum bunu andırıyor… Gazi bunu mu istiyordu? Hayır…

Çok vahim bir yanlış var. Aydınlarımız batılı gibi yaşamayı medenileşmek sanıyorlar. Hayır, sömürgeleşmek o. Siz eğer sömürgelere gittiyseniz bunu görürsünüz. Sovyetlerin meşhur Sosyal Demokrat Partisi’nin Bolşevik kanadı Devrimi yapınca Avrupalılara haber gönderiyor. Diyor ki Devrimi başlattık hadi! Bu hadi şu demek: Bütün sosyalistler ayağa kalkacaklar. Dünyanın mazlumlarını ayağa kaldıracağız ve ondan sonra yeni bir dünya kurulacak. Komünist bir enternasyonal olması lazım gelen o enternasyonal tık demiyor. Katiyen bu işe yanaşmıyor. Niye yanaşmıyor? Çok basit. Çünkü hepsi emperyalist devletler. Hepsinin sömürgeleri var, sömürgeleri soymaktalar. Sömürgelerden gelen paralarla işçi sınıfı da yolunu buluyor. O suretle kafa başına 25 bin dolara kadar çıkıyorlar. Şimdi Rusların kuyruğuna takılırlarsa bütün bunlardan olacaklar. Ne olacağı da belli değil. Bu yüzden gelmiyorlar ve Ruslar da dımdızlak ortada kalmış. Üçüncü enternasyonali kurmak zoruna düşmüşlerdir. Avrupalıların sosyalistlere kazığı da budur. Kendilerinden başkasını düşünmezler. Sadece kendilerini düşünürler. Onun için bu Avrupa Birliği meselesinde bazılarınızı çok heyecanlı görüyorum ben. Çok büyük hayal kırıklığına uğrayacaklardır. Kesinlikle sizi ciddiye almazlar. Alırlarsa çok şaşarım. Böyle bir şey mümkün değildir.

Batının kendisi dışındaki kavimler için bakışı çok kötüdür. Bakışı çok kötü olduğu için de onlarla ilişkilerimizde çok dikkatli olmamız lazımdır. Şimdi ben sizden bu söylediklerimin çok havaya olmadığını anlatmak için Batılıların çok eskiden beri söyledikleri, bunların hepsi bellidir, belgelidir. O belgelerden bazı sözleri nakletmek istiyorum. Biraz yardımcı olacak sanırım bu işleri daha iyi anlamanıza.

19 Ocak 1919’da İngiliz yüksek komiser yardımcısı Amiral Webb İstanbul’dan Londra’ya bildiriyor:

“Görünürde memleketi işgal etmediğimiz halde şimdiden valileri tayin ediyor ya da görevden uzaklaştırıyoruz. Polisleri yönetiyor, basını denetliyor, zindanlara girerek Rum ve Ermenileri işledikleri suçlara aldırmaksızın serbest bırakıyoruz. Halife elimizde bulunuyor. İslam dünyası üzerinde çok büyük bir denetleme aracına sahibiz. Bildiğiniz gibi Padişah bizi buraya yerleştirmek istiyor.”

Bu da Padişahımızın marifeti!

9 Mart 1919’da Damat Ferit Paşa Webb’i ziyaret ederek şunu demiş:

“Ben ve zatı şahane bütün ümidimizi önce Allah’a, sonra da İngiltere Devleti himayesine bağlamış bulunuyoruz.”

Mustafa Kemal Paşa neden bu işlere kalktı görüyorsunuz. 30 Mart 1919’da Amiral Webb’i tekrar ziyaret ederek, Damat Ferit Paşa Halife adına ancak İngiltere’ye biat ettiğini bildirir.

“1- Zatı şahane halife kalacak,
2- Ermenistan’a bağımsızlık verilecek,
3- Konsoloslar valilere danışmanlık edecek,
4- Malî ve iktisadî işlere İngiltere bakacak,
5- Her vekile bir İngiliz danışman verilecek, yani yanında mutlaka bir İngiliz bulunacak.
6- 15 yıl süreyle sömürge olarak kalınacak.”
Bu teklif Vahideddin’den geliyor. Avrupa birliğine girmekle şu şartlara kabul etmek arasında hiçbir fark yoktur. Aynı şeyleri yapacaklar.

Lort Sartburi, bu da onların büyük adamlarından biri. Şunu söylüyor:

“Kıbrıs’ın işgali, İngiliz Hükümetlerinin uzun süredir izlemekte oldukları politikaya uygundur. Avrupa’da çıkar çatışmaları İspanya üzerinde yoğunlaştığı zaman İngiltere Cebelitarık’a el koymuştur. Aynı şekilde İngiltere Malta’yı işgal etmiştir. Bugün Avrupa gözlerini yakın doğuya çevirmiştir. Dolaysıyla İngiltere bu bölgede Kıbrıs’ı işgal edecektir.”…

Harburg Raporu diye bir rapor vardır. Bu bir Amerikan raporudur. Newyork Times’ın 4 Nisan 1920’de yayınlanmış dosyasında parçalar var. Türkiye’de incelemeler yapılan Birleşik Amerikan heyeti başkanı Mr Harburg bu ülkede Amerikan mandası kurulmasına açıklık getiren raporunda özetle şu görüşlere yer vermektedir;

“1-Milletler Cemiyeti’nin kuruluşunda önemli katkıları olan Birleşik Amerika, Türkiye gibi önemli bir noktada kurulacak manda yönetiminin sorumluluğunu yüklenmelidir.

2- Orta doğu sorununu, insani açıdan kendimizi göstermek için çağımızın en büyük fırsatını önümüze sermektedir. Şimdi aynı şeyi yapıyorlar. Bu ulvi görevi, herhangi bir diğer devletten önce Birleşik Amerika’nın yüklenmesi çok daha iyi olacaktır. Bu arada yalnız manda altına alacağımız Türkiye, Türkiye’de değil, Türkiye’nin yakın komşuları olan Rusya, Romanya’da da kendimize önemli ticari avantajlar sağlayabiliriz. Amerika Birleşik Devleti manda yönetimini üstlendiği takdirde, Ermenilere ve Hıristiyanlara karşı uygulanmakta olan saldırı ve soykırıma son verilecektir. Amerika Birleşik Devletleri’nin misyonerlerimizin ve kolejlerimizin faaliyet alanı olan bu bölgeye, öteden beri büyük bir ilgi ve yakınlık beslemekte olduğu da bir gerçektir. Birleşik Amerika yönetimi bu bölgede sorumluluk yüklenmekten kaçındığı takdirde itilaf devletleri arasında doğabilecek anlaşmazlıklardan yararlanabilecek olan Türkiye’nin, ağza alınmayacak kelimelerle ancak anlatılabilecek olan rezil idaresi sürüp gidecektir.”


“Hayvan derecesinde barbar bir ırk”. Meğer neler yapmışız! Çeşitli uluslardan milyonlarca insanı imha etmiş, üstelik kendine ait olmayan topraklar üzerinde oturuyormuş. Ayrıca öyle iddia ettiğimiz gibi 40 milyon’da değilmişiz. 1978’de Birleşik Amerika’da bedava olarak halka dağıtılmakta olan bir broşürden söz ettiler. Bu broşürün bir nüshasını elimize geçirdik. Türkçe’ye çevirdiğimiz zaman İspatın Ağırlığı ismi verilebilecek, sanki delil diye sunulmuş bir küçük broşürdü. İngilizceydi fakat Yunancadan çevrilmişti. O küçük kitabın yazarı, Yunanistan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü eski başkanı Korgeneral Tagaris, Yunan Ordusunda stratejik bir uzman. Çevirisini Georgus Burnas adında bir baştabip Yunan yapmış. Chicago’da Armegedon yayın evinde bastırılmış Amerika Birleşik Devleti’nde dağıtılıyor. Yunanlıların Türklere kan içici bir düşmanlık besledikleri malum. Kitapta önce bu sergilenmiş. Meğer biz neymişiz! Bakın bize neler diyor; milyon kadar ancak varmışız. Çoğu da başka ırk ve uluslardan olmak şartıylaymış. Ama bütün bunlar işin çerezi. Asıl söylenecek söz arkadan geliyor o da şu:

“Yunanlıların, Ermenilerin ve Kürtlerin meşhur şark meselesini Uluslararası alanda yeniden yoğun bir şekilde ortaya atmaları kaçınılmaz bir görevdir. Amaç, uzun sürede gerçekleşse dahi Türkiye’yi taksim etmek olmalıdır. Bu Yunanlıların, Ermenilerin ve Kürtlerin hakkıdır. Tarihi adalet ve Türk vahşetinin milyonlarca kurbanlarının kanı, bu hakkın elde edilmesini gerektirmektedir. Türklerin yabancılardan zorla aldıkları topraklar üzerinde söz konusu hakka dayanacak bir Ermenistan bir Kürdistan ve Doğu Trakya’yı da içine alacak bir küçük Asya kurulmalıdır.”

Korgeneral Tagaris taksimatın haritasını da yapıvermiş. Kitabın kapağında yayınlanan bu haritada Türkiye beş bölge halinde bölünmüş bir durumda görülmektedir. Bunlar;

İyonya, Pontus, Ermenistan, Kürdistan ve Anadolu yarımadasının orta kısmını kaplayan ufak bir Türkiye’ymiş. İyonya; Trakya’yı, boğazları ve bütün Ege’yi, Pontus; hemen bütün Karadeniz kıyılarını, Ermenistan; kuzey doğuyu, Kürdistan ise; Güneydoğu Anadolu’yu kaplıyor.

Bu harita ünlü Sevr anlaşması haritasıdır. Şimdi bunu 1978’de Yunanlılar Amerika’da bildiri halinde dağıtıyorlar. Hasbelkader bir Türk gazetecinin eline geçiyor. O gazeteci bunu gazetesinde yayınlıyor. Yahu birisi merak edipte şu kitabı gönder de bir bakalım, inceleyelim demez mi? Demediler. Hiç kimse ilgilenmedi. Şimdi görüyoruz ki 2008’e doğru gidiyoruz. Arada bu kadar sene geçti burada söylenenlerin hepsini gerçekleştirmeye uğraşıyorlar. Amerika’yla beraber. Durum bu kadar vahimdir. Bu rehavete gelebilmek için de Rusya’nın ortadan kalkmasını beklediler. Çünkü Rusya’ya set olalım diye Türkiye Cumhuriyeti’ne izin vermişler. Aslında Türkiye Cumhuriyeti olmayacaktı, onların hesaplarına göre paylaşıyorlardı. Hesap Bolşeviklerin beklenmedik zaferiyle oldu. Bolşevikler ihtilal yaptılar ama güçleri yoktu. Kızıl Ordu başlangıçta yoktu. Bolşevik ihtilal hükümet darbesidir. Bolşevikler duruma hâkim olurlar. İngiltere bunun kendi başına iş açacağını anladığı için bir takım beyaz dedikleri yani Çar taraftarı Rus generalinin emrine Çek, Polonyalı ve diğer ülkelerden bir takım askerler vererek aşağıdan yukarıya çok ciddi saldırılarla Bolşevikleri yıkmak üzere harekete geçmiştir. Bu 1917–1918 yıllarında yaşanan bir olay.

Bu saldırının sonunda emindiler ki beyaz ordular kızıl ordu denen, olmayan orduyu yenecekler. Olmayan ordu o zaman kurulmaya başlandı. Bunu kurmakla Troçki’yi görevlendirmişlerdi. Troçki başarılı oldu orduyu kurdu. Başarı daha da ileri gitti beyaz orduları yendiler. Beyaz orduların yenilmesidir Türkiye’nin kaderini değiştiren. Beyaz ordular yenilmeseydi Türkiye gitmişti. Çünkü Yunanistan’ı takviye edeceklerdi. Eninde sonunda Sevr anlaşmasını uygulayacaklardı. Fakat yenilmeye başlayınca Rusya Bolşevik olarak kuruluyor. İngiltere’nin orta doğudaki bütün menfaatlerini altüst edecek. Bunu önlemek için bir set lazım. O zaman karar verdiler biz Türkiye’yi muhafaza edelim ama küçük bir Türkiye olsun, onun için ona pek ses çıkarmayalım. Bu çerçeve içerisinde serbest bırakacakları Türkiye’den, Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkacağını düşünmüyorlar. Onların düşündüğü yeniden sadece Anadolu içeren bir Türkiye’nin çıkması. Osmanlı’nın elinde olması. Yani kendi kontrollerinde olması, Padişahın değiştirilmesi ve Mustafa Kemal Paşa’nın da sadrazam olması. Hesaplarını Gazi bozdu. Gazi böyle düşünmüyordu. Gazinin düşündüğü bambaşka bir şeydi. Türkiye Cumhuriyetiydi, demokrasinin, hürriyetin gelmesi, vs. Bütün bunların sistemlerini bozunca Rusya kaldığı sürece Türkiye’yi kolladılar. Ama Rusya’yı dağıttıktan sonra şimdi sıra ona geldi. Başladılar ellerini ovuşturmaya. O zaman yapamadıklarını şimdi yapmaya teşebbüs ediyorlar.

Fakat beni hayrete düşüren, Batılıların hayal gücü darlığı. Başka bir çözüm düşünemiyorlar. Yani bizim imparatorluğun köhne zamanındaki duruma göre düşünülmüş bir Sevr anlaşmasını bugün aynen uygulayabileceğini sanıyor. Hiç düşünmüyor ki Türkiye’nin elinde bugün en azından Avrasya seçeneği var. Ve bizim gazetelerimiz yazmadılar tabi. Bir tanesinde 22. sayfasında gördüm bu haberi. Her gazetenin baş haberi olabilecek bir haberdir, söyleyeceğim. Bu defa Tayyib Erdoğan Moskova seyahatinde Putin’e Şanghay Birliğine girmeyi teklif etmiş ve Putin bunu alelacele giderek Nazarbayev’e ulaştırmış. Şimdi bunu hangi gazeteci duysa ertesi günkü gazetede manşet olarak haber yapar. Ancak sadece bir gazetenin 22.sayfasında küçük bir yazı olarak vardı. Eğer meraklısı değilseniz yakalayamazsınız haberi. Basınımızı da bu hale getirdik. Şimdi bu çerçeve içinde Türkiye’nin elinde böyle bir alternatif var. Bugün Türkiye ufak bir devlet değil. Türkiye bugün dünyanın ilk 20 devleti arasında, ekonomik açıdan, savunma açısından ilk 10 devleti arasında, bunlar bizim gücümüz. Nüfusumuz 70 milyona çıkmış, dinamik bir nüfus hepsi genç ve her zaman söylüyorum yine de söylerim. Bugün de Türkiye’de ordunun önüne mehteri koyun gene Viyana’ya gider… Bu kavim tarih boyunca var. Avrupa’da hangi kavim bununla övünebilir? Biz tarih boyunca hep vardık. 20’ye yakın devletizdir. Bu devletler Türk Devletidir. Aynı zamanda 4–5 tanesi bir arada olmuşlardır. Hatta şu lüksümüz de vardır; Biz Türk Türk’e savaşırız… Zaten onun için ürküyorlar çok Türklerden. Bunun için, evcilleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Şimdi burada orta sınıflarda, orta sınıfların okumuş kesimlerinde ve özellikle aydın çevrelerinde başarıyorlar. Aydınlarımız kötü, aydınlarımız cahil, asıl vahim olan taraf burası…

Şimdi burada konuşuyoruz, size misyonerleri anlattım. Şimdi desem ki çocukları misyoner okullarına giden kaç kişi var? Bir sürü el kalkacaktır. Bu olmaz. Bu biz bilinçsiziz demektir. Bizim kafamız çalışmıyor demektir. Biz kendi çocuklarımızı kendi elimizle onlara veriyoruz. İşte bakın ne yapmak istediklerini söylüyorlar, saklamıyorlar ve onlara bu amaç için çocukları feda ediyoruz demektir. Sonra çocuk büyüyüp de Amerika’ya gidip de kalınca, niye kaldı diyoruz. Kalır, onun için yetiştiriliyor…

Biz ortalama insanı oynuyoruz. İsmet Paşa’ya. İsmet Paşa ortalama bir adamdı Mustafa Kemal Paşa fevkalade bir adamdı. Biz İsmet Paşa’dan hoşlandık niye, çünkü uyuşuk, çünkü korkuyor, çünkü aman bunu kaybetmeyelim, bunu aman buradan almayalım diyor ve her şeyi kaybediyorsun. Bu bizim aydınımızı tayin etti. Bizim aydınımızı Kemal Paşa tayin edemedi. Çünkü çok kısa yaşadı. Eğer yaşasaydı onun gibi cesur, yırtıcı adamlar olacaklardı. Ve onun zamanındaki aydınların yaptıklarına bakın, çok nettir. Peki, kendisi nasıl konuşuyordu? Kendisi muasırlaşmak dediği zaman batılılaşmak mı anlıyordu? Şimdide size ondan birkaç şey söyleyeyim ve tadıyla bağlayalım. Şimdi bakınız M. Kemal Paşamız ne diyor;

“Türk inkılâbı nedir? Bu inkılâp, kelimenin ilk mânâda ima ettiği ihtilal manasından başka, ondan daha büyük bir tahakkülü ifade etmektedir.”

Sadece bu lafı duvarlara assalardı Türk gençliği başka türlü olurdu. Bu sadece öyle ufak tefek değişiklik demek değil her şeyi kökünden değiştireceğiz diyor. Bu radikal bir adamın lafı. Bunu siz hiçbir yerde gördünüz mü? M. Kemal imzası ile asılmış olarak? Asla gösterilmemiştir. Bakınız Gazi nasıl konuşuyor.

“Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye bilim gereğidir diye görüşülerek, tartışılarak verilmez. Egemenlik ve saltanat güçle, kuvvetle ve zorla alınır. Şimdi de Türk Milleti bu saldırganlara hadlerini bildirerek egemenlik ve saltanatını eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir”


Paşa böyle konuşuyor. Bir başka yerde aynen şunu söylemiş

“Millet egemenliğini almıştır ve isyan ederek almıştır. Alınmış olunan egemenlik hiçbir suretle terk ve iade edilemez.”

Şimdi Batı hakkındaki düşüncelerini alalım. M. Kemal Paşa bakalım batılılaşma taraftarımıymış?

“Osmanlı Devleti gerçekte fiilen bağımsızlıktan yoksun bir duruma getirilmişti. Öyle ya bir devlet ki kendi uyruklarına saldığı vergiyi yabancılara salamaz. Gümrük işlemlerini, resimlerini, memleketin ihtiyaçlarına göre düzenleyebilmekten uzaktır ve bir devlet ki yabancılar üzerinde yargılama hakkını uygulayamaz. Böyle bir devlete elbette bağımsız denilemez. Devletin ve milletin hayatına yapılan müdahaleler yalnız bu kadar değildi. Daha da fazlaydı. Doğrudan doğruya milletin hayati ihtiyaçlarından olan söz gelişi demiryolu yapmak için, fabrika yapmak için vb. Devlet serbest değildi. Mutlaka müdahale vardı. Şu halde hayatını temin etmekten yasaklanmış bir devlet, bağımsız olabilir mi? Arz ettiğim gibi Devlet bağımsızlığını çoktan kaybetmişti ve Osmanlı Ülkesi ecnebilerin bir sömürgesinden başka bir şey değildi ve Osmanlı halkı içindeki Türk milleti de tamamıyla tutsak bir duruma getirilmişti. Bu sonuç arz ettiğim gibi milletin kendi egemenliğine ve kendi yönetimine sahip olunamamasından ve bu irade ve egemenliğin şunun bunun tarafından kullanılagelmiş olmasından doğuyordu. O halde kesinlikle diyebiliriz ki biz milli bir devir yaşamıyorduk ve millî bir tarihe sahip değildik.” Çok net teşhisini koymuştur.

“Sırf şahane bir armağan olarak ecnebilere bağışlanmış olan ve özel lütuf diye ülke dâhilindeki gayrimüslim hakkını korumakla yetinmediler. Her gün biraz daha onları çoğaltmak için çareler aradılar ve buldular. İçerdeki azınlıklar, kurmayı becerdikleri iç örgütlerine dayanarak, dış güçlerin sürekli olarak özendirmesine, kışkırtmasına ve yardımına sığınıp devletin ve asli unsurun ortadan kaldırılmasıyla siyasal bir varlığa kavuşmak için çalışmaktan geri durmadılar. Yabacılar bir taraftan içerdeki azınlıkları kışkırtıyorlardı, diğer taraftan kendilerine müdahale ediyorlar ve her müdahalede yine devlet ve millet aleyhine olmak üzere yeni yeni bir takım ayrıcalıklar, haklar alıyorlardı.” Bugünde aynı mı durum? Aynı yerde miyiz? Biz bunun için harp ettik. Biz bunları önleyelim diye savaştık. Şehitlerimiz var. İki elleri yakalarımızdadır. Nasıl bırakırız?

Şimdi bir de dünya politikası açısından asla ondan sonra hiç kimsenin ağzına almadığı sözleri M. Kemal Paşa nasıl söylemişti, bir de ona bakalım;

“Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklalden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muamele kazanamaz”.


Yani sen istiklali terk ettiğin anda, uşaksın. Bunu açıkça söylüyor. Hadi edin bakalım.

“Tam istiklal denildiği zaman; siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve her hususta istiklali tam denilmektedir.”

Yarım istiklal istemiyor, tam istiyor. Bu saydıklarımızın herhangi birinden istiklalden mahrumiyet millet ve memleketin hakiki manasıyla bütün istiklalinden mahrumiyeti demektir. Biz bunların bir kısmından çoktan vazgeçtik herhalde farkındasınızdır. Şimdi bakın Gazi ne diyor?

“Anadolu bu savunmasıyla, yalnız kendi hayatına ilişkin bir görevi yerine getirmiyor. Belki bütün doğuya, yönelmiş saldırılara set çekiyor. Efendiler bu hücumlar elbette kırılacaktır. Bütün bu tasavvurlar mutlaka nihayet bulacaktır. İşte ancak o zaman Batıda, bütün dünyada gerçek sükût, gerçek refah ve insanlık sürebilecektir.

Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa belki daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye büyük ve önemli çaba harcıyor. Çünkü savunduğu bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır. Ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye doğu milletlerinin kendisiyle beraber yürüyeceğinden emindir”
Ve 1933 Ağustos’unda Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin yıl dönümünde muharebe meydanında söylediği Nutuk’un şu sözleri;

“Şark’tan şimdi doğacak güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam uzaktan bütün doğu milletlerinin uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, kuşkusuz ilerlemeye ve refaha dönük olacaktır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine millet arasından hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır.”

Batılı mı bu adam? Batılılık mı istiyor? Böyle bir şey yok. M. Kemal Paşa; bütün mazlumlardan yanayız, onlarla beraberiz, onlarla birlikte mutlu olacağız diyor ve biz ne yaptık? Mazlumlar ilk defa olarak Bandung’da bir konferans düzenlediler. Bu işe Nehru ve Tito önayak oldu. Nasıl önayak oldu ve ilk kurtuluş savaşını biz yaptığımız için bizi de çağırdılar. Biz bu konferansa o zamanki Dışişleri Bakanımızı gönderdik ve onların hepsi bizden böyle bir mesaj beklerken, bizim Dışişleri Bakanımız “Siz Amerika’yı dinleyin” dedi. Biz devrimimizi kendi ellerimizle rezil etmişizdir. Bunu kurtarmanın zorunluluğu hepimizin üstündedir.

Biz cumhuriyet kuşağıyız… Biz küçük bir devlet olamayız. Neden olamayız? Çünkü biz birinci cihan harbine girerken, dünyanın ilk altı devleti arasındaydık. Devletler karşı karşıya geliyorlardı. Biz bu altı devletin içindeydik. Bunlar dünyaya hâkim olan devletlerdir.

M. Kemal Paşa’nın ideali de aynı yere çağdaş bir cumhuriyet olarak gelmemiz. Güçlü, devrimci, mazlum milletlere sahip çıkmış ve sözünü dinletebilen. Çünkü biliyorsunuz; İngilizler onu özellikle Hitler ortaya çıktıktan sonra tekrar kendi saflarına çekebilmek için krallarını ayağına yolladılar. İngiliz kralı kimsenin ayağına gitmez. Gazi’nin ayağına kadar geldi ve hiçbir şey alamadan gitti. Gazi öldükten birkaç ay sonra İsmet Paşa gitti. Onların istediğini onlara teslim etti. Olay bundan ibarettir. Türkiye İsmet Paşa’dan itibaren onun cumhuriyetini yaşamıyor. Onun cumhuriyetine nasıl döneriz? Onun bir sözü var “Üstüme varmayın halka giderim” dermiş. Ben bundan hareket ederek şöyle bir şey söylüyorum ve onun için iyimser oluyorum. Şimdi aynı şekilde çok öfkeli ve halka gitmiş durumdadır. Yani aramızda.




* Hazırlayan:Turgay TÜFEKÇİOĞLU, 14 Ocak 2005
“Efendiler, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki aslî cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin”
Kullanıcı küçük betizi
Balasagun
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 3523
Kayıt: Cum Eki 17, 2008 13:18

Şu dizine dön: Attilâ İLHAN

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x