James Cameron’ın Avatar filmi, uzak bir gezegendeki mavi tenli yerli bir halkın arasına sızmak ve onları doğal kaynaklarının çıkarılmasına ikna etmek üzere gönderilen engelli bir eski askerin hikâyesini anlatıyor. Karmaşık bir biyolojik başkalaşım sonucu kahramanın zihni kendi ‘avatarı’nın kontrolünü ele alıyor ve genç bir yerlinin vücudunda zuhur ediyor.
Bu yerliler son derece ruhani ve doğayla uyum içinde yaşıyorlar. Tahmin edileceği gibi asker güzel bir yerli prensesine aşık oluyor ve savaşta yerlilerin safına katılıyor, insan işgalcileri kovup gezegenlerini kurtarmaları için onlara yardım ediyor. Filmin sonunda kahraman ruhunu yaralı insan gövdesinden yerli avatarına aktararak onlardan biri haline geliyor.
Devam filmi ilginç olurdu
Filmin üç boyutlu hipergerçekliği göz önüne alındığında, Avatar Masum Sanık Roger Rabbit veya Matrix gibi filmlerle kıyaslanmalı. Üç filmde de kahraman sıradan gerçekliğimizle hayali bir evren arasında (Roger Rabbit’teki karikatürler, Matrix’teki dijital gerçeklik ya da Avatar’daki dijital olarak geliştirilmiş gündelik hayat) sıkışıp kalır. Bu yüzden şu akılda tutulmalı: Avatar’ın anlatısının tek ve aynı ‘gerçek’ gerçeklikte yaşandığı söyleniyor olsa da, altta yatan sembolik ekonomi düzeyinde, iki gerçeklikle iştigal ediyoruz: Bir yanda emperyalist sömürgeciliğin sıradan dünyası, diğer yanda doğayla ensest bir bağ kurarak yaşayan yerlilerin fantazi dünyası. Filmin sonu kahramanın tümüyle gerçeklikten fantazi dünyasına göç etmesi olarak okunmalı - adeta Matrix’te Neo’nun kendisini tekrar tümüyle matrikse sokmaya karar vermesi gibi.
Ancak bu, gerçek dünyaya yönelik daha ‘otantik’ bir kabul ediş adına Avatar’ı reddetmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Fantaziyi gerçeklikten çıkarırsak, bizzat gerçeklik tutarlılığını yitirip dağılır. ‘Ya gerçekliği kabul et ya da fantaziyi tercih et’ arasında seçim yapmak yanlış: Sosyal gerçekliğimizi gerçekten değiştirmek ya da ondan kaçmak istersek, yapılacak ilk şey bu gerçeklikle uyum sağlamamıza yol açan fantazilerimizi değiştirmektir. Avatar’ın kahramanı bunu yapmadığından, subjektif konumu Jacques Lacan’ın Sade ile ilgili söylediği şey haline gelir: Kendi hayallerinin kurbanı.
Bu yüzden Avatar’ın devamında olabilecekleri hayal etmek ilginç: Sözgelimi birkaç yıllık (ya da aylık) saadetten sonra, kahraman tuhaf bir rahatsızlık hissetmeye ve çürümüş insan dünyasını özlemeye başlar. Bu rahatsızlığın kaynağı ne kadar kusursuz olursa olsun her gerçekliğin bizi er geç hayal kırıklığına uğratması değildir sadece. Böyle kusursuz bir fantazi bizi tam da kusursuz olduğu için hayal kırıklığına uğratır: Bu kusursuzluğun işaret ettiği şey, onu hayal eden özneler olarak orada bize yer olmamasıdır.
Avatar’da tahayyül edilen ütopya Hollywood’un bir çift yaratmak için bildik formülünü kullanıyor: Uygun cinsel partnerini bulmak için barbarların arasına karışması gereken, kaderine boyun eğmiş beyaz kahraman (Kurtlarla Dans’ı hatırlayın). Tipik bir Hollywood yapımında, Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nden dünyaya çarpan göktaşlarına kadar her şey Ödipal bir anlatıya tahvil edilir. Büyük tarihsel olayların bir çiftin vuslatının arka planı olarak kullanıldığı bu prosedürün gülünç zirvesi, Warren Beatty’nin Kızıllar filmidir. Hollywood bu filmde, 20. asrın en travmatik tarihsel vakası olduğu söylenebilecek Ekim Devrimi’ni rehabilite etmenin bir yolunu bulmuştur.
Kızıllar’da John Reed-Louise Bryant çifti derin bir duygusal kriz içindedir; aşkları Louise ateşli bir devrimci konuşma yapan John’u seyrederken alevlenir. Devamında çiftin sevişmesi, arketip devrim sahneleriyle kesişir ve bunlardan bazıları cinsellikle fazlasıyla bariz bir biçimde bakışır; sözgelimi John Louise’in içine girdiğinde kamera bir gösterici kalabalığının hareket halindeki ‘fallik’ bir tramvayı kuşatıp durdurduğu bir sokağa döner - bu arada arkada ‘Enternasyonel’ marşı terennüm edilmektedir. Orgazm anında bizzat Lenin de arzı endam eder; bir salon dolusu delegeye konuşmakta ve soğuk bir devrimci liderden ziyade aşk başlangıcına nezaret eden bilge bir öğretmeni andırmaktadır. Hollywood’a göre bir çiftin ikinci baharına hizmet ediyorsa Ekim Devrimi bile kullanılabilir.
Cameron’ın bundan önceki gişe filmi Titanik de gerçekte geminin buzdağına çarparak yaşadığı felaketle mi ilgilidir? Tam felaketin gerçekleştiği ana dikkat: Genç sevgililer (DiCaprio ve Winslet) ilişkilerini kesinliğe kavuşturduktan hemen sonra güverteye döndüklerinde yaşanır felaket. Daha da hayati olanı, Winslet’in sevgilisine gemi ertesi sabah New York’a vardığında onunla kaçacağını, yani gerçek aşkıyla yoksul bir hayatı zenginler arasında yanlış, çürümüş bir hayata tercih edeceğini söylemesidir. Bu anda gemi, asıl felaket olacağı aşikâr olan şeyi, yani çiftin birlikte yaşayacağı hayatı önlemek babında buzdağına çarpar. Günlük hayatın sefaletinin, kısa süre sonra onların aşkını öldüreceği kolayca tahmin edilebilir. Dolayısıyla felaket onların aşkını kurtarmak, çiftin aslında ‘ilelebet mutlu yaşayacağı’ yanılsamasını sürdürmek için vuku bulmuştur. DiCaprio’nun son dakikaları daha açık bir ipucu daha barındırır. Suda donarak ölmekte olduğu sırada Winslet büyük bir tahta parçasının üzerinde güvendedir. DiCaprio’yu kaybetmekte olduğunun farkında olan Winslet, “Seni asla bırakmayacağım” diye feryat eder - ve bunu söylerken, sevgilisini elleriyle uzağa itmektedir.
Niye? Çünkü DiCaprio vazifesini ifa etmiştir. Titanik bir aşk hikâyesinin altında başka bir hikâye anlatır. Kimlik krizi yaşayan şımarık bir yüksek sosyete kızının hikâyesidir bu: Kafası karışmıştır ve DiCaprio aşk partnerinden ibaret olmanın ötesinde, işlevi kızın kimlik duygusunu ve hayat amacını tesis etmek olan bir tür ‘sırra kadem basan aracı’dır. DiCaprio’nun dondurucu Kuzey Atlantik denizinde kaybolmadan önceki son sözleri bir aşığın değil, kıza kendisine karşı dürüst ve sadık olmasını öğütleyen bir vaizin sözleridir.
Yoksul vampirce sömürülüyor
Cameron’ın yüzeysel Hollywood Marksizmi (aşağı sınıflara kaba saba bir biçimde iltimas geçerken, zenginlerin acımasız bencilliğini karikatür düzeyinde tasvir etmesi) bizi yanıltmamalı. Yoksullara yönelik bu sempatinin altında, ilk bütünlüklü tezahürünü Rudyard Kipling’in Cesur Kaptanlar’ında bulan gerici bir mit yatıyor. Cesur Kaplanlar’daki hikâye, krizdeki genç ve zengin bir insanın, yoksulun kanlı canlı hayatıyla kısa ve yakın bir temas sayesinde yaşama gücü kazanmasıyla ilgili. Yoksula duyulan şefkatin arkasında, vampirce bir sömürme yatmaktadır.
Bugün Hollywood bu formülü giderek kenara bırakıyor gibi. Fakat Avatar’ın bir çift yaratmayı öngören eski formüle sadakati, yani tümüyle fanteziye bel bağlaması ve yerli bir prensesle evlenip kral olan beyaz adama dair hikâyesi, onu ideolojik olarak muhafazakâr, eski moda bir film kılıyor. Teknik parlaklığı bu muhafazakârlığı örtmeye hizmet ediyor. Siyaseten doğru temaların altında (emperyalist işgalcilerin ‘askeri-sınai kompleksi’ne karşı koyan ekolojik yerlilerle saf tutan dürüst beyaz adam), kaba ırkçı motiflerden mürekkep bir silsile var: Dünyadan kovulmuş ama güzel bir yerel prensesin elini tutup yerlilerin nihai savaşı kazanmasına yardım etmeye muktedir bir felçli. Film bize şunu öğretiyor: Yerlilerin tek seçeneği insanlar tarafından kurtarılmak ya da yok edilmek. Sadece emperyalist gerçekliğin kurbanı olmakla beyaz adamın fantezisinde kendilerine biçilmiş rolü oynamak arasında tercih yapabilirler.
Maoculara da hayran mısınız?
Avatar para basarken, tuhaf bir biçimde anlattığı hikâyenin hayata geçtiğini düşündüren bazı gelişmeler oluyor. Dongria Kondh halkının yaşadığı Hint eyaleti Orissa’nın güney tepeleri, muazzam boksit damarlarını çıkarmayı planlayan maden şirketlerine satıldı. Tepki olarak Maocu (Naksalit) bir silahlı isyan patlak verdi.
Hindistan başbakanı isyanı ‘iç güvenliğe yönelik en büyük tehdit’ olarak niteledi; isyanı ilerlemeye karşı aşırılıkçı bir direniş olarak yansıtan anaakım medya ‘kızıl terör’e dair haberlerle dolup taşıyor. Hint devletinin orta Hindistan’daki ‘Maocu kalelere’ karşı büyük bir operasyon yürütmesine şaşmamak lazım. Ve her iki tarafın bu acımasız savaşta büyük bir şiddete başvurduğu, Maocuların ‘halk adaleti’nin acımasız olduğu da doğru. Fakat bu şiddetin liberal ağız tadımıza uyup uymadığı bir yana, bunu kınamaya hakkımız yok. Neden? Çünkü bu insanların durumu tam da Hegel’in ayaktakımına denk düşüyor: Hindistan’daki Naksalit asiler, asgari düzeyde onurlu bir yaşamdan mahrum bırakılan, açlık çeken bir kabile halkı.
Peki Cameron’ın filmi bu açıdan nerede duruyor? Hiçbir yerde: Orissa’da kendilerini baştan çıkarıp halkına yardım edecek beyaz kahramanları bekleyen asil prensesler yok, aç köylüleri sadece Maocular örgütlüyor. Film tipik bir ideolojik ayrımı tecrübe etmemizi sağlıyor: Gerçek mücadelelerini reddederken, idealize edilmiş yerlilere sempati duymak. Filmi beğenen ve yerli asilerine hayranlık duyanlar, muhtemelen Naksalitleri görse tabanları yağlayacak ve cani teröristler diyerek yüz geri edecektir. Bu yüzden gerçek avatar Avatar’ın ta kendisi - gerçekliğin yerine geçen film. (Britanya’da yayımlanan haftalık dergi, düşünür, 4 Mart 2010)
Kaynak: Radikal
http://www.dunyabulteni.net/yazar/slavo ... ta-kendisi