Doç Dr Yaşar Hacısalihoğlu Yönetiminde Jeopolitik Dergisi
Kasım 2006 sayısı için yazılmıştır.
Fotoğraflar: Mustafa ÇINKI Arşivi
Bugün (sözde) insan hakları, demokrasi hukuk, adalet, özgürlük, serbest ticaret... gibi söylemler ile ortaya çıkan Avrupa ve ABD bu kavramları tarihlerinin her döneminde emperyalist sızma ve yayılmanın bir aracı olarak kullanmış, içi boşaltılmış bu kavramların koruyuculuğunda Afrika’da, Asya’da... girdikleri her bölgede topraklara, madenlere, ekonomik güce ve insan varlığına el koyarak sömürgeler oluşturmuşlardır.
Avrupalı devletler aynı yöntem ve söylemlerle, ağırlıklı olarak 19.yüzyıl başından itibaren sızdıkları Osmanlı’yı; Islahat Fermanları ve Serbest Ticaret anlaşmaları ile kolay sömürülebilir kıvama getirmiş, hemen ardından; topraklarına, maden ve insan kaynaklarına el koyarak başta İzmir ve Aydın olmak üzere, bütün bir Batı Anadolu’yu sömürgeleştirmeyi başarmıştır.
Sanayi devrimlerini ıskalayan Osmanlı Devleti; aymaz, işbirlikçi devlet adamı aydın ve ayanları eliyle medeniyete ulaşmayı tıpkı bugün olduğu gibi, Avrupalı olabilme sevdasına bağlamış, toplumu da buna inandırmışlardır. 19. yüzyılın yarısında Paris Antlaşmasıyla Avrupalı sayılan Osmanlı Devletinin, 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde aynı Avrupalı aileden sayıldığı İngiltere ve Fransa tarafından ortadan kaldırılmasının ardından, kağıt üstünde Avrupalı sayılmakla medeniyete ulaşılamayacağı, medeniyete (uygarlığa) giden yolun; sanayileşmeden, Ulusun maddi ve manevi varlıklarına sahip olmasından geçtiği çok ağır bedeller ödenerek anlaşılmıştır.
UYGARLIK YARIŞI
Emperyalist Batıya karşı verilen Kurtuluş Savaşımızın, eşsiz önderi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyetimizin 10. yılında yaptığı konuşmasının daha ilk satırlarında; “Kurtuluş Savası’na başladığımızın on beşinci yılındayız.” sözleriyle Batı emperyalizmine karşı verdiğimiz savaşın devam ettiğini ve edeceğini kuvvetli bir biçimde vurguladığı görülür.
Mustafa Kemal Atatürk’ün 10.yıl Nutku; içerdiği tanımlamalar, Türk ulusuna ve Türkiye Cumhuriyeti’ne gösterdiği hedefler, Türk medeniyeti açısından çok büyük bir önem taşımaktadır. Avrupa Birliği gibi sanal ve Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalayıcı, Türk Ulusunu ve ulusun maddi ve manevi tüm varlıklarını yok edici bir başkalaşma sürecine kilitlenmiş unsurlar tarafından, Mustafa Kemal’in en çok istismar edilen sözleri 10.Yıl Nutku’nda bulunmaktadır. Mustafa Kemal nutkunda; Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin yüksek Türk karakteri ve yüksek Türk Kültürü olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş başarısının Türk Milleti ve onun değerli ordusunun beraber ve azimkar yürüyüşü ile gerçekleştiği tespitinin ardından; “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü, muassır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için... daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler yapacağız.” demek suretiyle genç cumhuriyetin kalkınma ve medeniyet hedefine dikkat çekmiştir.
MUSTAFA KEMAL’İN HEDEFİ TÜRK MEDENİYETİNİN GELİŞTİRİLMESİDİR
Mustafa Kemal açıktı ki Türk Ulusuna yönünüz Batıdır, Batıya gidin demiyordu. Nitekim 10. yıl Nutkundan üç sene önceki Cumhuriyet Bayramı’nda (1930), Türk Ocağı’ndaki kutlamalar esnasında, konuklar içinde bulunan Amerikalı gazeteci Miss Ring’in kendisine yönelttiği, Türkiye’nin ne zaman Batılaşacak, Amerikanlaşacak sorusuna, “Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak, ne Batılaşacaktır. O, sadece özleşecektir.” [1] cevabını vermişti. Atatürk 10. Yıl Nutku’nda Milli ülkümüzü; milletimizin yüksek karakterini, çalışkanlığını, zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirle besleyerek inkişaf ettirmek olarak vermekte ve Türk Milleti’nin, büyük millet olduğunu, bütün medeni alemin, az zamanda bir kez daha tanıyacağından şüphe duymadan, Türklüğün unutulmuş medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyetinin bundan sonraki ilerlemesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkundan, yeni bir güneş gibi doğacağını müjdelemekteydi.
Mustafa Kemal ve onun önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti ne Amerikan, ne de Avrupa medeniyetine (!) yama olmayı düşünmemiş, tam tersine; Türk medeniyetinin Türk karakteri ve Türk kültürü üzerine inşa edilen, Türklüğün unutulmuş medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyetinin geliştirilerek muassır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarılmasını hedeflemişti.
TÜRK MEDENİYETİ HEDEFİNDEN SAPMA VE MUSTAFA KEMAL’İ İNKAR
Tüm bunlara karşın, en başından siyasal bir birliğe dönüşeceği açık olan Avrupa Kömür Çelik Topluluğu, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na dönüşür dönüşmez, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtuluş ve kuruluş felsefesine aykırı olarak 1959 yılında Türkiye bu topluluğa ortaklık başvurusu yapmıştır. O tarihlerde Türkiye’nin bu başvurusu ile ilgili yapılan değerlendirmelerde; “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte Ankara’daki yönetim, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa hedefini açıkladı.” denilmek suretiyle, Mustafa Kemal’in “Türk medeniyetinin muassır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarılması” hedefini işaret eden sözü, görünür anlamından çıkarılarak AB süreci içinde dayanaksız kalan Avrupalı olma hedefine kilitlenmiş yerli ve yabancı unsurlar tarafından kullanılmaya başlanmıştır.
Geçen süreçte, Mustafa Kemal’in sözlerini görünür anlamından çıkaranlar, insaf sınırını zorlamada oldukça yüksek bir beceri göstermişlerdir.
Örneğin; “Her şeyden öte, modernleşmesini tamamlamış, ekonomisini istikrara kavuşturmuş, temel siyasal ve kültürel hakları vatandaşlarına sağlamış bir Türkiye sadece Avrupa Birliği’nin Türkiye politikası değil, Türkiye’nin de yüzyıllardır ulaşmak istediği büyük Önder Atatürk’ün çizdiği muassır medeniyet seviyesine ulaşma arzusudur da.” cümlelerinin yazarı, temel siyasal ve kültürel haklar maskesi altında Mustafa Kemal’i Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet niteliğine ve üniter yapısına karşıymış gibi göstermekte, bunu da sıkılmadan Mustafa Kemal’in Türk medeniyetinin muassır medeniyet seviyesine çıkarılması hedefine dayandırmaya çalışmaktadır. Oysa Mustafa Kemal’in gösterdiği hedef; muassır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmaktır.
Aynı merkezden idare ediliyor izlenimini veren bir diğer yazar; “... Öncelikle, Türkiye için AB ve Avrupa değerleri etrafında şekillenen bir yüksek medeniyet ideali bulunmaktadır. Yani, Atatürk’ün işaret ettiği ‘muassır medeniyet’ kriterleri ile AB değerleri arasında çok yakın bir bağ ve örtüşen bir ideal söz konusudur. Bu ideal, genel olarak bir değerler sistemini benimsemek, özümsemek ve kendi hayatımızda uygulamaya geçirmek çerçevesi içinde gerçekleşmelidir ki, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bu devlet çatısı altında ve 200 yıla yakın bir zamandır da bu topraklarda devam eden bir süreçtir.” şeklinde yazarak, Mustafa Kemal’i tanzimatla üst noktaya çıkan Batı maymunculuğuna teslim olmuş zevatla aynı kefeye koymakta bir sakınca görmemiştir. Oysa gerçekte; Türkiye Cumhuriyeti’nin Muassır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma hedefi ile AB değerleri arasında ne yakın bir bağ, nede örtüşen bir ideal kesinlikle söz konusu değildir.
Mustafa Kemal’in muassır medeniyet ile ilgili sözü, kimi yazarlarımız tarafından da “Atatürk’ün muassır medeniyete ulaşma vizyonu, Ankara’nın her dönemde Batı ile bütünleşme çabalarının temelini oluşturmuştur” ya da “Büyük Kemal’in ‘muassır medeniyet’ hedefi günümüz dünya konjonktüründe, ‘Avrupa Birliği’ denilen kurumsal yapıda somutlaşmaktadır.” gibi altında farklı hesapların bulunduğu, gerçek dışı anlamlara tevil edilmiştir.
Hatta bazı gazeteler, Türk Ulusunun emperyalizme karşı olan Kurtuluş Savaşı sırasında, emperyalizmin ordularını Anadolu’dan söküp atan, Mustafa Kemal’in; “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir ileri” emrini; “Gençler, ilk hedef AB’dir, ileri!” aymazlığı içinde manşetlerine taşımışlar, kimileri de Avrupa Birliğini; “medeniyetler çatışması karşısında çok önemli bir ittifak”, “Bir uygarlık ve kültürler bileşkesi” biçiminde pazarlamışlardır.
AVRUPA MEDENİYETİ
Peki gerçekte Avrupa Birliği ve Medeniyet arasında bir ilişki var mıdır? Bir zamanlar köle ticareti kriterlerinin belirlendiği Kopenhag’da belirlenen ve AB literatürüne Kopenhag kriterleri olarak geçen kriterler, medeniyetin mi yoksa emperyalizmin mi kriterleridir? Avrupa Birliği gerçekte bir medeniyet mi? yoksa, çöküş içinde olan Avrupa medeniyetini(!) kurtaracak bir emperyalist proje midir? Batı uygarlığının tarihsel, kültürel ve ekonomik kökenleri nelerdir?
İNSAN HAKLARI ve ÖZGÜRLÜKLER
Batı uygarlığı tarihsel, kültürel ve ekonomik sömürgecilik temeli üzerine yükselir. Uygarlığın her aşamasında sömürgecilik, sözde uygarlığın en temel yapı taşı olmuştur. Batılılar dünyayı ve farklı medeniyetleri tanımaya başladıkları günden bu yana; yeni toprakları işgal ve o topraklar üzerinde gelişen medeniyetleri yok etmek için uğraşmışlar, gittikleri her yerde koloniler kurarak, koloni kalelerini köle toplama kamplarına dönüştürmüşlerdir. İngiltere, Hollanda, Fransa, Portekiz, İspanya, Belçika, Danimarka, Norveç... ticaret gemilerinin ambarları, evlerinden, yurtlarından, özgürlüklerinden koparılmış kölelerle tıka basa limanlarına dönmüş, Atlantik ötesinden taşınan köleler Avrupa krallıklarının ve asilzadelerinin kontrolünde açılan köle ticaret evlerinde nakde dönüştürülerek, bu krallıklar ve asilzadelerin sermaye birikimine inanılmaz katkılar sağlamıştır.
İNGİLTERE
“İngiliz Haklar Bildirisi” (Petition of Rights-1628) yayınlanmasından 32 yıl sonra Avrupa medeniyeti, İngiltere’nin İlk köle ticaret filosunu (Royal Africa Company - Kraliyet Afrika Kumpanyası) 1660 yılında kurarak ona Batı Afrika kıyılarında köle ticaret tekelini vermesine engel olacak düzeyde değildir. Bu şirkete İngiltere Krallığı ve bu hanedana mensup Stuartlar ile York dükü Charles’in kardeşi Prens James ve 200’e yakın Londralı tüccar da ortak olmuştur.
Yine İngiltere’de keyfi tutuklamayı ve hapsedilmeyi engelleyen “Habeas Corpus” bildirileri yayınlanırken (1679); köle ticareti tüm acımasızlığı ile devam etmiş, İngiltere 1689 tarihinde İnsan hakları bildirisini (Bill of Rights) yayınladığında; Kraliyet Afrika Kumpanyası’nın köle ticareti en üst noktalara ulaşmıştır. Açıktır ki batı medeniyetinin (!) esas oğlanlarından biri olan İngiltere’de İnsan hakları kavramı sadece beyazları ve özellikle varlıklı beyaz İngilizleri kapsamış ve siyah ırkın alınıp satılırken insan olarak bir hak varlığının olup olmadığını tartışma konusu bile yapılmamıştır. 1667 yılından itibaren İngiltere’nin köle ticaretinde kendisine rakip gördüğü Hollanda köle ticaret postalarıyla “İngiliz köle ticaret tekelini” korumak için yıllarca savaşması da bunun açık bir kanıtıdır.
FRANSA
1598’de Fransa’da din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili “Nantes Fermanı” yayınlandığında, durum İngiltere’den farklı bir merkezde değildir. 26 Ağustos 1789’da Fransız İnsan hakları bildirisi okunurken, kölecilik tüm kural ve kurumsallığı ile Fransa’nın en temel değerleri arasındaydı. Fransız İhtilalinden tam 59 yıl sonra Fransa, 1848 tarihinde sömürgesi Batı Hint adalarında köleliği biçimsel olarak kaldırmış ancak, diğer sömürgelerinde ki kölecilik sistemine 20. Yüzyılın ortalarına kadar dokunmamıştır. Tam tersine Fransa sömürgelerini elinden çıkarabilecek bağımsızlık hareketlerine “soykırım” la cevap vermekte sakınca bile görmemiştir. Fransız ihtilalinin Özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarının içi Cezayir’de, Kongo’da Fransız Batı Afrika’sında soykırımla doldurulmuştur.
BÜTÜN AVRUPA
1884 yılında bütün Avrupa ülkeleri Afrika kıtasını paylaşarak yeni sömürgeler ve köle toplumlar yaratmak üzere Sözlü işgal yerine Fiili işgal prensibinin kabul edildiği Berlin Konferansı’nda bir araya gelmişlerdi. Avrupa medeniyeti; Afrika kıtasını Avrupalıların aralarında paylaşmasına seyirci kalmak bir yana büyük bir iştahla kabul etmişti. Toplantıya katılan Norveç ABD ve Rusya dışında kalan İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya, Portekiz, İspanya, İsveç, Danimarka ve Belçika bu gün AB ülkeleri arasında yer almaktadır. Berlin Konferansı Avrupa Medeniyetinin çırılçıplak yakalanmış bir fotoğrafı olarak tarihteki en müstesna yerini almıştır.
KÖLE VE AFYON TİCARETİ (Serbest Ticaret)
Tamamen silahlandırılmış köle ticaret gemilerinin ambarları, 60 cm eninde (bazı gemilerde 40 cm) 180 cm boyunda demir ayak ve çubuklarla raflara bölünmüştü. Dönme, yan yatma ve ayağa kalkma imkanı vermeyen tabutluklar içinde köleler; ayaklarından, boyunlarından birbirlerine zincirle bağlanarak, ahşap gemi gövdesine sabitleniyor, yolculuk boyunca aç ve susuz bırakılan Afrikalılar, tüm ihtiyaçlarını bu tabutluklarda gidermek zorunda bırakılıyordu. Bu insanlıktan ve medeniyetten yoksun ticaret yoluyla, Afrika’nın batı sahillerinden Avrupa’ya ve Amerika kıtasındaki İngiliz, Fransız, Hollanda... plantasyonlarına 15 milyona yakın köle taşındı. Bir o kadar köle de taşıma esnasında yolda ölmüştü. Batı medeniyeti adına ticaret dediği bu iğrenç zorbalığı 400 yıla yakın bir zaman sürdürdü.
Batı medeniyetine ait “ticaret özgürlüğü” kavramı; afyon satıp karşılığında baharat, porselen ve köle almak, bu yolla elde edilen servetlerle bankalar kurmak olarak anlam kazandı. Bugün uyuşturucunun karşısındaymış gibi rol kesenler, çok değil bir yüzyıl öncesi, ordularıyla iç içe geçmiş kumpanyalarıyla uyuşturucu ticareti yapıyor (aslında bugün de), Ordularının ve ileri endüstri ürünü silahlarının zoruyla ülkeleri uyuşturucu almaya ve kullanmaya zorluyorlardı. Bizzat İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Palmerston (daha sonra İngiltere Başbakanı) tarafından yönetilen İngiltere ve Çin arasındaki Afyon savaşları İnsanlık tarihine, Batı uygarlığı (!) adına kara harflerle yazıldı. Avrupa’nın fosilleşmiş dinazor monarşileri bu iğrenç ticaretle beslendiler. Adlarının yanında “Dük”, “Prens”, “Sir” ve “Lord” ünvanları takılı şeytanlar, servetlerini bu yolla elde ettiler. Bu kervana “von”lar, “Kayzer”ler de takıldı. Asya’da, Afrika’da Uzakdoğu’da on milyonlarca insanın hayatı, toplumlar ve kültürler yok edilirken, Batıda adına medeniyet derler bir canavar beslenip büyütülüyordu.
İngilizler, Fransızlar, Almanlar, Portekizliler, İspanyollar, Hollandalılar ve Belçikalılar, kolonilerinde fazladan çiğnenen bir lokmanın cezasını, palalarla bileklerinden koparılan minicik ellere ödettiler. Sıradandı binlerce elsiz insanı sokaklarda görmek, ya da boyunlarından birbirine zincirlenmiş insanlarla dolu Gambiya, Gine, Benin, Zanzibar... sokakları.
BATI ENDÜSTRİSİ
Batının sahip olduğu her değer, Doğulu toplumlardan çalınmıştır. Batıda ve Doğuda; demiryollarının, karayollarının, maden ocaklarının altında birkaç galon rom, birkaç demir çubuk ya da incik boncukla satın aldıkları bir Afrikalının, bir Hintlinin ya da bir Çinlinin kendisinin olmaktan çıkarılmış yaşamı ve o yaşamın karşılıksız sunduğu emek vardır. Batı endüstrisi dolandırıcılıkla, üç kağıtla, işgalle, talanla aktarılan kıymetli madenlerin, köle ve afyon ticaretiyle yapılan pis bir sermayenin üzerinde yükseldi. Bu sermayenin yarattığı sanayi devrimlerinin temel hammadde gereksinimi, sömürgelerdeki doğal kaynaklardan karşılandı. Batı refahı, Doğudan yapılan gasp, temeli üçkağıda dayanan ticaret, oluk oluk akıtılan kan ve çalınan doğal kaynaklar ve sömürgelerde yaratılan artık değerin bir sonucuydu.
Kölecilik İngilizler için oldukça kazançlı bir işti. Amerikan bağımsızlık savaşından kısa bir süre sonra, James Madison, bir İngiliz ziyaretçisine bir siyah köle üzerinden yılda 257 dolar kazandığını ve bunun on iki veya on üç dolarını bakımı için harcadığını anlatıyordu. [2] (James Madison tütün plantasyonuna sahipti ve 1809-1817 tarihleri arasında ABD 4. Başkanı olarak görev yaptı.) İşte bu yüzden, Batılı toplumlar ve onların endüstrileri ayakta kalabilmek yaşamak, zenginleşmek için özgürlükten, bağımsızlıktan yoksun ülke ve toplumlara ihtiyaç duydu. Batının savaşı bağımsızlığa karşıydı. “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” teolojisine karşı duran her şey yok edilmeliydi ve ilk iş olarak kendilerine direnenlerle başladılar. Asya’da, Afrika’da Amerika kıtasının Kuzeyinde ve Güneyinde binlerce darağaçları kuruldu. Fransızlar, İngilizler, Almanlar, Hollandalılar, Belçikalılar üçer beşer yedişer... sayısız özgürlüğe düşkün yaşamı söndürdüler.
Sonra, koloni halkından ordular kurdular. Bu silahlı güçler hem koloniye dışardan yönelen farklı sömürgeci devlet ve kumpanyalarına karşı kullanılıyor, hem de işgal altında tutulan ve sömürgeleştirilen bölge halkına karşı korku ve dehşet saçarak sindiriyordu. Batı emperyalizmi koloniyi genişletmek ve genişleyen koloniye bedava işgücü sağlamak içinde sömürge bölgesinde oluşturduğu ordulardan faydalanmaktaydı. 1913’te Osmanlı toprakları içinde kalan Basra’da, Kuveyt’te, Yemen’de ki İngiliz işgalinde Hindistan’da teşkil edilen bu askeri güçler kullanıldı.
Batılı ülkeler 19. yüzyıldan itibaren çıkardığı savaşların ön saflarında Hindistan’da, Afrika’da kurduğu kolonilerden sağladığı askerleri kullanmaya başladı. Amerikan iç savaşında köle ve köle çocuklardan kurulu birlikler, Kuzeyli ve Güneylisiyle Amerikan askerlerinin az kayıp vermesini sağlayacak bir kalkan olmuşlardı. 1. Dünya Savaşında her cephede, bu arada Çanakkale’de ve Anadolu’nun ve Anadolu dışında kalan Osmanlı topraklarının işgali sırasında İngiltere ve Fransa sömürgelerinde kurdukları ordulardan faydalandılar.
KİLİSE MİSYONERLİK KÖLECİLİK – DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ
Misyonerlik faaliyetleri sömürgecilikle eş zamanlı yürütülen bir faaliyet olmuş, Kilise teşkilatı başta olmak üzere, Hıristiyan cemaatler sömürgeci kumpanyaların gittiği topraklarda hızla teşkilatlanarak, özel olarak yetiştirilen elemanları, Hıristiyanlığı yaymak üzere görevlendirmiştir. Bu misyonerler hem kumpanyaların hem de, kumpanyalarla iç içe geçmiş sömürge askeri güçlerinin geniş koruması altında, Hıristiyanlaştırma faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bu faaliyetler sömürge idaresinin sindirilmesine önemli katkılar sağlamıştır. Misyonerlik faaliyetleri ve Hıristiyanlığın yayılmasında uygulanan şiddet; Afrika’da, Amerika’da, Avustralya’da ve Uzakdoğu’da yerleşik inanç ve kültürleri ortadan kaldırmıştır.
1610 yılında, Amerika kıtasındaki bir papaz, Peder Sondoval. Avrupa’daki bir kiliseye mektup yazarak; Afrikalı siyahların yakalanmasının, satılmasının ve köleleştirilmesinin kilisenin doktrinine göre meşru olup olmadığını sormuş, Birader Luis Brandaon’dan Peder Sandoval’a gönderilen 12 Mart 1610 tarihli cevap mektubunda, kilisenin bu konudaki görüşleri şöyle açıklanmıştır; “Saygıdeğer rahip, kilisenizin bu konuda hiçbir tereddüdü olmaması gerektiğini düşünüyorum, çünkü bu sorun Lizbon’daki Yüksek Kurul tarafından ele alınmıştır. Ve hepside bilgili ve vicdan sahibi adamlardır. Sao Thome, Cape Verde ve burada Laando’daki piskoposlar da, ki hepsi bilgili ve erdemli kişilerdir, konuya ilişkin bir yanlışlık görmemektedirler. Bizler kırk yıldır buradayız ve aramızda çok bilgili rahipler bulunmaktadır... Onlarda bu ticaretin caiz olmadığı kanısında değildirler. Dolayısıyla biz de, Brezilya kilisesinin rahipleri de hiç tereddütsüz kendi hizmetlerimiz için köle satın alıyoruz.” [3] Kilise teşkilatının, köleciliğin Hıristiyanlık inancına bir aykırılık teşkil etmediği görüşü, köle ticaretinin şiddetini arttırdığı gibi ırk ayrımcılığının da dinsel alt yapısını hazırlamıştır.
2.DÜNYA (PAYLAŞIM) SAVAŞI
20. yüzyılda çıkan ve 10 milyonlarca insanın yok edilmesiyle sonuçlanan iki dünya savaşı; inancı sömürüye dayalı ve insan kurban etmeyi dönülemez bir söz olarak kabul eden, sözde bir medeniyetin, bitimsiz çılgınlıklarının şimdilik kaydı ile en büyüğü olmuştur. Her iki dünya savaşının temel nedeni; Batı endüstri devlerinin ve onların elinde oyuncak olan devletlerin hammadde ve ucuz işgücü kaynaklarına sahip ülkeleri paylaşma ve daha fazla sömürge sahibi olabilme hırs ve arzusudur.
Köleleştirme 1938 sonundan başlayarak Nazi Almanya’sı tarafından Slavlar, Yahudiler ve Çingenelere uygulanmıştır. Bu kez köle gemilerinin yerini köle trenleri almış, tabutluklar toplama kamplarına yerleştirilmişti. Almanya tarafından işgal edilen topraklardaki Slavlar, Yahudiler ve Çingeneler sistemli bir şekilde toplanıp yük taşıma vagonlarına istiflenerek, aç ve susuz, günler süren yolculukların sonunda bu kamplara yerleştirilmiştir. Alman endüstrisi işgal edilen toprakları hammadde kaynağı, toplama kamplarını da köle işgücü kaynağı olarak kullanmıştır.
Almanlar da tıpkı Portekiz, İspanyol, İngiliz, Hollanda, Fransız İtalyan ve Belçikalı sömürgecilerin sömürgelerinde yaptıklarını, bu kez kendi toprakları ve işgal ettiği Avrupa ülkelerinde yaşayanlara karşı yöneltmiştir. Aslında Avrupa tarihi iç çatışmalar ve birbirlerine karşı uyguladıkları zorbalıklar aşısından oldukça zengindir. Almanya’nın uyguladığı yöntemler dikkate alındığında, bu yöntemlerin Almanya dışında kalan sömürgeci Avrupa devletlerinin Afrika ve Uzakdoğu birikimleri ve Almanya’nın Afrika sömürgelerindeki (Namibya, Tanzanya, Kamerun) birikimleri üzerinden geliştirdiği uygulamalar toplamının bir yansıması olduğu gözlemlenir. Almanya’nın uyguladığı yöntemlerin aynısının 2. Dünya savaşından sonra Fransa tarafından Cezayir halkına uygulanması, Keza İspanya, Portekiz, İngiltere ve diğerlerinin ilk kez ayak bastıkları topraklarda, yerleşik kültür ve toplulukları yok ettikleri dikkate alındığında; Avrupa’nın ırk ayrımcı, soykırımcı ve emperyalist geleneğe sahip medeniyetler bileşkesi olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.
AVRUPA BİRLİĞİNE GİDEN YOL
Batı medeniyetinin esaslı unsuru olan Batı endüstrisi, kumpanyalar döneminden başlayarak günümüze değin geçen süreçte, girdiği ülke ve bölgelerde ekonomik ve politik denetim kurarak, üretim fazlalarını eritmiş ve bu bölge ülkelerini üretim fazlası için ihtiyaç duyduğu hammadde kaynaklarına dönüştürülerek, ilerlemelerinin önüne geçmiştir. İngiltere başbakanı Pitt’in “sömürgelerde tek bir çivi üretilse oraları askerlerle dolduracağım” sözüne uygun olarak, Batı emperyalizmi pazarlarına egemen olduğu ülkelerde işlerinden ve topraklarında olan zanaatkarlar, topraksız kalan köylülerin ve kölelerin başlattığı ayaklanmaları en kanlı bir biçimde bastırmıştır.
İşte Avrupa Birliği bu hırs ve arzu üzerinde 2. Dünya Savaşının hemen ardından, 16. yüzyıl ayrıcalıklı kumpanyalarının uzlaşmacı bir modeli üzerinde çökmekte olan Batı uygarlığını(!) kurtarmak üzere yapılandırılmıştır. 2. Dünya Savaşından sonra 19 Eylül 1946 tarihinde, Churchill’in Zürih
Üniversitesi açılış konuşmasında “Avrupa Konseyi” oluşturma teklifi üzerine, harekete geçen Jean Monnet’in önerisi ile Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman tarafından bir plan hazırlanmıştır. Schuman Avrupa Kömür Çelik Birliği’ni başlangıçta Almanya ve Fransa’nın maden kaynaklarının birleştirilerek bir “Madencilik İşbirliği” olarak tasarlamış ancak, daha sonra bunu iki ülkenin demir ve çelik kaynaklarının birleştirilerek kömür ve çelik endüstrilerinin işbirliği şekline dönüştürmüştür. Plan, Batı uygarlığını(!) çökme noktasına getiren ve Avrupa içinde savaşlara neden olan, demir ve çelik kaynakları üzerindeki üyelerin menfaatleri birleştirerek, Avrupa içinde yeni bir savaşın çıkmasını önlemeyi hedeflemekteydi. 1951 yılında Paris Anlaşmasıyla gerçekleştirilen bu girişime, Almanya ve Fransa dışında; İtalya, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda’nın da katılımıyla ortak bir demir-çelik pazarı oluşturulmuş, topluluk üyesi 6 ülke demir ve çelik kaynaklarını devletler üstü Avrupa Kömür Çelik Topluluğunun (AKÇT) yönetimine devretmiştir. Avrupa’da zengin demir kaynaklarına sahip olan Norveç kendisini en başından beri bu sürecin dışında tutmuştur.
AVRUPA SÖMÜRGE BÖLGELERİ ve ESKİ ALIŞKANLIK
AKÇT her ne kadar başlangıçta 6 ülkenin demir çelik kaynaklarını ortak menfaatler çerçevesinde birleştirmişse de kuruluş aşamasında beliren önemli bir zayıflık, kıtanın maden kaynakları sınırlı ve topluluk kurulduğunda da bitme noktasına dayanmış olmasıydı. Gelinen noktada Avrupa Birliği, maden kaynakları açısından %90-100 arası dışa bağımlı hale gelmiştir. AB’nin kalkınma politikasının ihtiyaç duyduğu pazar ve hammadde kaynakları; kalkınma, yoksulluğu önleme serbest ticaret, çatışmaların önlenmesi, barış, insan hakları, demokrasi, göç, dünya ekonomisiyle bütünleşme... bu ve benzeri konularda stratejik ortaklık gibi kavramların maskesi altında; Güney Akdeniz, Afrika, Karayipler ve Pasifik’te (AKP) yer alan eski sömürge ülkeleriyle; 1975, 1979, 1984, 1989 yıllarında yaptığı 4 Lomé Sözleşmesi ile giderilmeye çalışılmıştır. Bu konuda en kapsamlı anlaşma, Haziran 2000’de Kotonu’da (Benin) imzalanan Kotonu Anlaşmasıdır. AB, Lomé anlaşmalarında yer alan SYSMIN programı ile AKP ülkelerine madencilik sektörünün geliştirilmesi için 4 Lomé anlaşması çerçevesinde bir milyar ECU civarında yardımda bulunmuştur. AB bu yardımları (AKP) ülkelerinin maden kaynakları üzerinde endüstrileşmesine ve refah düzeylerinin arttırılmasına dönük olarak değil, Avrupa endüstrisine düzenli hammadde akışını sağlamak ve bu ülkeleri yaşamak için AB’ne muhtaç kılmak üzere vermektedir. AB genişleme sürecinde birliğe yeni katılacak ülkelerde tüm maden potansiyellerinin AB’nin hammadde gereksinimini karşılamak için işletmeye alınması konusunda baskıda bulunmaktadır. Avrupa Madenciler Birliği Türkiye’ye de bu yönde sonuç alıcı baskılarda bulunmaktadır.
Lomé sözleşmeleri ve Kotonu anlaşması, AB’ne eski sömürgeler üzerinde ekonomik ve siyasi kontrol sağlama ayrıcalığı tanımakta ve bir anlamda sömürgecilik düzenini ihya etmektedir. Türkiye’ye ise AB’ne tam üyelik gerçekleşmezse tanınacak “imtiyazlı ortaklık” statüsü Lomé sözleşmeleriyle AKP ülkelerine tanınan statü ile aynıdır.
AVRUPA BİRLİĞİ “PAN AVRUPA”
AKÇT daha en başında ekonomik kaynaklar üzerinden hareketle, Avrupa Birleşik Devletleri gibi (Pan Avrupa) siyasi sonuçlar hedefleyen bir adımdır. Bu adım aynı zamanda, Batı medeniyetinin içinde bulunduğu çöküş sürecinden, bütün Avrupa’nın elbirliği ve sömürge bölgelerinin endüstriyel hammadde desteğiyle kurtarılarak yükseltilmesini öngörmektedir. Nitekim AKÇT, akabinde Avrupa Ekonomik Topluluğuna onun ardında da Avrupa Birliği’ne dönüşerek; Avrupa Devletlerini birleşik devletler gibi konfederal, bir siyasi çatı altında toplamaya giden yolun kilometre taşı olmuştur. AB, Avrupa topraklarında ekonomik ortaklıkla çıktığı yolda ekonomik birlik ve en son noktada ekonomik parasal ve siyasal birliğe dönüşmüştür. Bütünleşme ve entegrasyon süreçleri, sınırları askeri, ekonomik ve ulusal olarak ortadan kaldırdığı gibi, devletlerin kendilerine ait güç unsurları (toprak, doğal kaynaklar, ekonomik güç, nüfus ve ordu) üzerindeki egemenlik haklarını Birliğin üzerine aktarmasını zorunlu kılıyor. Özetle, Avrupa Birliği yeni bir ulus yeni bir devlet dizaynı ile ortaya çıktığı gibi sadece batı medeniyetini temsil etmekte ve üye ülkelerin bu ortak medeniyete teslim olmalarını öngörmektedir.
AB VE TÜRK MEDENİYET ÜLKÜSÜ
Türk Dil Kurumu Uygarlık sözcüğünü; Uygar olma durumu, medeniyet, medenilik. Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü, olarak, Uygar sözcüğünü ise; Fikir, sanat ve endüstri alanlarında çok büyük bir gelişme göstermiş olan, medeni (kimse), olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlamalar bize uygarlığın ya da farklı deyişle medeniyetin uluslara, toplumlara özgü ve farklı ve geliştirilebilir kavram olduğunu göstermektedir.
Nitekim Batı medeniyetinin(!) yapı taşı emperyalizme karşı verilen ulusal bağımsızlık savaşı sonucu kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, Kemal Atatürk’ün 10.yıl Nutku’nda; ...yüksek bir insan cemiyeti olan Türk Milleti'nin tarihi bir vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.” biçiminde ifadesini bulan Avrupa’dan ayrı ve onlarla yarışan bir medeniyet ülküsüne sahiptir.
Bu ülküye ancak ve ancak bağımsız, üniter bir Ulus Devlet yapısıyla ulaşılabilir. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti’nin AB ve bu birliğe üyelik gibi sonradan uğradığı irade fesadı, farklı bir deyimle irade kayması kabul edilebilir olmadığı gibi, Türkiye Cumhuriyetini kuran irade ve ideoloji ile taban tabana zıtlık taşımaktadır.
Türk Ulusu ve Türk medeniyeti tarih boyunca kurulan Türk Devletleri hiç bir dönem Avrupalı ulus ve toplumlar gibi emperyalist, sömürgeci ve köleci eğilimler göstermediği gibi bu yapıları Avrupa gibi kurumsallaştırmamış ve uyuşturucu ticaretini sömürünün olmazsa olmazı bir devlet politikası olarak kullanmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti bu açıdan da Avrupa ile kaynaşmaz bir karakter taşımaktadır. Son bin yıldır haçlı zihniyeti, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı Avrupa medeniyetinin (!) yapısal bir parçası olarak kurumsallaşmıştır. Avrupa kendisi dışında kalan medeniyetlere ait fikir inanç ve her türlü kültürel değer ve toplumlara karşı fiili saldırı pozisyonundan kendisini alamamakta, medeniyetler arası çatışmaların mühendisliğini yapmaktadır. Tüm bunlara karşın hümanist bir kültür üzerine inşaa edildiğini söyleyebilecek kadar ikiyüzlü ve bu yalanı ilişki içinde bulunduğu Avrupalı olmayan toplumlara dayatacak kadar da zorbadır. Bu zorbalık AB ve Türkiye ilişkileri içinde, AB’nin siyasi değerlerinin temelinde yer alan Musevi-Hıristiyan kültürünün Müslüman Türk toplumu tarafından da benimsenebileceği gibi bir din değiştirme dayatmasına kadar vardırabilmektedir. [4]
Avrupa’nın yeniden yapılandırılarak bütünleşme sürecinin ortaya çıkaracağı siyasal birliğe, Türkiye Cumhuriyetinin dahil olma arzusu, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel taşları olan Erzurum ve Sivas kongreleri kararlarında ifadesini bulan ulusal azim ve kararlığı tersyüz edicidir. Bu durum ise; Cumhuriyetin kendini fesih etmesiyle eş anlamlıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası, milli birlik ve bütünlüğümüzün ve Türk medeniyetinin AB’ne ve Avrupa medeniyetine kayıtsız şartsız teslimidir. AB Standart ve norm mayınları ile döşeli, AB’ne tam üyelik süreci; Türkiye cumhuriyetinin 21. yüzyıl Mondoros’u ve Sevr’i dir. Atatürk’ün işaret ettiği “uygarlık yarışı”ndan kopuştur. Bu yok oluş projesi içinde, “milli ve onurlu bir duruş” tezi ya da söylemi milli ve onurlu değildir. Çünkü, Türkiye için AB projesi; Türk Ulusu, Ulus ve üniter devlet yapımızın karşısında olan ve Türk medeniyeti gibi bir ülküyü tarihin derinliklerine iten bir projedir.
AB, Mustafa Kemal’i, Misak-ı Milliyi, Lozan’ı Türk karakterini, Türk kültürünü, Türk Ordusunu, Türk sanatını, Türk çalışkanlığını, Türk zekasını ve ulusal birliğimizi, öğüterek ortadan kaldıracak bir medeniyet değirmenidir. Tüm bu unsurlar değirmene öğütülmek üzere müzakere çerçeve belgesi ve ilerleme raporları ve tarama süreci ile alınmakta, Parlamentomuzda bu değirmenin taşını çevirecek gücü sağlayan suyu taşımaktadır.
Avrupa kendisine ait değerleri yüceltir ve kendisi dışındaki değerleri yok varsayarak, onlara karşı açık açık Helenistik bir kin ve haçlı zihniyetiyle saldırır, medeniyetler çatışmasının tam merkezinde yer alırken, Avrupa Birliğini “medeniyetler çatışması karşısında çok önemli bir ittifak” ya da “Bir uygarlık ve kültürler bileşkesi” olarak yapılan değerlendirmeler, ulusal akıldan uzaktır. Avrupa tarafından tarihimize, kültürümüze, inançlarımıza, milliyetimize ve Türkiye Cumhuriyetine karşı barbarca yapılan saldırılar karşısında, en haklı ve meşru tepkilere; “aman tepkinin dozunu kaçırmayalım, bir Avrupalı gibi tepkimizi ortaya koyalım “ türünden açıklamaları tarih, traji-komik ritmik salınımlar olarak kaydetmektedir.
500 yüz yıldır Afrika’da, Güneydoğu Asya’da, Amerika kıtasının Kuzeyinde ve Güneyinde ve Anadolu’da “KIŞKIRT-SEYRET-KAZAN” politikalarıyla at koşturan bir Avrupa karşısında; köklü bir uygarlığın sahibi ve temsilcisi, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkma ülküsü olan Türkiye Cumhuriyeti’nin; AB‘ne tam üyelik için canhıraş bir mücadele içine sokulması tarih bilincimizin ne kadar çok körleştirildiğinin açık bir göstergesidir.
“Kurtuluş Savaşı'na başladığımızın seksen sekizinci yılında ve Cumhuriyetimizin seksen üçüncü yılını doldurduğu” şu günlerde, AB üyelik süreci ve bu sürecin sonucunda;
• Devletin; Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti korumak amaç ve görevlerinin yerine hangi
temel amaç ve görevleri üstleneceği,
• Devletin resmi dilinin, dininin, bayrağının, milli marşının yerine nelerin ikame edileceği ya da yanına nelerin konulacağı,
• “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir” temel ilkesinin yeni şeklinin ne olacağı ve egemenliğimizi kimlerle paylaşarak ortak kullanıma
sunacağımız,
• Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bir cumhuriyet şekline bürüneceği ve bu Cumhuriyetin Atatürk ilke ve inkılapları ile medeniyetçiliği
karşısındaki niteliği, Türklüğün tarihi ve manevi değerleri karşısındaki tutumunun ne olacağı
• Türk ulusunun özgür başına hangi ‘tuğ’ un konulacağı
Henüz vakit varken, “Ulusal Akıl” süzgecinden geçirilmesi tarihsel bir zorunluluktur. Unutulmamalıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti ve ulusun egemenliği savaş meydanlarında ona göz diken Avrupa’ya karşı, Türk Milleti ve onun değerli ordusunun beraber ve azimkar yürüyüşü ile gerçekleştirilmiştir.
Dipçe:
[1] Josaph C.Grew’s Diarles, Ms.Am 168, C 49 S.1981-1982 Houghlon Library, Cambridge, Mass’dan Aktaran, Turgay Tüfekçioğlu, Türkiye ve Şeytan Üçgeni , S. 236
[2] Bkz , Howard Zinn , Öteki Amerika(1), S:55 İstanbul-2000
[3] Bkz, Howard Zinn, Öteki Amerika(1), S:49-50 İstanbul-2000
[4] Bkz 6 Ekim 2004 ilerleme raporu: AB’nin siyasi değerleri, Avrupa’nın Musevi-Hıristiyan ve hümanist kültürü üzerine inşa edilmiştir ancak bu değerler, halkının çoğunluğu Müslüman olan bir toplum tarafından da benimsenebilir.
[1] Josaph C.Grew’s Diarles, Ms.Am 168, C 49 S.1981-1982 Houghlon Library, Cambridge, Mass’dan Aktaran, Turgay Tüfekçioğlu, Türkiye ve Şeytan Üçgeni , S. 236
[2] Bkz , Howard Zinn , Öteki Amerika(1), S:55 İstanbul-2000
[3] Bkz, Howard Zinn, Öteki Amerika(1), S:49-50 İstanbul-2000
[4] Bkz 6 Ekim 2004 ilerleme raporu: AB’nin siyasi değerleri, Avrupa’nın Musevi-Hıristiyan ve hümanist kültürü üzerine inşa edilmiştir ancak bu değerler, halkının çoğunluğu Müslüman olan bir toplum tarafından da benimsenebilir.
Mustafa ÇINKI, “Jeopolitik Dergisi Kasım 2006”