Avrupalı’ların Ataları Türk’tür

Cengiz Özakıncı, bu ayki yazısında, Avrupalıların son yıllarda moda olan “genetik raporlarıyla Türklerin yararına olan arkeolojik kanıtları karartmaya çalışmalarından, Türk atalarını inkâr etmekte kullandıkları “Hint-Ari Avrupa Tarih Tezi”ni çürüten “jade (yeşim) taşına kadar bir çok konuyu irdeliyor. Okuyucularımızla ilk kez paylaştığımız bilgilerin ilgiyle okunacağına inanıyoruz.



Türkiye’nin İstanbul dahil 95 yöresinden 523 erkeğin DNA’ları üzerinde yapılan çalışmanın sonucu olan 2003 raporunda, bilginler; Türkiye’deki erkeklerin yüzde 94,1’inin uzak atalarının Orta Asya kökenli olmayıp, Yakın Doğu’lu ve Avrupalı olduğunu; topu topu yüzde 3,4’lük minicik bir bölümünün uzak atasının Orta Asya kökenli olduğunu savunuyorlardı.

Avrupalı emperyalistlerin 1876’dan başlayarak, öne çıkardıkları, Etnoloji Profesörü Georges Poisson’un 1939’da yayımlanan “Avrupa İskan Tarihi” (Le Peuplement de L’Europe) yapıtıyla kesin biçimini alan, Asya kökenli Turanlılara düşmanlıkla örülmüş Hint-Ari Avrupa Tarih Tezi’ne kanıt uydurmaya yönelik genetik raporlarda, amacın “tarih tezini kanıtlamak” olduğu, raporların girişinde ve sonunda özellikle belirtilmektedir.


Batının, 1876 sonrası yoğunlaştığı Asya ve Türk karşıtı ırkçı tarih tezlerini günümüzde yeniden parlatıp, üzerine “genetik yoldan, bilimsel olarak kanıtlanmıştır” damgası yapıştırarak piyasaya sürmeye davrandığını görünce; 1876 öncesinde kalmış, fakat uydurma genetik tanıtlamalardan çok daha güçlü kanıtlardan oluşan unutturulmuş “Turani Avrupa Tarih Tezi”ni anımsatmak boynumuza borç oldu:

O sırada İngiltere, Rusların Orta Asya Türk ülkelerini işgal edip İngiliz sömürgesi Hindistan’ın kuzey sınırlarına dayanarak bu sömürüden pay istemesini önlemek amacıyla; Osmanlı’yı ve Orta Asya Türklerini Rus yayılmasına karşı kalkan olarak kullanıyordu. Napolyon’un Türklere karşı “ırksal düşmanlık politikası”na o yıllarda bu nedenle karşı çıkan İngiltere, Osmanlı’yla birlik olup, Napolyon’u Mısır’dan kovacak; kısa süre sonra Fransa, yeniden İngiltere ve Osmanlı’yla dost olacak ve 1850’lerde, Türk-İngiliz-Fransız üçü bir olup Rusya’ya karşı savaşacaklardı.
İngilizler’in Rusya’yı başdüşman, Osmanlı’yı ise Rusya’ya karşı doğal yandaş olarak gördüğü o yıllar, arkeolojinin en parlak yıllarıydı. Kazıbilimciler, tarihçiler, dilbilimciler, soy bilimciler, Rusya’ya karşı Osmanlı-İngiliz-Fransız yakınlaşması ortamından etkileniyor: eski uygarlık araştırmaları sırasında Asya kökenli toplumlara, Turanlılara, Türklere onur verici buluntularla karşılaştıklarında, bunları yüksek sesle duyurmaktan ve yayınlamaktan çekinmiyorlardı.
Sir Austen Henry Layard, Rawlinson gibi bilgin-diplomatlar, 1800-1880 arası yapılan arkeolojik çalışmalarda, Asur, Babil, Sümer, vb. gibi eski uygarlıkların kalıtlarını gün yüzüne çıkartmış; bu uygarlıklarda Asya kökenli, Turani toplulukların yapıcı etkisi bulunduğunu kanıtlarıyla duyurmuşlardı. Bu kazılarda Sir Austen Henry Layard’ın danışmanlığını yürüten İskoçyalı Mimar James Fergusson da (d:1808-ö:1886) Asyalılar’ın hakkının Asyalılar’a, Turanlılar’ın hakkının Turanlılara verilmesinin hoşgörüyle karşılandığı 1876 öncesi dönemde, dünyanın her yerindeki en eski uygarlık kalıntılarını. Özellikle de taş anıtları ve gömütleri incelemeye odaklanacak; “Hindistan’ın Kesme-taş Tapınakları” (The Rock-cut Temples of India) adlı ilk kitabını 1845’te yayımlayacaktı.

1876 öncesi dönemde Türkleri Rus yayılmasına karşı tampon olarak değerlendiren İngilizler, Turancılığın yaratıcılarıydı ve İngiltere Kraliçesi, Rus karşıtı Turancı İngiliz bilgin ve diplomatlara “Sir” unvanları dağıtıyordu.

Turan ırkının ve kültürünün binyıllar Önce tüm dünyada ve özellikle de Avrupa’ya egemen olduğu görüşünde yalnız olmadığını duyuruyordu. Binlerce yıl önce Avrupa topraklarında ilk mimari yapıtları, dolmenleri, tümülüsleri, kurganları inşa edenlerin Hint-Ari ırktan (Aryanlar) olmayıp, Türkçe konuşan Turanlılar olduğunu savunan Fergusson; bu savını, taş yapıların kurulduğu yerlerin adlarının, sonu “ak” sesiyle bilen Türkçe kökenli sözcükler olduğunu göstererek kanıtlamıştı.
Avrupa’da her nerede binlerce yıl önce dikilmiş taş anıt ve gömüt varsa, o yerlerin adları ezici çoğunlukla sonu “ak” sesiyle biten Türkçe sözcüklerden oluşuyordu. M. Bertrand’ın 1864’te Fransa’nın 31 yöresinde saptadığı 2225 dolmenin 517’si, adlarının sonu Türkçe “ak” ile biten yerlerde bulunmuştu. Yer adları üzerinde yapılan bu çalışma titizlikle sürdürüldüğünde, binlerce yıl önce kurulmuş dolmenlerin bulunduğu daha çok sayıda yer adının Türkçe olduğu ve Avrupa’nın Hint-Ariler öncesi Asya’dan gelen Turanlı Türklerin yurdu olduğu gerçeği ortaya çıkacaktı. Hem dilbilimsel, hem tarihsel kanıtlarla Avrupalının atalarının Turanlı Türkler olduğunu savunan Fergusson, onları “Dolmenler İnşa Eden Turan Irkı” (özgün İngilizce metinde, aynen; “Dolmen building Turanian race”) ve “damarlarına Turanlı kanı bulaşmış bir ırk” (özgün İngilizce metinde, aynen: “a race with any taint of Turanian blood in their veins”) sözleriyle niteliyordu.
İskoçyalı bilgin James Fergusson, 1872’de yayımlanan kitabında bu nitelemeleri yaparken, kendi damarlarında Asyalı (Turanlı) İskit kanı dolaştığı inancındaydı; çünkü yüzyıllarca önce İskoçyalılar. Papa’ya gönderdikleri 6 Nisan 1320 günlü dilekçelerinde, kendilerinin Asyalı İskitlerin soyundan geldiklerini. “İskoç” (Scoth) sözcüğünün “İskit”in (Scyth) özgün biçiminden başka bir şey olmadığını, resmen bildirerek Kilise kayıtlarına geçirtmişlerdi. Komşuları İrlandalılar da aynı biçimde, yüzyıllar öncesinden kökenlerinin Asyalı, Turanlı olduğunu belirterek övünmekteydi. Rus yayılmacılığına karşı Osmanlı’yı kullanma politikası izleyen İngiltere’nin, Osmanlı’da bir tek Turancı’nın dahi belirtmediği o yıllarda, İngiltere’de yükselen değer olup çıkan bu Turancılık’ı ödüllendirmekten başka seçeneği yoktu. James Fergusson, Avrupa’nın uygarlık kökenlerinin Asya’da Turanlılarda olduğunu şu sözlerle vurguluyordu:
“Asya’dan, Çin’den başlayarak, Tataristan’da, Hindistan’da, İran’da Moğollar, Yunanistan’da Pelasgi’ler, İtalya’da Etrüskler, Avrupa’daki gömütleri inşa edenler, hep Turanlılardır.” (a.g.e-sf.30,31)
“Dolmen inşa eden ırk, ya da diğer bir deyimle, damarlarında Turan kanı karışan bir ırk, dünyanın en uzak köşelerine egemen olmayı sürdürdü; 8. ve 9. yüzyıllarda İngiltere ve Fransa’ya, 11. ve 12. yüzyıllarda İskandinavya’ya egemen oldu.” (a.g.e-sf.507)
“Turanlıların egemen olduğu yerler, Aryanların hiç bir zaman yerleşmemiş olduğu yerlerdir. Avrupa’daki dolmenleri inşa edenler, kesinlikle Aryan ırkından değildirler; Turanlı kanı ve ırkı Avrupa’da son dönemlere dek en geniş biçimde yayılmıştır.” (a.g.e-sf.508)
James Fergusson’un. Avrupalıları “damarlarına Turan ırkının kanı bulaşmış insanlar” olarak niteleyen bu görüşlerini 1872 yılında kitaplaştırıp yayımlamasından sonra. Fransız Doğubilimci David Leon Cahun (d:1841-ö:1900) da “Turanı Avrupa Tarih Tezi”ni benimseyecekti.
1873 Doğubilimciler Uluslararası Kongresi’nde, Asya kökenli Turan ırkının. tarihöncesi dönemde Avrupa’ya göç ederek yerleştiğini savunan L. Cahun, 1875’te verdiği “Fransa’da Ari Dillerden Önce Konuşulan Dilin Turani Kökeni” (Origine Touranienne De L’Idiome Qui A Precede En France Les Langues Aryennes) başlıklı konferansta, Fergusson’un “Turani Avrupa Tarih Tezi”ni yeni kanıtlarla destekleyerek savunurken, şöyle diyecekti:
“Turani adı verilen ırkın tarihöncesi göçleri ve yerleşimleri konusundaki değerlendirmelerimi 1873 yılında yapıları Uluslararası Doğubilimciler Kongresi’nde sunmuştum. Leon de Rosny’nin dilbiliminden çıkarsadığı yargı ve sonuçlar ile benim ondan habersiz jeoloji, coğrafya ve antropolojiden çıkardığım yargı ve sonuçlar, hayret verici biçimde örtüşmektedir. Himalaya’nın, Kafkas’ın, Balkanların ve Alplerin kuzeyinde, Japonya’dan Bohemya’ya dek geniş bir alana yayılmış bu ırkın çok uzak dönemlerde kullandığı dili yeniden oluşturmaya giriştim, İngiliz Arkeolog Fergusson’a göre Kelller, Galler. Kimriler gelmezden önce Avrupa’ya yerleşmiş bir insan ırkı vardı ki onların yer adları “ak” takısıyla biterdi. Galler gelmeden önce tarihöncesi dönemlerde Fransa ve İngiltere’ye yerleşmiş olan bu ırk kimlerdi? Fergusson’un bulduklarından çok daha fazla sayıda “ak” ile biten yer adı buldum. Bunlar Ari dillerde anlamı bulunmayan, fakat Turani (Finno-Japon) dillerde anlamı bulunan sözcüklerdir. Kökleri Türkçedir. Ben, Avrupa’nın Ari öncesi dilinin anahtarının Orta Asya’da olduğunu, kökenini orada aramak gerekliğini şimdiden ilan edebilirim.”

Avrupa’yı uygarlaştıran Turanlılar görüşüne karşı ilk başkaldırı, 1876 Eylül’ünde, o tarihte muhalefette bulunan İngiliz Liberal Parti önderi William Ewart Gladstone’dan gelecekti.
Turanlı kökenleriyle övünen bir İskoç ana-babanın çocuğu olan Gladstone, 1868-1874 yılları arasındaki ilk Başbakanlığı sırasında “Turani Avrupa Tarih Tezi”ne karşı çıkmamıştı. 1873 yılında Rus ordularının Orta Asya’da ilerleyerek Türk yurdu Hive’yi ele geçirip İngiliz sömürgesi Hindistan’ın kapılarına dek dayanması üzerine, İngillere, Türklerin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Rus yayılmasına engel olamayacak denli güçsüz olduğunu görmüş; “Rusya’ya karşı tampon Türk” politikasını gözden geçirmeye başlamış; tam bu sırada Osmanlı Padişahı Abdülaziz de 1875’te İngiltere’ye dirsek çevirerek Rusya’yla birlik olmaya davranınca, Türklerden umudunu büsbütün kesen İngillere; o güne dek sürdürdüğü “Türkleri destekleyip Ruslara saldırtma” politikasını terk ederek, Ruslara yanaşmaya ve onlara; Hindistan’a dokunmamanız koşuluyla Osmanlı’dan beğendiğiniz yerleri almanıza, özellikle Balkanlar’da yayılmanıza ses çıkartmayız, demeye başlamıştı.

Gladslone bu “tarihsel-stratejik” çıkışı yaptığı 1876’da iktidarda değil muhalefette olduğundan, sözlerinin “Turani Avrupa Tarih Tezi”ni savunan bilginler üzerinde caydırıcı bir etkisi olmayacaktı. Onlar, Asya kökenli Turanlılar’ın binlerce yıl önce Avrupa’ya gelip yerleştiğini ve Avrupalıların ezici çoğunluğunun Turan soyundan geldiğini yalnızca yer adlarıyla değil, aynı zamanda kazı bulgularıyla da kanıtlayacaklardı. Avrupa’da her nerede kuruluşu 6000 yıl Önceye dayanan bir taş anıt ya da gomüt bulunmuşsa, orada yapılan kazılarda, Orta Asya Türklerinin eski çağlarda “Yada Taşı” dedikleri; hemen bütün Avrupa dillerinde “Jade” (okunuşu: “Yade”) olarak adlandırılan; Farsların “Yeşm” dedikleri, bugün Anadolu Türkçesi’nde “Yeşim Taşı” dediğimiz sert taştan yapılma baltalar ve Turkuvaz taşından gerdanlıklar bulunmuştu.


İngiltere’de, Fransa’da, İspanya’da, Portekiz’de, İtalya’da, İsviçre’de yapılan kazılarda ve dahası Schliemann’ın 1870’lerin başında kazdığı Truva’da. “Jade” taşından yapılmış çok sayıda balta başı ve gerdanlık gün yüzüne çıkartılmıştı. Bilim adamları, bu yeşil renkli taşın ne olduğunu, binlerce yıl önce kimi eşyaların neden bu taştan üretildiğini; taşın o çevrelerde bulunup bulunmadığını araştırmış ve çok çarpıcı bir sonuca ulaşmışlardı: Çanakkale’den, Truva’dan, Avrupa’nın en batı ucuna dek, geçmişi binlerce yıl öncesine dayanan bütün yerleşimlerde bulunan “Jade” taşı baltaların kaynağı, Orta Asya’da, Sibirya’da, Türklerin yaşadığı topraklarda bulunuyordu. Arkeologların Avrupa kazılarında gün yüzüne çıkardıkları Jade taşından balta başları ve gerdanlıklar, Asya kökenliydi.
Türk karşıtı İngiliz politikacı Gladstone’un yakın arkadaşı Henry Schliemann, 1871,72, 73, 78, 79 yıllarında gerçekleştirdiği Truva kazılarında bulduğu Jade taşından baltaları, diğer buluntularla birlikte, Amerikan Kongresi’nin 1880 yılında çıkardığı bir kararname doğrultusunda, Washington’da Kütüphaneciler Kongresi İşliğinde bilginlerin incelemesine sunmuş; buluntuları inceleyen Rudolf Virchov, Max Müller. A. H. Sayce, J. P. Mahaffy, H. Brugsch-Bey, P. Acherson, M. A. Postolaccas. M. E. Burnouf, F. Calvert, A, J. Duffielt, J. Schmidt, T. von Heldreich. F. Kurtz’dan oluşan bilginler. Jade taşından baltaların Truva’ya nereden gelmiş olabileceği konusunda kıyasıya tanışmışlar; Truva’da bulunan Jade taşı baltaların Asya’da üretilip Truva’ya getirildiği konusunda görüş birliğine varmışlar, yalnızca Hint-Arilerce mi yoksa Türk-Turanilerce mi getirildiği konusunda ikiye ayrılmışlardı.

Rus yanlısı Türk karşıtı politikanın en güçlü sözcüsü Gladstone’un 1880 yılında seçimleri kazanarak İngiltere Başbakanı olmasından sonra, Gladstone Hükümeti’nce desteklenen kimi akademisyenlerin baş görevi, değişen İngiliz politikasına ters düşen “Turani Avrupa Tarih Tezi”ni çürütücü argümanlar uydurup, '”Hint-Ari Avrupa Tarih Tezi”ni yaymak olacaktı.


Turanı Avrupa Tarih Tezi’ni çürütebilmek için tasarlanan ilk “bilimsel”(!) dalavere, Avrupa coğrafyasında Jade damarları bulmak; sonra da buna dayanarak kazılarda bulunmuş binlerce yıl öncesine ait Jade taşı baltaların ve turkuvaz taşından gerdanlıkların Asya’dan gelmediğini; Avrupalılar tarafından Avrupa’da üretildiğini öne sürmekti. Bu “kurnaz” girişim 1846 ve 1863’de yayımlanan yazılarında Jade’nin Asya Turan kökenli olduğunu savunduğu halde, Gladstone’un Başbakan olmasıyla birlikle, 1881 yılında “Turan Karşıtı Avrupa Tarih Tezi”ne kapılanan Fransız mineralogist Augustin Alexis Damour (d:1808-ö:1902) tarafından başlatılacaktı.

Öte yandan, Truva kazılarında bulunan Jade taşı baltaların nereden geldiği konusunda çatışan bilginler de Orta Asya’ya ve Uzak Doğu’ya özel görevliler göndermişler; bu taşı işleyen ustalarla ilişki kurmuşlar, Jade’nin nerede ve nasıl bulunduğunu, nasıl çıkartıldığını, nasıl işlenerek biçimlendirildiğini öğrendiklerinde; o güne dek Neolitik Taş Devri ürünü saydıkları Jade taşı baltaların üretilebilmesi için, Taş Devri bilgilerinin kat be kat üstünde, 1900’lerin bilgisine yakın mineralojik bilgiler ve teknoloji gerektiğini görünce, şok geçirmişlerdi.
Dünyanın en sert taşı olan “elmas”ın sertlik derecesi 10; Turanlıların 6000 yıl Önce balta ürettikleri Jade taşının sertlik derecesi ise 7’ydi. Bir taş, ancak kendisinden daha sert başka bir taşla işlenebilirdi. Buna göre, Jade taşına biçim verebilmek için, daha önce, ondan daha sert olan ‘elmas’, ‘satir’, ‘zicron’, ‘yakut’, vb. gibi taşları bulmuş, çıkartmış, öğütmüş, kullanmış; bunu yapabilmek içinse binlerce yıl önce günümüz minerolojisine yakın bilgilere ulaşmış olmak gerekiyordu. Turanlı ustalar, kendi dağlarında buldukları damarlardan dev ateşler yakıp yumuşatarak çıkardıkları tonlarca ağırlıkta Jade bloklarını; dövüp kuma dönüştürdükleri ‘elmas’, ‘safir’, ‘yakut’ ve ‘zicron’ tozlarını ıslak derilere yedirip kurutarak elde ettikleri zımparalarla, binlerce yıldır kullandıkları kendi yaratıları olan özel tornalarda tıraşlayarak biçimlendiriyorlardı.



Çünkü bu kitap, Jade taşının Türklerin yaşadığı Türkistan’da Hotan, Yarkent, Lolan, Miran dolaylarından çıkartıldığını; Jade’yi işlemekte kullanılan elmas ve yakut gibi taşların da yine Asya’da Türklerin yaşadıkları topraklarda bulunduğunu; Jade taş baltaların Avrupa’ya Asya’dan, Turani Türklerce getirildiğini belgeliyor; eşdeyişle “Hint-Ari Avrupa Tarih Tezi”nin yanlış, “Turani Avrupa Tarih Tezi”nin doğru olduğunu kanıtlamakta kullanılabilecek, yadsınamaz belgeler içeriyordu.
Öyle ki, Avrupa topraklarında Jade taşı damarlan bulunacak olsa dahi; onlarsız Jade’nin biçimlendirilemeyeceği elmas, yakut, vb. gibi daha sert taşlar Avrupa’da bulunmadığından dolayı, Jade taşından baltaların Avrupa’da üretilmiş olduğu yalanını bilimsel gerçek imiş gibi yayarak “Turani Avrupa Tarih Tezi”ni çürütmek, olanaksızdı. Kitabın yalnızca 100 tane çoğaltılıp kalıplarının imha edilmesinin nedeni, Batıda benimsenen Türk-Turan karşıtı “Hint-Ari Avrupa Tarih Tezi”ni savunulamaz hale getirecek bu gibi çok sayıda belge ve bilgiler içermesiydi.


Fransız Tarihöncesi Kurumu Başkanı Paris Antropoloji Okulu Etnoloji Profesörü Georges Poisson da 1928’de yayımlanan “Fransa’da Cilalı Taş Devri Uygarlıkları” (Le civilisations néolithiques et eneolithikques de la France), 1934’te yayımlanan “Ariler” (Les Aryens) ve 1939 yılında yayımlanan “Avrupa’nın İskan Tarihi” (Le Peuplement de l’Europe) adlı kitaplarında, binlerce yıl önce Asya’dan Avrupa’ya Turanlı göçü olmadığını, Avrupalıların Turan kökenli olmayıp, Hint-Ari ırkından olduklarını, Fransa’nın resmi tarih görüşü olarak yayıyordu. Avrupalı devletlerin ders kitapları yoluyla şırınga ettiği bu yalan tarih tezi, I. Dünya Savaşı’nda Türk ırkına karşı Sevr Tasarısı’nın gerekçesi olarak kullanıldığı gibi; II. Dünya Savaşı öncesi Adolf Hitler’in dünyaya egemen olma politikasına da gerekçe olacak ve dünya, ikinci kez “Hint-Ari Avrupa Tarih Tezi”'ne dayandırılmış politikalar yüzünden, kan ve gözyaşına boğulacaktı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da “Turani Avrupa Tarih Tezi”nin savunucuları çoktan ölmüş, kitapları çoktan unutturulmuş olduğu halde; Jade taşının Asyalı Turani kökeni, “Hint-Ari Avrupa Tarih Tezi’ni savunanların korkulu düşü olmayı sürdürüyordu. Bulunan yeni teknolojiler, radyokarbon yöntemiyle bir nesnenin tarihini belirleme olanağı, mineralojik ölçüm aygıtlarının gelişmesi, “Turani Avrupa Tarih Tezi”nin dayanağı olan Jade taşını yeniden ilgi odağı durumuna getirmişti. Yeni bilimsel çalışmalar; Avrupa ve Truva’da kazılarda bulunan binlerce yıl öncesine ait Jade taşından baltaların, Avrupa dağlarında tek tük karşılaşılan ve saf olarak bulunmayan Jade damarlarından elde edilmiş olamayacağını göstermeye başlayınca; mineroloji alanında etkinlik gösteren Ari ırkçı “bilim”(!) adamları, derhal konuya el atmış ve inandıkları “'Hint-Ari Avrupa Tarih Tezi”ni yıkılmaktan korumak üzere, geçmişte uydurulmuş olan “Jade’nin Avrupa kökenli olduğu” yalanına bilimsel görünümlü yeni kanıtlar uydurmaya başlamışlardı.
Bu görevi üstlenen kimi bilim adamlarının 2007 tarihli raporu, binlerce yıl öncesine ait Jade taşından baltaların Avrupa’ya Asya’dan gelmeyip Avrupa topraklarında bulunan Jade damarlarından üretilmiş olduğu iddiasını kanıtlamakta ne denli zorlandıklarını gösteriyordu. Kuzey İtalya’da 2400 m. yükseklikte topu topu 1 metre küp küçüklüğünde Jade benzeri bir (sayıyla: 1) taş bulunmuş; ancak bu taş el değmemiş durumda olduğundan, binlerce yıl önceki baltaların bu taştan yontularak üretilmediği apaçık olduğu halde, İtalyan mineralogların düzenlediği raporda: “Petrografik veriler Avrupa’da kazılarda bulunan Jade baltaların üretimi için ham maddenin nerede bulunduğu konusunda kesin bir yargıya varmak için yeterli değildir. Fakat ham Jade’nin İsviçre Alplerinden değil İtalya Alplerinden sağlandığı düşünülebilir.” deniyordu. (Jadeite in the Monviso, R. Compagnoni, F. Rolfo, F. Manavella. F. Salusso, 2007, Sf. 88)



Jade taşı binlerce yıl önce Asya kökenli bir dinin mensupları taralından “yaşam veren kutsal taş” olarak nitelenmiş; bu taşın çok çeşitli hastalıklara iyi geldiğine ve ölmek üzereyken bu taşları kırıp yutan kişilerin ölüsünün gömütünde en az 3 yıl bozulmadan kalacağına inanılmış; binlerce yıl önce bu dine bağlanmış olan her Asyalı, üzerinde, cebinde, Jade taşı bulundurmuş; gerek hastalandığında, gerekse öleceği sırada, bu taşı kırıp suya karıştırarak yutmuştu. Dahası, aynı dinin gereği olarak, Jade taşı, ölenle birlikle gömütüne konuyor, öte yaşamda yararı olacağı inancıyla, ölenin dişleri arasına Jade taşları yerleştiriliyordu. Avrupa kazılarında bulunan Jade taşından baltaların niçin keskin ağızlı olmadıklarının gizi de son araştırmalarla böylece çözülmüştü.



Oysa, az önce belirttiğimiz gibi, İtalyan Alpleri’nde “Gerçek Jade” yok; yalnızca “Jade benzeri” dedikleri bir takım taşlar vardır. Avrupa topraklarında Jade’yi biçimlendirmekte kullanılan ‘elmas’ yoktur. 1901 yılında İngiltere’de yayımlanmış “Eski İngiliz Yazınında Değerli Taşlar” (Preciousc Stones İn Old English Literatüre) adlı kitap. İngilizlerin 1900’lere dek “Jade” diye anılan taşı bilmediklerini göstermektedir. Jade’nin Asya kökenini unutturup onu Avrupalı yapma ve böylelikle “Turani Avrupa Tarih Tezi”ni ortadan kaldırma dalaveresinin biri diğerini geçersiz kılan yayınlarla bugün dahi sürdürülüyor olması; “Turani Avrupa Tarih Tezi”nin dayandığı binlerce Jade taşından balta Avrupa müzelerde sergilendiği sürece, “Hint-Ari Avrupa Tarih Tezi”ni doğrulamak üzere uydurulan mineralojik ya da genetik raporların hiç bir işe yaramayacağını göstermektedir.


Ülkemizde, Atatürk’ün benimsediği tarih görüşüne dayanan Türk Resmi Tarihi’ni yalanlamayı meslek edinmiş; Türkleri uygarlık düşmanı olarak damgalayan Giladstonist, Renanist, Hitlerist, Sevrci Hint-Ari Avrupa Resmi Tarihi’ni savunan bir takım yazarlar vardır. Kendilerine “tarihçi” diyen ve dedirten bu gibi yazarlar; “Türk Resmi Tarih Tezi” diyerek saldırdıkları tezlerin, gerçekte 1930’larda Atatürk tarafından üretilmediğini; 1800-1876 arası, yani Atatürk doğmadan önce, Fergusson, Rawlinson, Layard, Oppert, Cahun, vb. gibi yüzlerce Batılı bilginin bilimsel saptamalarına dayandığını, ya hiç bilmemekte, ya da bu gerçeği bile bile gizlemekledirler.
Oysa gizlenen gerçekleri halka duyurmak, bir aydının en önemli görevidir.
Cengiz ÖZAKINCI, “Bütün Dünya”, Şubat 2010
cengizozakinci@butundunya.com.tr