AY HOŞGELDİNİZ!
Çok uzun zaman değil tam on gün önceydi. İstanbul Atatürk Havaalanına üç bombacı soktular, sonuç, yüzün üstünde yaralı, kırk yedi de ölü.
Hemen yayın yasağı koydular.
Kimler öldü, önce öğrenemedik, kurbanlardan yalnızca havaalanı çalışanlarını adlarıyla, görevleriyle verdiler. Dört de Özbek asıllı Suudi vatandaşı yabancıyı. Bombacılardan biri de ne rastlantı Özbek’miş, kaç gün sonra dedilerdi. Ertesi günü daha havaalanı çalışanlarının cenazeleri teslim edilmeden bu dört Arap, İstanbul’da bir mezarlıkta (Kozlu) aceleyle gömüldü. Neden, ne oldu, daha kimlikler belirlenirken nasıl hastaneden alındılar, nasıl, ne arada izin çıktı da oraya gömüldüler araştıran soran olmadı. Diğer kurbanların, kaç gün adları verilmedi. Yaralılar nasıl yaralı? Organ kaybı yarası mı yaraları, ne kadar ağır durumları, kim onlar, ilgilenen, toplumu bilgilendiren olmadı. Duyduğumuz 12 saat içinde havaalanının yeniden uçuşlara açıldığı, her yanının yıkandığı – kanlı patlamanın ertesi günü saat bir buçukta - yarım günlük acele ulusal yas ilanından sonra da yine orada acele bir anma yeri düzenlendiği. Tam Batı özentisi bir gösterim. Bir gün önce kana bulanan yerde, ona buna gösteri yapma fırsatı verme, sanki ölenlerle dalga geçme...
Bir gün sonra da düğün bayram yapılarak köprü açma... Hem de dünya bizim için yas tutarken, ölenleri saygı duruşuyla anarken, aynı anlarda konfetilerle, gülücüklerle, coşkuyla tam kadro bir köprüyü açma. Eğlenerek açmasan, sırıtmasan, neyini kesmesen, sıra sıra başında dizilmesen o köprü hizmete girmeyecek. Deli Dumrul köprüsü (!) para basmaya başlamayacak. Akla takılan sorular çok:
Terör saldırısına, hem de havaalanına yapılan bir terör saldırısına niye yayın yasağı getirilir? Niye olay sıcağı sıcağına tartışılmaz, bir daha olmaması, sorumluların cezalandırılması için olay incelenmez, sorumlular araştırılmaz?
Bir değil, iki değil, bu hep böyle. Diğer patlamalarda orada olmayabilirdik, hadi, bölücü değilim, HDP’lilerle işim olmaz, Suruç’ta, Ankara’da o toplantılarda neden olayım, Hatay’da Suriyelileri oraya ben mi doldurdum, Reyhanlı patlamasından önce, diğer patlamalarda da, neden orada olayım diyebilirsiniz; peki havaalanına ne denilecek? Konu, ülkeyi yönetenlerden ve yandaşlarından başka, tüm dünyayı ilgilendirdi, her yanda ölenler anıldı, teröristler kınandı, gördünüz...
Bizdeyse anında yayın yasağı... Vatandaşa vur patlasın çal oynasınla günü, geceyi geçirtmek...
Toplumu konudan uzaklaştırmak, algıları başka yöne yöneltmek, uyutmak için en kolay işlem olmalı bu. Yayın yasağı; görmedim duymadım, bilmiyorum maymunluğu...
Olaydan üç gün sonra ilçenin haftapazarında tanıdıklarıma, tanımadıklarıma, köylülere soruyorum, çok sevinçlisiniz, bir söyleyip bir gülüyorsunuz, yoksa siz İstanbul'da, havaalanındaki patlamayı duymadınız mı? Yok, hayır hepsi şöyle bir duymuş ama ağızları kulaklarında hararetle açılan köprüyü anlatıyorlar, sevinçten dört köşeler... Havaalanı kanlı kırımı onların duygu düşünce dünyasına girmemiş...
28 Haziran akşamı İstanbul Atatürk Havaalanı saldırısını bir rastlantı Yiğit Bulut adlı, liderine siperci danışmandan duymuştum. Ateş püskürüyordu: "Bir patlama oldu diye..." söze başlayıp olayı duyuran habercilere kızıyor, ortalığı kırıp döküyordu.
İçimden eyvah dedim, yine canlı bomba yine büyük can kaybı, yine masum insanların pisi pisine ölümü...
Bu, canını vermeye hazır militan danışman böyle kükrediğine göre olay yaralılarla sınırlı değildir... Oralar can pazarıdır...
Gerçekten öyleymiş... O gece çocuklar bizi aradı, nerdesiniz, iyi misiniz, aileden oralarda olanlar var mı, herkes iyi mi? Sonra eklediler:
“Böyle sormak çok bencilce ama böyle bir yönetimle yönetilen ülkemizde başka ne yapılabilir?”
Doğru, böyle günlerde herkes kendi canına düşüyor. Yönetimden kimsenin bu durum umrunda değil. Gördünüz: İftarlara devam... Ziyafetler o biçim. Binlere, on binlere yollarda, meydanlarda masa döşeme... Gösteriş, yeme içme... Konuşmalara, atıp tutmalara devam. Patlamadan sonra ortalık kan gölüyken, aynı anlarda hiç bir şey yokmuş gibi, ülkemizi yok edecek, parçalayacak, devlet yapısını bozacak yasaların fırsat bu fırsat denilerek Meclis’te çıkarılmasına da devam... Muhtarlara verilen ad / soyadı değiştirme, yeni nüfus verme yetkisini duymuş olmalısınız. İsteyen terörist, isteyen bölücü, isteyen göçmen, isteyen herkes bundan yararlanacak, bölücü için bölünmenin önündeki dil engeli kalkacak. Türkçe adlar adlarımız olmayacak, korunmayacak... Değiştirilen adlar bizi kolayca parçalayacak. Terörist aklanacak, başka bir adla gizlenebilecek...
Ulusal bayramlarımızı kutlatmayanlar, bayramlarda askerimizin geçit törenlerini kaldıranlar, devlet katındaki ulusal bayram kutlama törenlerini (tebrik etme, el sıkma, gelenlere ikramdan oluşan kutlamaları) bile çok görenler, taştan çelikten bir yapıyı taparcasına önemseyerek böyle bir günde araç geçişine açıyorlar. Sen açmazsan oradan araç geçemez mi?
Suriye’deki, Irak’taki canlı bombalı ölümlerin, toplu kıyımların sanki onlar gibi bir ortadoğu ülkesiymişiz gibi ülkemizde de olmasına alıştırıldık. Bu arada hiç ara vermeden şehit haberleri geliyor. Bombalı gün üç şehidimiz vardı, PKK terörünün askerimize kurşun sıkmasından. Ertesi günü iki astsubayımız şehitti.
Devletin televizyonu TRT nasıl veriyor şehit haberlerini:
TRT'de patlamadan bir önceki akşam (27 Haziran), haber okunuyor.
Ivır zıvırlardan sonra sunucu bir dönüyor ekrana:
"Sıradaki konumuz, terör.
Ne yazık ki yine hain saldırılar vardı. İki asker şehit...Şu kadar yaralı..."
Fesli mecnunu bu ara iyi kullandılar. “Suriyeli kaçaklara vatandaşlık verilecek” haberi - belki de son on dört yılın en korkunç, en sonumuzu hazırlayacak, Cumhuriyeti yıkacak haberi- güme gitti. Herkes şekspir mi, şeyh pir mi, neydi o “İngiliz yazarı”, bunu konuşuyor.
Oysa işin normali bu kişiyi hemen tedaviye göndermek, televizyon adına da toplumdan özür dilemekti.
Sonra Giresun’daki helikopter kazası (5 Temmuz) iktidar yandaşlarının oyuncağı oldu. Hedefteki Jandarmaya sözlü ateş serbest! Eleştiri, kuruma saldırı, kaza yerinden yayın... kesintisiz sabahlara kadar...
Neredeyse yayıncılar bu durumu 24 saat canlı yayınlayacaklar. Yeter ki başka şey konuşulmasın, koşar adım uçuruma gitme gizlensin...
Yıllardan beri duyardık, iktidarın başınca, “BOP” eşbaşkanı olmakla övünülürken ülkemizde, anında haritalar yayınlanırdı. Gelecekteki Türkiyenin patlamış, alt yanı pelteleşmiş harita çizimleri. Bakın böyle büyünülecek, toprağımıza toprak katılacak, BOP böyle iyi bir şey denilerek.
Gülerdik. Olamaz derdik. Delirmedik derdik. Aklımız ermezdi, nasıl olacak, kim buraları şişirecek? Yapamazlar! Buna güçleri yetmez! Cumhuriyetimizi federal yapıya geçirmelerine, böyle pelteleşmesine, özünü yitirmesine göz mü yumulacak? O kadar boş mu ortalık? Oralardan bize katılım demek, Arap’la birleşmek, laik Cumhuriyetin, ulus devletin intiharı demek değil mi? Hem oraların devletine başkaldırmış, eğitimsiz, acımasız, baş kesen, eli kanlı, Türk’e düşman, aklı cinsellikte, bir sürü gibi üreyen bize yabancı bir halk neden, niçin devlet yapımızın içine sokulsun?
Tüm bunların yanıtını Odatv denilen hem nalına hem mıhına yayın yapan yayından öğrendik bir kaç gün önce.
Tıpkı Nasrettin Hoca öyküsü gibi. Hani Hoca’nın birine borcu vardır, ödeyemez. Alacaklısı bir gün kapıya dayanır. Hoca da akıl çok. Bir süre daha bekle, borcumu bak şöyle ödeyeceğim, der, açıklar:
“Bahçemin yol üstünü dikenli telle çevireceğim. Sürü meradan dönerken koyunların tüyü buraya takılacak. Hanım onları toplayıp eğirecek, eğirilen yünleri yumak yumak pazarda satacağım. Sana da borcumu ödeyeceğim. Borçlu gülmeye başlar. Hazır parayı duyunca gülersin değil mi der Hoca.
Bu öykü de öyle. Bu Suriyeliler, vatandaş yapılacak, savaş bitince ülkelerine dönecekler. Tabii inanırsanız. Dönmeyen bir şekilde gönderilecek. Buna da inanırsanız... Sonra nasıl, kim, neden, ne zaman yapacaksa bunlara halk oylaması yaptırılacak. Oda tv’ye göre, hani o devletine başkaldıran “Özgür Suriye Ordusu” denilen hainler sürüsü, vahşiler ordusu var ya, onlar isteyecekmiş halkoylamasını, onlar sözüm ona Esat’ı yenip katil başları olarak yönetimi ele alacaklarmış... Masal bu ya. Yine nasıl bir halk oylaması ise bu, neyi soracaklarsa bu vatan haini kaçaklara, bombacılara, acımasız insan yığınlarına, oylama sonucunda Suriyelilerin ülkesi Suriye ve Irak’ın kuzeyi doğrudan Türkiye’ye bağlanacakmış. BOP haritası böylece gerçekleşecekmiş, karnı aşağı pelte gibi sarkan kanserli bir yumru gibi patlak patlak büyüyen, kara çarşaflı, poturlu, entarili, karasakallı Arapça, bilmem nece konuşan canilerin cirit attığı yeni bir Türkiye oluşuverecekmiş bu oylamanın sonunda.
Buna inanan, buna sevinen kafası yenikler sayılamayacak kadar çokmuş ülkemizde, Cumhuriyet düşmanları çoktan bunun övgüsüne yatmışlar...
Bölücüsü birken iki olan, üç olan... Cumhuriyetinin kazanımlarını yitirmiş, içi boşalmış, yalnızca dış kabuğu kalmış, yobazın elinde, sömürgecilerin kucağında, bağımsızlığını çoktan yitirmiş bir Türkiye bunların istedikleri... Kutlu amaç dedikleri bölünmüş parçalanmış Türkiye.
Bir şey daha var: Böyle durumlarda iktidarın hiçbir şeyi ertelenmiyor, düğünse düğüne, nişansa nişana devam... Sıkıyönetim ilan edilmiyor, yapanları yönlendirenler açıklanmıyor... İstifa hak getire.
28 Haziran’ın ertesinde, yayın yasağında, topluma izlettiklerini, bir ibret belgesi olarak gazetelerden kestim sakladım.
Hem de nereden kestim? Sözcü’den.
Çirkinlerin çirkin haberleri.... Sayfa sayfa Ramazan izlencelerinin haberleri. Akıllara durgunluk veren bilgiler... Soysuzlaşmış gazeteciler... Biri şöyle: “En faydalı dualar.” Bu çağda, sanki ilaç anlatacak, duanın faydalılarını anlatıyor... Seç seç kullan!
Sonra dizi tanıtımları.
Ülkemizin bu günlerinde birilerinin aşkları (!), nişanları, darılıp barışmaları tek derdimiz... Onlarla böyle bir gecede avutulacağız. Duyunca halimizden utandık, geçen gün Amerika’da beş polis öldürülüyor, sabahlara kadar her yayınlarında bunu tartışıyorlarmış... Bizse, yayın yasağıyla susturuluyor, aptal yerine konuluyoruz, bize düşünmek, sorgulamak yasak!
Dizinin adı “Beni Affet”. O akşam, şunları izleyecekmişsin:
Kemal, Gülsüm’ü takip edermiş. Takip ederken onu bulmuş. Takip etme, izleme, ardınca gitme demek. Ah öldürülen Türkçemiz! Bir de Bahar varmış dizide. Bu kızın da aklı Kemal’de imiş. Umut ve Elif nikahlarını erteleyecekler. Bahar bu nikahı erteletmemiş, onları buna ikna etmiş. Neyse hikayede bir de Kader ve Neriman var. Neriman Kader’e bir kötülük etmişmiş. Kader bunu Mahir’e anlatacakmış. Bunun üzerine ne olacakmış biliyor musunuz? Kimse neyse bu Mahir, annesine patlayarak onun evden gitmesini isteyecekmiş bu bölümde. Ne demekse annesine patlama, annesinin evden gitmesini isteme. Kovmanın adı “yeni Türkçede” evden gitmesini isteme olmuş, unutmayın. Demek anneleri evden kovan, kayıp kadınları takip ederek bulan, birilerini kötüleyen çamurdan insanların çamur öyküleriyle avunacak Türk ulusu... Ve gelecekten iyi şeyler bekleyeceğiz.
O akşam haber ararken, bir kanalda duydum:
Kadın yırtınıyor: “Aynur!” Bir ses: “Geldim!”
Birileri çığlık çığlığa:
“Ay hoşgeldiniz!”
“Yeni Türkiye” böyle... İzlemeye, izlerken uyuklamaya, boş vermişliğe hoş geldiniz! Bir koca ülkenin susturulmasına, başka bir yapıya devşirilmesine, karnının teröristlerce şişirilmesine, parçalanmasına sakın ses çıkarmayın... Tatilinize, dinlenmenize bakın!
İyi seyirler! Aman televizyon dizilerinden vazgeçmeyin! Acun’un yarışmalarından, evlilik yayınlarından, Sibel Canlı, Ebru Gündeşli konserlerden, sanatçı müsveddelerinden, güce – paraya tapanlardan gözlerinizi, kulaklarınızı sakın ha ayırmayınız!
Feza Tiryaki, 9 Temmuz 2016