BAD’EL HARAB-ÜL BASRA
Artık kimi yerlerde, 29 Mayıs sabahından sonraki günler için öngörü ve önerilerin konuşlmaya başlandığını görüyoruz.
Yani Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığında neler yaşanabileceğine ilişkin konular konuşulmaktadır.
Çünkü son on yıl ve özellikle son ‘seçim yılı’nda uygulanan ‘seçim ekonomisi’, Türkiye ekonomisini abartısız Moğol istilasından sonraki Bağdat vilayetine bağlı olan Basra’nın konumuna düşürmüştür.
Bir başka deyişle Dr Recep ve avanesinin yirmibir yıl boyunca ve özellikle son on yılda, Türkiye ekonomisine verdikleri zarar ve yıkım, Hülagü’nün Bağdat ve çevresine yaptığı ganimet savaşında yaşatılandan farksız olmuştur.
O nedenle çiçeği burnunda hükûmeti tam bir ‘Bad’el harab-ül Basra’, ya da Ecevit’in 1978’de dediği gibi bir ‘enkaz’ beklemektedir.
Sözde umut vermek için kullanılan ama benim anlamsız bulduğum ‘Enseyi karartmayın’ sözüne karşın, doksan milyonluk Türkiye nüfusu, millet düşmanlarından öylesine bir tokat yemiştir ki enseler kara değil ama mosmor olmuş durumdadır.
Ayrıntılı rakamları ‘ekonomist’ler sabah akşam vermektedirler.
Ama yetmiş sente muhtaç olduğumuzu yadsıyan bir tek kişi bulmak olanaksızdır.
Peki şimdi ne olacaktır?
İşçiye, memura, köylüye, emekliye verilen ‘vaatler’ ne olacak diye sorulabilir.
İşte baştan beri söylediğimiz, yani eleştirilerimizi seçim sonrasına ertelememiz gerektiğine ilişkin önerimize uygun olarak, yeni hükûmeti eleştirmeye başlayabileceğiz demektir.
Ancak yiğidi öldürmeden önce hakkını da vermemiz gerekir, değil mi ama?
Yiğidimiz Kemal Kılıçdaroğlu’na, ilk gece mi olur, birinci hafta da mı olur yoksa bir ayı mı bulur bilinmez; tüm vali ve kaymakamlar, emniyet müdür ve amirleri ve onların genel müdür ve daire başkanları, TÜİK, Merkez Bankası, tüm kamu bankaları yöneticileri, aklınıza gelebilecek tüm kamu yöneticilerini ‘değiştirmek hakkı’nı tanımak olacaktır.
Başta TRT olmak üzere, halkımıza ‘yalan beyan’, ‘yalan haber’, ‘yalan rakam’ verilmesinin önü kesilecektir.
Öncelikle şeffaf ve berrak olarak ‘ne durumda’ olduğumuzu görmemiz gerekiyor.
Sonra öyle IMF ya da uluslarüstü sermaye gibi Batı veya Rusya ve Çin gibi Doğu’ya yönelmek yerine; kendi içimizde gerçek bir Temizeller operasyonuna başlanacaktır.
Zekeriya Temizel yaşadığına ve Kılıçdaroğlu’na yakın olduğuna göre artık o da ortaya çıkmalıdır.
Kendi soyadına uygun olarak çıkarmak istediği ‘Nereden buldun?’ yasasını güncelleyerek derhal uygulanmasına geçilmelidir.
Komşudan borç almak yerine, zamanında denildiği üzere madem ki ‘hepimiz aynı gemideyiz’, öncelikle kendi bohçamızda olanları ortaya çıkarmamız gerekmez mi?
Kuşkusuz açık ve seçik, yani şeffaf olarak, kim, ne zaman, nasıl ve ne kadar edinmiş görmemiz gerekiyor.
Kime, ne zaman, nasıl ve ne kadar verilmiş bilmemiz gerekir.
İşte, tam da bu noktada, efendim ‘meclis çoğunluğu’, ‘yeni partiler’, ‘ittifaktı-karşı ittifaktı’ gibi tartışmalar başlayacaktır.
Ancak ve ne var ki, Kemal Kılıçdaroğlu, ‘Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi’ne göre kendisine anayasal olarak tanınmış ‘yönetme’ hakkını, anasının ak sütü gibi helâl bir biçimde uygulayabilecektir.
Yanlış anlaşılmasın ama ‘tarihsel ve bilimsel’ bir veri olarak dillendirilecek olursa, buna ‘Devrimci şiddet’ denilebilir.
Ki Fransız Devrimi’nden o bilir bilmez gönderme yapılan Max Weber’e, Mustafa Kemal’den bir türlü anlaşılamayan Keynes’e kadar ‘kamu müdahalesi’ denilen şey tam da budur.
Zamanına ve yerine göre ‘doz’u değişebilir ama gereçek bir ‘değişim’ de ancak böyle gereçekleştirilebilir.
Öyleyse, Kemal Kılıçdaroğlu bu ‘yiğitlik hakkı’nı tepe tepe kullanabilecektir, ki buna önce kendi ‘ittifak ortakları’ karşı çikabileceklerdir.
İşte 29 Mayıs’tan sonra kimin ‘Milliyetçi’, kimin ‘Maneviyatçı’, kimin ‘Halkçı’, kimin ‘Atatürkçü’, kimin ‘Ulusalcı’, kimin ‘Devletçi’, kimin ‘Devrimci’ olduğu açık ve seçik olarak ortaya çıkacak demektir.
Ve işte o zaman ‘Devleti’ için canını esirgemeyeceğini övünerek söyleyen ‘maneviyatçı/milliyetçi’lerin ipliği pazara çıkacaktır.
Öyle bol keseden ‘milliyetçi/maneviyatçı’ edebiyatı yapmanın temelli mi yoksa temelsiz mi olduğu da ortaya çıkmış olacaktır.
Burada amacımız kuramsal bir çözümleme yapmak değil ama öncelikle her yönüyle ‘harap’ olmuş ‘Devlet’imizi ve ‘Millet’imizi ayağa kaldırmanın yollarını aramak değil midir?
Öyleyse, şimdiden söylemek gerekirse, battığımız bu bataktan çıkmanın biricik yolu, Kemal Kılıçdaroğlu’na anayasanın da tanımış olduğu bu ‘liderlik hakkı’nın kısıntısız teslim edilmesinden geçmektedir.
Kendisinin ortaklarına ve bilenlere ‘danışma’ alışkanlık ve ‘söz’ünü tutacağından emin olunabilir.
Yani yiğidi öldürmeden önce ‘hak’kının verilmesi gerekmektedir.
Sonrasını ise hep birlikte izleyeceğiz.
Yok eğer Dr Recep kalacak olursa, söylemeye gerek yok; Türkiye Suriye’den de, Irak’tan da, Sahra-altı Afrika ülkelerinden de beter olacaktır.
Bunun sorumluları ise, herkesten çok ‘bize bir şey olmaz’ diyen aymazlar olacaktır.