Balkondaki Başbakan
AKP Genelbaşkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bir seçim zaferinden sonra bir balkon konuşması daha yaptı. Yine birlikten, beraberlikten, barıştan, kardeşlikten, özgürlükten söz etti. Yine herkese teşekkür ederek, herkesi kucakladı! Bir anlamda bir önceki balkon konuşmasını yineledi. Ancak Başbakan’ın bu seferki balkon konuşmasının satır aralarında çok başka bir mesaj vardı.
Başbakan’ın, balkon konuşmasındaki bazı sözleri; Başbakan’ın artık kendisini sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başbakanı olarak değil de Yeni Osmanlı’nın bir padişahı olarak gördüğünü göstermektedir.
Şu sözler balkondaki Başbakan’a ait:
“…Gözlerini Türkiye’ye çevirmiş, gelen haberleri büyük bir heyecanla takip eden, Şam, Kahire, Tunus, Saraybosna, Lefkoşe’yi dost ve kardeş ülkeleri muhabbetle selamlıyorum…
….İzmir kadar, Şam kazanmıştır, Diyarbakır kadar Ramallah, Nablus, Cenin, Kudüs, Gazze kazanmıştır.”
İyi de neden?
Neden, Şam, Kahire, Tunus, Saraybosna gözlerini Türkiye’ye çevirip AKP’nin zafer haberlerini beklesin?
Neden, AKP’nin seçimi kazanmasıyla Şam, Ramallah, Nablus, Cenin, Küdüs, Gazze kazansın!
Evet AKP, üç dönem üst üste, üstelik her seferinde oylarını arttırarak seçim kazanmıştır. Gerçekten de bu büyük bir başarıdır. Ve bu başarının mimarının bu başarısıyla övünmesi de son derece doğaldır. Ama sonuçta bu seçim başarısı “uluslararası bir başarı” değil “ulusal” bir başarıdır. Bu seçim, Türkiye’nin seçimidir ve AKP’ye de sadece “Türkiye Cumhuriyeti” vatandaşları oy vermiştir. AKP, ne Şam’dan ne Kahire’den, ne Tunus’tan, ne Ramallah’tan, ne Nablus’tan, ne Saraybosna’dan, ne de Cenin, Küdüs ve Gazze’den oy almış değildir. Çünkü buralar, Misak-ı Milli sınırları dahilinde Türkiye Cumhuriyeti içinde değildir! Ama Sayın Başbakan, kendisini bu Arap-İslam şehirlerinden de oy almış gibi, buraların da lideri olarak görmektedir.
Yoksa Sayın Başbakan, Misak-ı Milli sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini mi unutmuştur?
Hiç sanmıyorum!
Sayın Başbakan artık kendisini Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, bir Amerikan ütopyası olan Yeni Osmanlı’nın yeni lideri olarak görmektedir: O artık Saraybosna’dan Gazze’ye uzanan İslam coğrafyasına hükmeden Yeni Osmanlı’nın yeni lideridir!… Bilindiği gibi Eski Osmanlı da bu coğrafyaya hükmetmişti!..
Balkondaki Başbakan’ın sözlerinin satır aralarında Yeni Osmanlıcılığın yönetim biçimi olarak düşünülen “federasyona” yinelik de ipuçları vardır.
“Bugün benim Türk kardeşim, Kürt kardeşim, Zaza, Laz, Romen, Gürcü tüm kardeşlerim 74 milyon kardeşim kazanmıştır… “ diyerek, her zaman yaptığı gibi bir kere daha Türkiye Cumhuriyeti’ndeki “etnik unsurları” teker teker sayıp ortaya döken Sayın Başbakan, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesi olan, Atatürk’ün, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımını da bir kere daha tartışmaya açmıştır.
Balkon konuşmasında, “Bugün benim Türk kardeşim, Kürt kardeşim, Zaza, Laz, Romen, Gürcü tüm kardeşlerim 74 milyon kardeşim kazanmıştır.” diyen Başbakan, bu dili daha önce Diyarbakır, Şemdinli, ve Samsun konuşmalarında da kullanmıştır. Sosyolog Orhan Türkdoğan’ın belirttiği gibi, Başbakan, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki “etnik unsurları tek tek sıralayarak Türkleri “öteki” konumuna getirmektedir. Bu durum etnik bölünmeyi arttıracağı gibi iç ve dış güçlere karşı vatanın bağımsızlığını korumaya çalışan güçlerin ulusal dirençlerini de kıracaktır.[1]
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, Türkiye’deki bütün “alt kimlikleri” Türklük potasında birleştirmiştir. Atatürk’ün Cumhuriyeti kurarken, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımıyla sağladığı “birlik beraberlik” ve bu birlik ve beraberlik üzerine oturttuğu “üniter yapı”yı dağıtmak için Cumhuriyetin kuruluş felsefesindeki bu “Türk milleti” tanımını alt üst etmek gerekmektedir.
: Cumhuriyetin kuruluş felsefesine göre bir “bilinç” olan Türklük; Cumhuriyetin kuruluş felsefesine karşı olanlarca “etnisite/ırk” olarak adlandırılmaktadır. Böylece “Türklük” de bir “alt kimlik” durumuna getirilmek istenmektedir. Bu “etnik kimlik siyaseti” fedarasyona giden yolun en belirgin kilometre taşlarından biridir. Yeniden Osmanlı’ya dönüş için Cumhuriyetin kuruluş felsefesindeki “Türklük bilinci” tanımından “Türk ırkı” tanımına geçilmesi zorunludur. “Türklük” herkesi kavrayan “bir “bilinç” olmaktan çıkarılıp sadece bir “etnik unsuru” ifade etmek için kullanılmaya başlandığında çözülme de başlayacaktır.
Bilindiği gibi Osmanlı’da bir “Türklük bilinci” yoktur; Osmanlı’da Türklük “dışlanmış” bir alt kimliktir.[2] Osmanlı’ya dönüş sürecinde bugün de yapılmak istenen budur.
Balkondaki Başbakan’ın seçim zaferini, Ortadoğu’dan Balkanlara “bütün Müslümanların zaferi” olarak adlandırması ve “etnik unsurlar” vurgusu yapması, “üniter” Türkiye Cumhuriyeti’nin yerini “federal” Yeni Osmanlı’ya bırakmak üzere olduğunun en belirgin işaretlerinden biridir.
Peki ama bugüne nasıl gelinmiştir?
Bu sorunun yanıtını vermeden önce, balkondaki Başbakan’ın Adnan Menderes’e ve Turgut Özal’a neden gönderme yaptığını; “Merhum Turgut Özal’ın hayalleri, özlemleri, artık yerini bulmuştur” diyen Başbakan’ın, aslında ne demek istediğini iyi analiz etmek gerekir.
Neydi Özal’ın hayali?
Hemen söyleyelim:
Türk-Kürt Federasyonu ve Yeni Osmanlı’ydı![3]
Şimdi gelin tarihe kısa bir yolculuk yapalım:
: İstanbul Devleti
Türkiye’nin “idam fermanı” Sevr Antlaşması’na (10 Ağustos 1920) göre İstanbul, başında “kukla” bir Padişah’ın bulunduğu “kısmen bağımsız” bir bölge olacaktır.
Ancak Müttefik Devletler, bu anlaşma imzalanmadan önce İstanbul’un geleceği ile ilgili çok gizli planlar yapmıştır. Örneğin, İngiliz arşivlerinde CAB/23/35 numarayla kayıtlı bir belgeye göre İngilizler, “İstanbul’un ayrı bir devlet olarak yeniden yapılanmasını” düşünmüştür, ama sonradan bu düşünceden vazgeçmiştir. Bu belgeye göre Paris’te, İngiliz Başbakanı Lloyd George’un otel odasında yapılan ve aralarında Dışişleri Bakanı Earl Curzon, Bonar Law, Lord Birkenhead ve Hindistan’taki İngiliz yönetiminin Dışişleri bakanı E. S. Montagu’nun da olduğu bir grup, Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarından çıkarılması ihtimaline karşı bir “proje” üreterek İstanbul’un ayrı bir devlet olmasını tartışmıştır.
Belgeye göre İstanbul Devleti’nin Osmanlı Devleti’nden tamamen, Müttefik Devletlerden ise kısmen bağımsız olması kararlaştırılmıştı. İstanbul’un Müttefiklerden bağımsız olduğu konular sadece finans, adalet ve jandarma olacaktı.
Bu belgede öngörülenler sadece bir fikir olarak tartışılmıştır. Hatta aynı toplantıda bu fikrin pek gerçekçi olmadığı düşünülmüş olmalı ki sonuç olarak Başbakan Llyod George Hindistan’daki İngiliz yönetimi Dışişleri Bakanı’ndan, Sevr Anlaşması öncesi hazırlanan taslağın, Padişah’ın ve Osmanlı hükümetinin İstanbul’da kalması ihtimaline göre düzenlenmesini istemiştir.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin Orta Doğu’yu, sınırları cetvelle çizilen küçük devletlere bölüp yönetme arzusuna İstanbul’u da katması, Müttefiklerin İstanbul’u ve boğazları uluslararası bir komisyonun aracılığıyla yönetme arzusu, hepimizin bildiği bir şeydir; fakat İstanbul’un “ayrı bir devlet” olarak yeniden yapılandırılması fikrinin İngiltere tarafından başbakanlık seviyesinde tartışılmış olması pek bilinen bir şey değildir. Hele yeni devletin sınırları, yönetimi, savunması vb. gibi konuların bu kadar detaylı bir şekilde tartışılması çok dikkat çekicidir.[4]
I. Dünya Savaşı sonlarında, 1920’de İngiltere’nin “böl” ve “yönet” stratejisi çerçevesinde kurmayı planladığı “İstanbul Devleti”, II. Dünya Savaşı sonlarında 1946’da ABD’nin “Tek Dünya Devleti” stratejisi çerçevesinde kurmayı planladığı “İstanbul Federe Devleti” olarak karşımıza çıkmıştır.
: Tek Dünya Devleti ve Federasyonculuk
William C. Bullitt, ABD’nin 1946’dan sonraki Soğuk Savaş stratejisini “Yalnızca Sovyetleri yıkmak için değil aynı zamanda Amerika önderliğinde Tek Dünya Devleti kurmak için geliştirilmiş bir strateji” olarak tanımlamıştır.
Bu bağlamda ABD tarafından kurulan “Avrupa Birliği” gibi, yine ABD tarafından bir “Ortadoğu Federasyonu” kurulmak istenmiştir. Osmanlı örneğine dayalı olarak kurulmak istenen “Ortadoğu Federasyonu” da yalnızca Sovyetler Birliği’ni yıkmak için değil, aynı zamanda “Tek Dünya Devleti” kurmak için gerekli görülmüştür.[5]
1946’da Bullitt’in ifade ettiği, “Amerika’ya bağlı ve dine dayalı bölgesel federasyonlar” kurma stratejisi bugün de sürdürülmektedir.
Soğuk Savaş döneminde kurulacak federasyonlar (Avrupa Federasyonu,Ortadoğu Federasyonu, Asya Federasyonu) Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra “Tek Dünya Devleti” çatısı altında birleştirilmek üzere planlanmıştır.
Cengiz Özakıncı’nın dediği gibi, “Tek Dünya Devleti kurulmasına ilişkin tek bir strateji yoktur ki, ulus devletleri önce etnik, dinsel ve mezhepsel devletçiklere bölerek bölgesel federasyonlar içinde eritip Tek Dünya Devleti’ne bağlamayı öngörmemiş olsun.”[6]
Tek Dünya Devleti’ne giden yolda önce Avrupa Birliği kurulmuş, sonra Sovyetler Birliği yıkılmıştır, ama Ortadoğu veya Yakındoğu Federasyonu hala kurulabilmiş değildir. Bu nedenle ABD bugün canla başla Ortadoğu-Yakındoğu Federasyonu’nu kurmak için çalışmaktadır. Ortadoğu Federasyonu’nun tarihsel dayanak noktası yüzyıllarca Ortadoğu’yu yöneten Osmanlı’dır. Bu esinlenmeden dolayı Ortadoğu Federasyonu’na giden yolda “Yeni Osmanlıcılık” akımından yararlanılmaktadır. Bu planın harekat üssü de coğrafi ve kültürel olarak Osmanlı mirası üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti ve Ortadoğu’daki devletlerdir. Ortadoğu Federasyonu’nu kurmak için her şeyden önce “yeniden Osmanlılaşmaya”, yeniden Osmanlılaşmak için de “Türk Ulus Devleti”nden kurtulmaya ihtiyaç vardır. İşte, 1946’da başlayan, 12 Eylül 1980’den sonra hızlanarak devam eden “Karşı Devrimi” bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bütün amaç, yüzyılın başında Atatürk’ün kurduğu “bağımsız, çağdaş ve laik” Türk Ulus Devleti’ni yeniden Osmanlı’ya dönüştürmektir. 1950’den itibaren Türkiye’yi yöneten veya Türk siyasetinde etkili olan nerdeyse bütün liderler; Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş, Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan, bu dönüşümün “zoraki” veya “gönüllü” aktörleridir. Anlayacağınız, son altmış yılda Türkiye’yi yöneten bütün bu liderlerin birer “Osmanlı sevicisi” olması kuru bir tesadüf değildir!
1965’te ABD, Süleyman Demirel aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştığı, ancak ordunun sert tepkisiyle uygulayamadığı “Türk-Kürt Federasyonu Projesini” daha sonra CIA belgelerinde, “gelmiş geçmiş en Amerikancı Türk devlet adamı” olarak adlandırılan Turgut Özal gündeme getirmiştir. Özal’ın, ABD desteğiyle 1991’deki I. Körfez Savaşı sırasında Irak’a girip oradaki Kürt bölgelerini işgal ederek Türkiye topraklarına katıp, Türk Ulus Devleti’ni “Türk-Kürt Federasyonu”na dönüştürme planı, Genelkurmay Başkanı Torumtay’ın sert tepkisiyle karşılaşmış ve bu nedenle doğan kiriz, 3 Aralık 1990’da Genelkurmay Başkanı’nın istifasıyla sonuçlanmıştır.[7]
ABD Başkanı George Bush’la çok sıkı işbirliği içinde ABD politikalarını uygulayan Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 1991 yılında Aktüel dergisine verdiği bir demeçte Kürtlerle federasyona gidilmesi gerektiğini söyleyerek “inşallah bir gün valilerini de seçerler, bu iş biter” demiştir[8].
1993’te Özal’ın ölümünden sonra “Osmanlıcı”, “eyaletçi”, “federasyoncu” ve “ulus devlet karşıtı” söylemlerin bayraktarlığını Refah Partisi Genelbaşkanı Necmettin Erbakan yapmaya başlamıştır.
Ağustos 1993’te Turgut Özal, Aydın Menderes, Recep Tayyip Erdoğan, Mehmet Altan, Yalçın Küçük, Abdurrahman Dilipak’ın görüşlerine yer veren “İkinci Cumhuriyet Tartışmaları” adlı bir kitap yayınlanmıştır.[9]
Bu kitapta Erbakan’ın Refah Partisi kurmaylarından Recep Tayyip Erdoğan’ın şu görüşlerine yer verilmiştir:
“Soru: ‘Bu değişim süreci içerisinde eğer ülkede yaşayan bazı grup insanlar milli yapı içerisinde kalmak istemezlerse ne olacak?’
Tayyip Erdoğan: ‘Onun kararını yine halk verecek’
Soru: ‘Örneğin Kürtler, biz ayrı yaşamak istiyoruz, diyebilirler’.
Tayyip Erdoğan: ‘Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir’.
Soru: ‘Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse..’
Tayyip Erdoğan: ‘Ona orada sınır tayin edemem. Eyaletler tarzı bir sistem içinde olabilir, diyorum”[10]
Görülen odur ki, bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 1993’te söylediklerini 12 Haziran 2011 genel seçimlerinin ardından hayata geçirmenin hesaplarını yapmaktadır.
“Amerika, 12 Eylül’den sonra nasıl Osmanlıcı politikaların bayraktarlığını yapan Turgut Özal’ı ve partisini desteklemişse, Özal’ın ölümünden sonra da Osmanlıcı politikanın bayraktarlığını üstlenen Refah Partisi’ni desteklemişti. 1993’te Özal’ın ölümünden sonra ABD’nin Refah Partisi’ni iktidara taşıyacağı, 35 emekli Amerikancı generalin topluca Refah Partisi’ne üye olmalarından belliydi. Refah Partisi’nin 1987, 1991 ve 1995 seçimlerinde aldığı oy oranlarına bakıldığında bu yükselişin Özal’ın partisinden Erbakan’ın partisine geçişlerle doğru orantılı olarak gerçekleştiği görülecektir.”[11]
Necmettin Erbakan’dan sonra bayrağı Erbakan’ın kadrolarından yetişen Recep Tayyip Erdoğan devralmıştır.
Menderes’in Demirel’in, Özal’ın ve Erbakan’ın “genetik mirasçısı” olan Erdoğan, ABD desteği doğrultusunda 2002 genel seçimlerinden önce AKP’yi kurarak “okyanus ötesinden esen sert bir rüzgarla” Türkiye’de iktidara gelmiştir.
Erdoğan da öncülleri gibi “Osmanlıcı”,“eyaletçi”, “federasyoncu” bir “siyasetçi tipi” olarak ABD planlarını uygulamaya devam etmiştir.
12 Haziran 2011 seçimleri öncesinde eski başbakanlardan ve cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel ile AKP Genelbaşkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, iki ayrı kutupmuş gibi, sert sözlerle birbirlerini eleştirmiştir. Ancak aslında her ikisi de aynı yolun yolcusudur.
Haziran 1996’da Habitat II Toplantısının açılış başkanı olan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Butros Gali, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i kürsüye, “Türkiye Federal Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” olarak çağırmıştır. Şaşırtıcı bir şekilde Demirel bu “unvanın” yanlış olduğunu belirtmemiş, hiçbir düzeltme yapmamıştır.
Butros Gali konuşmasında, “insanlığın ve kentlerin geleceğine yöne vermesi gereken ‘İstanbul Ruhu’nun adil, güvenli, yaşanabilir kasabalar ve şehirler yaratabilmek için hükümetlerle devlet dışı sivil kesimler arasında işbirliği ve dostluk anlamına geldiğini” vurgulayıp “İstanbul Federe Devleti” değimini kullanmıştı. O toplantıda bu değime de ses çıkartan olmamıştı. Gali konuşmasında ayrıca, “Dünya, 200 devletli olmaktan 2000 devletli olmaya gidiyor” demişti.
Aslında Butros Gali’nin konuşmasının arasına serpiştirdiği bütün bu ifadeler, 1987 UNESCO toplantısında alınan, “ulus devletleri”, etnik ve dinsel küçük şehir devletçiklerine bölmeye yol açacak kararların adım adım uygulanmasından başka bir şey değildi.[12]
: İstanbul Başkentli Yakındoğu Federasyonu
1994 yılına gelindiğinde Türk basınında bir taraftan “İstanbul Merkezli Bizans Devleti” tartışılırken, diğer taraftan “İstanbul Başkentli Yakındoğu Federasyonu” tartışılmaya başlanmıştır.
Esguire Dergisi’nin 1 Şubat 1994 tarihli sayısında ortaya atılan “İstanbul Merkezli Yakındoğu Federasyonu”, “bir entelektüel ütopya” alt başlığıyla “aydınların tatlı düşü” olarak kamuoyuna sunulmuştur.
Cengiz Özakıncı’nın yerinde tespitiyle, “Sanki Mete Tunçay, Cengiz Çandar gibi aydınlar bunu kendi kendilerine düşünüp akıl etmişler ve bu içtenlikli düşüncelerini toplumla paylaşıyorlardı.” Oysa ki her şey daha önce başkaları tarafından düşünülmüş ve planlanmıştı. Nitekim Genelkurmay ATASE Başkanlığı’nın 10 Mart 1981 tarihli “Özel Askeri Rapor Denemesi”nde “Türk-Yunan Federasyonu” anlatılmıştı.[13]
1 Şubat 1994 tarihli Esquaire dergisinde yayınlanan “Yakındoğu Federasyonu” görüşünün ve 12 Eylül’ün ATASE damgalı “Türk-Yunan Federasyonu” tasarısının kaynağı Robert D. Kaplan’ın kısa süre önce The New York Times Magazin’de yayımlanan, “Türkiye Balkanlar ve Ortadoğu Birleşiyor” adlı makalesidir. Robert D. Kaplan’ın yazısının çevirisi 28 Şubat 1994 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.
Yahudi kökenli Amerikalı gazeteci yazar Robert D. Kaplan yazısında şöyle demiştir:
“Tarih Bölge Uzmanları tarafından belirlenen yanlış sınırları yeniden şekillendiriyor… Türkiye, Balkanlar ve Ortadoğu olarak adlandırılan yer, tek bir bölge olarak ortaya çıkıyor. Avrupalılar burayı her zaman ‘Büyük Yakındoğu’ olarak tanımlıyor… Türkler yaklaşık 850 yıl İslam dünyasının liderliğini yürüttü… Bütün Arap devletleri, Yugoslavya gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü izleyen kaos karşısında… Büyük İsrail, Akdeniz’de Batı Şeria ve Gazze’yi kendine çekecek bölgesel bir ekonomik mıknatıs olarak ortaya çıkacak.”
: Türk-Kürt Federasyonu ve Yeni Osmanlıcılık
ABD, Türkiye’ye, bir taraftan Osmanlı coğrafyasını kapsayan alanda “İstanbul Merkezli Yakındoğu Federasyonu” önerirken, diğer yandan “Türk-Kürt Federasyonu” önermiştir.[14]
Turgut Özal öldükten sonra Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel, 30 yıl önce 1965’te Başbakan olur olmaz ABD tarafından kendisine dayatılan “Türk-Kürt Federasyonu” kurma önerisini 30 yıl sonra Cumhurbaşkanı olunca yeniden masasında bulmuştur. Öneri, bu kez ABD Hava Kuvvetleri’nin RAND araştırma kuruluşunca sunulmuştu. Raporun savunucusu uzun yıllar CIA Türkiye masası şefliği yapan Paul Henze’ydi.
Demirel’in “Türk-Kürt Federasyonu” raporuna herhangi bir rapor vermemesi üzerine Henze, ”gizli” damgalı bu ABD raporunu Aktüel dergisine sızdırıp kamuoyunda tartışılmasını sağlamak istemiştir. Nitekim rapor, 15 Haziran 1994 tarihinde Aktüel dergisinde “Türkiye’yi Feodalizm Büyütecek” başlığıyla yayımlanmıştır. Bunun üzerine Demirel de, “Batı Sevr’i istiyor!” diye demeçler vermeye başlamıştır. [15]
ABD, “Türk-Kürt Federasyonu” ve “Yakındoğu Federasyonu” projelerinden hiç vazgeçmemiştir. Bu projeleri hayata geçirmek için de Yeni Osmanlıcılık akımına sarılmıştır.
Aslında, “Yeni Osmanlıcılık” söylemi Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçirilmesi için bir maskedir.
Amerikalı Yahudi Yazar Noam Chomsky, “yeniden Osmanlı” hazırlıklarının yıllar öncesinden başladığının belirtenlerden biridir. 90’lı yılların başında Türkçeye tercüme edilen kitabında şu önerilerde bulunmuştur: “Orta Doğu’da ulusallık ve ulusal kimlik yok edilmeli. Bunun için de Orta Doğu Osmanlılaştırılmalıdır. Böylece bölgede Batı çıkarlarına karşı çıkacak ulusal güç ve direnç kalmayacak, sistemin çarkları rahatlıkla işleyecektir. ABD için en tehlikeli düşman ve tehdit Bağımsızlık tehdidi. Asla hoş görülemez.”
İsrail yönetimi derinden etkileyen Kudüs Federal Araştırmalar Enstitüsü Başkanı Daniel Elazar da Osmanlı’ya dönüşün ateşli taraftarlarındandı. Büyük Ortadoğu Projesi’nin bu şekilde hayata geçirileceğini düşünen Elazar, 1990’lı yılların sonlarında uluslar arası platformlarda şu görüşleri dile getirmişti: “Orta Doğu için ulus-devletler değil, etnik-dinsel cemaatlerin doğal örgütlenme biçimleri belirleyici. Bunun için ’Osmanlı millet sistemi’ mümkün bir model...”
Abdullah Gül, Refah Partisi milletvekili olduğu dönemde, 19 Aralık 1992’de Türkiye Gönüllü Kültür Teşekkülleri 3’üncü İstişare Toplantısı’nda yaptığı konuşmada “Osmanlı” vurgusu yapmıştı. Gül, şunları söylemişti: “İkinci cumhuriyet, yeni Osmanlıcılık kavramlarının ve bu tartışmaların ortaya gelmesini ben çok sağlıklı olarak görüyorum ve geleceğe çok ümitle bakıyorum!”
1996 yılında CIA görevlisi ve CFR üyesi Samuel Huntington, “Türkiye İslamın lideri olmalı!” diye demeçler vermiş,
1997 yılında CIA ajanı Paul Henze, “Atatürkçülük öldü; Nakşiler, Nurcular ilericidir!” diye demeçler vermiş,
1998 yılında CIA’nın eski Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller, “Kemalizm’e son; Osmanlı’yla övünün, Fethullahçı olun!” diye demeçler vermiş…[16]
1999 ortalarında, Türkiye’nin ilk fotoğraf kuruluşlarından olan Abdullah Biraderler’in ve bir asır öncesinin diğer fotoğrafçılarının çektiği Ortadoğu manzaraları, Eylül ayında İstanbul’da Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde sergilenmişti. “Osmanlı İdaresi Altında” adını taşıyan serginin en ilginç tarafı ise resimlerin İstanbul’a 700. yıl kutlamaları programı çerçevesinde İsrail’den gelmiş olmasıydı. İsrail’in İstanbul’daki kültür ataşesi olan Zali de Toledo’nın hazırlıklarını aylar öncesinden başlattığı sergiye adına uygun bir kuruluş da sponsor olmuştu: Osmanlı Bankası…
1999 Temmuz’unda Prof. Dr. Şinasi Tekin, Harvard Üniversitesi’ne bağlı olarak Ayvalık’ın Cunda Adası’nda “Yoğun Osmanlıca Yaz Okulu” açmıştır. Harvard’ı Türkiye’ye getiren Profesör Tekin, Ayvalık’ın Cunda Adası’nda satın aldığı eski bir Rum evini de okula çevirmiş ve okulu Amerikan Eğitim Bakanlığı’na ve Türkiye’de YÖK’e onaylatıp faaliyete geçirmiştir
2000’lere doğru atılan bütün bu adımlar, Yeni Osmanlıcılık akımını kullanarak Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmek için atılmış adımlardı.
2002’den itibaren Lozan yerine Sevr’i gündeme getiren ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin “eşbaşkanı” olmakla övünen AKP iktidarı, “istinaf mahkemeleri”, “kalkınma ajansları” gibi adımlarla “eyaletleşmeye” giden yolun taşlarını döşemeye başlamıştır.
: AKP ve Yeni Osmanlıcılık
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 1992’de, eski paşa Büyükanıt 2008’de ve Başbakan Erdoğan 2010 yılında, “Osmanlı modelini” övmüştü. ABD elçisi Edelman da göreve geldiğinde “Yeni Osmanlı” brifingi düzenlemişti.
AKP bir yandan komşularla “sıfır sorun” sloganıyla bölge ülkelerine “şirin” gözükmek için her yol denerken, diğer yandan yasalar çıkararak “üniter devletin” sonu anlamına gelen Büyük Ortadoğu Projesi’nin önünü açmıştır.
Türkiye yeni bir sürece doğru hızla ilerlemektedir: Bir yandan, “Kürt açılımı” adı altında başlatılan tartışmalarla “üniter yapı” ve “ulus devlet” aşındırılırken, “Türk kimliği” vurgusu “anti demokratik” bulunup, “çok kimliklilik” ve “mozaik” söylemi ön plana çıkartılmakta; diğer yandan ise komşularla “sıfır sorun” adı altında sınırlar kaldırılmaktadır; Türkiye sınırlarını tanımayan Ermenistan’la protokoller imzalanmaktadır. ABD tarafından çizilen, Türkiye’nin de bazı kısımlarını içine alan Sevr ve Büyük Ortadoğu Projesi haritaları yeniden elden ele dolaşmaktadır. Bu yaşananlara paralel olarak, her geçen gün artan biçimde Osmanlı, “asr-ı saadet dönemi” olarak parlatılmaktadır. Televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde “tarihimiz” diye “vıcık vıcık Osmanlı seviciliği” yapılmaktadır.
Bu gelişmeler yaşanırken Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Amerikan Washington Post gazetesine “Osmanlı”yla ilgili düşüncelerini aktarmıştır. Gazetenin yazarı Jackson Diehl, 2011’de Washington’da görüştüğü Davutoğlu’nun kendisine “Türkiye’nin eski Osmanlı ülkeleri üzerinde liderliğini yeniden kurma hayalinden” bahsettiğini yazmıştır. Diehl, Davutoğlu’nun kendisine, “İngiltere eski sömürgeleriyle bir milletler topluluğu halinde, neden Türkiye eski Osmanlı topraklarında, Balkanlarda, Orta Doğu ve Orta Asya’da yeniden liderlik kurmasın?” dediğini belirtmiştir.
Bilindiği gibi Davutoğlu, 2010 yılında AKP’nin Kızıcahamam toplantısında da benzer sözleri söylemişti. Bakan Ahmet Davutoğlu şöyle konuşmuştu: “Osmanlı’dan kalan bir mirasımız var. ’Yeni Osmanlı’ diyorlar. Evet, Yeni Osmanlı’yız. Bölgemizdeki ülkelerle ilgilenmek zorundayız.”
: İktidara geldiği 2002’den bu yana “ulus devletin” yapısını dönüştüren değişikliklere imza atan AKP, Kalkınma Ajansları, İl Özel İdareleri, Maden, Mahalli İdareler, Petrol, Kamu Yönetimi, İstinaf Mahkemeleri gibi yasalarla, Türkiye’yi AB ve ABD’nin dayattığı eyalet sistemine, başka bir ifadeyle Büyük Ortadoğu Projesi’nin altyapısı olan “Osmanlı modeline” sürüklemektedir.[17]
Büyük Ortadoğu Projesi’nin temelindeki “Yeni Osmanlıcılık” söylemleri AKP iktidarınca sık sık gündeme getirilmiştir. AKP kurmaylı sıkça, “Osmanlı düzeninin ülkemiz için hayırlı olacağı” şeklinde açıklamalarda bulunmuşlardır.
Türkler Yeni Osmanlıcılıktan söz eder de Amerikalılar durur mu!
Gittiği bütün ülkeleri karıştıran ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman, 2003 Ekim ayında göreve başlar başlamaz, “Yeni Osmanlı Brifingi” verdirtmişti. 10 gazeteci ve 3 tarihçinin katıldığı brifingi elçilik basın müsteşarı Joseph Hullington ve Kuzey Irak’taki Kürt parlamentosunun fikir babası Nicholas Kass vermişti. ABD’deki Wisconsin Üniversitesi Osmanlı Tarihi Bölüm Başkanı Kemal Karpat’ın da katıldığı toplantıda Irak’ın ve Ortadoğu’nun geleceği tartışılmıştı. Bu brifingin ardından yazılar kaleme alan bazı yazarların Osmanlıya olan özlemlerini dile getirmeleri dikkat çekmişti.
Başbakan Erdoğan’ın 2005 yılı sonlarında ABD’ye yaptığı ziyaret de “Yeni Osmanlı” söylemlerinin hız kazanmasına neden olmuştu. Erdoğan ve ABD Başkanı George Bush, Beyaz Saray Oval Ofis’te bir saat ikili bir görüşme yapmıştı. ABD Başkanı Bush, Başbakan Erdoğan’a, sömürgeleştirme planı olan Büyük Ortadoğu Projesi’ne verdiği güçlü destek dolayısıyla teşekkür etmişti. Bush, ’Türkiye’nin demokrasisi, Orta Doğu’daki insanlar için önemli bir örnek. Ben de Erdoğan’a bu yöndeki liderliği için teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca Başbakan’a Türkiye’nin Afganistan’daki liderlik rolü dolayısıyla da teşekkür ediyorum’ diye konuşmuştu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise ziyaretin ardından yaptığı açıklamada Bush’la. Büyük Ortadoğu Projesi’ni ele aldıklarını, Kıbrıs, Irak, Afganistan, İsrail ve Filistin konularını da görüştüklerini açıklamıştı.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Mayıs 2008’de Osmanlı modeline övgüler yağdırmıştı. Harp Akademileri Komutanlığı’nda düzenlenen sempozyumun açılış konuşmasını yapan dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, bir gazetecinin, “İlk defa konuşmanızda Osmanlı dönemine atıf yaptınız” sözleri üzerine, bunun doğru olduğunu, Osmanlı egemenliği sırasında Orta Doğu’da mezhepler arasında çatışma olmadığını vurgulamıştı. Bir başka gazetecinin, “Türkiye için Osmanlı modelini önerenler var” sözleri üzerine Büyükanıt, “Benim, asla ve asla Türkiye Cumhuriyeti dışında bir model hayalimden geçmez. Ben tarihi bir gerçeği söylüyorum” demişti.
2007 yılında, yeni Anayasa çalışması yapan Prof. Dr. Ergun Özbudun, Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esaslarının değiştirilmesini talep eden bir Anayasa taslağı hazırlamıştı. Budun taslağında, Cumhuriyetin temelini oluşturan Atatürk ilke ve İnkılaplarının, Anayasa’dan çıkartılmasını istemişti. Bu çalışmayla Osmanlı benzeri bir sisteme geçilmesi öngörmüştü. Bunun ardından da AKP’li Zafer Üskül, “Atatürk inkılaplarının Anayasadan çıkarılmasını” istemişti.
Başbakan Erdoğan, 2010 yılı Ramazan ayında gazete ve TV kanallarının genel yayın yönetmenlerine Dolmabahçe’de verdiği iftar yemeğinde, Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı’nın güçlü, ayakları yere basan dönemlerini hedef göstermişti. Yemeğin ardından yaptığı açıklamada “Yeni Osmanlıcılık” özlemini dile getiren Erdoğan “Bizim şu anda üniter yapımızı çok güçlü kılmamız lazım. Ama şimdi şöyle bir Osmanlı’ya baktığımız zaman, Osmanlı bu noktada çok rahattı. Çünkü ayakları yere zaten sağlam basmıştı. Ondan sonra pergelin bir ucu her tarafa rahatlıkla dönebiliyordu. Bu noktadaydı. Şimdi bizim Türkiye Cumhuriyetimizi o noktaya getirmemiz lazım” demişti.
Böylece, 2000’lere girilirken Türkiye ABD ve yerli işbirlikçilerince adım adım Atatürk’ten, Atatürk’ün “bağımsızlık ve çağdaşlık” anlayışından ve Türkiye’nin harcı durumundaki “ulus devlet” modelinden gittikçe uzaklaştırılmaya başlanmıştır. Atatürk’ü, ulus devleti, Türklük kavramını ve orduyu eleştirmek, etnik unsurları sıralayarak, cemaatleri ve cemaat liderlerini övmek “demokratlığın” olmazsa olmaz şartları haline gelmiştir.
Dini referanslar gösteren, etnik ayrımcılığı körükleyen partiler “demokrat”; Atatürk’e ve Cumhuriyetin kuruluş felsefesine sahip çıkan partiler “darbeci” ve “anti demokrat” olarak adlandırılmıştır.
Bugün bir taraftan “din istismarı” ve “Osmanlı seviciliği” yapılırken, diğer taraftan “laiklik eleştirileri” ve “Cumhuriyet düşmanlığı” yapılmaktadır.
“İstanbul Devleti”, “Ortadoğu, Yakındoğu Federasyonu”, “Türk-Kürt Federasyonu”, “Büyük Ortadoğu Projesi” hayallerini gördüren “Yeni Osmanlı” artık kurulma noktasına gelmiştir.
12 Haziran 2011 seçimleri sonrasında AKP Genelbaşkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “balkon konuşması”, bana balkondaki padişahın “Yeni Osmanlı”nın kuruluşunu müjdelemesi gibi geldi!
Ama “istemezük!”...
Dipçe: Kaynaklar:
[1] Orhan Türkdoğan, Türk Toplumunun Kültürel Dinamikleri, İstanbul, 2007, s.43,44.,
[2] Ayrıntılar için bkz. Türkdoğan, age.
[3] Türkdoğan, age, s.29 vd.,
[4] Doç. Dr. Hakan Özoğlu, “İstanbul Devleti Kurulacaktı”, Star gazetesi, 17 Kasım 2010..
[5] Cengiz Özakıncı, Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni Osmanlı Tuzağı, İstanbul, 2005, s.243, 244,
[6] age, s.245.,
[7] age, s.246,247.,
[8] age, s.247,
[9] Metin Sever-Cem Dizdar, İkinci Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları, Ağustos 1993.,
[10] Özakıncı, age, s. 249.,
[11] age, s.249,250,
[12] age, s.253,254,
[13] age, s.254.,
[14] age, s.260,
[15] age, s.261,262.,
[16] Ayrıntılar için bkz, Özakınıcı, age, s. 262-266.,
[17] İL ÖZEL İDARELERİ YASASI: Federal sistemin uygulandığı ABD, Kanada, İsviçre, Belçika gibi ülkelerden örnek alınarak hazırlanan yasayla, yerel yönetimler, daha da geniş imkan ve yetkilere kavuşturulmuştur. Böylece şehir devletçikleri olma yolunda ilk adım atılmıştır. MADEN YASASI: 89. Hükümet eliyle değiştirilen yasa ile kamu çıkarlarını bir yana atıp, madenciler, daha doğrusu madenci yabancı şirketler için kolaylaştırıcı düzenlemeler getirmiştir. KALKINMA AJANSLARI: Avrupa’nın, Osmanlı’ya dayattığı federalizm, AKP tarafından ’Kalkınma Ajansları’ adı altında önceki gün resmen uygulamaya konulmuştur. Türkiye, 26 bölgeye bölünmüştür. Bölgeler sözde yatırımlar için yabancı ülkelerle bile Ankara’yı pas geçerek direkt temasa geçebilecektir. Böylece Ankara’nın başkentliği sözde kalacak. İSTİNAF MAHKEMELERİ: Eyalet sistemini yerleştirmek için atılan en önemli adımlardan birisidir. Cumhuriyet’in kuruluşunda şeri mahkemelerle birlikte kaldırılan ve Eyalet sistemine özgü bir yapı olan bölge (istinaf) mahkemeleri kurulmaya devam edilecektir. YABANCIYA TOPRAK SATIŞI: Yine başta tapu kanunu olmak üzere bir dizi yasada değişiklikler yapılarak yabancı özel ve tüzel kişilerin mülk edinmelerinin önü açılmıştır. İÇ GÜVENLİK REFORMU: AB’nin istediği projeye göre Emniyet, Jandarma ve Sahil Güvenlik, yeni kurulacak ’İç Güvenlik Müsteşarlığı’na bağlanacak. Böylece TSK etkisizleştirilirken, jandarma da sivilleşecektir. Sınır güvenliğini sağlama görevi Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan alınarak, İçişleri Bakanlığı sorumluluğuna verilecektir… Yeni Çağ Gazetesi, 7 Eylül 2007.
[1] Orhan Türkdoğan, Türk Toplumunun Kültürel Dinamikleri, İstanbul, 2007, s.43,44.,
[2] Ayrıntılar için bkz. Türkdoğan, age.
[3] Türkdoğan, age, s.29 vd.,
[4] Doç. Dr. Hakan Özoğlu, “İstanbul Devleti Kurulacaktı”, Star gazetesi, 17 Kasım 2010..
[5] Cengiz Özakıncı, Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni Osmanlı Tuzağı, İstanbul, 2005, s.243, 244,
[6] age, s.245.,
[7] age, s.246,247.,
[8] age, s.247,
[9] Metin Sever-Cem Dizdar, İkinci Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları, Ağustos 1993.,
[10] Özakıncı, age, s. 249.,
[11] age, s.249,250,
[12] age, s.253,254,
[13] age, s.254.,
[14] age, s.260,
[15] age, s.261,262.,
[16] Ayrıntılar için bkz, Özakınıcı, age, s. 262-266.,
[17] İL ÖZEL İDARELERİ YASASI: Federal sistemin uygulandığı ABD, Kanada, İsviçre, Belçika gibi ülkelerden örnek alınarak hazırlanan yasayla, yerel yönetimler, daha da geniş imkan ve yetkilere kavuşturulmuştur. Böylece şehir devletçikleri olma yolunda ilk adım atılmıştır. MADEN YASASI: 89. Hükümet eliyle değiştirilen yasa ile kamu çıkarlarını bir yana atıp, madenciler, daha doğrusu madenci yabancı şirketler için kolaylaştırıcı düzenlemeler getirmiştir. KALKINMA AJANSLARI: Avrupa’nın, Osmanlı’ya dayattığı federalizm, AKP tarafından ’Kalkınma Ajansları’ adı altında önceki gün resmen uygulamaya konulmuştur. Türkiye, 26 bölgeye bölünmüştür. Bölgeler sözde yatırımlar için yabancı ülkelerle bile Ankara’yı pas geçerek direkt temasa geçebilecektir. Böylece Ankara’nın başkentliği sözde kalacak. İSTİNAF MAHKEMELERİ: Eyalet sistemini yerleştirmek için atılan en önemli adımlardan birisidir. Cumhuriyet’in kuruluşunda şeri mahkemelerle birlikte kaldırılan ve Eyalet sistemine özgü bir yapı olan bölge (istinaf) mahkemeleri kurulmaya devam edilecektir. YABANCIYA TOPRAK SATIŞI: Yine başta tapu kanunu olmak üzere bir dizi yasada değişiklikler yapılarak yabancı özel ve tüzel kişilerin mülk edinmelerinin önü açılmıştır. İÇ GÜVENLİK REFORMU: AB’nin istediği projeye göre Emniyet, Jandarma ve Sahil Güvenlik, yeni kurulacak ’İç Güvenlik Müsteşarlığı’na bağlanacak. Böylece TSK etkisizleştirilirken, jandarma da sivilleşecektir. Sınır güvenliğini sağlama görevi Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan alınarak, İçişleri Bakanlığı sorumluluğuna verilecektir… Yeni Çağ Gazetesi, 7 Eylül 2007.
Sinan MEYDAN / 13 Haziran 2011
sinanmeydan75@mynet.com