Köleci devlet ABD ve köleci başkanlarıMonroe, meşhur Monroe Doktrini’ni ilan ederek ABD’nin genişleme sürecinin ilkelerini ortaya koymuştu. Andrew Jackson, meşhur “Kızılderilileri Sürme” yasasını çıkardı. Zaten seçimi “Kızılderilileri kovacağım” propagandasıyla kazanmıştı. Wilson’un istekleri silah zoruyla gerçekleşti. Eski sömürgeci İngiltere tüm imparatorluğunu ABD’ye bırakmak zorunda kaldı. Böylelikle Monroe Doktrini Amerika Kıtası’ndan tüm dünyaya taşmış oldu. Şimdi ise başka bir Demokrat yine “idealist” emperyalizmin yeni değişim sürecini başlattığını ilan ediyor. Bu yeni ABD’li idealistin adı Obama…
Bir köle devletiABD’nin Obama’nın derisinin rengini kullanarak yürüttüğü son propaganda kampanyasını ele almak gerekiyor. ABD emperyalizmi, emperyalizmin “özgürlük” söylemini en ikiyüzlü bir şekilde taşıyan ülkedir.
Bu yüzden Obama iyi bir sembol olabilir. Obama köle zencilerin temsilcisi olarak gösterilmektedir. Ama işin aslı Obama’nın dedelerinin köle tüccarı olmasıdır. ABD kurulduğunda aslında bu ikili karakteri doğrudan taşımaktaydı. Bir yanda kölecilik ve sömürgecilik diğer yanda insan hakları, özgürlük ve demokrasi söylemi…
ABD’lilerin en büyük gurur kaynağı daha Fransız devriminden bile önce bağımsızlıklarını ve özgür adamın anayasasını ilan etmeleridir. ABD Anayasası evrensel bir bildiri kabul edilir ve Batı demokrasisinin ilk yazılı metni olarak kutsanır.
Gerçekten de ABD, İngiltere’ye karşı bir “özgürlük” mücadelesi vermişti. Bu devletler aslında İngiliz kolonileridir. Atlantik kıyısındaki 13 koloni doğrudan İngiliz soylularının mülkü olarak kurulmuştur. Ancak özellikle 18.yy’ın başından itibaren bu kolonilerin yeni zenginleri İngilizlerin Amerika üzerindeki ticaret tekeline isyan etmeye başladı. Bunun sonucunda iş bir savaşa kadar gitti. Savaş tamamen ticaret politikasından kaynaklanıyordu. Özgürlükçü Amerikalıları ise kralcı ve mutlak monark Fransa ve İspanya destekledi. Kısacası savaş beyaz adamların rant kavgasıydı. Ama bugün ABD’nin kuruluşu özgür demokratik ulusların miladı olarak herkese yutturuluyor. Hatta bazı Marksistler bile 1776’da gerçekleşen ABD bağımsızlığını dünyanın büyük devrimlerinden biri ilan eder.
Ezilenler için 4 Temmuz 1776’nın ne denli uğursuz bir gün olduğunu anlamak için ABD’nin kurucu belgelerine bakmak yeterlidir. ABD-Britanya savaşının sonunda ilan edilen “bağımsızlık bildirgesi”, “ABD Anayasası” ve “haklar bildirgesi” liberalizmin kutsal metinleri olarak görülebilir.
Bu metinler beyaz adam için gerçekten özgürlükler manzumesi olarak nitelendirilebilir. Öyle ki, eski kolonilerin kendi milis kuvvetlerine sahip olması, mahkemelerin halk mahkemesi olması ve her ABD vatandaşının federal devletin baskıcı olması ihtimaline karşı silahlanması bile garanti altına alınmıştır.
Ama çokça gizlenen bir şey vardır. “Özgürlükler tanrısı” ABD’nin Anayasasının ilk maddeleri köleciliği düzenlemektedir.
Hatta öyle ki, Anayasanın 5. maddesi, 1808 yılına kadar köleciliğin kaldırılmasını önermeyi bile yasaklamaktadır. Yani ABD’nin ilk Anayasasının “değiştirilmesi önerilemez ilk maddeleri” kölecilikten ibarettir. Anayasanın 1. maddesi köle ithalatına izin verir. 4. maddesi ise kölelerin kaçmasına yardım edenlerin cezalandırılmasını düzenler.Kısacası ABD kuruluşundan itibaren aynı ilkelere dayanmaktadır: Beyaz adama özgürlük; ezilenlere kölelik. Nitekim ABD’de Anayasa hareketi beyazların borçlarından dolayı köle durumuna düşmesini yasaklamış; zencilerin köleliğini ve Kızılderililerin de köleleştirilebileceğini yasalaştırmıştır.
ABD zenginliğinin kaynağı kölecilikABD Anayasası ilk özgürlük metni değil tam tersine köleciliğin anayasal metin olarak ilk kez belgelenmesinin örneğiydi. Bilindiği gibi o tarihlerdeki diğer sömürgeci ve köleci Avrupa devletleri monarşiyle yönetilmekteydi ve anayasaları yoktu. Özgürlük bildirgesine ve Anayasa metnine köleciliği sokabilmek Amerikan burjuva dehasının (!) ürünüdür. Tarihin ilk ve tek Anayasal köleci devleti ABD’dir.
ABD kölecilik konusunda bu kadar hassas olmak zorundaydı. Çünkü ABD’nin kurulmasına neden olan bağımsızlık savaşı aslında İngiltere’ye karşı bir özgürlük değil; özgür ticaret savaşıydı.
18.yy’ın sonunda ise kölecilik ABD’nin en büyük ticaret kalemini oluşturuyordu. İngiltere, Batı Afrika ve Güney Amerika arasında kurulan köleciliğin meşhur şeytan üçgenine 18.yy’ın sonunda ABD’li tüccarlar egemen oldu. Böylelikle şeytan üçgeninin tepe noktası, İngiltere’den sonradan ABD olan 13 koloniye kaydı. ABD’den yola çıkan kumaş, silah ve diğer sanayi ürünleriyle dolu gemiler Afrika’ya gidip mallarını satıyor, elde ettikleri sermayeyle insan satın alıyor, bu insanlar aynı gemilerle Amerika kıtasına getiriliyor ve plantasyon sahiplerine satılıyordu. Üçgen tamamlanınca sermaye katlanmış oluyordu.
ABD’yi oluşturan 13 koloni bu süreçle hızla zenginleştiler. Diğer İngiliz sömürgelerinden farklı olarak bu koloniler İngiltere’ye hammadde satan bir sömürge ekonomisine değil; tam tersine köle satan ve sermaye biriktirebilen kendi sömürgeci ekonomisine sahip oldu. Güney kolonilerindeki köleler plantasyonlarda çalışıyor ve dünyadaki pamuk üretiminin büyük çoğunluğunu gerçekleştiriyordu. Kuzey kolonileri bu pamuğu alıyor ve hızla sanayileşiyordu. İngiltere ve Kuzey eyaletleri bu köleci ekonominin ganimetini paylaşamayınca “Bağımsızlık Savaşı” patlak verdi.
Bu tür bir ülkede köleciliğin yasaklanması tabiiki mümkün değildi. Bunun tersine
ABD anayasası köleciliğin yasaklanmasını yasakladı. Bu 1860’lara kadar böyle devam etti.
1860’da toplam ABD nüfusu 31,5 milyon iken; köle nüfusu 3 milyon 950 bindi. Bu toplam nüfusun %12’sinin, çalışan nüfusun ise neredeyse üç’te birinin köle olduğu anlamına geliyordu.ABD emperyalizmi sermaye birikiminin rasyonalizasyonuna dayanır. İlkeler sömürü ve zenginleşme için değiştirilir. Lincoln ve kuzeyliler artık kölelere ihtiyaç duymuyordu. Çünkü ABD sanayisinin pamuktan çok daha önemli bir girdiye; yani insan gücüne ihtiyacı vardı. Köleler yeteri kadar sermaye birikimine hizmet etmişti. Ancak artık özgür işçi olmalıydılar. Ücretli kölelik düzeni için yeni bir “özgürlük savaşı” ilan edildi. ABD iç savaşı bize en asil duyguların mücadelesi olarak yansıtılır. Oysa o tarihte modern köleciliğin mucidi İngiltere bile kölecilikten çoktan vazgeçmişti. Mesele kuzey ve güney eyaletlerinin güç mücadelesinden ibaretti. Yükselen ABD emperyalizminin çıkarlarını kuzey temsil ettiği için “kölecilik karşıtı” kapitalistler bu savaşı kazandı. Biz ise hâlâ köleleri kurtaran temiz yüzlü, eğitimli ve hümanist Yankiyle ilgili filmler izlemeye devam ediyoruz.
Kızılderili soykırımı: iç sömürgeleştirmeABD’nin kuruluşunda kölecilik kadar önemli ikinci bir olgu ise Kızılderili soykırımıdır. Anglo Sakson yerleşimciler bugünkü ABD’nin doğusuna geldiklerinde bu toprakların zaten sahipleri vardı. 17.yy’da başlayan
Kızılderililere yönelik saldırılar ve soykırımlar 300 yıl boyunca aralıksız devam etti.Amerikan “bağımsızlık” savaşı genellikle Atlantik kıyılarındaki Britanya kuvvetleri ve 13 koloni arasındaki çatışmalardan ibaret sanılır. Oysa Amerikan “bağımsızlık” savaşının esas cephesi, batıdaki Kızılderili kabilelerine karşı verilen çatışmalardır.
Kızılderili kabileleri ABD’nin bağımsızlığına karşıydılar. Çünkü Britanya sömürgeciliğinden çok sürekli batıya genişleyen 13 koloninin Anglo Sakson yerleşimcilerinden korkmaktaydılar. Gerçekten de hemen hemen her yıl koloniciler batıya ilerlemekte ve Kızılderili kabilelerini katlederek topraklarına el koymaktaydı. ABD-Britanya arasındaki savaşta bu yüzden Kızılderililer ABD’ye karşı çıktı. Fransız ve İspanyol donanması kolonicilerin yardımına yetişerek Britanya donanmasını yenince savaşı koloniciler kazanmış oldu.
Britanya, ABD ile yaptığı anlaşmayla daha girememiş olduğu ve hâlâ silahlı Kızılderililerin kontrolü altında olan toprakları bile ABD’ye bırakınca, Kızılderililer bu anlaşmayı ve ABD’nin bağımsızlığını tanımadılar. 1776’dan sonra ABD-Kızılderili savaşı başladı. ABD emperyalizminin ilk dönemi aslında bir iç sömürgeleştirme dönemidir. 19.yy boyunca ABD-Kızılderili savaşı devam etti.
İç sömürgeleştirme G. Afrika, Kanada ve Avustralya örneğinde olduğu gibi aslında bir soykırımdı. Amaç sömürgenin insansızlaştırılması, yerleşimcilerin ise sömürgeyi beyazlar için yeni bir merkez üssüne dönüştürmesidir. Her sömürgede bu strateji uygulanmaz. Sömürgeciler sömürgelerin büyük kısmında sadece anakaradan gelen az sayıda yönetici kadroyla ve yerli işbirlikçilerle işlerini yürütürler. Yerli halk silah zoruyla sömürgeci angarya düzenine dâhil edilir.
ABD, Kanada, Avustralya’da ise yerli halkın tamamen katledildiği, topraklarından kovulduğu ve soykırıma uğratıldığı ayrı bir model söz konusudur. ABD ve Kanada’da Kızılderililere, Avustralya’da ise Aborjinlere karşı bu iç sömürgeleştirme ve soykırım politikası başarıyla yürütüldü. Güney Afrika’da ise beyazların nüfusunun artışı ve yerli zenci halkın katledilmesi yeteri kadar hızlı olmadığı için iç sömürgeleştirme başarısız oldu.
Monroe: 19.yy’ın Wilson’u ve en büyük Kızılderili düşmanıABD’de Kızılderili soykırımının en önemli savunucusu Demokrat Parti ve büyük idealist olarak adlandırılan Demokrat Partinin öncülü
Başkan James Monroe oldu. Monroe, meşhur
Monroe Doktrini’ni ilan ederek ABD’nin genişleme sürecinin ilkelerini ortaya koymuştu.
Monroe Doktrinine göre “Amerika kıtası Amerikalıların”dı. Eski Dünya yani Avrupa Yeni Dünya yani Amerika Kıtasından “ellerini çekmeli”ydi.
Monroe Doktrini, ikili bir özellik taşıyordu. Birinci amaç Latin Amerika’dan bağımsızlık savaşları ve Bolivarcı Devrim ile kovulan İspanyol Sömürgeciliğinin yerini ABD sömürgeciliğinin almasıydı. Nitekim ABD-İspanyol savaşları sonunda Latin Amerika ülkelerine hatta Filipinlere kadar ABD imparatorluğu el atmış oldu. İlk Latin Amerika devrimcileri Monroe Doktrinine bu yüzden karşı çıktılar. Onlara göre Monroe’nun doktriniyle asıl kastettiği, “Amerika Kuzey Amerikalıların”dı.
Monroe Doktrini’nin ikinci amacı ise bizzat Kuzey Amerika’da ABD genişlemesinin garanti altına alınmasıydı. Bu, Kızılderili topraklarının ele geçirilmesi demekti. Bunun önünde duran bazı Fransız ve İspanyol kolonileri bu ülkelerle yapılan savaşlar ve anlaşmalar sonucunda ABD’ye dâhil oldu. Bu ise Kızılderililer için kâbus anlamına geliyordu. Çünkü gerçekten de “Eski Dünyanın” Avrupalı sömürgecileri Kuzey Amerika’nın içlerine ilerleyecek kadar güce ve dinamizme asla sahip olamamışlardı. Pek çok yerli hâlâ geniş topraklarda özgür yaşıyordu.
Ancak büyük “özgürlükçü” Monroe’dan sonra işler değişti. ABD Kuzey Amerika’dan teker teker diğer devletleri kovuyordu. Kızılderililer ise bu azgın canavar ile baş başa kaldı. ABD’nin Meksika’ya saldırıp yüzölçümünü neredeyse iki katına çıkarmasıyla birlikte Kuzey Amerika’nın makûs talihi kesinleşmiş oldu. 1776’dan 1900’lü yıllara kadar süren bu genişlemeyle ABD yüz ölçümünü 5-6 kat büyüttü. Bu genişlemeye okyanus ötesi sömürgeleri dâhil değildi.
1830’da Monroe’dan sonra gelen başka bir Demokrat Partili başkan Andrew Jackson, meşhur “Kızılderilileri Sürme” yasasını çıkardı. Zaten seçimi “Kızılderilileri kovacağım” propagandasıyla kazanmıştı. Dediğini de yaptı.
Bu yasaya göre ABD’nin toprak açlığı; “tarımın, sanayinin ve medenileşmenin” ilerleyebilmesi için giderilmeliydi. Bunun için Missisipi Irmağının doğusunda tek bir Kızılderili kalmamalıydı.Kızılderililer umutsuzca isyanlarla direndiler. Ama kısa sürede yüz binlerce Kızılderili zorla topraklarından söküldü. Çoğu vahşi saldırılarla öldürüldü.
Tabii ki ABD açısından Missisipi’nin batısına Kızılderilileri atmak yeterli olmadı. ABD bitmez tükenmez bir iştahla topraklarını genişletiyordu. 1803’e gelindiğinde 1776’daki sınırlarının iki katına çıkan ABD, Kızılderilileri batıya sürdükçe daha da genişledi. En sonunda Pasifik Okyanusu’na ulaşıldığında artık Kızılderililerin sürüleceği bir toprak kalmamıştı.
Bunun üzerine Kızılderililer rezervasyonlara yani bildiğiniz toplama kamplarına kapatılmaya başlandı. Kızılderili Savaşları, 19.yy’ın sonuna kadar sürdü. 1898’de son büyük çatışmayla Kızılderili direnişi yok edildi. Büyük katliamlar ve kırımlarla yerli nüfusu parmakla sayılacak kadar azalmıştı. 1918’de son Kızılderili isyanının bastırılmasıyla ABD tarihinin bu kanlı sayfası kapatılmış oldu.
Obama, kölecilerin yeni baş kâhyası1918’e gelindiğinde Monroe Doktrini gerçekleşmiş oldu. Tüm bir kıta artık ABD emperyalizminin kontrolü altındaydı. Monroe Avrupalı sömürgecilerin “ellerini kıtadan çekmesini” istemişti. Aç bir canavara benzeyen ABD emperyalizmi böylelikle tüm kıtaya dişlerini geçirdi ve 200 yıl boyunca rakipsiz bir şekilde istediği gibi Yeni Dünyayı sömürdü. Bu kıtayı bir sıçrama tahtası olarak kullanarak tüm dünyaya el attı. 1918’de Monroe Doktrini amacına ulaşınca; tıpkı Monroe gibi başka bir Demokrat olan Wilson kendi ilkelerini ilan etti. Bu ilkeler 20.yy’daki ABD genişlemesinin yol haritasını çizdi. Wilson tıpkı Monroe gibi sömürgeciliğe karşı(!) çıkıyordu. Wilson 1. Dünya Savaşı bitince sömürgelerin dağıtılmasını, yerine ABD’nin de görev üstleneceği Milletler Cemiyeti (tabii ki batılı milletlerin cemiyeti) yönetiminde mandaterliklerin kurulmasını öneriyordu.
Monroe gibi Wilson da Avrupalı sömürgecilerin tepkisiyle karşılaştı. Onu aşırı idealist buldular. Özellikle bu sözde idealizmin altında sinsi bir sömürgeci rakibin ihtiraslarının bulunduğunu en iyi anlayan eski sömürgecilerden İngiltere ve Fransa oldu. Müttefikleri ABD’nin barış ilkelerini önce bu ülkeler reddetti.
Ancak çok değil, 27 yıl sonra 1945’te, Wilson’un istekleri silah zoruyla gerçekleşti. Eski sömürgeci İngiltere tüm imparatorluğunu ABD’ye bırakmak zorunda kaldı. Böylelikle Monroe Doktrini Amerika Kıtası’ndan tüm dünyaya taşmış oldu. Şimdi ise başka bir Demokrat yine “idealist” emperyalizmin yeni değişim sürecini başlattığını ilan ediyor. Bu yeni ABD’li idealistin adı Obama…
19.yy ABD’nın kıta egemenliğinin zaferiyle sonuçlandı. 20.yy’da ABD dünya egemenliğine kavuştu. Ancak 21.yy’da bu egemenlik ezilen dünyanın direnişiyle sarsılıyor. Üçüncü Dünya’daki ulus devlet olgusu ABD emperyalizminin en büyük düşmanı…
Bush’un Üçüncü Dünya’ya karşı ilan ettiği Haçlı savaşının ilkelerini yazmak Obama’ya nasip olacak. Obama ABD’nin o eski kanlı silahına yani “özgürleştirme ve medenileştirme” misyonuna dört elle sarılıyor. Tıpkı Wilson gibi self determinasyonu ve azınlık haklarını bayrak ediniyor. Wilson bu self-determinasyon ilkesini iki amaçla öne sürmüştü. Birincisi Osmanlı’yı Büyük Ermenistan, Kürdistan ve Büyük Yunanistan olarak parçalamaktı. İkinci amaç ise Avrupalı sömürgecilerin eski idarelerini sarsıp yerine Amerikan mandası kurmaktı. 21. yy’da Monroe ve Wilson’un demokrat, ilkeli ve kanlı elbiselerini giyen Obama ABD Ordusundan çok ABD’nin paralı lejyonlarını yani ABD kışkırtmasıyla ulus devletleri parçalamak isteyen etnik grupları ön plana çıkarıyor.
Obama’nın dedeleri ABD’nin kuruluşundaki iki büyük soykırımın; Afrikalı köle soykırımı ile Amerikalı yerli soykırımdan birincisinin suç ortaklarıdır. Kenya’nın yerli köle tüccarları olan Obama’nın ataları Avrupalı Anglo Sakson kölecilere sadakatle hizmet etmiş, kendi ırkdaşlarını, kardeşlerini avlayarak beyaz adama satmıştır.
Obama şimdi 21.yy’ın büyük çatışmasında ABD’li kölecilerin başına geçti. Bu büyük çatışma son köleleştirme ve sömürgeleştirme saldırısının ta kendisidir. Çatışma Üçüncü Dünya ile Batı arasında olacaktır. Baş aktörler ezilen dünyanın ulus devletleri ve ABD liderliğindeki Batılı devletlerdir.
Obama köleciliğin şeytan üçgenini yeniden kurmaya heveslenen eski bir köle sahibi ailenin seçkin ve eğitimli evladıdır. Derisinin rengi ve ilan ettiği özgürlük, demokrasi ve barış gibi kutsal “değişim” ilkeleri kimseyi yanıltmasın.
Çünkü tarih şunu göstermiştir ki; ABD’nin “ilkeli” ve “özgürlükçü” başkanları en büyük belaların ve cinayetlerin sorumlusu olmuşlardır. Allah bizi “ilkeli” emperyalistlerin şerrinden korusun.
Obama başarabilir mi? ABD 19.yy’daki emperyalist başarısını her yüzyıl tekrar edebilir mi? Bize göre imkânsız. Çünkü Üçüncü Dünya 20.yy’da Atatürk ile uyandı. Üçüncü Dünyadaki ulus devletler ile mazlum Kızılderilileri kimse karıştırmasın. Kimse bizi “medeniyet denen tek dişi kalmış canavarın” önünde bekleyen kurbanlık kuzu sanmasın.
Tarih tekerrürden ibaret olmayacak. Wilson yeni bir Monroe gibi başarılı olamadı. Karşısına Atatürk çıktı. Obama’nın yeni bir Monroe olması ise çok daha imkânsız. Bizi “medenileştirmek” adına topraklarımıza gelecekleri varsa görecekleri de var! Ali ÖZSOY