Başbakan ve Genelkurmay Başkanı Nasıl Uyuyabiliyor
Yıl 1993. Yer Şemdinli, Alan Jandarma Hudut Bölüğü… Bu düşünce ve konuşmalar Tabur Komutanı ile Bölük Komutanı arasında geçer…
“…Yine düşüncelerimiz İran’a kaydı yine o günlerin sıkıntısı bastı üstümüze bir kâbus gibi. Bir binbaşının taşımakta güçlük çektiği böylesine ağır bir duygu ne olabilir neden kaynaklanabilir ki? Nedir bu simsiyah düşünceler? Neden, neden ağır bir yük hissediyor omuzlarında, taşıyamıyor, zorlanıyor bu binbaşı, neden, hiç anlamaya çalıştınız mı?
İşin gerçeği şuydu; o tehdidi görüyor, o tehdidin gelip vuracağını biliyor ve buna gözlerini kapayıp görmezden gelemiyordu. Acı günler yaşadı, yaşayarak öğrendi tüm bunları. Tehdidin vurması demek; “şehit” demekti, hissediyordu bunu. Gördüğü tehdit yakındı bir bakış kadar. Bütün mesele buradaydı zaten; yakın olan tehdidi görüp de bir şey yapmamak, bunun sonucu vatan evlatlarını bekleyen ölümle yalnız bırakmak, nasıl olabilirdi bu? Bir insan böyle bir durumda nasıl sessiz kalabilir, nasıl izlemekle yetinebilirdi, nasıl?
Dağlıca’ya bir bakın, terörist tehdidinin uzun zamandır yakınında dolaşmış olduğuna bir bakın... Hemen yanı başında terörist olduğu bilinmesine rağmen, o tehdidin gelip onları vuracağı bilinmesine rağmen sınır ötesi harekât kararı alamayan, alıp da uygulamayan şu hükümete bir bakın… Dağlıca şehitlerini teröristler vurdu sanıyorsunuz ama doğru değil biz vurduk; hükümet vurdu, Başbakan vurdu, “vazifeye atılmak için içinde bulunduğun vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin” diyen Gazi Paşa’nın bu sözünü tutamayan asker vurdu... İşte o binbaşı görüyordu tüm bunları, kabul edemiyordu, “şehidin hesabını sormayan zihniyetleri” anlayamıyordu. Anlayamadığı düşünceler ağırdı kurşun gibi ve taşıyamıyordu...
Yeniden yola koyuldu düşüncelerini beraberine alarak ve ağır ağır Alan’a gitti, Dumanlı Dağ’ın karşısına. Aldı bölük komutanını, yaktılar bir sigara hiç konuşmadan, Dumanlı’ya bakarak bir köşeye oturdular. Hava serindi, kış yaklaşıyordu. İkisi de biliyordu ki teröristler ordaydı. Görmediler belki ama biliyorlardı bunu. Ölüm kol geziyordu yanlarında ama onlar sessiz, düşünüyorlardı ne zaman geleceğini ve nasıl geleceğini ölümün. Ne korkunç bir duygudur bu, bilir misiniz? Kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ başında bir avuç vatan evladı, ölümcül tehdit karşınızda ve siz Allah’la baş başa? Ne zordu bir avuç vatan evladıyla tehdidin ortasında kalmak ne zor, yapayalnız ve çaresiz, Dağlıca gibi, Aktütün gibi, Yeşilova gibi. Bir de komşu vardı karşılarında; açık açık teröristlere destek veren buna karşın hükümetin milli bir duruş sergileyemediği İran(92’de İran PKK’yı destekliyordu ama şimdi vuruyor)… Tehdit gene Dumanlı’daydı ve gelip bizi vuracaktı. Biz ise, durumun farkında, acele ediyorduk tetiği ilk çeken biz olmak için. İnanın, komşu bizim bu düşündüklerimizden habersizdi, neler planladığımızdan da. Olmaması doğal çünkü harekât dediğiniz böyle olur, gizli olur, sessiz olur, hiç konuşmadan gidilir vurulur ve gelinir sessizce, gürültü yapmadan. O zamanlar öyleydi, ama şimdi, devletin bir gizlisi kalmadı artık…. Devletin sırları sokaklarda dolaşıyor, aylardır Irak kuzeyindeki PKK tartışılıyor, uçan kuş bizi biliyor, Mossad olmaya gerek yok ki, tehdit içimizde artık...
Dumanlı’nın karşısında ikimiz, ben ve bölük komutanı, ikimiz de sessiz, herkes sessiz, herkes düşünceli, kimse konuşmuyor. Vatan evlatları oturmuş karakol bahçesinde eski günlerini anlatıp hayallere dalıyor, terhis olduğunda ne yapacağını düşünüyor ama tehdidin bu kadar yakın olduğunun farkında değil, bir şeyler seziyor ama konuşmuyor, sormuyor. O da biliyor yalnız olduğumuzu, ne eder ne yaparsak bir başımıza yapacağımızı, sessiz ve derinden…
Domuz tepede oturmuşuz hâlâ Dumanlı’ya bakıyoruz, teröristler de bizi seyrediyor. Orada olduklarını anlamak için yanlarına gitmeye gerek yok, hissediyorsunuz bunu. Garip bir duygu; birbirinizi seyretmek ama hiç görmeden, ne düşündüğünüzü anlamaya çalışmak ama hiç konuşmadan ve karşı karşıya kaldığınızda ise tetiği çekmek, hiç tereddüt etmeden vurmak, garip olan duygu bu işte. Bir yıl öncesi Dumanlı’nın zirvesinde mevzi yapmışlardı bir kayanın altını oyarak, gidip gördü arkadaşlar. Alan çatışmasını buradan yönetmişti hainlerin başı. Aklıma gelince bu mevzi, çıldırmış olmalı, diye düşündüm bir an; hiç beklemediği bir anda zırhlı ekibin ortaya çıkıp da tek tek hainleri devirmesi, kazandık diyeceği bir anda yoldaşlarının kaçışlarına tanık olması karşısında, çıldırmış olmalı, diye bir iç geçirdim ve bir daha aynı koşullarda çatışsak neler olurdu acaba, dedim içimden. Hafif bir tebessüm belirdi yüzümde, biraz da keyfini yaşadım dağdakileri çıldırtmış olmanın.
Tekrar baktım Dumanlı’ya doğru, gözetlenmekte olduğumuzu hissedince biraz rahatsız oldum. Bir başkası tarafından gözetlenmek tedirgin ediyor insanı çünkü bir an için de olsa unutmak istediğiniz tehdidi unutturmuyor. Su kadar nefes kadar yakın size, içinizde bu tehdit hissediyorsunuz. Dayanamadım, ”ne yapacağız evlat”, dedim bölük komutanına. “Bilmem ki komutanım”, diye cevap verdi.
- Bak işte ordalar, Allah bilir bizi seyrediyorlardır şimdi.
- Haklısınız komutanım.
- Onlar orada dururken biz nasıl yaşayacağız burada evlat?
- Bilmiyorum ki komutanım.
- Allah diyor, git şu komşunun karakolunu vur, anlasınlar ne demek karakolun basılması.
- Çare değil ki komutanım.
- Dumanlı’da soğuk mudur şimdi havalar?
- Çok soğuk komutanım, geceleri burada bile dayanmak zor.
- Sende ne haberler var, ne yapıyor bu teröristler?
- Son operasyondan sonra çok kızmışlar bize. İntikam alacağız diyorlarmış.
- Gelsinler, gelsinler de alsınlar bakalım...
Dedim içimden ama garip bir endişe ile sarsıldım bir an. Zaten hain olanlar hainliklerine bir de hainlik eklerse ne yaparız biz, diye de düşünmeden edemedim.
- Takviye yapmışlar Dumanlı’ya. Geceden sızıp yollarımızı mayınlayacaklarmış.
- Nasıl? Buluruz değil mi o mayınları? Harekat yaparsak başımıza bir iş gelmez, değil mi?
Böyle konuşuyoruz ama iyiden iyiye tedirgin oldum, aklıma mayınlar, pusular, patlamalar, şehitler gelmeye başladı, korktum. Endişeliyim ama sessiz, içimden, belli etmiyorum.
- Hep bunları mı bekleyeceğiz evlat? Gelsinler vursunlar gitsinler, bir şey yapmayacak mıyız?
- Ne yapalım komutanım?
- Bunlar orda değil mi, şimdi ordalar yani?
- Evet komutanım. Orda olmasalar mutlaka Kralın Kızı’ndadırlar, terk etmezler o bölgeyi.
Kralın Kızı bir dağın adı, Dumanlı’nın hemen kuzeyine düşer, oradan da Jerma PKK kampına açılır. Bu dağ hem kampın güvenliğini sağlar, giriş çıkışların emniyetini sağlar, Alan vadisini gözetler, hem de kaçakçılığı kontrol eder. Seyyar gümrük noktaları var, haraç alırlar. İşte böylesi bir dağ...
- Gitsek bulur muyuz onları?
- Buluruz komutanım.
O da bana belli etmeye çalışıyor ama tehdidi biliyordu. Sözün dönüp dolaşıp nereye varacağını da biliyordu.
- Ne dersin, gidelim mi?
- Bilmem ki komutanım nasıl olur?
Fazla üstelemedim, onu düşünceleriyle baş başa bırakıp tabura doğru yola koyuldum, bu sefer işimiz gerçekten zordu. Uzun süreli çaresizlikler bazen sizi alıştırıyor ortama; her şeyi olduğu gibi kabul etmeye başlıyorsunuz. Olayların ardından sürüklenip gidiyorsunuz, bir nevi kadercilik. Görüyorum şimdi insanları, mevcut gidişatın yönünü daha iyiye daha güzele çevirmeye çalışmak gibi bir gayrete girmiyorlar. Çünkü riskli, insanlar risk almak istemiyor belki de bu düşünce sistemi içinde yetiştiriliyoruz; risk almamak. Neden?
Çünkü riski göze alan sonucuna da katlanmak zorundadır da ondan. Deneyin isterseniz, çalıştığınız alan ne olursa olsun, mevcut sistemi değiştirecek şekilde teklifler hazırlayın, savunun onları. Önce sizi dinlerler, sonra “gel tekrar görüşelim”, derler. Siz ısrarcı olursanız ve akılları da yatarsa isteklerinizi yaparlar ama bir şartla! Nedir o şart? İşler kötü giderse “sorumlu siz olacaksınız” ve sonuçlarına da katlanacaksınız. Bu günah keçisi aramak gibi bir şey ya da ilahların kurbanı olmak gibi… Özel sektörde sorun yok; ister değiştirirsiniz mevcut durumu, ister kara defter usulü gidersiniz, bu sizin bileceğiniz bir iştir. Çünkü iyi ya da kötü, hepsi sizindir. Mesele devlet bürokrasisinde başlıyor ve orada önem kazanıyor. Dışişleri, içişleri gibi önemli alanlarda, ülke siyasetinin söz konusu olduğu sahalarda, karar vermeyi zorunlu kılan durumlarda “etliye sütlüye karışmamak” en iyisi gibi görünüyor yoksa başınıza iş açılıyor. Nasıl mı?
İşte size İran örneği. Bizim diplomatlarımız yok mu? Bizim İran’a yönelik dış siyasetimizi belirleyen bir makam yok mu? Bizim ulusal çıkarlarımız yok mu? Şu halimize bir bakın okuyorsunuz işte, bize mi kalmış bu işler? İran’a biz mi kafa tutacağız? İran devlet değil mi, biz devlet değil miyiz? İran PKK’ya destek veriyormuş, versin. Nedir peki bizim buna karşı uygulayacağımız siyaset? İşte o belli değil, yoğurda göre değişiyor yiğidin yediği. Olur mu hiç, devlet yönetimi yiğitlikle yoğurtla ayranla olur mu hiç!
Diplomatları da pek suçladığım yok, sistem bu, böyle işliyor. Çıksın bir diplomat, İran’a nota verelim, İran sınırında gözdağı için askeri bir tatbikat yapalım desin, desin bir bakalım neler oluyor! İlk alacağı cevap; sen kimsin olacaktır. Sen kimsin de boyundan büyük işlere karışıyorsun, devlete akıl veriyorsun olacaktır. Diyelim ülkenizi çok seviyorsunuz ve bu karar alınmazsa ülke batacak, diye düşünüyorsunuz, ısrarlısınız, zorluyorsunuz etliye sütlüye karışmayan makamları. Peki, bu durumda size ne diyeceklerini düşünüyorsunuz; “tamam ama bir sorun çıkarsa” sorumlusu sensin!
Diyelim ki tamam dediler ve siz düşündüğünüzü yaptınız, askeri tatbikatlar, notalar filan. Oldu ya, sizin yaptığınıza karşılık İran da gümrük kapılarını kapattı ve binlerce TIR’ınız kapılarda birikti, basın veryansın ediyor. İşte hapı yuttunuz! Ayıklayın bakalım varsa pirincin taşını çünkü bunun sorumlusu sizsiniz. Mesleğe yeni başlayanlara tecrübeli olanlarımız çalışma sistemini böyle öğrettiği için, çok kısa bir süre sonra siz de sistemin bir parçası olur etliye ve de sütlüye karışmazsınız. Onun için bizim politikamız; “aman sorun çıkmasın” esasına dayanır. Bizim politikamız; “sen işine bak” politikasıdır, “aman sorun çıkmasın” politikasıdır. Sorun çıkarsa şayet “sessiz kal bekle gör” politikasıdır, bekle ve gör.
Bakın şu PKK terör örgütünün haline; 20 yıl hiç Suriye’ye karıştık mı biz, hayır, Suriye’ye hiç sorun çıkarmadık. Hâlbuki musluğun vanası bizim elimizdeydi, vanayı kapatsak içecek su bulamazlardı. Yapmadık ve sorun çıkarmadık kimseye ne PKK’ya ne de Suriye’ye. Ne oldu sonunda? Her gün şehit, biz şehit olduk...
Peki, Amerika’ya sorun çıkardık mı hiç? Hayır. Birinci Körfez savaşında kapılarımızı ardına kadar açtık, bir şey de istemedik onlardan. Sonuç ne? 100 milyar dolarlık ekonomik kayıp, özerk bir Kürt devleti, güçlü bir PKK. İşte sonucu bu. 2003 Irak savaşını hatırlayınız. Amerika’ya o zaman da hiç sorun çıkarmadık biz. Bakmayın siz öyle 1 Mart tezkeresine, oyunun bir parçasıdır o. 20 Mart’a bakın esas siz; 20 Mart’ta Irak’a asker gönderme tezkeresi çıkardık, ABD’ye hava sahamızı açtık, Habur’u açtık, İncirlik’i açtık ama biz Irak’a girmedik. Peki, ABD’ye sorun çıkarmadık da ne oldu; parçalanmış bir Irak, Federe bir Kürt Devleti, siyasi bir PKK, işgal altında bir Kerkük ve yok olmaya yüz tutan bir Türkmen varlığı. İşte 2003’ün sonucu da bu...
Niye anlatıyorum tüm bunları, gerçeği görmeniz için, bu ülke artık “aman sorun çıkmasın” politikaları ile yönetilemez. Sorunlar dağ gibi büyüdü, kimse görmezden gelemez artık. Ne sorun çıkacaksa çıksın, bundan daha çok şehit verecek değiliz ya. Ne sorun çıkacaksa çıksın, bir canımızdan bir bayrağımızdan bir de toprağımızdan başka kaybedecek neyimiz kaldı bizim!
Böyle düşüne düşüne tabura vardım. Aklımda kalan tek şey, Dumanlı’daki tehdidi ne pahasına olursa olsun yok etmekti ama nasıl?..”
Bu notlar, Son Harekât Kod Adı Yahuda, kitabından alınmıştır. Biz genç bir binbaşı iken uyuyamamıştık terör tehdidi yüzünden, askerimize yönelik tehditler yüzünden… Sorumluluğu üzerimize alıp o tehditleri bir başımıza yok etmiştik…
Şimdi bakıyorum, Başbakan’ın umurunda değil tehditler ve biz her gün şehit oluyoruz… Biz hala uyuyamıyoruz bu tehditler yüzünden ve haklı olarak kendime soruyorum: Başbakan ile Genelkurmay Başkanı nasıl uyuyor ya da nasıl uyuyabiliyor?
Erdal SARIZEYBEK, 25 Eylül 2011
erdalsarizeybek@gmail.com