Türkiye'nin son 14 yıldır yaşadığı politik bunalım, 1939'dnn sonraki süreçten günümüze kadar yaşanan, Batı'ya tek yanlı bağımlı olmanın toplam sonucudur. Son 14 yıllık süreç, mevcut yapısal bunalımın daha da keskinleşmesine, çelişkilerin derinleşmesine, zaman zaman da bu çelişkilerin çatışma halinde dönmesine yol açmıştır.
Bölgesel Dengeler ve Terör

1984'ten itibaren artarak ve güçlenerek devam eden bölücü terör eylemleri; 1991'den sonra ABD ve Batı kampının desteğini de arkasına alarak Türkiye'ye karşı küresel merkezli, ilan edilmemiş bir savaşın zeminini oluşturmuştur.
2003'ten sonra ABD'nin Irak'ı işgali ile başlayan süreçle birlikte, Ulus Devlet yapısına karşı başlatılan psikolojik savaş, fiili bir savaş haline dönüşmüştür. ABD'nin Kürt - Sünni ve Şii merkezlerden oluşan üç parçalı Irak stratejisi, Irak'tan sonra en başta Türkiye üzerinde olumsuz bir etki yaratmıştır.
Aynı dönemde bölücü terör örgütü ile yürütülen müzakere ve mutabakatlarla( Çözüm Süreci ) , PKK'nın kendince meşru bir siyasi zemin yakalama gayreti, 2015 Temmuz'unda Sur, Cizre, Şırnak gibi merkezlerdeki "Meskun Mahalde Çatışma" sürecinin önünü açan temel besleyen oldu.
Arap Baharı, Suriye İç Savaşı ve Terör
ABD'nin "kontrollü istikrarsızlık" taktiği ile devreye sokulan "Arap Baharı" adı altında yürütülen işgal ve iç savaş planı, Libya ve Mısır'da kanlı çatışmalarla sonlanırken, Batı merkezli yürütülen bu operasyonlar 2011'den itibaren Suriye'de yaşanan ve 600 bin insanın kaybına yol açan iç savaşla son şeklini almıştır. Küresel ve bölgesel merkezli bütün devletlerin doğrudan ve dolaylı olarak dahil olduğu Suriye İç Savaşı, küresel dengelerin yeniden tanımlanmasına neden olurken, dünyadaki merkezi devletleri bir girdap gibi içine çekti.
Dış Politika ve Stratejik Yoksunluk
2011'den itibaren yürütülen Türk dış politikası; kendi milli menfaatlerimize dönük değil; daha çok Batı'nın bölgesel planları temelinde yürütüldüğü için, Irak ve Suriye'de yaşanan iç savaşın dalgaları Türkiye'de daha derin tahriplere yol açan sonuçlar yarattı. Çünkü sınır komşusu olan ülkelere karşı, terörün "cephe gerisi" haline gelen ülkemiz, bu stratejik yoksunluğunun sonuçlarını terörün "cephe" ülkesi haline gelerek yaşamaktadır.
Irak ve Suriye'de geniş bir alan hakimiyeti deneyimi yaşayan bölücü terör örgütü, bu deneyimini NATO ordularından aldığı destekle Türk topraklarında tatbik etmektedir. Örneğin terör örgütünün Beşiktaş'ta gerçekleştirdiği saldırıda kullandığı RDX, NATO ülkelerinin envanterinde bulunan bir bomba türüdür. Terör örgütü PYD/PKK, Suriye'nin kuzeyinde Batılı ülkelerden sadece mühimmat desteği almıyor. Bununla beraber bölücü terör örgütü, ABD Özel Kuvvetleri'ne bağlı birlikler eliyle askeri eğitim de almaktadır.
Türkiye'nin iç güvenliği ve sınır güvenliğini etkileyen bu duruma, 15 Temmuz iç savaş ve işgal girişimi de eklenmiş Türk Silahlı Kuvvetleri kurumsal anlamda bir travma yaşamıştır. Toplumsal anlamda yaşanan travmanın sonuçları ise zaman yayılmış bir biçimde kendisini hala ortaya koyuyor
15 Temmuz sürecinden sonra, bölücü terör örgütü zamanlamaya dönük, planlı, seçici hedeflere yönelik terör eylemlerini artırmış, ABD'nin bir başka manivelası olan IŞİD ise bildik yöntemlerle kent merkezlerinde terör eylemlerine hız vermiştir.
Bölücü terör örgütünün eylemeleri ile birlikte IŞİD'in terör saldırıları, gizli servislerin planladığı suikastlar toplumda korku ve panik yaratma, toplumu terörize etme amacına dönük olduğu kadar, toplumsal kırılganlıkları ( etnik, mezhepsel çatışma yaratmak amacı ) derinleştirme amacını da taşımaktadır.
Türkiye, düzenli ordu birlikleri ile Suriye'de yürüttüğü operasyonla bir taraftan terörü kaynağında yok etmek isterken, somut olarak yaşadığımız gibi, kent merkezlerinde patlatılan bombalar ve gerçekleştirilen terör saldırıları ile hali hazırda bir üç güvenlik sorununu aynı anda yaşamaktadır.
Yunan ordusunun Türk adalarını işgal etmesi ile beraber, Türkiye'nin Kuzey Kıbrıs'ta fiili olarak garantörlükten geri çekilmesi, önümüzdeki dönemde Akdeniz ve Ege'de derin bir güvenlik krizi yaratacaktır.
Toparlayacak olursak...
Önümüzdeki aylarda gerçekleştirilmek istenen Başkanlık sistemine yönelik referandum ( veya erken genel seçim ) süreci, iç güvenlik - sınır güvenliği sorununu aşamamış, hala milli güvenliğini tam olarak teminat altına alamamış ülkemizde, toplumsal kutuplaşmayı artırıcı başka bir kamplaşma yaratacaktır.
Bu yüzden başkanlık sistemine karşıt temelde tavır koyan odaklar ( ki milli olan kuvvetler bu rejim değişikliğine samimi olarak karşıdırlar ), başkanlık sistemine dair gerçekleştirilmek istenen referanduma da karşı çıkmalıdır.
Başkanlık sisteminin asıl amacının Milli / Üniter devlet yapısını siyasal ve kültürel olarak ortadan kaldırmaya dönük, federasyon veya özerkliğe dayandığını; dolayısıyla başkanlığa karşı mücadele ederken Türk ulusunun yeniden Milli / Üniter Devlet yapısını kurmak için mücadele edilmesi gerektiği akılda tutulmalıdır.
Yapısal bunalım, 1939'dan itibaren Batı emperyalizmine bağlanan sistemin doğal sonucudur. Dolayısıyla artık lokal anestezi, bölgesel pansumanlarla sistemi "düzeltmenin" imkanı kalmamıştır. Daha farklı bir ifadeyle "ıslahatlar" bizi kurtarmaya yetmeyecek. Ancak ve ancak tam bağımsızlığı ve milli egemenliği amaçlayan, Türk milliyetçiliği ilkesine dayanan, Türk Devriminin esas alınarak güncellenmesi ve bir program olarak önümüze koyulması gerekir.

Neden mi bahsediyorum? Her zamanki gibi Müdafaa-i Hukuk'tan. Bunun için Sine-i Millete dönmeden, vatan savunması yapılamaz. Son söz olarak… Başkanlık sistemi, yukarıda ifade ettiğim gibi bir strateji dahilinde önümüze konulmaktadır. Başkanlık sistemine karşı verilecek mücadele de Milli Devleti kurma stratejinse dayanmazsa, uzun vadede bize kazanım sağlamaz. Bir saldırı stratejisine karşı, sadece muhalefet etmek, strateji değildir.
Mithat Akar / Gaziantep
https://www.facebook.com/profile.php?id=100006232153226