Batılılaşma Serüveni / Metin AYDOĞAN

Batılılaşma Serüveni / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Prş Kas 28, 2013 20:22

Batılılaşma Serüveni -1 (Tanzimat Fermanı)

1838 yılında İngiltere’yle imzalanan Serbest Ticaret Antlaşması, günümüzdeki Avrupa Gümrük Birliği Protokolüne; 1839’da başlayan Tanzimat uygulamaları ise, Avrupa Birliği uyum düzenlemelerine denk gelir. Konu incelendiğinde, tarihin yüzyetmişbeş yıl sonra bu denli yinelenmiş olması çoğu kimseye şaşırtıcı gelecektir. Tarihten ders alınmadığı için, yaşananlar yeniden yaşanmıştır. Tanzimat Osmanlıyı çökertti, Avrupa Birliği Türkiye’yi yok oluşa götürüyor. Bu gerçeğin görülmesi gerekir. Bu amaçla, Tanzimat uygulamalarıyla Avrupa Birliği ilişkilerini içeren çalışmayı üç bölüm olarak ard arda yayınlayacağız. Okuyunuz ve değerlendiriniz.

1838 Osmanlı-İngiliz Serbest Ticaret Anlaşması

“Islahat hareketlerinin babası ve 19.yüzyıl Osmanlı siyaset adamlarının fikir ustası” 1  olarak tanınan Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa, 16 Ağustos 1838’de, İngiltere ve Belçika’yla Serbest Ticaret Anlaşması imzaladı. Baltalimanı’ndaki Reşit Paşa Yalısı’nda imzalanması nedeniyle Baltalimanı Anlaşması da denilen bu anlaşma, ülkeyi “Avrupa’nın açık pazarı” 2  haline getirerek yol açtığı ekonomik çöküşle, Osmanlı İmparatorluğu’nu dağılmaya götürecek süreci başlattı. Ticari ve siyasi ayrıcalıkların (kapitülasyonlar) kaldırıldığı Cumhuriyet’e dek, devlet siyasetine yön ve biçim verdi; tanzimat (düzenleme-yeniden yapılanma), Islahat (iyileştirme-düzeltme) ya da batılılaşma adına, Osmanlı İmparatorluğu’nu yarı-sömürge bir ülke haline getirdi.

1838’den sonraki 80 yıl boyunca uygulanan dışa bağımlı politika; hep uygarlaşma, gelişme ve yenileşme söylemiyle sürdürüldü, ama her zaman ve kesin olarak ekonomik ödünler üzerine oturtuldu. “Islahat hareketlerinin evrimi, her aşamada, ekonomik sömürgeleşmenin evrimini” izledi. 1839 Tanzimat Fermanı, nasıl 1838 Balta Limanı Anlaşması’nı; 1856 Islahat Fermanı’nı, nasıl 1854 Borç Anlaşması’nı izlemişse; 1878 Berlin Anlaşması da, 1875 malî iflasın arkasından geldi. Ekonomik her ödün, siyasi ödünlerle tamamlandı. Batılı devletler, ekonomik bağımlılığa atılan her adımda, Osmanlı Devleti üzerindeki siyasi etkilerini daha fazla arttırdılar. 3 

Baltalimanı Anlaşması’nı “Capo d’Opera” (şaheser) diyerek coşkuyla karşılayan, dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Henry Palmerston, 1839 başında İstanbul’daki büyükelçisine bir yazı göndererek şu buyruğu veriyordu: “Serbest ticaret yoluyla Sultan’ın tebaasının servet ve refahı artacak, sanayi önemli gelişme gösterecek. Türkiye bu anlaşmayı uygulamakla, Batı uygarlığına girecek. Gereken kişilere bunları anlat.” 4 

Büyükelçilik görevlileri buyruğun gereklerini yerine getirip, devlet politikasına yön veren yetkililere bunları “anltırken”, İngiliz ekonomi uzmanları, ilişkilerde uygulanacak yöntemi saptıyordu. İngiliz hükümetine, Türkiye’de nasıl davranacaklarını öneren raporlar verecek kadar İngiliz yanlısı olan Dışişleri Nazırı Mustafa Reşit Paşa, ölüm döşeğindeki Padişah’a, “serbest ticaret yoluyla hızla kalkınmanın zor olmayacağını” anlatıyor, onu ikna etmeye çalışıyordu. 5  Anlaşma imzalandıktan sonra İngiltere’de, “Osmanlı liberalizminin yüksek nitelikleri” dile getiriliyor, “Osmanlı rejiminden Avrupalıların bile örnek alması” gerektiği söyleniyordu. Palmerston, yapılan anlaşmalardan o denli hoşnut kalmıştı ki, aradan 10 yıl geçtiğinde, 1849’da; “Osmanlı Devleti ticari ilişkilerinde, dünyadaki bütün devletler içinde, serbest ticareti en geniş biçimde uygulayan ülkedir” diyecektir. 6 

Anlaşmanın Özü

1838 Osmanlı–İngiliz Ticaret Anlaşması, Türkiye zararına işleyen tek taraflı ve bağlayıcı maddelerle doluydu. Bu anlaşmayla, sürmekte olan kapitülasyon ayrıcalıklarına ek olarak; “Büyük Britanya uyruklarına ve gemilerine” yeni imtiyaz hakları tanınmış ve bu imtiyazların “şimdi ve sonsuza dek süresiz olarak geçerli” olduğu hükme bağlanmıştı. İngiliz vatandaşları ve tüccarları, Müslüman olsun ya da olmasın, “iç ticaretle uğraşan Osmanlı tebaasının en çok kayırılan sınıfının ödediği vergilere eş vergi ödeyen” bir konuma getirilmişti. Anlaşmaya göre dışalım (ithalat), dışsatım (ihracat) ve iç ticaret tam olarak serbest kılınmıştı. Herhangi bir Türk ürünü, Britanyalı bir tüccar ya da vekili tarafından dışsatım amacıyla satın alınırsa, bu ürünleri satın alan Britanyalı tüccar ya da vekili, hiçbir ticari kısıtlamaya bağlı olmayacak ve dilediği gibi davranmakta serbest olacaktı.

Günümüzdeki Avrupa Gümrük Birliği Protokolü’nün, yüzyetmişbeş yıl önceki versiyonu gibi olan ve Tanzimat dönemini başlatan 1838 Baltalimanı Anlaşması’nın yol açtığı sonuçlar çok yıkıcıydı. Devletin bağımsız dış ticaret politikası ortadan kalkmıştı; hükümetler kendi istençleriyle (iradeleriyle) ekonomik politikalar üretemiyordu. Osmanlı Devleti, kendi gümrük vergilerini Avrupa devletleriyle birlikte belirlemeyi kabul etmişti. Ülke Avrupa’nın açık pazarı haline gelmişti. Türk tüccarlar kendi ülkelerinde, Avrupalı tüccarlar karşısında eşit olmayan koşullarda çalışıyorlardı. Ticari ilişkilerde yabancılar, Türklere göre daha ayrıcalıklı bir konuma gelmişlerdi. Yurt içi ticarette Türk tüccar yüzde 12 vergi öderken, yabancı tüccar yüzde 5 vergi ödüyordu. 7 

Osmanlı’nın Düzeni: Yitirilen Değerler

Baltalimanı Anlaşmaları’ndan önce Osmanlı İmparatorluğu’nun kendine özgü bir ekonomik düzeni ve ticari işleyişi vardı. Gerileme döneminden sonra bozulmalara uğrasa da ticaretin geçerli kuralları, kökleri eskiye giden ve iyi işleyen geleneklere dayanıyordu. İmparatorluk, daha önce kimi alanlarda, yabancılara kapitülasyon hakları vermişti, ama kendi ekonomisini ve tüccarını da koruma altına almaya çalışmıştı. İç ticaret Osmanlı tebaasına aitti. Yabancı tüccar, iç ticarete girip rekabet edemezdi. Birçok malın alım–satımı, bir ruhsat bedeli karşılığı, yerel unsurların tekeline verilmişti (yed-i vahit). Bu işleyiş, yalnızca iç ürünlerde değil, dışalım mallarında da uygulanmaktaydı. İç ticaretten, devletin önemli gelirleri vardı. Malların bir şehirden ötekine taşınması ruhsat tezkeresini gerektiriyordu. Bu da vergiye tabiydi. Türk–İngiliz Ticaret Antlaşmasının imzalandığı 1838 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borcu yoktu. 8 

Baltalimanı Anlaşmalarıyla, dışa karşı herhangi bir koruma önlemi alınmadan iç ticaretteki tüm kayıtların ortadan kaldırılması, Osmanlı İmparatorluğu’nu Avrupa’nın açık pazarı haline getirdi; sarsılmakta olan ekonomik işleyiş tam olarak çözüldü ve yabancı rekabete hazır olmayan yerli üretim tümüyle yok oldu.

Üretim Yok oluyor

Avrupa fabrikalarının rekabetinden en önce pamuklu sanayii zarar gördü. 1838 öncesinde yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’nun tüketimini karşılamakla kalmayıp, tüm Doğu Akdeniz pazarlarının ve Avrupa’daki birçok ülkenin gereksinimini karşılayan çok sayıda atölye ve imalathane, 1853 yılında ortadan kalkmış ya da can çekişir hale gelmişti. 1812 yılında Tırnova’da 2000 müslin tezgahı varken, 1843 yılında tezgah sayısı 200’e düşmüştü. Anadolu’da kadife ve satenleriyle ünlü Diyarbakır, ipekleri ile ünlü Bursa, eski üretimlerinin artık yüzde 10’unu üretebiliyordu. 9 

Yünlü dokuma, 19.yüzyıl başlarından beri sürekli gelişen bir üretim dalıydı. Osmanlı pazarının serbest ticarete açılmasıyla, yün dokumacılığı kendini koruyamadı ve köylerdeki basit tezgahlar dışında yok olup gitti. 1855 yılına gelindiğinde, yalnızca İngiltere’den yünlü dışalım, otuz yıl önceye göre yüzde 1700 artmıştı. Fransa ve Avustralya yünlüleri, bu artışın dışındaydı. 10 

İpekliler, Osmanlı Devleti’nde en çok korunan ve ülkeye sokulması kesin olarak yasaklanan üretim dallarından biriydi. Şam, Halep, Amasya, Diyarbakır ve Bursa’da çok sayıda ipekli dokuma tezgahı vardı. Ancak, “serbest ticaretin” kabulünden sonra bu tezgahlar gitgide azaldı ve ayakta duramaz hale geldi. Bursa’da 1840 yılında 25 bin okka ipek işleyen 1000 kadar tezgah varken, tezgah sayısı 1847 yılında 75’e, üretim miktarı da 4 bin okkaya düşmüştü. 11  İstanbul Islah-ı Sanayi Komisyonu raporunda, 1838’den sonraki otuz yıl içinde 1868’de; Üsküdar’daki kumaşçı tazgahlarının 2750’den 25’e, kemhacı (ipek ve kadife üreticisi) tezgahlarının 350’den 4’e, çatma yastıkçı tezgahlarının 60’dan 8’e indiğini belirlemişti. 12 

Kendisini korumayı uzunca bir süre başarabilen, el işçiliğine ve atölye üretimine bağlı sanayiler, ağır ağır ama kesin bir biçimde çöküyordu. Basit iş aletleri ve bıçakçılık bunlardan biriydi. İngiltere’den bu alanda yapılan dışalım, otuz yıl içinde yüzde 700 artmıştı. 13  Deri sanayii de hızla çöküyordu. Islah-ı Sanayi Komisyonu’nun 1866 yılında dericilikle ilgili raporunda şöyle söyleniyordu: “Eskiden pek mamur, servet ve iktidarı diğer esnafın fevkinde olan tabaka esnafı (dericiler), otuz yıldır günden güne tenezzülâta (kötü duruma) düşmüş ve tabakhaneler külliyen muattal (toptan işlemez) olmak derecesine gelmiştir.”  14 

Madenler Kapanıyor

Madencilik alanında da durum farklı değildir. 1853 yılında yapılan bir araştırmaya göre, daha önce Anadolu’da tam kapasiteyle işleyen 82 maden ocağı vardı. Bu sayı 1852’de 14’e düşmüştü. Bu ocakların sağlayabildiği üretim miktarı ise, eski üretimin ancak üçte birine ulaşıyordu. 15  1808 yılında Tokat’ta, yılda 500 bin okkalık kalay üretiliyordu. 1855 yılında İngiltere’den yapılan yıllık kalay dışalımı, 28 900 İngiliz Lirasına çıkmıştı. Dışalım, Tokat kalaycılığını yok etmişti. 1825 ile 1855 arasında yalnızca İngiltere’den yapılan demir dışalımı yüzde 1450, Kömür dışalımı ise yüzde 9660 oranında artmıştı.[anchor= ]16[/anchor]

Tarımda Çöküş

1838’de başlayan “serbest ticaret dönemi” yıkıcı etkisini tarım alanında da göstermekte gecikmedi. Türk pamuk üretimi Amerikan pamuğuna, Türk yün üretimi ise Avustralya ve Arjantin yünlülerine karşı ayakta kalamadı. İngiltere bu ürünleri, elde ettiği ticari ayrıcalıklara dayanarak yoğun olarak Türkiye’ye sokarken, Türkiye’den yaptığı dışalımı da sürekli düşürüyordu. Türkiye’nin İngiltere’ye yaptığı moher, tiftik ve deve yünü ihracatı sıfırlanmıştı; koyun yünü dışsatımında ise, İngiltere’nin yün ithal ettiği ülkeler arasında 16.sıraya düşmüştü. Türk kuru üzümü 1825 yılında İngiltere dışalımında birinci sıradayken, 1855 yılında onuncu sıraya düşmüştü. 17 

Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere’nin 1839–1847 arasındaki dış ticaret evrimi, Baltalimanı Anlaşmalarının ne anlama geldiğini ortaya koyar. Osmanlı İmparatorluğu, 1838 yılında İngiltere’ye 1,81 milyon sterlin tutarında dışsatım, 3,85 milyon sterlin tutarında dışalım yapıyordu; dışsatımın dışalımı karşılama oranı yüzde 47’ydi. 1853 yılına gelindiğinde, dışsatım 2,58 milyon, dışalım ise 8,95 milyon sterline çıkmıştı. Dış ticaret açığı, o zaman için çok büyük bir miktar olan 6,37 milyon sterlindi; dışsatımın dışalımı karşılama oranı yüzde 29’a düşmüştü. 18 

Tanzimat Nedir?

Tanzimat, o dönemde Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa’nın, 16 yaşındaki Padişah’ı (Abdülmecit) “kandırarak” başlattığı; halkın sorunlarıyla ve toplumsal gerçeklerle bağı olmayan, özgüvenden yoksun, yüzeysel ve içi boş bir “yenileşme” hareketidir. Oluşum ve uygulamalarının kaynağı, Türkiye değil, Avrupa’dır.

Savaşlar ve ekonomik çöküntünün neden olduğu toplumsal bozulma, Tanzimat uygulamalarıyla yaygınlaşmış ve Türk toplumunun tarihsel değerlerindeki yozlaşma, bu dönemde hız kazanmıştır. Dinler ve etnik yapılar arasındaki eşitliği sağlama ve ekonomik kalkınma adına yapılan değişiklikler, 540 yıl süren ve oldukça eskiyen devlet yönetim geleneklerinin yerine yeni bir şey koyamadığı gibi, bu dengelerin dağılmasına neden olmuştur. Yayılan dinsel ve etnik ayrılıklar İmparatorluğun dağılmasını hızlandırmış, Tanzimat, yenileşme değil kapsamlı bir çöküş hareketi olmuştur. Bu gerçeği, Türkiye’de uzun süre kalarak araştırmalar yapan ve Tanzimat hareketi konusunda güvenilir eserler veren Fransız tarihçi E.D. Engelhardt, “Tanzimat” adlı kitabında şöyle dile getirmiştir: “Tanzimat, Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu üzerinde gerçekleştirdiği manevi bir fetih hareketidir.” 19 

Tanzimat Dönemi, Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa’nın, 3 Kasım 1839 günü Gülhane Parkı’nda açıkladığı Gülhane Hattı Hümayunu (Padişahın yazılı buyruğu) ile başladı. Tanzimat Fermanı adı verilen bu açıklama, değişik alanlarda “yenileşme” isteklerini içeriyor ve yeni bir “batılılaşma” dönemini başlatıyordu. Tanzimat’ın mimarı olan Mustafa Reşit Paşa, daha birkaç ay önce padişah olan 16 yaşındaki Abdülmecit’i, tanzimat’ın Osmanlı yönetimi için yaşamsal bir zorunluluk olduğu konusunda, “gizli görüşmelerle” “ikna” etmiş ve genç padişaha, kendi mutlak erkinin sınırlanmasını kabul eden Tanzimat Fermanı’nı imzalatmıştı.

Bozulmuş Düzeni Daha Çok Bozmak

Yönetim işleyişi, mali denetim, hukuk ve eğitim alanlarını kapsayan tanzimat kararları, bozulmuş olan yönetim yapısına duyulan tepki ve gelişen hoşnutsuzluklar üzerine oturtuldu ve meşru gerekçesini buradan aldı. Avrupa devletleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş topraklarını kullanmak, bunun için de kullanım biçimine uygun düşecek kurallar sistemini ülkeye yerleştirmek istiyordu. İmparatorluğu çöküşe götüren, herkesin gördüğü yapısal bozuklukları ileri sürerek, bozulmayı daha da hızlandıracak programları, gelişme adına saraya dayatıyorlardı. Yurttaşların tümünün temel haklarının güvence altına alınması gerektiğini söylüyorlardı, ama ana amaçları reayanın (Hıristiyan uyruklar) haklarının güvence altına alınmasıydı. Aynı bugün gibi, değişim için ileri sürülen gerekçeler görünüşte parlak, ancak önerilen programlar doğru değildi. Batılılar, ülke çıkarlarını savunacak bilgi ve bilinçten yoksun yöneticilere sahip Osmanlı Devleti’ne, diledikleri biçimi verebilme olanağını ele geçirmişlerdi; bu olanağı sonuna dek kullanacaklardı.

Azınlıklara Yeni Ayrıcalıklar

Tanzimat Fermanı’na göre, vergi toplamada Müslüman–Hıristiyan farkı ortadan kaldırılacak ve eşitlik sağlanacaktı. Yurttaşlık haklarından ırk ve din ayırımı gözetilmeksizin herkes eşit olarak yararlanacak, Hıristiyanlar da devlet memuru olabilecekti.

Tanzimat kararları, Türk toplum yapısıyla uyum göstermese de, “gerilikten kurtulmak” gibi haklı bir gerekçe üzerine oturuyordu. Ancak bu garip ve kendine özgü rejimin ulaştığı sonuç, Osmanlı İmparatorluğu’nun “yenileşip” güçlenmesi değil, kapitülasyonlar nedeniyle zaten ayrıcalıklı durumda olan, gayri müslim tebaanın daha da ayrıcalıklı hale gelmesi oluyordu. Müslümanların, Hıristiyan ve Musevilerin eşit oranda vergi vermesi, başlıbaşına bir eşitsizlikti. Ülkenin hemen her yerinde, mali ve ticari işleyişi ele geçirmiş olan gayri müslim tebaa, Müslümanlara göre ekonomik olarak çok daha üstün bir durumdaydı; Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri devlete karşı sorumlulukları, haraç ve cizye vergisi vermekle sınırlı kalıyordu; savaşlara katılmıyor ve büyük bir serbestlik içinde tüm güçlerini ticari etkinlikler için kullanıyorlardı. Bu nedenle zenginleşmişler ve etkili bir güce ulaşmışlardı.

Tanzimat döneminde hukuk alanında gerçekleştirilen “yenileşme” girişimi, hukuksal düzeni tam anlamıyla bir karmaşa içine soktu. Geleneksel mahkemeler yanında Konsolosluk Mahkemeleri, Karma Mahkemeler, Nizamiye Mahkemeleri gibi değişik konum ve işleyişte birçok mahkeme ortaya çıktı. Mahkemelerin çeşitliliği nedeniyle, insanlar arasında adli eşitliği sağlayacak, herkesin kolayca yararlanabileceği bir hukuksal düzen ortadan kalktı. Halk, sorunlarını, değişik yöntemlerle ve mahkemeye başvurmadan kendince çözmeye başladı.

Müslümana Eşitsizlik

Tanzimat’ın getirdiği Müslüman–Müslüman olmayan eşitliğinin, ekonomik yönden eşit konumda olmayan Müslümanlar için yeni bir eşitsizliğin kaynağı haline gelmesi, halkın Tanzimat’a ve onun uygulayıcısı batıcı “aydınlara” karşı tepki duymasına neden oldu. Daha önce, ekonomik yetersizliklerini yönetim ayrıcalıklarıyla dengeleyen Müslümanlar, Tanzimat’la birlikte bu ayrıcalıklarını da yitirdiler ve kendi ülkelerinde ekonomik güçten yoksun, eğitimsiz ve örgütsüz ikinci sınıf yurttaşlar haline geldiler. Tanzimat uygulamalarından Müslüman olanlar değil, Müslüman olmayanlar hoşnut kalmışlardı; mali ve ticari güçlerini geliştirerek zenginliklerini arttıranlar onlardı.

Devletin, batılılaşma adına gümrüklerin denetimini yabancılara bırakması, Osmanlı topraklarının yabancı mallara açılması ve ekonomik yaşam alanlarının azınlıkların egemenliği altına girmesi; bir yandan geleneksel yerli üretimi ortadan kaldırırken, diğer yandan azınlıkları işbirlikçi bir sınıf haline getirdi.

Halktan Kopuk Aydınlar

Tanzimat Fermanı’nın ortaya çıktığı 19.yüzyıl ortalarında, yüzyıllar süren saray politikalarıyla toplumun kültürel kaynakları o denli kurutulmuş, eğitim o denli ilkelleştirilmişti ki, Müslüman nüfus içinden ulusal kimliğin beyni olacak aydınlar ortaya çıkmıyordu. Olayları ve gelişmeleri gerçek boyutuyla ele alıp irdeleyecek siyasi kadro yoktu. Kolaycılıkla birleşen boyun eğici ve öykünmeci (taklitçi) eğilimler yaygınlaşıyor, özgüvenden yoksun ve kişiliksiz “aydınlar” ortaya çıkıyordu. Tanzimat kararlarını, “bir anayasa çıkışı” olarak ele alıp kendilerini “medeni batı dünyasıyla” bütünleşmeye yönlendirmiş bu “aydın” türü, varlığını bugüne dek sürdürdü ve Batı işbirlikçiliğinin, temeli o zaman atılan dayanakları oldu.

Kendilerini batılı gibi görüp, köklerinden koparak yozlaşan, halkla ilişkisi olmayan, topluma yabancılaşmış “aydın” türünün ortaya çıkması ve bunların devlet kadrolarında üst düzey görevlere getirilmesi, doğal olarak kamusal işleyişin daha çok bozulmasına neden oldu. Kamu görevlileri ve “aydınlar”, “kara cahil” bir “sürü” olarak gördükleri halka hizmet etmek bir yana, ondan “tiksinti” duyan ve uzak durmaya çalışan garip insanlar haline geldiler. Batıcılık bir modaydı artık ve bu moda tam anlamıyla bir Batı çılgınlığıydı. 20  Lalaların yerini mürebbiyeler, geleneksel davranış biçimlerinin yerini batılı tavırlar aldı. Fransızca öğrenmek ve Fransız jargonuyla (Jargon: bozuk, yanlış hatta anlaşılmaz konuşma) konuşmak, uygar olmanın göstergesi haline geldi. Kültürel bozulma ve yozlaşma o denli yoğunlaştı ki, Türk ve Türklük, geriliği ve ilkelliği temsil eden bir aşağılama sözcüğü olarak kullanıldı. Dönemin tanzimatçı “aydınlarından” Prens Sebahattinci ve İngiliz yanlısı Abdullah Cevdet, işi, dışardan “damızlık erkek” getirilmesini istemeye dek götürdü. “Batı medeniyeti, ona ancak uyulabilecek, karşı durulursa yerle bir edici coşkun bir seldir.. Neslimizi ıslah edip güçlendirmek için, Avrupa ve Amarika’dan damızlık erkek getirmeliyiz” diyen yazılar yazdı. 21 


 1  “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” Stefanos Yerasimos 2.Cilt, Belge Yay., 7. Baskı, İstanbul-2001, sf.40-41
 2  “Türkiye’nin Düzeni” Doğan Avcıoğlu, 1.C., Bilgi Yay., 5.Bas. Ank.-1971, sf.71
 3  “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” Stefanos Yerasimos 2.Cilt, Belge Yay., 7. Baskı, İstanbul-2001, sf.50
 4  “Türkiye’nin Düzeni” D.Avcıoğlu, 1.Cilt, Bilgi Yay., 5.Bas.. Ankara-1971, sf.73
 5  a.g.e. sf.73
 6  “Türkiye’nin Düzeni” D.Avcıoğlu, 1.Cilt, Bilgi Yay., 5.Bas., Ankara-1971, sf.70
 7  “1938 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması: Çöküş” Prof. Dr. Cihan Dura, Gazete Müdafaa-i Hukuk, 26.01.2001, Sayı 36
 8  a.g.e. sf.71
 9  “Lettres sur la Turquie” A.Ubicini Paris, 1853; ak. Stafanos Yerasimos, Belge Yay. 7.Baskı 2001, sf.60
 10  “British Policy and the Turkısh Reforme Movement” F.E. BAILEY, Cambridge 1942, ak. Stefanos Yerasimos, Belge Y. 7.Baskı, 2001, sf.61
 11  “Voyage dans la Turquie d’Europe 1848–1855” VIQUESNEL, ak. a.g.e. sf.62
 12  “Tanzimat ve Sanayimiz” Ö.C. Sarç, İstanbul 1940, ak. a.g.e. sf.2
 13  “Geri kalmışlık Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, Belge Yay. 7.Bas., 2001, sf.62
 14  “Tanzimat ve Sanayimiz” Ö.C. Sarç, İstanbul, 1940, ak. Stefanos Yerasimos, “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” Belge Y, 7.Baskı,2002, sf.62
 15  “Letters sur la Turquie”, A.UBICINI, Paris 1853, ak. a.g.e. sf.62
 16  “British Policy and the Turkish ReformeMovement” Cambridge, 1942; ak. a.g.e. sf.63
 17  “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos Belge Yay., 7.Baskı, 2001, sf.65
 18  “British Policy and the Turkısh Reforme Movement” F.E.BAILEY, Cambridge 1942, ak. Stefanos Yerasimos, Belge Y., 7.Baskı, 2001 sf.55
 19  “La Turquie et le Tanzimat ou Histoire des Reformes Dans L’Empire Ottoman Depuis 1826 Jasgu’a nos Jours; Paris C.I, 1882; C.II, 1884” E.D.Engelhardt, ak. Prof.Dr. Çetin Yetkin, “Başlangıçtan Atatürk’e Türk Halk Eylemleri” Ümit Yayıncılık, Ankara 1996, sf.263
 20  “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi” İletişim Y., 6.,C., sf.1790
 21  “Türkiye Tarihi 3-Osmanlı Devleti 1600-1908” Cem Yay., 4.Bas.İst-1995, sf.359 ve “Türkiye’nin Düzeni” D.Avcıoğlu, 1.C., Bilgi Y., 5.Bas., Ank.-1971, sf.162


Metin AYDOĞAN, 28 Kasım 2013
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Batılılaşma Serüveni / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt Ara 02, 2013 16:04

Batılılaşma Serüveni -2 (Mali Yetmezlik ve Borçlanma)

1838 yılında İngiltere’yle imzalanan Serbest Ticaret Antlaşması, günümüzdeki Avrupa Gümrük Birliği Protokolüne; 1839 da başlayan Tanzimat uygulamaları ise, Avrupa Birliği uyum düzenlemelerine denk gelir. Konu incelendiğinde, tarihin yüzyetmişbeş yıl sonra bu denli yinelenmiş olması çoğu kimseye şaşırtıcı gelecektir. Tarihten ders alınmadığı için, yaşananlar yeniden yaşanmıştır. Tanzimat Osmanlıyı çökertti, Avrupa Birliği Türkiye’yi yok oluşa götürüyor. Bu gerçeğin görülmesi gerekir. Bu amaçla, Tanzimat uygulamalarıyla Avrupa Birliği ilişkilerini içeren çalışmayı üç bölüm olarak ard arda yayınlayacağız. Okuyunuz ve değerlendiriniz.

Borçlanma Başlıyor

Tanzimat dönemiyle başlayan ve “mali reformlar” olarak adlandırılan “yenileşme” uygulamalarının kaçınılmaz sonucu; ödeme sınırlarını aşan borçlanma, mali açıdan dışa bağlanma ve siyasal bağımsızlığın yitirilmesi oldu. Borçlanma dışa bağımlılığı, dışa bağımlık da içerde yönetim gücünün yitirilmesini getirmişti. İmparatorluğu dağılmaya götüren süreç hız kazandı.

İlk dış borç 1854’te alındı. Ancak, bu ilk borç girişimi değildi. Mustafa Reşit Paşa, 1850’de Hariciye Nazırı olarak Londra’da bir borç anlaşması imzalamış, ancak bu anlaşma Padişah Abdülmecit tarafından, ağır koşullar içeriyor gerekçesiyle onaylanmamıştı. Osmanlı Devleti, anlaşmayı tek taraflı bozması nedeniyle, almadığı borca karşılık 2,2 milyar frank tazminat ödemek zorunda kalmıştı. 1 

Mustafa Reşit Paşa, 4 yıl sonra, 1854’te, Osmanlı İmparatorluğunu, İngiltere ve Fransa yanında Rusya’ya karşı savaşa (Kırım Savaşı) sokan anlaşmayı imzaladı. Bu anlaşmayla birlikte, siyasi konumu güçlendi, İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Stratford Canning’in girişimiyle sadrazamlığa getirildi. 2  O dönemde, büyük devlet büyükelçilerinin, bu tür atamalarda büyük etkisi vardı. Örneğin Sadrazam Ali Paşa Fransızların, Mahmut Nedim Paşa Rusların adamı olarak tanınıyorlardı. Mustafa Reşit Paşa Sadrazam olunca, 1850’de yapamadığı borç anlaşmasını 1854’te imzaladı ve Kırım Savaşı nedeniyle paraya gereksinimi olan Osmanlı İmparatorluğu dışarıya ilk borcunu yaptı.

İlk Borç: 1854 Borçlanması

1854 borçlanması, 3 milyon sterlin tutarında ve yüzde 6 faizliydi. Osmanlı İmparatorluğu bu borca karşılık, Mısır’dan elde ettiği cizye vergilerini (Müslüman olmayan Osmanlı tebaasından alınan vergi), Suriye ve İzmir gümrük gelirlerini güvence olarak göstermişti. 3 

1860 yılında yeniden dış borç alınmak istendi. Ancak daha önce borç vermek için her yolu deneyen İngiltere bu kez, borç koşullarını ağırlaştıran yeni koşullar ileri sürdü ve bilinçli bir “isteksizlik” gösterdi. Ödeme gücünü aşan borçlanmanın, zorunlu olarak yeni borçlanmalar getireceğini biliyordu. Bu nedenle, önceki borçlanma koşullarını kabul etmedi ve borç vermedi.

Osmanlı Devleti, bu kez Fransa’ya başvurdu. Mirés adında bir banker, devlet yetkilileriyle temas kurarak 400 milyon franklık bir borç verme önerisinde bulundu. Mirés bunun karşılığında 6 milyon frank komisyon istiyordu. Osmanlı Devleti Mirés ile anlaştı; karşılık olarak da birçok yerin gümrük gelirini, tuzlu balık resmini, Filibe gülyağı gelirini, Bursa’nın ipek öşürünü gösterdi. Ancak, Mirés Osmanlı Devleti’ni dolandırdı. Borç tahvilleri Avrupa borsalarında satılamadı. Fransa Hükümeti Mirés’yi tutukladı ve mali piyasada satılan tahvillerin bedeli, Osmanlı Hükümeti’ne verildi.

Akçalı (Mali) Bunalım ve Yeni Borç

Yaşanan akçalı bunalım, 1862 yılında yeni bir borçlanmayla aşılmaya çalışıldı. 1863 yılında Osmanlı Bankası’na “Devlet Bankası” statüsü verildi ve aynı yıl bir devlet bütçesi yapıldı. Ancak yapılan bütçenin ne kendisine ne de yapanlara bir yararı oldu. Çünkü bu bütçe, daha sonra yapılacak olanlar gibi bir borç ödeme bütçesiydi. 12 yıl sonra 1875’te, bütçenin 17 milyon gelirine karşılık 13 milyon lira dış borç ödemesi vardı. 4  Osmanlı bütçesi 1875 yılında, aynı bugünkü Türkiye Cumhuriyeti bütçesi gibi, gelirlerinin yüzde 76’sını dış borç ödemesine ayırmıştı.

Osmanlı Devleti’nin dış borç toplamı ise; 150 milyonu anapara, 61 milyonu faiz olmak üzere 211 milyon İngiliz Sterliniydi. Borç anlaşmalarının çarpıklığı nedeniyle, bu borcun yalnızca yüzde 53’ü Osmanlı hazinesine girmişti. Borcun büyük bölümü, Avrupalı banker ya da bankalardan alınmıştı. Düyunu Umumiye’nin kabul edildiği 1881’de devlet borçlarının; yüzde 40’ı Fransa, yüzde 29’u İngiltere, yüzde 8’i Hollanda, yüzde 5’i Almanya, yüzde 3’ü İtalya’ya yapılmıştı. 5 

İflas ve Muharrem Kararnamesi

Osmanlı Devleti, 6 Ekim 1875’te yayımladığı bir kararname ile borçlarını ödeyemeyeceğini tüm dünyaya duyurdu. Alacaklılar durumu protesto etti ve sorunu siyasi baskı yoluyla çözmeye çalıştılar. 1881 yılında İstanbul’da yapılan toplantıda, Osmanlı Devleti, borçların, alacaklılar tarafından seçilen bir kurul tarafından yönetilmesini kabul etti. Bu anlaşmaya Muharrem Kararnamesi adı verildi.

Üst yönetimi İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Avusturyalı, Hollandalı ve Osmanlılardan oluşan ve Muharrem Kararnamesi’nin bir gereği olarak kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi; borç ödemelerine ayrılan devlet gelirlerini alacaklılar yararına yönetmek üzere kurulmuştu; uluslararası niteliği olan siyasal ve diplomatik bir kurum değil, bir anlamda özel bir şirketti.

Osmanlı Hükümeti, Muharrem Kararnamesi’nin 8. maddesi gereği; tahsil edilmesi kolay bazı devlet gelirlerini, “mutlak ve değişmez” bir biçimde borç ödemelerine ayırıyordu. Bu gelirler şunlardı: tütün ve tömbeki (nargile tütünü) rüsumatı (vergileri), ipek öşürü (ondalık vergi), pul ve ispirto resimleri (harçlar), tütün ve tuz inhisarları (tekelleri), İstanbul ve civarı balık avı vergisi, Bulgaristan vergisi, Kıbrıs gelirleri, Doğu Rumeli vergisi, gümrük resimlerinde ve gelir vergisinde oluşacak gelir fazlalıkları.

Türk Tütünü ve Reji İdaresi

Bu gelirlerin en önemlilerinden olan tütün gelirleri için, Avrupalıların baskısıyla tekel oluşturmak üzere Tütün Rejisi adıyla bir şirket kuruldu. Bu şirket kurulduktan sonra, tütün üreticisi köylülerin karşısına tek alıcı olarak çıktı ve çok düşük fiyatlarla tütün almaya başladı. (Reji, tütünü 10 kuruşa alıyor, yüzde 250 karla 35 kuruşa satıyordu) 6  Reji İdaresi, daha sonra aldığı tütünün işlemesini de kendisi yapmaya başlamıştı.

Yetiştirdikleri tütünle geçinemez hale gelen köylüler, Reji İdaresi ile ilişkiye geçmeden kaçak tütün ekmeye başladılar. Reji, bunun üzerine, hükümete bir yasa kabul ettirerek tütün ekimini denetimi altına aldı ve kendi silahlı gücünü (Reji kolcuları) oluşturdu; yasadan aldığı güçle köylüler üzerine şiddet uygulamaya başladı. Çatışmalarda binlerce Türk köylüsü öldürüldü. Abdülhamit, Reji uygulamalarına son vermek istedi, ancak başaramadı. 1913 yılında Balkan Savaşı sırasında paraya gereksinim duyan hükümet, 1,5 milyon lira karşılığı, Reji’nin sahip olduğu ayrıcalıkları 1928 yılına dek uzattı. Reji İdaresi ancak, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulan Cumhuriyet Hükümeti tarafından ortadan kaldırıldı.

Reji dönemi uygulamalarıyla, IMF isteğiyle çıkarılan ve bugün uygulanmakta olan Tütün Yasası arasında büyük bir benzerlik vardır. Türkiye’de tütün dışalımı serbest bırakılmışken, 57. DSP, MHP ve ANAP Hükümeti’nin çıkardığı 59. AKP Hükümeti’nin uygulamasını sürdürdüğü bu yasa; tütün ekim alanlarını sınırlamış, bu sınırlar dışında ekim yapan köylüye ve ekimi ihbar etmeyen muhtara ceza getirmiştir.

İşbirlikçiliğin ‘Kuramcısı’: Daniel Ducoste

Daniel Ducoste, Fransa Maliye Bakanlığı Müşavirliği ve Osmanlı Devleti’nden alacağı olan devletlerin Hesap Komisyonu Başkanlığını yapmış döneminin etkili bir ismidir. Tanzimat dönemi uygulamalarına yön veren ve Osmanlı borçlanmasının sonuçlarını irdeleyen araştırmalar yapmıştır. 1889 yılında yazdığı kitapta, yalnızca o dönemde değil, bugün de uygulanmakta olan önermelerde bulunmuştur: “Şimdi Türkler hızla borçlanmaktadırlar. Ancak yirmibeş yıl sonra Osmanlı toplumunda borçlanmaya karşı muhalif unsurlar ortaya çıkacaktır. İşte o zaman, gerek alacaklarımız ve gerekse bunların faizleri tehlikeye düşecektir. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nin maliyesi, ekonomisi ve servetleri üzerindeki çıkarlarımızı koruyabilecek Türk yöneticilere ihtiyacımız olacaktır. Ben, bu ‘yerli misyonerlerin’, bizden ve yapacağımız siyasi baskılardan çok daha yararlı olacağı kanısındayım. Bunlar, Türk halkına kendi dilleri, kendi ikna yöntemleri ile yaklaşma olanaklarına sahiptirler. Bu ‘yerli misyonerler’ alacaklarımızın, bir ya da birkaç yüzyıl, teminat unsurlarının en önemlilerinden biri olacaktır.” 7 

İdari ve Hukuksal Teslimiyet: Islahat Fermanı

1838 Balta Limanı Anlaşması ile önü açılan, borç anlaşmalarıyla yerleşen ve Gülhane Hattı Hümayunu ile süren Batı’ya bağlanma süreci, 18 yıl sonra, Islahat Fermanı adı verilen bir başka “yenileşme programını” ortaya çıkardı. Batılı devletlerin telkin ve zorlamasıyla, Padişah Abdülmecit 18 Şubat 1856’da Bab-ı Ali’de; nazırlar, yüksek dereceli memurlar, şeyhülislam, patrikler, hahambaşı ve etnik toplulukların temsilcileri önünde, Islahat Fermanı adı verilen bir “program” açıkladı. Bu açıklama hiç zaman yitirilmeden, istenilenleri yerine getirmenin göstergesi olarak; sürmekte olan Paris Anlaşması görüşmelerinde büyük devletlerin bilgisine sunuldu. Bu davranış, ABD gezilerine gitmeden önce, kendisinden istenen yasaları acele olarak çıkaran politikacıların bugünkü tavrıyla hemen aynı anlayışın ürünüydü.

Islahat Fermanı, Batıya bağlanma sürecini tamamlayan üçüncü girişim oldu. 1838 Ticaret Anlaşması, Osmanlı sanayi ve ticaretini Avrupa’nın denetimi altına sokmuştu. 1854’te başlayan borçlanma süreci aynı işi mali alanda yapmıştı. 8  Şimdi, idari ve hukuksal düzenlemeler yapılacak ve Osmanlı İmparatorluğu tam olarak yarı–sömürge haline getirilecekti.

Hukuksal Düzenlemeler: Ayrıcalıklar

Islahat Fermanı’yla batılılara verilen sözler, üstlenilen yükümlülüklere göre: Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Hıristiyan uyruklara, Fatih zamanında tanınmış olan eski hak ve ayrıcalıklar yeniden uygulanacak, sosyal haklar, vergi yükümlülüğü, askerlik, eğitim ve devlet memurluğuna atanma gibi konularda, Hıristiyan tebaaya onları Müslümanlarla eşit kılan yeni haklar tanınacaktı. Bu haklar ek bir fermanla ilan edilecekti. Din ve mezhep farkı gözetilmeksizin Osmanlı tebaasının tümünden, eşit olarak vergi alınacaktı. İltizam sistemi (vergi miktarının ve toplanmasının mültezim denilen kişilerce belirlendiği Osmanlı vergi sistemi) ortadan kaldırılacak ve bir daha uygulanmayacaktı. Yabancı uyruklulara, Osmanlı ülkesinde mülk edinme ve arazi satın alma hakları tanınacak, bu hak kutsal yerler (Hicaz) dışında, ülkenin her yerinde geçerli olacaktı. Ceza hukukunda; işkence yasaklanıp önlenecek, suçluların mülklerine devletin el koyması yöntemi kaldırılacak ve cezaevlerindeki yöntem ve kurallar insan haklarına uygun hale getirilecekti. Ceza davaları için karma mahkemeler kurulacak ve bu mahkemelere özgü yeni ceza yasaları çıkarılacaktı. Patrikhanenin ve müslüman olmayan dini kuruluşların, hukuksal ayrıcalıkları daha da genişletilecek, Patrikhane ve Müslüman olmayan dinsel kuruluş temsilcileri, il ve ilçe meclisleri ile Ahkam-ı Adliye (Hukuk Kuralları) kurumlarında temsilci bulundurabileceklerdi. Batı kültürüne önem verilecek, Batı’dan öğretmenler getirilecek ve eğitim yatırımları için Avrupa’dan yardım alınacaktı. 9 

Azınlık Ayrıcalığı

Islahat Fermanı’nın kaçınılmaz sonucu, İmparatorluk içinde yaşayan Müslüman olmayan uyruklar içinde, milliyetçi hareketlerin yükselmesi oldu. Türkler, kendi ülkelerinde ekonomik ve sosyal yetmezlik içinde ümmet olarak yaşarken, ekonomik ve kültürel gelişkinlik içindeki azınlık milliyetleri adeta bir “anayasaya” kavuşmuşlardı. Değişik etnik ve dinsel unsurları “Osmanlılık” ideolojisi çerçevesinde birleştirmeyi amaçlayan Ferman, İmparatorluğu değil, azınlık milliyetleri kendi içinde birleştirmişti.

Osmanlı Hıristiyanları, her geçen gün güçlenip daha ayrıcalıklı duruma gelirken, Türk halkı, yoksulluğun ve ezilmişliğin ağır baskısı altındaydı. Çaresizlik içinde kabuğuna çekilen Anadolu halkının sığınacağı tek şey, elinden alınamayan inançları ve dini oluyordu.

Islahat Fermanı’nın açıklanmasından, Tanzimat döneminin sona erdiği kabul edilen 1876 yılına dek geçen 20 yıl içinde, ülkenin birçok yerinde ayaklanmalar çıktı ve toprak kayıpları meydana geldi. 1856 yılında Eflak ve Boğdan’a (Romanya) özerklik tanındı, beş yıl sonra Lübnan Sancağı özerkleşti, 1862’de Karadağ ayaklanması ortaya çıktı, dört yıl sonra Mısır Valisi İsmail Paşa’nın isteği doğrultusunda valiliğin babadan oğula geçmesi kabul edildi, bir yıl sonra Girit’deki ayaklanmalar, Girit’e yeni ve özel bir yönetim biçimi verilmesine neden oldu, 1875’te Hersek’te ayaklanma çıktı ve 1876 yılında Bulgarlar bağımsız devlet kurmak için ayaklandılar. 1918 Mondros Anlaşması’na dek geçen süre içinde İmparatorluk dağıldı ve 1920 Sevr’iyle, Türk egemenliği, Anadolu’nun ortasında 120 bin kilometrekarelik bir alana sıkıştırıldı.

Cumhuriyet’in Devraldığı

1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti; Tanzimatla başlayan 84 yıllık ağır sömürü döneminin, sürekli savaşların ve ekonomik çözülmenin tükenme noktasına getirdiği bir toplum içinden çıktı. Kurtuluş Savaşı bittiğinde azalan nüfusuyla Türkiye; toprakları ekilemeyen, sanayi ve ticaretten yoksun, yıkıntı halinde bir ülkeydi. Bütün gelir kaynakları, doğal varlıkları, madenleri ve en iyi toprakları, yüz yıl boyunca yabancılar tarafından sınırsızca kullanılmıştı. Sömürü, o denli ağır ve yaygındı ki, yer altı-yerüstü değerleriyle dünyanın en varsıl bölgelerinden biri olan Anadolu, dünyanın en yoksul insanlarının yaşadığı bir bölge haline gelmişti. Tarım çökmüş, ticaret durmuştu. Sanayi üretimi yoktu. İnsanlar kendini besleyemiyordu. Eğitimsizlik yaygın, hastalıklar çok fazlaydı. 1838 Türk-İngiliz Serbest Ticaret anlaşmasıyla başlayan Tanzimat dönemi ülkeyi mahvetmişti. Cumhuriyet’in, geçmişten aldığı miras buydu.


 1  “Azgelişmiş Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, Belge Y., 2.C., 7.Bas, sf.73-74
 2  “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi”, İletişim Y., 6.C. sf.1793
 3  “Büyük Larousse” Gelişim Yay. Sf.3469
 4  a.g.e. sf.3469
 5  “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi”, İletişim Y., 6.C., sf.1794
 6  “Büyük Larousse” Gelişim Yay., sf.9754
 7  “Militan Atatürkçülük” Vural Savaş, Bilgi Yay. 2001, sf.35
 8  “Azgelişmiş Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, Belge Yay., 7.Baskı 2001, sf.96
 9  “Büyük Larousse” Gelişim Yay. Sf.5494 ve “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” Stefanos Yerasimos, Belge Yay., 7.Baskı 2001, Sf. 96–128


Metin AYDOĞAN, 2 Aralık 2013
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Batılılaşma Serüveni / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Cmt Ara 07, 2013 14:46

Batılılaşma Serüveni -3 (Avrupa Birliği)

1838 yılında İngiltere’yle imzalanan Serbest Ticaret Antlaşması, günümüzdeki Avrupa Gümrük Birliği Protokolüne; 1839 da başlayan Tanzimat uygulamaları ise, Avrupa Birliği uyum düzenlemelerine denk gelir. Konu incelendiğinde, tarihin yüzyetmişbeş yıl sonra bu denli yinelenmiş olması çoğu kimseye şaşırtıcı gelecektir. Tarihten ders alınmadığı için, yaşananlar yeniden yaşanmıştır. Tanzimat Osmanlıyı çökertti, Avrupa Birliği Türkiye’yi yok oluşa götürüyor. Bu gerçeğin görülmesi gerekir. Bu amaçla, Tanzimat uygulamalarıyla Avrupa Birliği ilişkilerini içeren çalışmayı üç bölüm olarak ard arda yayınlayacağız. Okuyunuz ve değerlendiriniz.

Yakın Geçmiş

Avrupalılar, 20.yüzyıl içinde kümelere (gruplara) ayrılarak iki kez savaştı ve birbirlerine ölçüsüz zarar verdi. Her iki savaşın da nedeni, ekonomik yarışma ve pazar paylaşımıydı. Paylaşım savaşlarının yol açtığı yitikleri birlikte yaşayan Avrupalılar şimdi, pazar gereksinimini silahlı çatışmaya varmadan çözebilmenin yol ve yöntemlerini aradılar. Bu arayışın somut sonucu Avrupa Birliği oldu.

Yirmi yıl arayla ortaya çıkan iki büyük savaş seksen milyon insanın ölümüne, ölçülemeyen maddi zarara yol açtı. Her iki savaşın da temelinde, büyük bir sanayi gücüne ulaşan ancak bu güce yeterli gelecek sömürgesi bulunmayan Almanya, ABD ve Japonya’nın dış pazar gereksinimleri vardı. 20.yüzyıl başında Dünya’nın büyük bölümünü sömürge haline getirmiş olan İngiltere ve Fransa, sahip oldukları hegemonya alanlarını korumak, diğerleri ise bu alanlardan pay almak istiyorlardı; dünya yeniden paylaşılmalıydı, birinci savaşın nedeni buydu.

Yinelenen Savaş

İkinci Dünya Savaş’ı, birincisinin yinelenmesi gibiydi. Avrupa’yı “yerle bir” eden savaş elli milyon insanın ölümüne neden oldu. Batılı büyük devletler, yine kendilerinin çıkardığı bu savaştan da büyük yitiklerle çıktı.

Birinci Savaştan sonra kurulan ve “yalnız” olan Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Avrupa’nın tümünü ele geçirdi, azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkisini arttırdı ve süper bir güç haline geldi. Her iki savaşta da uğrunda savaşılan, on milyon kilometrekarelik toprağı ve bir milyar nüfusuyla Çin sömürge olmaktan kurtuldu ve “sosyalist” bir düzen kurmaya girişti. Batılılar için “kayıp” gerçekten çok büyüktü.

Savaşsız Yarışma (Rekabet)

Batı’nın devlet yetkilileri ve onlara yön veren sermaye güçleri, aralarında yapacakları üçüncü bir savaşın kendi varlıklarının sonunu getirebileceğini görüyorlardı. Savaşlardan sonra dünyaya verilecek yeni biçimde, herkese yetecek, ortak kullanılacak ve sürekli olacak bir pazar işleyişinin kurulması gerekiyordu.

Ancak, “daha çok üretim, daha çok kâr ve sürekli kâr” işleyişinin geçerli olduğu sermaye düzeninin sürekliliği demek, “sonsuz genişlikte bir pazarın” yaratılması demekti. Oysa ülkelerin ve dünyanın sınırları sonsuz değildi.

Belli dönemlerde güçlenerek ülkeleri ele geçirenler, daha sonra zamana ve gelişim farklılıklarına bağlı olarak, ele geçirdikleri ülkelerden pay isteyen güçlü rakiplerle karşılaşıyorlardı. Bu ise çatışma demekti ve çatışma, emperyalist sistemin zorunlu bir sonucuydu. Tekelci kapitalizm var oldukça çatışma kaçınılmazdı ama ertelenmesi ya da geciktirilmesi mümkündü. Genişletilmiş ortak pazarlar, bu amaca hizmet edebilirdi.

Pazarı Ortak Kullanma

Ortak pazarlar, bu sistemin bir ürünü olarak ortaya çıktılar ve zaman içinde geliştiler. İkinci Dünya Savaşı öncesinde, her biri bir başka büyük devletin kullanım alanına giren ülke pazarları, ayrı ayrı ve yalnızca bir egemen devlet tarafından kullanılıyordu. Savaştan sonra, ülke pazarları birbirine bağlanarak; geniş, alım gücü yüksek ve her ülkenin kendi gücü oranında yararlanabileceği “ortak pazarlar” haline getirildi.

Silahlı çatışmadan kaçınmak için geliştirilen “ortak pazar” girişimi, büyük güçler arasındaki ticari rekabeti ortadan kaldırmadı ama batılı devletlerin kendi aralarındaki yeni bir silahlı çatışmayı, elli yıldan fazla bir süre ertelemeyi başardı.

Avrupalılar bu “başarıyı”, 15 Aralık 2001’de yaptıkları Laeken Zirvesi’nde devlet başkanlarının imzasıyla yayınladıkları Bildiride şöyle dile getirdiler: “Avrupa Birliği bir başarı öyküsüdür. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir Avrupa barış içinde yaşıyor.. Birlik, Avrupa tarihinin, İkinci Dünya Savaşı ve onu izleyen yapay bölünme sayfasını nihayet kapatabilecektir. Bunca zaman sonra Avrupa, elli yıl önce altı ülkenin liderliğinde olduğundan farklı bir yaklaşım gerektiren gerçek bir dönüşümle, kan dökülmeden büyük bir aile olma yolundadır.” 1 

Türkiye’nin Tutumu

Ekonomik ve siyasal düzen, tarihsel birikim, toplumsal yapı, inanç ve kültürel farklılıklarla kendine özgü yaşam biçimine sahip Türkiye, o zamanki adı Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olan girişime katılmak için hiç düşünmeden başvurdu.

Oysa Türk toplumunun bu yapıyı oluşturan Avrupalılarla bin yıl eskiye giden çelişkileri vardı. Çatışmalarla dolu tarihsel birikim ve bu birikimin oluşturduğu gerilim ve ayrılıklar, varlığını canlı bir biçimde sürdürüyordu. Bu iki toplumun aynı, idari yapı içinde kaynaşarak bütünleşmeleri mümkün değildi. Toplumsal ve tarihsel gerçekliğin somutluğuna karşın Adnan Menderes hükümeti, hiçbir araştırma ve bilgiye sahip olmadan AET’na üyelik için başvurmuştu.

1963'den 1995'e; Gümrük Birliğine Giden Yol

Türkiye, 12 Eylül 1963 tarihinde AET ile Ankara Anlaşması’nı imzaladı. Anlaşmayı imzalayan, batılı devletlere karşı verilen Kurtuluş Savaşı’nda “Garp Cephesi Komutanı” olan, Lozan’da ulusal egemenlik hakları için büyük mücadele veren İsmet İnönü’ydü.

Lozan’da, 1838 Ticaret Anlaşması’nın Türkiye’yi sömürgeleştirdiğini ileri süren, hiçbir imtiyaz önerisini kabul etmeyen ve gümrük bağımsızlığı için çok sert bir mücadele veren İsmet İnönü, Cumhuriyet’in ilanının 40.yılında gümrüklerden ve korumacılıktan vazgeçilen Ankara Anlaşmasını kabul etmişti. 2 

İlginç bir rastlantı olarak, NATO’ya üyelik için İnönü başvurmuş (1949), anlaşmayı Menderes imzalamış (1952), AET’ye ise Menderes başvurmuş (1959), İnönü imzalamıştı (1963). Menderes Hükümeti, AET ortaklık başvurusunu, ABD’nin onayını alarak yaparken; başvuru konusunu, ne TBMM’ne getirmiş, ne de CHP’ne bilgi vermişti.8

Olmayacak Duaya Amin

Ankara Anlaşması, Türkiye’yi tam üye değil, ne anlama geldiği belli olmayan “ortak üye” olarak kabul ediyor ve Türkiye’yi üye yapmayacağını daha işin başlangıcında ortaya koyuyordu. Fransa Cumhurbaşkanı General De Gaulle 1962 yılında; “Yunanistan’ın aksine Türkiye büyük bir ülkedir, AET’ye girmesi şart değildir” derken, Fransa ve İtalya Türkiye’nin “Kendi ihraç ürünlerinin yerini alacağından” çekiniyordu. 3 

Üye yapılmak istenmeyen Türkiye’nin, Doğu’ya yakınlaşmasından da endişe ediliyor ve bu endişenin giderilmesi için bir “ara formül” bulunmaya çalışılıyordu. De Gaulle’ün geliştirdiği ve AB’nin bugüne dek sürdürdüğü Türkiye politikasının temelini oluşturacak olan “ara formül” şuydu: “Türkiye ne tamamen dışarı itilmeli ne de içeri alınmalıdır.” 4 

Türkiye’de Olanlar

Türkiye’nin Ankara Anlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’na girmek ve Ortak Pazar’a katılmak için girişimde bulunması; aynı bugünkü gibi, Meclis’te temsil edilen partilerin tümü tarafından “büyük bir istekle” desteklendi ve AET’na katılmak devlet siyaseti haline getirildi.

Adalet Partisi (AP), Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Yeni Türkiye Partisi (YTP), Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi(CKMP) sözcüleri; Meclis Kürsüsünden, “Avrupa ile entegrasyonun önemini” vurgulayan “ateşli” konuşmalar yaptılar. CHP–YTP–CKMP Koalisyonu Dışişleri Bakanı Ferudun Cemal Erkin: “Ana amacımız, Avrupa ekonomik entegrasyonu ve bunu takip edecek olan siyasi entegrasyon hareketinin dışında kalmamaktır” 5  dedi.

CHP Kocaeli Milletvekili Nihat Erim; “Yunanistan’ın Ortak Pazar’a girmesi, ne kadar politik bir zorunluluk ve Avrupa’nın bütünlüğü için ne kadar önemliyse, Türkiye’ninki bundan iki kat daha önemlidir. Biz demir perde ülkeleriyle sınırı olan bir ülkeyiz. Batılı müttefiklerimiz ve batılı dostlarımız tarafından kucaklandığımız hissi yüreklerimizden eksik olmamalıdır” 6 ; AP İzmir Milletvekili Ali Naili Erdem; “Avrupa Ortak Pazarı, Gümrük Birliği’ne doğru gitmektedir. Bu gidişin milletlerarası bağlılığın varacağı sonuçlarından ülkemizin uzak kalması düşünülemez” 7  biçiminde açıklamalar yaptı.

Ankara Anlaşması’nın Meclisçe onaylandığı 4 Şubat 1964 tarihinde, AP Gurubu adına görüş bildiren E.Yılmaz Akçal’ın sözleri, bugün de çok yaygın olarak kullanılan söylemin hemen aynısıydı; “Ortak Pazar’a katılmamız Türkiye’nin batılılaşma hareketinin en önemli adımlarından biridir.” 8 

Tarih Affetmez

Ankara Anlaşması, 1995 yılında kabul edilen Gümrük Birliği Belgesi’yle sonuçlandı. Türkiye ulusal pazarını Avrupa sermayesine tam olarak açtı ve yeniden Batı’nın yarı–sömürgesi durumuna geldi. Gelinen yer, sürdürülen politikaların doğal ve kaçınılmaz bir sonucuydu.

“Batılılaşmak” ya da “Avrupalı olma” anlayışı Türkiye’de, kesintisiz bir biçimde uygulanan geçerli politika haline getirilmişti. 1938’den sonra, pek çok hükümet kurulmuş, seçimler yapılmış, muhtıra ve darbeler gerçekleştirilmiş ancak, Tanzimat Batıcılığı hep egemen siyaset olarak kalmıştı. Anlaşmayı imzalayanlar, sonucun bugünkü duruma geleceğini belki bilmiyorlardı. Ancak tarih “bilmeyenleri” affedecek kadar “yufka yürekli” değildi. Sonuç kaçınılmazdı. “Aynı akvaryuma salınan büyük balık küçük balığı yutacaktı.” 9 

Üye Yapmadan İlişki Geliştirmek

Ankara Anlaşması, Türkiye ile AET arasında “ortaklık” rejiminin uygulanması ve gelişmesi için bazı organlar kurulmasını öngörüyordu. Ortaklık Konseyi, Ortaklık Komitesi, Türkiye–AET Karma Parlamento Komisyonu ve Gümrük Birliği Komitesi adlarıyla organlar kuruldu.

Türk yöneticiler bu tür organların kurulmasını, Türkiye’ye verilen önemin göstergesi saydılar. Ve Türkiye’yi AET üyeliğine götürecek olan bir girişim olduğunu sandılar. Avrupalıların Türkiye’ye “önem” verdikleri doğruydu. Ancak bu önem, Türkiye’nin AET içine alınıp ortak yapılmasını değil, üye yapmadan “ilişkilerin geliştirilmesini” amaçlıyordu; organlar bu amaçla kurulmuştu.

1 Aralık 1964’den sonra yürürlüğe giren Ankara Anlaşması’yla, Türkiye–AET ilişkileri “tam üyeliğe” ulaşana dek; “Hazırlık”, “Geçiş” ve “Son Dönem” adlarıyla üç döneme ayrıldı. Türkiye bu dönemlerde, üzerine düşen tüm yükümlükleri yerine getirdi.

Oysa AET Türkiye’yi “tam üyeliğe” almamaya baştan karar vermişti. Avrupalılar kendi sorunlarını çözmek için biraraya gelmişlerdi. Nüfusu ve sorunları bol, kendisine yabancı Türkiye’yi aralarına almak, AET oluşumunun amaçlarına uygun değildi. AET, onlar için, yalnızca ekonomik bir örgütlenme değil, tarihsel kökleri eskiye giden, siyasi birliği amaçlayan bir girişimdi. Bu örgütlenmede eşit koşullara sahip bir Türkiye’nin yeri olamazdı.

Batıya Tutkunluk

AET, başlangıçta Türkiye’nin topluluğa girebilecek düzeyde kalkınmasını istiyor göründü. “Hazırlık Dönemi”nde Türkiye’ye herhangi bir yükümlülük getirmedi. Türkiye’nin ihracatında ağırlığı olan tütün, fındık, kuru incir ve üzüme belirli koşullar altında bazı gümrük indirimleri uyguladı. Avrupa Yatırım Bankası aracılığıyla 175 milyon dolarlık bir fonu, anlaşma amaçları çerçevesinde kullanılmak üzere Türkiye için ayırdı.

“Hazırlık dönemi”nin bu iki basit ödünü, Türk yöneticilerin çok hoşuna gitmişti. “Hazırlık Dönemi”nin süresi bitmeden Türkiye AET’den “Geçiş Dönemi” koşullarının görüşülmesini istedi ve 23 Kasım 1970’de “Katma Protokol” imzalandı.

Protokol’ün imzalandığı günlerde AP Gurubu adına Meclis’te bir konuşma yapan Zonguldak Milletvekili Cahit Karakaş şunları söyledi: “Türkiye’nin ekonomik ve siyasi menfaatleri daima Avrupalı olmakta, Batılı olmaktadır. İşte bu sebeple Türkiye 1963 yılında, Batı ile Ortak Pazar Antlaşması imzalamıştır. Sayın İsmet İnönü o zaman, antlaşmayı imza eden hükümet başkanı olarak, ‘Bu antlaşma Türkiye’nin ilelebet Avrupalılaşmasını temin edecektir’ demişti.. Türkiye’nin kendi ihraç ürünlerine pazar bulabilmesinin zorunlu gereği, ekonomik ilişkileri öteden beri daima Batı ile sürdürmüştür.. Doğu bloku devletleriyle ticaret, plan hedeflerimize ve ilkelerimize aykırı düşmektedir.” 10 

Katma Protokol; Aldatıcı Tutum

Katma Protokol Türkiye’ye kullanamayacağı, daha doğrusu ekonomik gelişme düzeyi nedeniyle kullanması mümkün olmayan hakları vermiş görünüyordu. Türkiye, “eşit” koşullar altında Avrupa sanayi ürünleriyle rekabet edebilecek bir sanayi yapısına sahip değildi; sınırlı sektörlerde oluşma aşamasında olan cılız sanayinin korunmaya gereksinimi vardı. Avrupa rekabetine açılmak bunların yok olması demekti.

AET, mali protokoller çerçevesinde Türkiye’ye on yılda yaklaşık 3,5 milyar dolar yardımda bulunacak, Türk işçileri Avrupa’nın her ülkesinde serbestçe dolaşacaktı. Türk tekstil ürünlerine kota uygulanmayacak, “anti–damping” uygulamaları yapılmayacaktı.

Bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Buna karşın Türkiye, büyük bir “istek” ve “disiplin” ile kendi üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmeyi sürdürdü. 1984–1994 arasında uyguladığı ekonomik politikalarla kapılarını Avrupa’ya hızlı bir biçimde açtı. Katma Protokol çerçevesinde 12 ve 22 yıllık listelerde gümrük indirim taahhütlerini yerine getirdi. 1995’e gelindiğinde Avrupa Birliği malları Türkiye pazarında, diğer ülke mallarına karşı belirgin bir biçimde imtiyaz üstünlüğüne sahip hale gelmişti. Ulusal sanayi büyük darbe almıştı.

Kabul Etmemenin İlanı: "Teknik Rapor"

Türkiye, Katma Protokol’ün öngördüğü yükümlülüklerini yerine getirmiş olmanın heyecanıyla, 14 Nisan 1987’de tam üyelik için başvurdu. AET, üyelik başvurusunu reddetmekle kalmadı, Türkiye’nin tam üyelik konusunu Birlik’in gündeminden çıkardı. Bu olumsuz davranışa karşın Başbakan Turgut Özal, konuyla ilgilenen herkesi şaşkına çeviren şu sözleri söyledi: “Türkiye Avrupa Birliği’ne alınmasa da Gümrük Birliği’ne gireceğiz.” 11 

Avrupa Topluluğu Bakanlar Konseyi, Türkiye’nin üyelik başvurusunu 27 Nisan tarihinde, gerekli incelemeyi yapmak için AT Komisyonu’na gönderdi. Komisyon tüm birimlerine, Türkiye’nin Topluluğa katılmasının sonuçlarını ve etkilerini değerlendirmek için gereken tüm bilgi ve belgeleri toplama talimatını verdi.

Yapılan kapsamlı araştırmalar sonunda, 10 sayfalık “Görüş” ile buna ekli 125 sayfalık bir “Teknik Rapor” ortaya çıktı. Komisyonun Konseyce benimsenen raporunda şu tür saptamalar yer alıyordu: “Türkiye’nin özel durumunda iki konu önemlidir. Türkiye büyük bir ülkedir. Herhangi bir Topluluk üyesi devletten daha büyük bir coğrafi alanı vardır ve nüfusu ileride daha da artacaktır. Genel gelişmişlik düzeyi Avrupa ortalamasının çok altındadır. Türkiye’nin yapısal fonlara dahil edilmesinden gelecek mali yük, yükten bile daha ağır olacaktır. Türk işgücünün Topluluk emek pazarına girişi, işsizliğin Topluluk içinde yüksek düzeyde olmaya devam ettiği bir süreçte korku vermektedir.. Avrupa’nın tamamı bir değişim içindeyken ve Topluluğun kendisi büyük değişimlerden geçerken, bu aşamada Türkiye ile katılım müzakerelerine girilmesi uygun ve yararlı olmayacaktır. Buna karşın Komisyon, Türkiye’nin Avrupa’ya doğru genel açılımının dikkate alınmasını ve Türkiye ile işbirliğinin sürdürülmesi gerektiğine inanmaktadır..” 12 

Avrupa Topluluğu, Türkiye’nin üyelik başvurusunu reddetme kararı alırken; aynı kararda, “Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi” yönünde bir “işbirliği programı” nı kabul etti. “Türkiye’yi dışarıda tutarak ilişkileri sürdürme” ya da daha açık söylemiyle, “Türkiye pazarını onu üye almadan kullanma” isteminin somut ifadesi olan ve adına Matutes Paketi denilen “İşbirliği Programı”nın en önemli maddesi, Türkiye pazarının Avrupa’ya tam olarak açılmasıydı.

Bu açılma, Türkiye ile Avrupa Topluluğu’nun 1995 yılı sonunda kabul ettikleri Gümrük Birliği uygulamasına geçilmesiyle tamamlanacaktır. Avrupa yararına tek taraflı işleyişiyle getirilen bu uygulama, tam anlamıyla bir sömürgecilik ilişkisiydi.

Kapitülasyon Anlaşması

Türkiye Avrupa Birliği ile yaptığı ve hala yürürlükte olan Gümrük Birliği Protokolü, Kemalizmin üzerinde yükseldiği ulusal tam bağımsızlık kavramının yadsınmasıydı ve bu nedenle Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin kabul edebileceği bir anlaşma değildi. Anlayışını 19.yüzyıl sömürgeciliğinden alan Gümrük Birliği Protokolü’yle Türkiye ekonomik, siyasal ve hukuksal hükümranlık haklarını, üye olmadığı bir dış güce devretmeyi kabul ediyor ve kendisini Avrupa’nın bir yarı–sömürgesi haline getiriyordu.

Gümrük Birliği Protokolü tam ve tartışmasız bir biçimde ağır bir kapitülasyon anlaşmasıydı ve şu koşulları içeriyordu;

1. Türkiye Gümrük Birliği’ne girmekle, organlarında yer almadığı bir dış örgütün tüm kararlarına uymayı önceden kabul ediyordu. Türkiye’nin karşı oy verme, kabul etmeme ya da erteleme gibi hakları bulunmuyordu.

2. Türkiye, Gümrük Birliği Protokolü’yle, dış ilişkilerini belirleme yetkisini Avrupa Birliği’ne devrediyordu. Türkiye, Avrupa Birliği’nin üye olmayan üçüncü ülkelerle (tüm dünya ülkeleri) yaptığı ve yapacağı bütün anlaşmaları önceden kabul ediyordu. (16 ve 55 maddeler)

3. Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle, herhangi bir dünya ülkesiyle Avrupa Birliği’nin bilgi ve onayı dışında ticari anlaşma yapmamayı kabul ediyor, yapması durumunda Birliğe anlaşmayı engelleme yetkisi veriyordu. (56.madde)

4. Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle, Avrupa Birliği’nin GB ile ilgili olarak alacağı bütün kararlara paralel kanunlar çıkarmayı önceden kabul ediyordu. (8.madde)

5. Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle, içinde hiçbir Türk hakimin olmadığı Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın bütün hukuki kararlarına tam olarak uymayı önceden kabul ediyordu. (64.madde)

6. Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle, ulusal pazarını rekabet etmesinin mümkün olmadığı Avrupa mallarına açıyor, gümrük vergilerini sıfırlıyor, tüm fonları kaldırıyordu.

Yıkıma Giden Yol

Gümrük Birliği Protokolü’nün koşulları Türkiye açısından gerçekten çok ağır ve yıkıcıydı. Avrupalılar, bu denli ağır ve tek yanlı bir anlaşmayı Türkiye’ye bu denli kolay kabul ettirmenin mutlu şaşkınlığına uğramışlardı. Avrupa Parlamentosu’ndaki görüşmeler sırasında söz alan bir parlamenter şunları söylemişti: “Türkiye’yi çok ucuza satın alıyoruz. Bu bizim yararımıza olmayacaktır.” 13 

Fransa’nın Ankara eski Büyükelçisi Eric Routeau’nun Protokol’le ilgili sözleri bir büyükelçiden beklenmeyecek kadar açık ve netti: “Türkiye, büyük ödünler verdiği çok haksız bir anlaşmaya imza attı. Bu anlaşma yeniden düzenlenmezse, Türkiye’nin ekonomisi açısından bir felaket olur. Avrupa pazar istiyordu, istediğini fazlasıyla elde etti.” 14 

Almanya Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel’in sözleri ise acı gerçeğin belki de en somut ifadesiydi: “Türkiye bizim Cezayirimizdir.” 15 

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı Alman Leni Fisher’in, Türkiye’nin GB’yi kabul etmesi konusunda 24 Ocak 1996 tarihinde söylediği sözler gerçek durumu ortaya koyan açık sözlerdi: “Avrupa’nın Ortadoğu’da çok önemli rol oynayan bir Türkiye’ye ihtiyacı vardır.” 16 

AB Türkiye’yi Hiçbir Zaman Üyeliğe Almayacaktır

Gümrük Birliği uygulamalarının neden olduğu ekonomik yıkım, giderilmesi giderek zorlaşan ulusal sorunlar olarak Türk halkının karşısına dikilmektedir. Ancak yaşanan bunca olumsuzluğa karşın, yalana ve yanlışa dayanan AB politikaları, toplumsal yaşamın tümünü kapsayacak biçimde ısrarla sürdürülmektedir.

Politikacılar ve büyük sermaye çevreleri, AB’ne verilen ödünlerin yetersiz olduğunu, daha çok ödün verilmesi gerektiğini, AB’ne ancak bu yolla üye olunabileceğini söylemektedirler. İleri sürülen bu sav, söylem düzeyinde bırakılmamakta ve yasal zemini oluşturulan uygulamalar halinde yaygınlaştırılmaktadır. Oysa, Avrupa Birliği Türkiye’yi hiçbir zaman tam üyeliğe almayacaktır. Çünkü;

1. Gümrük Birliği, Avrupa Birliğine üye olmak için verilen ulusal bir ödündür. Ekonomik gücüne ve yönetim sistemine güvenen Avrupa ülkeleri, ortaklıktan elde edecekleri yararları düşünerek gümrüklerini diğer ülkelere açmışlardır. Türkiye, ortaklık haklarını elde etmeden pazarını Avrupa’ya açmıştır. “nimet”’i olmayan bir “külfet”’e katlanmış, kendisini de Avrupa için “külfetsiz nimet” haline getirmiştir. Bu nedenle tam üyeliğe alınmasının gereği ortadan kalkmıştır.

2. Avrupa büyük boyutlu ekonomik ve sosyal sorunlarla karşı karşıyadır. Daralan dünya pazarları, şiddetlenen uluslararası rekabet, işsizlik, üretimsizlik ve sosyal güvenlik sorunları giderek büyüyen dalgalar halinde Avrupa’yı sarmaktadır. AB kendisini ABD ve Japonya’ya karşı korumaya çalışmaktadır. Amacı siyasi birliktir. “Avrupa Birleşik Devletleri” olarak ifade edilen oluşumda Türkiye’nin yeri yoktur. Olması da mümkün değildir.

3. Türkiye, AB’ye göre sorunları çok daha fazla olan farklı yapıda azgelişmiş bir ülkedir. Böyle bir ülke Avrupa için “ortak” değil ancak “pazar” olabilir. Yüzde 10’u aşan kronik işsiz oranıyla Avrupa’nın, kalabalık nüfusu ve yüzde 26 işsizi olan Türkiye’yi tam üyeliğe alarak ona serbest dolaşım hakkı tanıması demek, çözmekte yetersiz kaldığı Avrupa işsizliğinin katlanarak artması demektir. Böyle bir gelişme ise AB’nin gözünde “Viyana kapılarında durdurulan” Türklerin Avrupa’yı bu kez “kılıçsız istila” etmesidir.

4. Türkiye tam üyeliğe kabul edilmesi halinde, temsil haklarının nüfusa göre belirlendiği Avrupa Birliği içinde, Birliğin en etkin birkaç ülkesinden biri olacaktır. Avrupa Parlamentosu’nda 91 milletvekili (Almanya 99, İngiltere ve Fransa 87), Bakanlar Konseyi’nde 10 oy (Almanya, İngiltere ve Fransa 10) ve AB Komisyonu’nda 2 komiser (Almanya, İngiltere ve Fransa 2) ile temsil edilecektir. Yüzyıllardır (1923–1938 arası hariç) Avrupa’nın yarı–sömürgesi durumunda olan Türkiye, Avrupa’yı yöneten bir ülke haline gelecektir. Kendi ülkelerini “yönetemeyenler” Avrupa’yı “yöneteceklerdir”. Böyle bir durum, Avrupalılar için değil kabul etmek gerçek bir “kabus” tur.

5. Türkiye tam üye olması halinde, AB’nin yürürlükteki sistemi gereğince, Birliğin “az gelişmiş yörelere yardım fonundan” her yıl yaklaşık 17,5 milyar dolar yardım alması gerekecektir. Böyle bir durum, pazar ve para için 20.yüzyıl içinde milyonlarca insanın öldüğü iki dünya savaşı çıkaran Avrupalıların, “akıllarından bile geçiremeyecekleri” bir gelişmedir.

6. Avrupalılar, Türklere yüzyıllardır ırkçı ve dinci gözlüklerle bakmışlardır. Avrupalılar için Türklerin yaşam tarzları, kültürel gelenekleri ve dini inançları, aynı siyasal oluşum içinde birlikte olunamayacak kadar kendilerinden uzaktır. Bu durum Türkler için de geçerlidir. Avrupa her geçen gün daha fazla kendi içine kapanmakta ve kendini özellikle ABD ve Japonya’ya karşı mücadeleye hazırlamaktadır. Yarattığı ekonomik–siyasi oluşum içinde Türkiye’nin gerçekten “yeri yoktur.”


 1  http://www.eu2001.behttp://europa.eu.İnt;ak.Hürriyet 24.12.2001
 2  “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, İst. Mat. 1974, 3.Cilt, sf. 1707
 3  “Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliğine Bakışı”, Hülya Yalçınsoy–Adil Aşırım, SUDE AJANS Ekim 2000, sf. 24
 4  a.g.e. sf. 24
 5  a.g.e. sf. 25
 6  a.g.e. sf. 26
 7  a.g.e. sf. 26
 8  a.g.e. sf. 29
 9  “Yeni Dünya Düzeni Kemalizm Türkiye” Metin Aydoğan, Umay Yayınları, 12.Baskı 2002, sf. 881
 10  “TBMM Tutanak Dergisi” 14.12.1970, sf. 284–294, ak. Hülya Yalçınsoy–Adil Aşırım a.g.e. sf. 64–65
 11  “Avrupa Çıkmazı” Erol Manisalı, Otopsi Yayınları 2001, sf. 130
 12  “Dünden Bugüne Türkiye–Avrupa Birliği İlişkileri” Dr. Esra Çayhan, İstanbul 1997, sf. 307, ak. Hülya Yalçınsoy–Adil Aşırım, “Türkiye’de Siyasi Partilerin Avrupa’ya Bakışı” SUDE AJANS, Ekim 2000, sf. 172–179
 13  “Lake’e Ankara’da Düş Kırıklığı” Cumhuriyet 16.01.1996
 14  “Gümrük Birliği Dönemecinde Türkiye, Gümrük Birliği Ne Getirdi, Ne Götürdü?” R.Karluk, Turhan Kit., Ank.-1997, sf. 173: ak. Yıldırım Koç, “Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri” Türk–İş Yay. No: 66 Sf. 51
 15  a.g.e. sf. 51
 16  “Avrupa Ülkeleri Türkiye’ye Muhtaç” Sabah 25.01.1996


Metin AYDOĞAN, 7 Aralık 2013
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Batılılaşma Serüveni / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Prş Ara 12, 2013 16:29

Batılılaşma Serüveni -4 (Gümrük Birliği)

13 Aralık, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile imzaladığı Gümrük Birliği Protokolü’nün yıldönümüdür. 18 yıl önce 1995’te bir bayram havasıyla kutlanan bu girişim, Türkiye’den çok şey götürmüştür. Üye olmadığımız söz ve oy hakkımızın bulunmadığı bir dış örgüt (AB) hiçbir yükümlülük üstlenmeden Türkiye’nin içişlerine karışmış; ekonomiden kültüre, yönetim işleyişinden dış siyasetine dek her alanda istemlerde bulunmuş ve istemini yaptırmıştır. Türkiye’nin 18 yıl içinde yalnızca parasal yitiği 221 milyar dolardır. Bu, AB ile yaptığımız ticarette verdiğimiz açıktır. Gümrük Birliği girişiminin sonuçları izlenmeli ve incelenmelidir. Yıkımı önlemek için önce onun boyut ve niteliğini bilmek gerek.

13 Aralık 1995: Artık Avrupalıyız

Avrupa Parlamentosu 13 Aralık 1995 tarihinde Türkiye’nin Avrupa Gümrük Birliği’ne katılmasına karar verdi. Bu karar Türk kamuoyuna gerçek bir zafer gibi duyuruldu. Devlet ve hükümet yetkilileri, iş çevreleri, köşe yazarları bu kararla, “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşıldığını, bunun için çok çaba harcandığını” söylediler. Gazeteler, “Artık Avrupalıyız”, “Kutlu Olsun” başlıklarıyla çıktı.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “Bu sonuç Atatürk’ün çağdaşlaşma reformlarıyla başlayan gelişmenin tabii bir sonucudur. 30 yıllık bir davadır. Bu neticenin alınmasında emeği geçen herkese teşekkür ediyorum” 1  dedi.

Başbakan Tansu Çiller, “Bu bir başlangıçtır. Türklüğü çağa taşıyoruz. Kollarınızı herkese, doğuluya batılıya, kuzeyliye güneyliye; hangi düşünceye, inanca olursa olsun açın. Bu bir milli mücadeledir.. Haydi Türkiyem ileri” 2  biçiminde açıklama yaptı.

Başbakan Yardımcısı ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal “Türkiye’nin işçisi, çiftçisi, esnafı, sanatkârı ve sanayicisi bundan böyle yalnızca 60 milyonluk Türkiye için değil, 400 milyonluk Avrupa için üretim yapacaktır. GB’nin siyasal istismar konusu yapılmasına üzülerek şahit oluyorum. Bu zafer şu ya da bu partinin değil milletin zaferidir. Bu zaferin sahipleri önce Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Adnan Menderes ve Turgut Özal’dır” 3  dedi.

Almadan Vermek

Olayın Avrupa’dan görünüşü hiç de Türklerin “bayram” yapmasını gerektirecek gibi değildi. Avrupalılar, bir yandan kazançlarının muhasebesini yaparken, diğer yandan anlaşmanın kendilerine verdiği “haklara” dayanarak Türkiye’den isteyecekleri siyasi ödünleri belirliyorlardı. Uğruna savaşlar çıkarılan uluslararası pazar edinme gereksinimi Türkiye’de çok kolay giderilmiş, üstelik Türkler bunu “bayram” yaparak kabullenmişti.

Gümrük Birliği, Avrupa Birliğine üye olmak için verilen bir ödündü ve hiçbir AB üyesi ülke, tam üye olmadan Gümrük Birliği’ne girmemişti. Türkiye “nimet”i almadan “külfet”i kabul etmişti. Bu nedenle olacak, mutlu bir şaşkınlığa uğrayan AB, daha önce hiçbir üye ülkeye uygulamadığı bir yöntemle, Türkiye’nin Gümrük Birliğine katılımını Avrupa Parlamentosu’na da onaylattı. Avrupa Parlamentosu’ndaki görüşmeler sırasında söz alan bir parlamenter, şunları söylemişti: “Türkiye’yi fazla ucuza satın alıyoruz. Bu bizim yararımıza olmayacaktır.” 4 

Avrupalılar Ne Diyor

Avrupalılar o günlerde, arka arkaya açık sözlü açıklamalarda bulundular. AP sosyalist grup sözcüsü Anne Van Lencker; “GB, Türkiye’de orta ve küçük işletmeler düzeyinde iş kaybına neden olacak ve Türkiye kısa vadede sıkıntı yaşayacaktır” 5 , Avrupa Parlamentosu’nun Yunanlı üyesi Yannos Krranidiotis; “GB, ekonomi ve ticarette Türkiye’nin değil, Avrupa’nın yararına işleyecektir.” 6  1968 gençlik hareketi liderlerinden AP üyesi Daniel John Bendit; “GB Türkiye için kötü bir hediye. Ekonomik alanda güçlük çekecek olan Türkiye, politik birliğin nimetlerinden de yararlanamayacak.” 7 

Türk Hükümeti, ülkesini açık pazar haline getiriyor ve bunu “bayram” gibi kutluyor; bu pazardan yarar sağlayacak olan Avrupalı Parlamenterler ise Türkiye açısından ortaya çıkacak zararları irdeliyorlardı. Bu işte, gerçekten bir gariplik vardı.

Asyalılar Ne Diyor

Garipliği fark edenler yalnızca Avrupalılar ve az sayıdaki yerli araştırmacılar değildi. Japonya’da iktidardaki Liberal Demokrat Parti Genel Sekreteri Kanezo Muraoka, Japon Hükümetinin, Türk-Japon ilişkilerine büyük önem verdiğini belirterek, Türkiye’nin GB macerasıyla ilgili olarak şunları söylüyordu: “Bayan Başbakanınıza coğrafya dersi vermek isterdim. Çünkü ona göre Ankara’nın doğusunda hiçbir ülke yok. Hep Batı hep Batı. Türkiye Batı’ya yaklaşmak için hep Batı’dan gitmek istiyor. Oysa Batı’ya Doğu’dan da gidilebilir. Örneğin Japonya, Çin gibi ülkelerle işbirliği yapıp, kendi ekonomik durumunu düzelttikten sonra ‘Avrupalı’ olmak için çaba göstermek daha iyi değil mi?” 8 

Türkiye’nin tek yanlı bağımlılık doğuran AB politikası konusunda bir başka açıklamayı Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı yaptı. Türkmenbaşı, 57.Hükümetin Dışişleri Bakanı İsmail Cem’e, 22 Ekim 2001 günü Türkmenistan’a yaptığı resmi gezide şunları söyledi: “Sürekli olarak Avrupa’ya yaranmaya çalışıyorsunuz. Orada itibarınızı sarsmayın. Siz gitmeyin onlar size gelsin. Sizin onlara değil, asıl onların size ihtiyacı var. Tamamen Avrupa’ya yöneldiniz. Sürekli Avrupa’ya gidiyorsunuz. Bir de Ortaasya’ya gelin.” 9 

İstekler Başlıyor

GB protokolüyle Türkiye’nin uğradığı kayıplar, çok çabuk ortaya çıktı. Siyasi istekler, GB oylamasıyla birlikte gelmişti. Avrupa Parlamentosunda aynı gün yapılan bir oylamada, Türkiye ile ilgili 9 maddelik bir karar oybirliğiyle kabul edilmiş, “Kürt sorunu”ndan Kıbrıs’a, demokrasiden azınlık haklarına dek birçok istemde bulunulmuştu.

Erken Gelen Yitikler

Ekonomik göstergeler, kısa süre içinde siyasi istemlerden, çok daha kötü bir gidişi haber vermeye başladı. Ucuzlayacak denilen hiçbir ürün ucuzlamadığı gibi, gerçek bir “ithalat patlaması” yaşandı. Türkiye beyaz eşya, elektrikli ev araçları, otomobil, TV, müzik seti başta olmak üzere her türlü tüketim malları akınına uğradı. Türkiye’nin en iddialı üretim dalı tekstil ve konfeksiyonda ihracat azaldı. Üçüncü ülkelerden ucuz hammadde elde etme olanağını yitiren ilaç üretimi, hızlı ve yüksek fiyat artışlarına uğradı. Ağaç işleri, deri sanayii, tarım, mobilyacılık zor duruma düştü. Tekstilde ithalat bir yıl önceye göre yüzde 56 artarken, ihracat yüzde 4.6 geriledi. Müzik seti ihracında yüzde 219’luk bir düşüş yaşandı. 10 

İhracat-ithalat dengeleri alt üst oldu. Altı ay içinde; Almanya’dan yapılan ithalat yüzde 77,5, Fransa’dan yüzde 88.3, İtalya’dan yüzde 86.8, İsveç’den yüzde 92.9 arttı. 11 

AB Ülkeleri Protokol Kurallarına Uymuyor

Türkiye, Avrupa kökenli mallarla dolarken Avrupa Birliğine üye ülkeler, GB anlaşmasının koşullarına da uymadılar. Türkiye’nin tarımsal ürün ve tekstil ağırlıklı az sayıdaki ithal ürününe tarife dışı engeller ve kotalar koydular, anti-damping soruşturmaları açtılar. Avrupa Birliği’nin karar organlarında yer almayan dolayısıyla karar süreçlerine katılamayan Türkiye, alınan kararlara itiraz da edemedi.

Avrupa Birliği’nin 1998 yılında, tek taraflı olarak aldığı kararlar gereğince; 1 Temmuz 1998 tarihinden itibaren Türkiye’ye açılmış olan, 15 bin tonluk sıfır gümrüklü domates salçası kotası, hiçbir gerekçe gösterilmeden durduruldu. Aynı günlerde, daha önce açılacağı bildirilen 9 bin 60 tonluk ilave fındık kotası açılmadı. 16 Haziran’dan beri yürürlükte olan 14 bin tonluk gümrüksüz karpuz kontenjanı kaldırıldı. Bu ürünlerin, AB ülkelerine, ancak gümrük ödeyerek ihraç edilebileceği bildirildi. 12  Aynı yıl midye, istiridye, kum midyesi gibi kabuklu deniz ürünleri ile taze balık ihracı tamamen yasaklandı. Çift çenekli yumuşakçalar olarak adlandırılan her tür deniz ürününün AB ülkelerine girmesi engellendi. 13 

Avrupa Birliği 1999 yılında Türk demir-çeliğine anti-damping soruşturması başlattı. Oysa, soruşturma başlatacak herhangi bir ticari sorun yoktu. AB Komisyonu, Birliğin kurulmasında önemli yeri olan Avrupa Demir-Çelik Birliği’nin yaptığı şikayetin haklı olduğu sonucuna vararak soruşturmayı başlattı. Gösterilen gerekçe, Avrupa’ya ihraç edilen filmaşinin (kangal demir) bağlantı parçalarının düşük fiyatla satılıyor olmasıydı. Gerekçe haklı değildi ve gerçek neden, Türkiye’nin Avrupa ülkelerine yaptığı filmaşin ihracını 1996-1999 tarihleri arasında yüzde 529 arttırarak 24741 tona çıkarmayı başarmış olmasıydı. 14 

Türkiye’nin, GB nedeniyle üçüncü ülkelerle olan dış ticaret dengeleri de kısa süre içinde bozuldu. Türkiye, yalnızca AB ile kendi arasındaki gümrükleri sıfırlamakla kalmamış, buna ek olarak; AB dışındaki ülkelere uyguladığı gümrük tarifelerini de, AB’nin kendi dışındaki ülkelere uyguladığı ortak gümrük tarifesi ile eşitlemeyi (yani düşürmeyi) kabul etmişti. Bu üstlenme, hem dış dünyaya açılabilen sınırlı sayıdaki ihraç ürünümüzü korumasız kılıyor hem de AB üyesi olmadıkları için gümrük tarifelerini değiştirmeyen üçüncü ülkelere, Türkiye ile yaptıkları ticarette “açıktan bir kazanç” sağlıyordu. Bu kazanç Türkiye’nin kaybıydı.

Gümrük Gelirleri Düşüyor

Gümrüklerin sıfırlanması ve dış ticaret açıklarının olağanüstü artışı, doğal olarak, Türkiye’nin karşısına büyük miktarlı gümrük vergisi kayıplarını çıkardı. 1 Ocak 1996’da yürürlüğe giren GB döneminin ilk on bir ayında hazinenin vergi ve fon kaybı 125 trilyon lirayı aşmıştı. Bu iki milyar dolara yakın bir miktardı. 15 

AB, GB anlaşmasıyla Türkiye’ye vermeyi kabul ettiği parasal yardımı bloke etmiş vermiyordu. Gerçi vereceği miktar da 1 Ocak 1996’dan itibaren 5 yıl içinde 2 milyar dolardı. Bu da devletin bir yıllık vergi kaybı kadardı. 16 

Türkiye’nin parasal kaybı vergilerden ibaret değildi. Dış ticaret açığı bir yıl içinde 20 milyar dolara vardı. Bu açık, o güne dek Cumhuriyet tarihinin bir yıl içinde gördüğü en büyük dış ticaret açığıydı ve bu açık o günden sonra kronik haline gelerek, sürekli arttı. 17 

Dış Ticaret Açığı Büyüyor

Türkiye’nin dış ticaret açığı sorunu, son 20 yılda uygulanan politikalar nedeniyle bu denli büyümüştür. 12 Eylül darbesinin yapıldığı 1980 yılına dek, tüm bozulmalara karşın, kamu işleyişinin ve KİT’lerin varlığını sürdürebiliyor olması, dış ticaret açıklarının büyümesi önünde bir engel oluşturuyordu. 12 Eylül rejiminin, 24 Ocak 1980 kararlarında ifadesini bulan ve Cumhuriyet’in temel ilkelerini işlemez hale getiren uygulamaları aynı zamanda; dış ticaret açıklarını büyük boyutlara götürecek sürecin de başlangıcı oldu.

Turgut Özal’ın adıyla anılan ve Gümrük Birliği ile sonuçlanan 15 yıllık dönemde (1980–1995) açıklar artmıştı ancak 1995 GB uygulamalarından sonra “denetlenemez” duruma geldi. Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre, Türkiye, 1950’de 22.3, 1960’da 146.8, 1970’de 359.1 milyon dolar dış ticaret açığı verirken bu açık; 1983–1996 yılları arasındaki 13 yıllık dönem içinde yıllık ortalama 6403.4 milyon dolara çıktı. Dış ticaret açığı, GB uygulamalarından sonra gerçek bir patlama yaşadı ve 1996 yılında 19.6, 2000 de 27.2 milyar dolar oldu. 18  Bugün 100 milyar doları aşmış durumda. 19  Türkiye, Gümrük Birliği Protokolü’nün uygulamaya girdiği 1995’den 2013’e dek, Avrupa Birliği ile yaptığı ticarette toplam 221 milyar dolar açık verdi. 20  Bunun açık anlamı şuydu; Anadolu’nun yoksul insanları bu denli büyük bir kaynağı Avrupalıların varsıllığına katmıştı.

İhracatın İthalatı Karşılama Oranı Düşüyor

Dış ticaret dengelerinin hızlı bir biçimde ithalat lehine bozulması ve ihracatın ithalatı karşılama oranlarının sürekli düşmesi, doğal ve kaçınılmaz olarak yerli üretimin zor durumda kalmasına ve giderek ortadan kalkmasına yol açtı. DİE verilerine göre ihracatın ithalatı karşılama oranı, 1950 yılında yüzde 92.2 iken bu oran; 1960’da yüzde 68.6, 1970’de yüzde 62.1, 1980’de yüzde 62, 1990’da yüzde 58.1, 1996’da yüzde 54.1, 2000 yılında yüzde 50.6 21  iken bu oran 2012 de yüzde 56’ya düştü. 22 

Türkiye, 1990–1995 yıllarını kapsayan dönemde, ortalama olarak yılda 25.8 milyar dolarlık ithalat yapıyordu. Bu ithalat, GB uygulamasından sonraki 5 yıl içinde yıllık ortalama 46.8 milyar dolara 23 , 2011 yılında ise 241 milyar dolara çıktı. 24 

İhracat ithalat dengelerinin Türkiye aleyhine bu denli bozulması, yaşanılan toplumsal gerilimler ve yoksullaşma yanında insana acı veren bir başka gerçeği ortaya çıkarmaktadır. Türkiye Gümrük Birliğine girdikten sonraki 5 yıllık dönemde (1996–2001) toplam 117 milyar dolar dış ticaret açığı vermişti. Bu açığın yüzde 53’ünü yani 62 milyar dolarını, sayıları yalnızca 15 olan AB üyesi ülkelere vermişti. 25 

Dışardan Yönetim

Türkiye, Gümrük Birliği Protokolüyle; organlarında yer almadığı, bu nedenle kararlarında söz sahibi olmadığı bir dış örgütün aldığı bütün kararlara uymayı, önceden kabul etmiştir. Türkiye’nin, karşı oy verme, kabul etmeme ya da erteleme gibi hakları yoktur. Türkiye, GB ile; dış ilişkilerini belirleme yetkisini, Avrupa Birliği’ne devretmiştir.

Türkiye, Avrupa Birliğinin üye olmayan üçüncü ülkelerle (tüm dünya ülkeleri) YAPTIĞI VE YAPACAĞI bütün anlaşmaları önceden kabul etmiştir (16. ve 55. maddeler).
Türkiye, GB ile; herhangi bir dünya ülkesiyle Avrupa Birliğinin bilgi ve onayı dışında ticari anlaşma yapmamayı kabul etmiş, yapması durumunda Avrupa Birliğine bu anlaşmayı engelleme yetkisi vermiştir (56. madde).

Türkiye, GB anlaşmasıyla; AB’nin GB ile ilgili olarak alacağı bütün kararlara paralel kanunlar çıkarmayı önceden kabul etmiştir (8. madde).

Türkiye, GB anlaşmasıyla; AB Adalet Divanı’nın bütün hukuki kararlarına tam olarak uymayı önceden kabul etmiştir (64. madde). Türkiye, GB ile; ulusal pazarını, rekabet etmesinin mümkün olmadığı Avrupa mallarına açıyor, gümrük vergilerini sıfırlıyor ve tüm fonları kaldırıyordu. 26 

Gümrük Birliği uygulamaları konusunda Prof.Dr.Erol Manisalı şunları söylüyor: “Bir ülkenin, dünyanın herhangi bir yerinde bir gümrük birliğine bağlı olması için ‘eşit statüde bir üye’ olması gerekir. Türkiye’nin AB ile ilişkisi ise bir sömürge ile onu yöneten ülke arasındaki ilişkidir. Eskiden Avrupa ülkelerinin Afrika ve Asya’da uyguladıkları örneklerde olduğu gibi.” 27 


 1  Hürriyet 14.12.1995
 2  Sabah 14.12.1995
 3  a.g.g. 14.12.1995
 4  Zafer Çağlayan “Lake’e Ankara’da Düş Kırıklığı” Cumhuriyet 16.01.1996
 5  “Ekonomik Kriz Yaşanacak” Cumhuriyet 02.01.1996
 6  a.g.g. 02.01.1996
 7  a.g.g. 02.01.1996
 8  “Ankara Doğu’ya Dönsün” Aze Marşan Cumhuriyet, 23.03.1999
 9  “Türkmenistan’dan Tokat”, Cumhuriyet 23.10.2001
 10  “Gümrük Birliği’nde ilk raund Avrupa’nın” Gözcü 30.11.1996
 11  “Gümrük Birliği’nde Rüzgar Tersten Esti” N.Yalçın Cumhuriyet 22.08.1996
 12  “Tarife Dışı Engelleniyoruz” Fatma Koşar Cumhuriyet 15.07.1998
 13  “AB’den Balık Yasağı” Hürriyet 26.05.1998
 14  Dünya 18.05.1999
 15  “Gümrük Birliği Vergiyi de Vurdu” Türkan Al Gözcü 18.12.1996
 16  “AB Yükümlülüklerinden Kaçtı” 14.12.1995 Cumhuriyet
 17  “GB İthalatı Patlattı İhracatı Vurdu” 11.01.1997 Hürriyet
 18  “Devlet Bakanı Ayfer Yılmaz’ın Basın Açıklaması” Hürriyet, 11.01.1997; DPT, DİE, Tablo 3.2 ve Cumhuriyet 31.01.2001
 19  http://www.dunya.com
 20  http://www.t.24.comtr
 21  DPT, DİE, Tablo 3.6 “İhracatın İthalatı Karşılama Oranı” ve Hürriyet 31.01.2001
 22  http://www.t.24.comtr
 23  DPT, DİE, Tablo 3.6 “İhracatın İthalatı Karşılama Oranı” ve Hürriyet 31.01.2001
 24  http://www.dunya.com
 25  “GB’nde Kazıklandık” Yeni Mesaj 14.01.2001
 26  “Gümrük Birliği’nin Siyasal ve Ekonomik Birliği” Prof. Dr. E. Manisalı, Bağlam Y. 1995. sf. 65, 66
 27  “Gümrük Birliği’nin Siyasal ve Ekonomik Bedeli” Prof. Dr. Erol Manisalı Bağlam Yay. sf. 57


Metin AYDOĞAN, 12 Aralık 2013
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!


Şu dizine dön: Metin AYDOĞAN

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 10 konuk

x