Bayramlardan En Çok 23 Nisan’ı Severdik
23 Nisan, bir zamanki adıyla Millî Hakîmiyet (Ulusal Egemenlik) ve Çocuk Bayramı kutlamaları, Cumhuriyet kuşaklarının hepsinde iz bırakmış, unutulmaz anılar olarak belleklere yerleşmiştir...
Şimdinin hainleri, dönekleri, cam gözlüleri bile bu günü coşkuyla kutlamışlardır eminim...
Bu gün, 1920 yılında Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşımızı yönetmek, saldırganları vatanımızdan kovmak, yeni bir yönetim kurmak, milletimizi bağımsızlığına kavuşturmak için, milletimizle birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açtığı gündür. Bu tarih aynı zamanda, Cumhuriyetimiz’in ilk kuruluş günüdür. 1924 yılında da Atatürk bu günün bayram olarak kutlanmasına karar vermiş, daha sonraki yıllarda da bu gün, Atatürk’ün çocuklara armağanı olarak "Çocuk Bayramı" olarak kutlanmıştır.
Bizler okullarda siyah önlük giyen kuşağız... Yatılı okullarda da, devletin verdiği bir örnek okul giyimlerini (formaları) giydik...
Okul dışında, eğer varsa kendimize ait bir giyimimiz, giyerdik... Giysi değiştirmek ancak zengin çocuklarının işiydi. Biz temiz giyinmeyle yetinir, üstümüzdeki giyim kirlenince ancak değiştirirdik...
Bütün yoksunluğumuza karşın içimizdeki vatan millet sevgisi, bağımsızlık duygusu bize yetiyordu.
Bayramlarımız bayramdı. Gerçekten bayram ederdik...
Her bayram şiir okurdum. Kürsülerde, kasabamızın meydanında, yatılı okuduğum okulların salonlarında şiir okurken çekilmiş resimlerim vardır… Hepinizin vardır. Her isteyen, her meraklı çocuk şiirini okurdu. Siyah önlüklerimizle kürsüye çıkardık, "23 Nisanlar"da da bizi okullarımız giydirir, varsıl - yoksul ayrımı, iyi giyinmiş, giyinmemiş ayrımı, öksüz - yetim ayırımı, bakımlı çocuk, bakımsız çocuk ayrımı yapılmadan bu etkinliğe katılabilirdik…
Bayramlardan en çok 23 Nisan’ı severdik…
"Bu gün 23 Nisan, neşe doluyor insan…"sözleriyle başlayan şiirler bizlerin gerçek duygularıydı...
En çok, süslü giyimlerle çıktığımız 23 Nisan bayramı bizi coştururdu. Bayram gibi bayramdı. Biraz büyüyünce 19 Mayıs'ı da aynı duygularla sevdik. Spor giysilerimizle çıkıp müzik eşliğinde, birlikte spor yapar gibi dans ettiğimiz, halk oyunları oynadığımız 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı gerçekten bayramımızdı, o günler unutulmaz bayram günlerimizdi…
Bu iki bayramı sayarken "29 Ekim Cumhuriyet Bayramı"nı unutmayalım. O bayramı da ayrı bir coşku ile kutlardık. Kutlamaya yetişkinler de katılır, gece fener alayları düzenlenirdi… Yalnızca "30 Ağustos Zafer Bayramı"mız biraz sönük geçerdi. Asker ve sivil görevlilerin törenleriyle kutlanırdı. Nedense biz çocukları katmazlardı bu bayrama. Okullar o tarihte tatil olduğu için mi, yoksa başka nedenle mi bilmezdik…
1 Temmuz Kabotaj Bayramı’nı sahil kasabasında yaşadığımız için iyi bilirdik. Bütün civar köyler, bütün çocuklar duyan duymayan denizde yapılan yarışmaları izlemeye gelirdi… Kayıklarla dolardı liman. Bayrağını alan koşardı. Neden neyi kutlardık kimse doğru dürüst açıklamazdı ama bir şeylerin değiştiği, kutlamaya değer olayların olduğu bilinciyle katılırdık bu kutlamaya…
Bize öyle gelirdi ki ülkemiz hep böyleydi… Hep bu yazıyı kullanıyorduk… Hep böyle özgürdük… Hep yurdumuz bizimdi, hep böyleydi…
Tarih derslerinde, Hayat Bilgisi derslerinde anlatılanlar çok çok önce, bilemediğimiz kadar önce olmuş bitmiş olaylardı… Birer masaldılar…
Bunların gerçek olduğunu gösterecek bir anıtımız, şehitlerimizin adı yazılı bir taş duvar, bir şehitliğimiz bile yoktu kasabamızda…
Konuşmalarda şehitlerden sözedilir, savaştan sözedilir ama bize bunlar elle dokunulur, gözle görülebilir şekilde yansıtılmazdı…
Meğer bu bütün Türkiye’de böyleymiş…
Bizim belleklerimize tarihimizi kazımadılar.
Geçmişimizi diri tutmadılar…
"Kürt" isyanlarını, Ermeni, Bulgar mezâlimini bile öğretmediler… Bize saldıranların adı hep düşmanlardı. Kim? Belli değil, düşmanlar…
Yunan’ın adı geçerdi ama arkalarındaki İngiliz’den söz edilmezdi. Amerika pek fazla korunurdu. Bir dünya dostu ülke olarak anlatılırdı. Hiç unutmam bir oyun tekerlememiz vardı, sayışmaca olarak kullandığımız. Orada şu sözler geçerdi:
"Bir, iki, üçler, / Yaşasın Türkler, /Dört, beş, altı,/ Japonya battı, /Yedi sekiz dokuz, /Ruslar domuz, /Amerika dostumuz..."
Japonya’daki dehşeti bile bilmezdik... Atom bombasını çok sonra duyduk, biz doğmadan önce yapılan bu vahşetten sonradan haberimiz oldu... Derslerde konu edilmezdi.
Amerika neden nasıl dostumuzdu bilmezdik ama bize ezberletmişlerdi bir takım yollarla bu sözleri...Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyeti lekeleyen bu ilk ihanet sözlerini...Bir ülkeye hem de sömürgecilerin ağababası bir ülkeye, bizim Cumhuriyet tapumuzu yani Lozan'ı tanımayan bir ülkeye dostumuz dedirtmişlerdi...
Okullarımızda herkese birer hediye kutusu gelmişti, ellili yılların sonunda olmalı, dış ülkelerden, hayal gibi hatırlıyorum. Süt tozlarıyla tanıştırdılar bizi sonra. Kokusu burnumdadır, kazanlarda kaynatılır zorla verilirdi. Kokulu silgiler konmuştu hediye kutularımıza. Margarin yağı ile ilk tanışmamız... Suni okul eşyalarıyla ilişki kurmamız... Doğallıktan uzaklaştırılmamız...Naylonla tanışmamız...
Çocukları içten yıkmaya ilk girişmeleri...
Bizden önceki kuşak Köy Enstitülerinde okumuş. Bizim okullarımızın adı "Öğretmen Okulları"ydı. Yatılı okunabilen, sınavlarla öğrenci alınan...Tüm masrafları devletçe karşılanan...Giyim de dahil. Belli aralıklarla havlular, kazaklar bile verilirdi. Birini hâlâ saklarım, yıkana yıkana sarı renkli havlumun rengi beyazladı, yer yer dokuması dökülüyor ama, benim en değerli eşyam hâlâ odur…
Devletimizin saçı bitmemiş yetimin hakkından alıp hediye ettiği kullanım eşyaları onlar… Devletimiz mezuniyetimizde hepimize birer de NUTUK vermişti, iki cilt olarak…
Sonra Almanya’da Türk çocuklarına Türklüğü öğretirken, Türkçemizi öğretirken duyduk ki, okullarımız artık yok…Öğretmenler, öğretmen yetiştiren okullardan yetişmiyor. Adları Meslek Liseleri, Öğretmen Liseleri olmuş…
Atatürk’ün kurduğu Orta Öğretmen Okulu Gazi Eğitim Enstitüsü de yok…Üniversite yapmışlar, bu şekilde öğretmen yetiştiren kurumların köküne kibrit suyu ekivermişler… Eğitim Enstitüleri tarihe karışmış…
İlkokul, ortaokul binalarım da artık yok…Cumhuriyetin izlerini taşıyan, tarihimizi gösteren birer belgeselimiz olan bu okulları yıkmışlar… Sadece benim yaşadığım kasabada mı? Her yerde yıktılar, hâlâ da doyamadılar bunları yakıp yıkmaya… talan etmeye…
Bayramlarımızı da yıktılar…
İlk önce TRT eliyle yaptılar bunu 1979 senesinde. 23 Nisan Çocuk Şenliği adı altında bir kutlama başlattılar, yabancı ülke çocuklarıyla…
1980 darbesiyle de bu 23 Nisan’ın ruhunu öldürmek için sarınılan bir can simidi oldu karşı devrimcilere… Ve 23 Nisan coşkusunu, o günün anlamını, Atatürk’ün çocuklara verdiği bu günün bir bayram olma özelliğini kaybettirdiler.
Bu bayram oldu, Dünya çocuklarının şenliği!
Uluslararası Çocuk Şenliği!
Yunan’la, İtalyan’la, İngiliz’le, Bulgar’la, Alman’la, Fransız’la, İsrailli ile, Rus’la, Arap’la… el ele tutuştuk….ve tepindik… Neye tepindiğimizi, eğlendiğimizi bilmeden…
Millî bir günümüzü neden neresi millî anlayamadan bizi işgal edenlerin, bizde hiç bitmeyecek emelleri olanların çocuklarıyla eğlenerek kutlar olduk...
Kutlamalar İngilizce sözlerle bile yapılırdı bazı yerlerde... Dilimizi, özümüzü bırakıp onları eğlendirir, onları misafir eder, onlara kulluk, kölelik ederdik sanki…
Kendimizi yabancıya, turiste, başka dillilere ve başka kültürlere beğendirmeye çalışan zavallılar durumuna düştük…
Sonra bu da yetmedi karşı devrimcilere:
1989’da bir Kutlu doğum haftası modası çıkarttılar. 23 Nisan’ı kutladığımız hafta bir darbeyle dinî bir güne, hristiyanların İsa’sının doğumunu kutlamaya benzer bir güne dönüştü… Okullarda, evlerde, salonlarda, stadyumlarda çocukları topladılar, çocuklarımızın başlarını sıkı sıkı örttürdüler. Onlara ilahiler ezberlettirildi, bu ilahileri okurlarken de eski zaman okullarındaki gibi iki yana sallanılırdı...
En son gelen bir bayram duyurusu şöyle. Bakın ne hâle gelmişiz:
"23 Nisan Uluslararası 33. Çocuk Şenliği Bursa’da kutlanacak. Bursa’nın ve Türkiye’nin tanıtımında çok önemli bir rol oynayacak şenlik boyunca TRT 6 kanalıyla (bölücü dil kanalı)birlikte ulusal pek çok Televizyon kanalı ve medya grupları haber programı, belgeseller yapacağını anlatan Vali Harput, bunların Pasifik Okyanusu ve Arap ülkeleri’nde yayınlanacağını bildirdi."
Şenlik maskotunun "Hacivat Karagöz" olarak belirlendiğine de değinen Harput, Angelina Jolie’nin şenliğe onur konuğu olarak katılması için UNICEF aracılığıyla görüşmelerin sürdüğünü söyledi."
Mesele bu kadarla da bitmiyor.
Barboros ilçesinin Belediye başkanının açıklamalarını da okursanız ne durumda olduğumuzu aslında daha iyi anlayabilirsiniz. Bakın bu kişi, daha neler neler diyor? Millî bayramımızı nasıl tanımlıyor? Bu bayram uluslararası bir bayrammış...
" Şenliğe ev sahipliği yapan Barbaros Belediye Başkanı Fikret Yılmaz, şöyle dedi: “Bu bayram uluslararası bir bayramdır, bütün çocuklara armağan edilmiştir. Biz de Trakya Kent Belediyeler Birliği üyesi olan bir belediyeyiz ve Balkan ülkelerinden gelen çocuk misafirlerimiz vardır. Bu günlere kolay gelinmedi, çalışarak gelinmiştir…”
Evet bu günlere kolay gelinmedi. Karşı devrimciler, vatan millet düşmanları, Atatürk düşmanları çok çalıştılar, çok...
Biz uyurken onlar çalıştılar...
Su uyur düşman uyumazmış, bilemedik...
Doğru dürüst siyaset adamı, kadını yetiştiremedik... Devlet adamı yetiştiremedik...
Çocuklarımızın, gençlerimizin hepsini Atatürk milliyetçisi, yurdunu, milletini seven, koruyan gençler olarak yetiştiremedik...
Atatürk’ün :
„Türkiye Cumhuriyeti; şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat medeniyet tarikatıdır.“ sözünü unuttuk ve ülkemizi bunların eline, demokrasi adına Atatürk’ün kurduğu partinin temsilcisi eliyle, uyduruk Siirt seçimleri yaratarak verdik...
Şimdi bazı aymazlar sanıyorlar ki:
Meclisimizdeki siyasilerin Türklüğü silme sözlerine kulaklarımızı tıkayarak, duymazdan gelerek gidip oylarımızı hâlâ bunlara vereceğiz...Kendi ellerimizle, Atatürk’ün kurduğu bu Meclis’i, bu Cumhuriyeti, eli kanlı örgütün üyelerine milletvekili sıfatı vererek, bir oyunla her türlü vatan millet düşmanını, Türk Milleti düşmanını, Türklük düşmanını Meclis’e taşıyarak, yıkacağız...
Acaba taşıyacak mıyız?
Atatürk gençliği, Atatürk kuşakları, Atatürk’ün eserleriyle yetişenler yokedilmeden, bu millet ölmeden bu mümkün mü?
Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar...
Dev uyanacak, silkinip kendine gelecek! Er veya geç…
Atatürk millî egemenlik için bakın neler demiş:
„Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur.
Milletin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.“
Feza Tiryaki, 22 Nisan 2011