BİLİM ‘ÜZERİNE’ (12)
‘Bilim’, ‘Felsefe’, ‘Yöntem’ gibi koca koca lafları etmek kimi okuyucunun dikkatini çekmediği gibi kimileri de hemen Sokrat, Platon, Kant, Hegel, Marx gibi büyük filozofların insan, ahlâk, etik-metik gibi, kesinlikle anlayamayacakları alanlar için ya Google ya da Youtube’de, kerameti kendinden menkul ‘kanaat önderleri’nin ilgili konulardaki yorumlarına bakıyorlar.
Kuşkusuz bu son ‘sosyetal medya’ yayınları içinde, gerçekten yararlı olanları da var.
Ancak Leibniz’de ‘Din’, Spinoza’da ‘Etik’, Kant’ta ‘Subjectivite’, Hegel’de ‘Diyalektik’ ya da Marx’ta ‘Tarihsel Materyalizm’ gibi konuları, bir çırpıda, anlayıp yorumlama ‘olasılığı’ milyonda kaç diye sorulabilir.
Yanıtın milyonda bir olacağı ve Türkiye’de bir elin parmakları kadardan daha fazla olmayacağı söylenebilir.
Çünkü, bu tür ‘düşünürler’ ve ‘düşünce’leri ile kullandıkları ‘kategori’ ve ‘kavramlar’, ancak ve sadece insanlığın tarihsel gelişiminin ‘bütünselliği’ içinde bir ‘anlam’ ifade edebilir.
Ya da ‘anlaşılabilir’ diyelim.
Örnek olsun, XXnci yüzyılın başında dünya genelindeki ‘büyük dönüşüm’ sırasında, İran, Türk, Rus ‘Devrim’lerinin yaşandığı günlerde, ‘düşünce dünyası’ da alabora olmuş, bir anlamda bir düşünsel ‘kaos’ ortamı doğmuştu.
Sadece Türkiye’de, Türkçülük, İslamcılık ve Osmanlıcılık gibi ‘akımlar’ türemişti.
Rusya’da ise, 1905 Devrimi (ki Türkiye’deki 1908 Devrimi gibi anlaşılmalıdır) ertesinde Bolşevikler ile Menşevikler arasındaki ‘görüş ayrılıkları’ şöyle dursun, Bolşevikler arasında bile ‘Yeni-Kantçılık’ veya daha sonra ‘Ampirio-kritisizm’ diye adlandırılan bir ‘bakış açısı’ veya ‘yöntem’ine ilgi artmıştı.
Bu durum karşısında Lenin, 1908 yılında Türkçe’ye Materyalizm ve Ampiryokritisizm (Matérialisme et Empiriocritiscisme) diye çevrilen çalışmasında (ki en önemli felsefî eseridir) bu yanlışa düşülmemesi için çaba göstermişti.
Oysa bu Yeni-Kantçı ve Yeni-Pozitivist yaklaşıma eğilimli Bolşevikler, Marksizmin ‘bu yöntem’le daha iyi anlaşıbileceğini düşünüyorlardı.
Tahmin edilebileceği üzere, Marx ve Engels’in kurucusu oldukları ‘Tarihsel materyalizm’, bir kesim genç Bolşeviklerce neredeyse taban tabana karşıt bir ‘felsefe’yle içeriden yıkılabilecekti.
Burada genel olarak ‘felsefe’ diye geçilen bu ‘dünya görüşü’ ya da ‘bakış açısı’, ki kimilerince ‘ideoloji’ diye de adlandırılabilir, demek ki sadece ‘felsefe’ değil ama bir ‘bilimsel yaklaşım’ demektir.
Şöyle de söylenebilir, ‘bilim adamı’ denilen insanın ‘felsefesi’, onun hem ‘dünya görüşü’ ve ‘bakış açısı’ ve hem de ‘ideoloji’si olup, uyguladığı ‘bilimsel yöntem’ de özünde onun ‘ideolojik’ bir yöntemi olmaktadır.
Tartışmayı hemen bu ‘özgül nokta’dan başlatıp konuyu dağıtmanın gereği yok.
Ama bir mim koymuş olalım.
Konumuza dönersek, tarih içindeki ‘büyük felsefi’ akımlar, ‘felsefe’ olarak boş gevezelik yapmak için değil ama, o günün ‘koşulları’ndaki hem ‘bilim’ ve hem de ‘pratik uygulamalar’ı be-lir-le-mek-te-dir.
O nedenle, örneğin günümüzde ‘neo-liberalizm’, ‘neo-kantizm’, ‘neo-pozitivizm’, ‘neo-modernizm’ gibi veya daha cafcaflı olsun diye ‘post-modernizm’, ‘post-keynezyanizm’ veya ‘post-bilmemnecilik’ diye piyasa sürülen ‘görüş’, ‘bakış açısı’, ‘ideolji’ ve ya da ‘bilimsel yöntem’leri değerlendirebilmek için, kurucusu kim, kaynağı ne ve çok daha önemlisi ‘ne yapmak istiyor’una bakılması gerekmektedir.
Yoksa Leibniz’deki Din’e, Proudhon’daki ‘mülkiyet’e, Spinoza’daki ‘Etik’e, Hegel’deki ‘diyalektik’e bakarak, ‘şimdi anladım’ demenin olanak ve olasılığı yoktur.
Değil meraklı bir ‘okuyucu’ olmak, bilmem ne üniversitesinde ‘profesör’ olmak bile konun ‘öz’üne (essence) indiğiniz anlamına gelmez.
O nedenle bu ‘yazı dizimizde’ ele aldığımız konuları, bir tek sayıdaki açıklamalarla ‘değerlendirmek’ de yanlışın ta kendisi olacaktır.
Her ne kadar, her yazıyı iki A4 sayfasıyla sınırlayıp sonuçlandırmak zorunda kaldığımız için konulara yaklaşımımız, ister istemez bölük-pörçük olmaktadır.
Bununla birlikte, en azından bu yazı dizisinin ‘bütünlüğü’ içinde değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizelim.
Bu yazıyı bir anekdotla bitirecek olursak; Kant’ın yaşamı boyunca kesmediği günlük yürüyüşünü, sadece iki kez kestiği ve bunlardan birinin Rousseau’nun yeni eserini okumaya başladığı gün ve ikincisinin de Fransız Devrimi’nin yapıldığını öğrendiği gün olduğunu anımsatalım.
Bir ‘bilimsel yapıt’ ile bir ‘toplumsal devrim’ arasında ne tür bir ‘ilişki’ olabilir sorusuna en iyi yanıtı Kant vermiş olmaktadır denilemez mi?
(Sürecek)