BİLİM ‘ÜZERİNE’ (8)
‘Bilim’ ve ‘bilinç’ sözcüklerinin Türkçe’de olduğu gibi diğer dillerde aynı kökten geldiğini görüyoruz: Bilmek. [Science/savoir)
‘İnsan’ın kendi bilincine varmasına (otonomi kazanmasına) ise ‘orijinel insan’ demiştik, ki bu özünde bir ‘üretim süreci’ne karşılık gelmektedir.
‘Doğal’ (naturel) insan ise ‘tüketim süreci’ne karşılık gelmektedir.
İşte tarih boyunca, daha doğrusu Homo Eractus’la birlikte bu ikili düzen (dichotomie) süregelmiştir denilebilir.
Ancak bütün süreçlerde olduğu gibi, insanlık süreci de eşzamanlı (synchronique) ve artzamanlı (diachronique) bir biçimde işlemektedir.
Ki ilişikteki grafikte bu iki sürecin işleyişi izlenebilir.
Bilimsel ekol ve akımların kendi içlerindeki kuramsal gelişimi ‘eşzamanlı’ (synchronique), epistemolojik kopuş ile ilerlemesi ise ‘artzamanlı’ (diachronique) olmaktadır denilebilir.
Örneğin Jean-Paul Sartre, Michel Clouscard’ın Varlık ve Kod (Être et Code) başlıklı çalışmasının tanıtım yazısında şöyle diyecektir:
“Üretim ile tüketim arasındaki ilişkinin felsefesini (yeniden-)yapmak için hep teoloji, etik ve ekonomi politik bu süreçlerin dillendirme araçları olmuşlardır. Clouscard ise üretim ve tüketimi, teoloji, etik ve ekonomi politik ilişkisini kurmak için ele almaktadır”.
Hem de ‘ilk insan’ ve onun ‘praksis etiği’ne giderek.
Yeni bir ‘antroplojizasyon’ yaparak.
İşte ‘bilim’ bu tür ‘epistemolojik kopuş’larla ilerlemiştir denilebilir.
Böylece ‘üretim’ ve ‘tüketim’in yeni bir ‘kavramlaştırılması’na geçilmiş olmaktadır.
Ki, ‘liberter kapitalizm’, ‘şehvet kapitalizmi’, ‘zevk ideolojisi’ vb gibi, günümüz kapitalizminin “gerçeği kendi mantığına göre, aşkın bir kalıntı bırakmadan anlatmak” olanağı bulunmuştur.
Burada Türkiye’de ileri geri dillendirilen ‘üretim ekonomisi’ palavrasının, maddi herhangi bir temele dayandırılmadan bir tür ‘akademik gevezelik’ olduğunun altını çizerek, bu konuya ileride yeniden döneceğimizi belirtip geçiyoruz.
Ve geçen yazıdan devamla, ‘ahlâk’ konusuna yeniden dönüyoruz.
Bunun için de, yine Türkiye’den birkaç somut örnekle konuyu açmaya çalışalım.
AM (Anayasa Mahkemesi), Milletvekili seçilen Can Atalay konusunda, milletvekilliği ile ilgili yapılan usulsüzlük için ‘Yok Hükmünde’ (keenlem yekûn) demiş.
Çünkü yürürlükteki ‘hukuk çerçevesi’nde başka türlü karar vermesinin olanağı da yok.
Ancak ve ne var ki; Can Atalay davası dahil, Osman Kavala ve diğer Gezi tutukluları; daha önceki ‘Ergenekon’la ilişkili davalarda Türk Ordusu’nun tarümar edilmesi konusundaki kararlarıyla; varsayalım ki yargıç kılıklılar ‘ahlâksızlık’ etmiş olsunlar.
Bu tür ‘ahlâksızlık’ları içine sindirmek ve yapılanlara sessiz kalmak da, aynı boy ve boyutta, aynı ölçek ve büyüklükte bir ‘ahlâksızlık’ olmayacak mıdır?
İşte ‘Modern kapitalizm’ ya da daha düzgün bir deyişle ‘mondenizm’ bu tür ‘ahlâksızlık’ları ‘zamane ahlâk’ olarak görmektedir.
Burada Kant’ta, Hegel’de, Marx’ta ‘ahlâk’ gibi kavramlaştırmaları, hafızlayıp bülbül misali şakımanın ‘bilim’le zerre ilişkisi bulunmamaktadır.
‘Praksis etiği’ denilen şey, ilk insanda insanı ‘insan yapan’ bir ‘etik’ idi.
Bugün ‘etik’, zevk kapitalizminde, ‘zevk’i ‘keyf’e dönüştürmüş bulunmaktadır.
Kimin keyfine geliyorsa öyle.
Ve kişinin ‘keyfine’ müdahale, ‘özgürlük’ denilen ‘liberalizm’, ‘libertarianizm’ ve benzeri ‘şarlatanizm’e müdahale olarak alınıp, dokunulmasına kesinlikle izin verilmemektedir.
Tam da bu nedenle, bugün, Clouscard’la birlikte; “Her şey mübah fakat her hangi bir şey yapmak olanaksız” (tout est permis rien n’est possible) aşamasında olduğumuz söylenebilecektir.
(Sürecek)