BİLİM ve BİLİMSELLİK (20)
Antikitede, yani Cite-Devlet döneminde, vatan ‘ataların toprağı’ olarak görülüyordu.
Zaten başka türlü ‘düşünülmesi’nin olanağı yoktu.
Varsa yoksa, Cite’nin yer aldığı ‘toprak’lar ve geri kalan topraklar da ‘barbar’ların yer aldığı coğrafya...
Orta-Çağ’a gelindiğinde ise Devlet’in yeraldığı topraklar ‘ülke’ (pays) adını alacak, Devlet’e de Ülkesel Devlet (Etat territorial) denilecektir.
‘Ülke’ o arada ataların yaşayageldiği ‘topraklar’ olarak kutsacak, günümüze kadar gelen ‘memleket’ olarak adlandırılacaktı.
Değil mi ki, bugün bile ilk tanıştığımız birine, ‘Memleketin neresi?’ diye sorulmaktadır.
Önce Elazığ denilse örneğin, sonra Keban ve ardından kangi köy ve hatta hangi ‘mezra’sına değin gidilebilmektedir.
Ölünürse mezarının yapılacağı yer yani.
Fransa’da, günümüzde bile ‘pays’ terimi kullanılmakta ‘şu pays’ ‘bu pays’ denilerek en küçük yerleşim birimi anlatılmak istenmektedir.
Bu dönemde ‘Devlet’in o ülkede yaşayan insanlarla ‘doğrudan ve belirleyici’ bir ‘işlev’i sözkonusu olmamaktadır.
Olsa olsa “şalvarı şaltak osmanlı, eğeri kaltak osmanlı, ekende yok biçende yok, yiyende ortak osmanlı” sözünde olduğu gibi, yılın belli bir döneminde ve çoğu kez raslantısal bir biçimde, ‘Devlet-Ülke’nin adamlarına üretilen ürünlerin belirli bir kesimi haraç-mezat olarak verilmekte idi.
‘Ülke’sine göre değişmekle birlikte, ‘Devlet’in o ‘ülke’de yaşayan insanlardan ‘vergi’ biçiminde ‘düzenli bir gelir’ alması XII ile XV yüzyıl arasında biçimlenecektir.
Çünkü, zaten XIVncü yüzyıldan itibaren ‘Devlet’ mutlak monarşi biçimini alacak, ve Devlet, defensionem natalis patriae ilkesi gereği, sanki ‘vatan’ın ve onun üzerindeki insanların ‘savunma’nın bir aracı imiş gibi anlaşılacaktı.
Tam da bu nedenle ‘Tanrı Devlet’e zeval vermesin’ tekerlemesi, ister istemez yerleşmiş olacaktı.
Sonradan bu tekerlemeye ‘Millet’in eklenmesi ise, bu kez Devletçe zihinlere kazınacaktır.
Böyle olunca, ‘Devlet’in Başı’ da, artık kutsal bir varlığa dönüşecek ve gerekirse görünüşte ‘Devlet’ ve ‘Millet’ için olsa da, özde o ‘Kutsal Baş’ için, ‘Taç’ ya da ‘Taht’ için can feda edilecektir.
‘Vatan’ın özgürlük kaynağı ve özgürlüklerin yaşandığı yer olarak görülmesi ise ancak XVIInci yüzyılda ortaya çıkacaktır.
Aydınlanma dönemi öncesi ‘ansiklopedist’lerin tanımına göre Vatan (patrie) sözcüğü “Latince, Baba (pater) sözcüğünden gelir ve bizim bir aileye mensup olduğumuzu gösterir. Ailemiz ise çekirdek ailenin ötesinde giderek toplum ve bizim toplum olarak yaşamamızı sağlayan yasalardır” biçiminde tanımlanacaktır.
İşte ‘yasaların ruhu’, ‘Devlet’in özü’, Toplumun ‘kerameti’, özgürlüğün ‘anlamı’ üzerine düşünmek için XVIInci yüzyılı beklemek gerekecektir.
Tam da bu nedenle, XVIInci yüzyıl öncesi Devlet, Ulus, Toplum, Ülke anlayışı ile ‘Modern zamanlar’ın başlangıcı olan bu dönemdeki ‘anlam’ ve ‘kapsam’ları olağanüstü bir ‘değişiklik’ göstermektedir diyoruz.
Örneğin ‘Devlet’imiz ya da ‘Ordumuz’un 2500 yıllık tarihi vardır demek, tarih bilmemekle birdir.
Ne var ki, bu, ‘ulusal değer’leri söylencelere (efsane) dayandırmanın çok yanlış olacağı anlamına gelmez.
Nitekim nasıl ‘Devlet’ kurulabiliyorsa ‘Ulus’ da kurulacak bir kavramdır.
Ancak, bu gibi bilimöncesi değerleri ‘yüceltmek’ de, belli bir noktadan sonra yararlı olmaktan çıkacak ve hatta zararlı olabilecektir.
Örnek olsun, günümüz Türkiye’sinde, bilimöncesi değerler olarak ‘vatan’, ‘millet’, ‘devlet’ terimleri ne kadar yüceltilirse yüceltilsin, halihazırda ‘özgürlükler’ ve ‘mutluluk’ kaynağı olarak değerlendirilebilirler mi?
‘Yasallık’tan sözedilebilmekte midir?
‘Çağdaşlık’ yakalanabilmiş midir?
O arada, ‘bilgi’sinden kuşku duymadığımız bir amiralimizin, “Hükûmet değişse bile Akdeniz’deki politikamız değişmez” dediğini duydum.
Çünkü o politika ‘Devlet politikası’ olarak belirlenmiştir diye ekliyor amiralimiz.
İşte bu çok ‘bilgili’ amiralimzin bilmediği ise ‘Devlet’in nerede başlayıp nerede bittiğidir.
Kuşku yok ki, 2500 yıllık ‘Devlet’imiz söylencesine gönderme yapmaktadır.
Ki, bir ölçüde ‘doğru’dur.
Ancak burada ‘ölçü’müz nedir ve ne olmalıdır sorusuna yanıt bulmamız gerekecektir.
(Sürecek)